Yusuf adı verildi gül yüzlü bir çocuğa
Bakalım neler çıkacak bahtına
Ben uyurken bir kuyunun başında
Bir gömlek örtülmüştü üstüme
Bir kuyunun başında susuyorum
Bir rüzgâr esiyor ılık ve sessiz
Bir hikâye başlıyor kısa ve derin
Gelin Ata sözüyle başlayalım derim
“Kardeş, kardeşin ne olduğunu ne öldüğünü ister”
İnsanı su değil bitmeyen hırsı boğar
Her sevgiden bir kıskançlık doğar
Yusuf’un haberini gözlerden dinle
İşte kan kırmızı bir gömlek
Her ölüme bir delil gerek
Kurtlar da ağlar mı deme
Sesler geliyor kuyudan,
Geceleri yansıyınca dolunay
İnsandan daha zalim dünyada kim var
Bir kuyunun başında susuyorum
Bir kervan geliyor uzaktan
Haberleri yok kurulan tuzaktan
Yükü atlas ve ipekten
Her kuyudan su çıkmaz
Kiminde ay batar, kiminde güneş doğar
Bir bohça çözülüyor ortaya
Kumaşın sağlamı dolanıyor kola
Müjde diyor sözcüleri,
Bu beyaz gömleğin sahibi ki,
Su gibi temize çıkarmıştır nefsini
Madem herkes aynı gömleği giyecek sonunda
Bu rengarenk telaş niye kervanbaşı?
İnsanlar gerçekten çok cahil değil mi?
Sana bir sorum daha var:
Yükünü yükleyen mi, çözen mi
Daha kârlıdır kervancı?
Çok düşünmeden cevapladı:
Dünya hep kal der ama insan yolcudur.
Bütün yükünü kuyuya atıp yola koyuldu.
Ağırlıktan kurtulan yol alır dedi
Bir kuyunun başında susuyorum.
Harama uzanırken bir el,
Simsiyah bir gömlek çıktı kuyudan,
Giyenin yüzü farklı değildi katrandan.
Başkaları da geldi ardından.
Genç bir âşık uzun uzun baktı suya
Kırık aynasını düşürdü kuyuya
Artık taramıyor saçını arkaya
Koydu tarağı yüreğinin üstüne
Yarası iyileşmesin diye.
Derken bir ırgat asıldı sarkaca
Asmış ıslak gömleğini bir ağaç dalına
Sulamak için ekmeğini alın teriyle
İçti bu soğuk sudan kana kana.
Az sonra bir ceylan göründü uzaktan
Kurumuş sürmeli gözleri dipsiz kuyu misali
Yavrusu kaybolduğu günden beri
Çiçeklerden soruyormuş kokusunu
Her gün gelip kuyunun başında rüzgârı bekliyormuş
Alamayınca yavru kokusunu, gözünden bir damla yaş düşüyor
kuyuya
Taşıveriyor kuyu birdenbire, susayanlar kana kana içiyor
Bütün yırtıcılar mahcup, geçip gidiyorlar önünden
Ceylan tekrar dağlara vuruyor kendini
Ancak böyle delinir bir insanın ciğeri.
Hikâye kısaydı, şairin dili uzadı
Esas olay bir sarayda yaşandı.
Şeytan işini yapar, insan hataya düşer
Her şeye sahip olan Züleyha
Niyet etti nefsini de güldürmeye
El uzatınca beyaz gömleğe
Ortadan yırtıldı bir bulut
Yağmur değildi yağan, kor ateşti
Duvarlar birden tutuşuverdi
Yüzü yanınca rabbine döndü Yusuf
Sırtına vuruldu “masum” damgası
Kapılar her zaman umuda açılmaz
Dile kilit vurmadan bela savuşmaz
Göz güzeli arar lakin aynalar da aldanır
Yürek ancak Yaradan’a adanır
Kapı var zindanlara açılır
Alemlerin rabbi dilerse
Kuyudan Sultanlar çıkarır.
Bir rüya yorum bekliyor gözlerden ırak
Bir mahkûm sabırla suluyor gülleri.
Bir bıçak bileniyor titreyen ellerde
Bir gömlek kanıyor, bir âşık boyanıyor.
Ateşten olsa giyer eskitirdik.
Bu daracık dünyada,
Bu gömlek bir beden bol gelir bize.
***
YOL SORAN
Kendimi bulamadım ki
Nasıl kaybolayım bu şiirde
Gözlerim bir ırmak arıyor
Yarım kalan düşlerim kayıp giderken.
Uykuyu gösterip rüyaya razı et beni
Yağmuru çekiyor saçlarım
Düz olsa tarardım, ruhum dağınık
Buluttan haritalar uzayıp gidiyor
Benim yıldızım hangisi
Eğri büğrü sözlerle geldim kapıya
Yapışmıyor dilim bir türlü damağa
Geçemedim eşikten öteye
Düşeyim yollara, sorayım dağlara
Çiçekler açar mı dilimdeki kilidi
Kıvrılan bir yol bulayım kendime
Ne çok yol var, sarmışlar dünyayı
Hangi ip çeker bu rüyayı
Ömür dediğin bir göç hikayesi
Güller halimi sorsa sararır şimdi yüzüm
Kızarırdı eskiden adım anılınca
Boncuk dizilirdi alnıma
Çiğ düşmüş yaprak gibi
Titrerdi kalbim
Kazma-kürek incitmez de insanı,
Ham söz çok yoruyor kalbi.
Kaygan dili örse koyup kırk çekiçle dövmeli.
***
ÇAĞIN HASTALIĞI
Nereden nereye geldik de
İnsandan insana varamadık
Köprüler kurduk, nehirler böldük
Bir selam geçiremedik karşıdan karşıya
Bu kadar yakınken dokunamadık yüreklere
Bolluk çağındayız da insanı seçemiyoruz uzaktan
Bakıp da göremediğimiz hayatlar nerede yaşanıyor
Kara gözlükler de puslanır mı soğukta acep?
Her derdimize derman olan
Muhabbet kalkınca ortadan
Boşluğa düştü insan, bunalım takılması ondan
Manasız bakışlarla maddeye bağlandık
Hayata anlam arıyoruz oturduğumuz yerden
Rahatlık batmalı, dert aratmalı
İnsan olduğunu hatırlatmalı ki
Kalkıp bir şey yapmalı
Eskiden insanlar şükür bilir, kanaat ederdi
Her şey yaşlı bir ninenin yüzü kadar netti.
Sade ve yavaş hayat ne bereketliydi.
İnsan insana yeterdi.
Çağın hastalığı, ihtiyaçlar listesi
Doymayan nefsin yeni reçetesi
Ruhun gıdası mı diyor birisi?
Çok kısık geliyor sesi.
***
KARLI DAĞDA SOLAN GÜL
Muhsin
Yazıcıoğlu için
Yirmi beş mart iki bin
dokuzdu,
Bir gül düştü karlı
dağlara.
Sarsıldı bütün dağlar,
kalktılar kıyama
Alıp bastılar bağırlarına,
Hilal kaşlı alp yürekli
yiğidimizi.
Tanıdılar onu kartal bakışlarından,
Bozkurtların ağlayışından.
Beyaz örtülerine sardılar
incitmeden.
İçin için yanmaya başladı
bağrımız.
Her yer bembeyazken
Bu kara habere inanamadık.
Kar koydukça yüreğimize
Kül savruldu içinden
Artık dağlara her kar
yağdığında,
Başımıza dolayıp dumanı,
Bayrağa her bakışımızda,
Sesin dalgalanır durur
içimizde.
Ne çok sevenin varmış,
birbirinden habersiz.
Demek seven insanlar
birmiş,
Şeksiz şüphesiz.
Kar taneleri şahit;
Adın insanın yalın hali,
Yüzün Türk’ ün tanımıydı.
Sevdası vatan olan
şehidim;
Yarım kalan hikâyen ,
Bütün oldu tek yürekte.
***
SÖZÜM ŞİİRDEN İÇERİ
1.
Şair sözü değil de
Dünya yalana teslim
Hakikati duyabilirse
Irmağın sesi, olur şairin nefesi
Dilde mana bulamazsan
Yüzlere sor, çizgili bir defter sana
Eskimeyen sözü,
Yeni güne söylemekse şiir
Her seher vakti, bir umut yeşermesi
Hayat bir soru mu ki cevap arıyorsun
Yükün dağlardan ağır farkında mısın
Kalbin kadar yer yakarsın
2.
Şair, kelimeler ki şükür biletlerin
Yansa da dumanı çıkmasın
Şiir, kalbe yürüyen ateş, dile düşen aşk.
Bir dilek tutar gibi bir yayı gerer gibi
Dizer kelimelerini şair
Koynunda sakladığı kalemle
Çizer kâğıda resmini
Hayata çatmış ki izi kalmış dilinde
Herkes işinde gücünde,
Hayat akıp gidiyor
Yuvarlanıp gitmez şair
Bir yerde durur, kalbi durulur
Kısık sesleri, taze acıları en erken o duyar
Ve haykırır: İnsan var diye
Şehir uğuldasa da o yağmuru bekler
Şiir bir gök çekimidir
Gözü sular mısralar,
Toprak umuttur.
***
YAKIN SES
Dil çözülür, gönül bağlanır
Hayat, insanda mana aramaktır
Bütün sesler yabancılaşınca,
İnsan ilk duyduğu sesi arar da
Kalbini dinler.
Kendisiyle baş başa kalan yalnız mıdır?
Ruhla beden ayrı mıdır?
Şiir bir sestir tenhada
yakalar seni
Çözer dilin sırrını
Mutluluğun resmi varmış.
Yalnızlığı herkes kendi çiziyor,
Gölgesine bakınca görünüyor
İnsanın yalın hali.
Ardında cevapsız sorular bırakıp giden
Bir yudum insan,
her şeye muhtaç
Sen buradasın, O her yerde ,ben ıssız
Ruhum kıvranıp duruyor,
Bir kalıba giremedim, fazla inceyim
Duyduklarıma inanıyorum
Gördüklerim hep sahte
***
TÜRKİSTAN’DAN YEMEN’E YAKIN ACILAR TARİHİ
Sıcak haber Yemen’den gelir:
“Her on dakikada bir çocuk ölüyor”
Şol Yemen’de kalan yüreğimiz yeniden dağlanıyor
Dünyayı geçtik, ey Müslüman sana ne oluyor!
Sesin neden duyulmuyor?
Çöl bile utancından yangınını içe verirken.
İnsan ne zaman gündem olacak şu süfli dünyada.
Medine sokaklarında nur yüzlü bir çocuk
Adı Yemenli Muhammed
Oyun çağında, oyuncak satıyor
Oturmuş bir köşe başında
Bakmak cesaret ister, bu derin gözlere
Yüzünde hüzün, gönlünde gam olan uzak değildir bize
Hemen yer açılır gönül hanemizde
Doğu Türkistanlı bahtı karalı
Ne güzel ad vermişler: Nur Ali
Anlatmaya gerek var mı ahvalini
Annesi hapiste, babası kayıp, kardeşleri sürgün,
Nasıl dayansın el kadar yavru bu acıya.
Bir merhem bulmak için bağrındaki yaraya,
Gelip sığınmış yurt bildiği Anadolu’ya.
Şöyle bir resim vardı hatırlayın,
Elele tutuşmuş, rengarenk çocuklar
Dünyayı sarmışlar, kardeşlik şarkılarıyla.
Hep sahte mi çıkacak bu rüyalar?
Bir çocuk öldüğünde, bir yetim ağladığında
Durmuyorsa dünya; kırılsın çarkı, yıkılsın barkı.
Simsiyah doğsun gökkuşağının rengi.
İnsan, gide gide saflığa, çocukluğa varamıyorsa,
İnsanlık da böylece düşer karaborsaya.
Vicdan: yürek taşıyanları fişleyen ajan.
Adın yoksa listede sen haline yan.
Kör dünyanın gözü önünde, bir millet yok ediliyor
Ses ver ki seni görelim ey İslam alemi!
Dil söylemeden din yaşanır mı?
***
YAZMAK
Yazmak rahatlatır sanmıştım,
Meğer dert kapısını açmışım.
Yığılınca kelimeler üstüme,
Kaçmak istedim dilsizler ülkesine.
Yazmasam ölmem lakin
Ahdım kalır kalemde.
İçi kağıdı dışı âlemi yakar
Kılıç yarasından derin.
Hangi söz yazıyı canlandırır,
Kaç kitap bir ağacı öldürür,
Mürekkebi kurumadan.
Kelimelerle yürüyen hayatta,
Zamanı aşan iç sesleri duyabilmek,
Kalem marifetiyle, yürek yordamıyla.
Suyun gözünden kana kana mürekkep çekmek.
Yazı, bir çift göz hatırası
Neyi bulmak için kazıyor hayatı.
Canlı söze ulaşınca
Bir ırmak gibi yerine oturmalı.
Kısadır insan hikayesi
Ondan hisse vermeli.
Bütün yazılanlar silinir de
Kalır insanın alın yazısı.
***
FOTOĞRAFA BAKMAK
Masum bir çocuğun
Mana dolu gözleri
Mülteci bir annenin
Haritaya dağılan gözyaşları
Kuruyan çeşmenin içli feryadı gibi
Ekrana düşünce kırılmış.
Bin parçadan bize düşer mi biri?
Birazdan kayıp gider unutkanlığa
Nereye kaydettik, neyi kaybettik,
Hatırasız geçen günlerde,
Hayat yaşanmış mıdır?
Büyük fotoğrafa bakın diyor
Büyük laf edenler.
Acılar ayrıntılara sığmıyor oysa
Gözlerimiz biraz alıştı da
Gönlümüz yorgun düştü.
Başı hüzne gömülü,
Yüzü toprağa dönük bir kadın resmi,
Hangi kalbin kapağıdır?
Çerçevesiz bir acıyı, habersiz çekmişler
Doğal olunca ödül de almış.
Duygulandık, ad koyamadık.
Kalbe dokunmayan göz yanılmasıdır.
Ömer Yalçınova’ya
Her şey mükemmel olsun dendi.
Eksik bir şey kalmasın.
İnsan kusursuz olmaz ama törenler olmalıydı,
Bu kadar masraf boşuna yapılmadı.
Provalar yapıldı, hazırlıklar tamamdı.
Endişeli bekleyiş, rezil olma korkusu,
Kol geziyor durmadan siyah gözlük korosu.
Gergin bir gün doğrusu.
İşin önceliği, büyüklerin beğenisi
Ter siliyor ha bire şık giyimli birisi
Telefonlar susmuyor
“Tamam, anladım” sonlu
Karışılmaz işine, akıl ermez sırrına
Ansızın başladı bir yağmur
Hiç hesapta olmayan,
Altüst oldu planlar
Kaç gün süren hazırlık, oldu iki saniyelik
Islanmaktan korkanlar, nazarlardan kaçanlar,
Avucunda bir damla saklamayanlar,
Sadra şifa sözlerle yüreklere su serpecek öyle mi ?
Çok önemli toplantı, kapalı kapılar ardında kaldı.
Sohbeti ortadan bölen meczup gülüşü gibi,
Çıkıverdi gökkuşağı.
Yalnız çocuklar gördü onu, rengarenk gözleriyle
Altından geçmek için başladılar yarışa.
Biz dönelim hayata,
Delik ayakkabılarla yağmura koşanlara,
Çorabını sıkan çocuklara,
Işıl ışıl gözleri, duru su gibi sözleri.
***
TÜRKİYE KADERİMİZ
Coğrafya kadermiş,
Bize Türkiye düştü.
Ne güzel bir hediye,
Şükür rabbimize.
Kanımız karıştı, terimiz bulaştı.
Bin yıldır işledik toprağını.
Hasadımız dolu bereket,
Bedeli ödenmez, şehadet.
Türkü yaktık dağlarına,
Irgat olduk ovasına,
Bir ferahlık var havasında,
Sıcacık bakış Anadolu.
Mazlumların son umudu,
Yükselip bayrak oldu.
Son kalesidir İslam’ın,
Yıkılmaz gavurun sarhoş narasıyla.
Sıcak ekmeğimiz, gülen yüzümüz,
Bölüşünce iner ancak yükümüz.
Kıymeti yoktur dünya malının,
Gönül muhabbetten ırak olmasın.
Türk zor zamanlarda belli olur,
Ortaya çıkınca namert kaybolur.
Dara düşenler hep bizi bulur.
Derdi derdimizdir, payidar olsun devletimiz.
Ağır yüktür Türkiye, yüreği yeten gelsin beriye.
***
DELİ TÜTÜN
Fazlı Bayram’a
Yanlış kıyıdan başlamadık hayata,
Kıraç topraklardan savrulduk.
Elimiz alnımızda selamladık öğle sıcağını.
Güneş yanığını bilmeyiz,
Alın terimizden kararır kollarımız.
İnsanın dünyaya karışmamış hali,
Bitkinin bozulmamışıdır deli.
Bak yaprağa, damar damar onun da canı var.
Toprağı unutan ölümü nasıl hatırlar.
İnsan dumansız ah çeker.
Taze yaraya acı tütünler eker.
Yar gelmese de gül yollarda biter.
Dilimizi bağladı bağlamanın teli,
Soğudu çayımız, kül eridi, söz bitmedi.
Türkü su gibidir, âşık kandırır,
Bağrındaki yara türlü türlüdür.
Bu havalar bizim, uzun sürer düşümüz.
Atların rüyası nasıldır bilmem,
Şiir nedir deseler, nal sesleridir derim.
Adın toprağın sıfatı,
Bahtın açık mavi olsun.
Uçurumlar çağını çoktan geçtin.
Rüzgârın her savurduğu zülüf,
Mor belik değil, aldanma.
Tütün kağıdını yakar mı bu şiirler,
Mektup da gelmiyor artık yardan,
Nerden ateş alıyor kalbin.
Sen yokuşa sür tayları, biz hayra yoralım.
Yolda anlatırım uzun susuşlarımı.
***
NİSAN YAĞMURU
Mübarek bir doğuma hazırlanan yeryüzü,
Onu
arındıran Nisan Yağmuru,
O
gün aldı adını.
Rahmet
oldu alemlere, sağanak sağanak
Irmaklar
ve denizler sırılsıklam.
Doğunca
ebediyet nuru
Gökyüzü
aydınlandı, yerin yüzü güldü
Yüzünü
yağmura dönenler
Aşk
deryasını boyladı
Düşen
her damla,
İnciye
dönüşüverdi okyanusun koynunda.
Yeşeriverdi
çöller.
Bu
gelişle yeniden dirildi dünya.
Gökteki
yıldızlar,
Işığını
O’ndan aldılar
Birer
ayet gibi nakşedildiler
Görünce
en mutlu olunan insanı gördüler,
Geçmiş
ve gelecek.
Kardeşlerimi
özledim buyurdu.
Yüzü
hep tebessümdü.
Ona
kardeş olmak ne büyük nimet.
Selam
durur kalbimiz, duyunca adını
Biz
de alsak selamını, bir rüya bitimi.
Herkes
duydu ismini, müminler kalbinde buldu.
Gül
kokusu sarınca bütün alemi
İçten
yanmaya başladı yürekler
Mübarek
hırkadan pay almak da var.
Dinmeyen
yağmur kuşatıverdi çölü.
Toprak
hiç böyle kokmamıştı.
Ay
ikiye bölündü, aşkıyla durmadan döndü
Bulutlar
perde oldu, mahcup güneş saklandı
Adı
Muhammed gönle muhabbet
Daima
düşünceli hâli
El
Emin’di bir adı
Kalbe
şifa sözleri, yolumuzun izleri
Mübarek
alnında sabır çizgileri
Yağmurun
ömrü yeter mi seni anlatmaya
Adını
duyunca gözlerden başlar akmaya
Cebrail
ve melekler, göğsünü yardılar
Dünyanın
en güzel kalbine şahit oldular
İki
cihan güneşi, güle hayat nefesi
Seni sevmeden giden birisi
Aldatmış sayılır kalbini
Çocukların
dostu, yetimlerin babası
Neden
çok seviyor onlar seni
Kalplerinden
başka yok sermayeleri
Çocukluğun
beyaz bir bulut
Gölgesi
hep üstümüzde
Hayatın
ter temiz sayfa
Ezelden
ebede çağlayan ırmak
Gönülde
dillenen ilk senin adın
Yabancı
değil bize, garipliğin, yetimliğin
Hüzün
peygamberim.
***
HASAN EJDERHA İLE KİTAPLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Enver
ÇAPAR: İkinci şiir kitabınız “Ceylanla Ağlamak”
nedir şairi ceylanlarla beraber ağlatan, yaralı bir ceylanın gözleri mi vurdu sizi?
Hasan
EJDERHA: Önce kitabın adını konuşalım. “Ceylanla Ağlamak” Kitabın ilk
adı; yani uzaktan görünüş adı… Yakın adı ise; yani kitap ile hem hal olunduğu
andaki adı ise: “Marallar Oymağında Bir Ceylanla Oturup Ağlamak” Evet, yaralı bir ceylanın gözleri vurdu beni.
Sorunuza aynen “evet” diyorum. Lakin mecazi bir ceylan buradaki ceylan. Bizim
fikrimiz, estetiğimiz, gönlümüz, aşkımız hep yaralı, hep yaralı olarak gelmiş,
yaralı olarak gitmektedir. Belki de biz hüzün medeniyetinin çocukları yaralı
olmalıydık. Yani dertli olmalıydık. Elhamdülillah ne kadar çok derdimiz var
değil mi? Biz de derdimizi öyle çok seviyoruz ki; bakınız “elhamdülillah”
diyoruz. Ne güzel ediyoruz. Biz
dertlerimizi seviyoruz ve dertlerimiz için hamdediyoruz.
Enver ÇAPAR: Kuşların cıvıltısı
çocukların şarkılarına karışıyor şiirlerinizde,
kuş olup uçmak mı şiir yazmak?
Hasan
EJDERHA: “Kuşların cıvıltısı
çocukların şarkılarına karışıyor şiirlerinizde” Bu ifadeniz bir şair için
mutluluk verici. Ayrıca soru öyle şiiriyetli ki şiir konuşurken, şiir kitabı
konuşurken böylesine güzel bir soru her şairi mutlu eder. Evvela sorunun
güzelliği için teşekkür ederim. “kuş olup
uçmak mı şiir yazmak?” Biliyor musun Enver Hocam? Bu soru ile ilgili yetmiş
iki saat konuşabiliriz. Kelimelerin kanatlarında havalanarak ses avcılığına
çıkmak, şiire kanatlanmadan önceki halinden çok çok farklı olarak göklere
çıkmak “kuş olup uçmak” değil de
nedir? Tekraren belirtmeliyim ki tabirinizi çok sevdim. Öyle bir uçmak ki şiir
yazmak: Normal bir uçmak da değil; esrik bir halde uçmak, bazen ne söylediğinin
farkına söyledikten sonra varmaktır. Bazen öyle bir mısra söyler ki şair;
şaşırır kalır mısraı söyleyince. Şaşırıp kaldığı o mısra ile ilgili ne bir
beslenmesi vardır oysa ne de üst bilgilenmesi; ama söylemiştir. Söyleyince bir
daha uçar şair. Bu defa daha önce hiç kanat çırpmadığı yeni bir alanda
uçmaktadır artık. Böylece şiirdeki macerası da başlamış olur.
Enver ÇAPAR: Eline bir taş alıp
dev bir tankın karşısına dikilen Filistinli bir çocuğun resmi geliyor gözümüzün
önüne, şiir yazılmaz da yazdırılır mı yoksa?
Hasan
EJDERHA: Yunus demiş ya en güzelini:
“Behey Yunus sana söyleme derler
Ya ben öleyim mi söylemeyince” Dünyanın hali ortada. Nerede Müslüman varsa
hepsi mazlum. Zulüm üstüne zulüm… Zulüm altında inleyenler tükeniyor da
neredeyse, zalim zulme doymuyor bir türlü. Hadi şair ol da yaşa bu dünyada;
söylemeden yaşa yaşayabiliyorsan. İnsanın, görünce, duyunca, canını çıkaracak
hadiseler oluyor dünyada her saniye. Bir de vurdumduymazlıkları, kanıksamaları,
aymazlıkları, hainlikleri düşünün yeryüzünde gün be gün derecesi artan
hainlikleri. Öyle hainlikler ki; hainlik yapılan insanlara hainliklerini fark
ettirmeyecek kadar büyük ve iyi hesaplanmış hainlikler… Çiçekler tepeleniyor.
Çocuklar ölüyor. Anneler ölüyor. Dünyanın İslam Mimarisine ait envanteri de bu
arada yer ile yeksan ediyor. Canların yanında İslam Estetiğine ait, İslam
varlığına ait ne varsa sanki bilinçli olarak yok edilmeye çalışıyor. En acısı
da bu değerlerin sahipleri tam olarak farkında değil olanların ve ağlamak
şairlere düşüyor. Böyle bir kargaşada o kadar kısık çıkıyor ki şairlerin
feryatları; kimseler duymuyor.
Enver ÇAPAR: “Hasta Anneler
Ülkesi” şiiriniz bir hüzün sağanağı annelerinden mi alır şairler ilhamlarını?
Hasan
EJDERHA: “Hasta Anneler Ülkesi” şiiri:
Filistin’den Bosna’ya, Çeçenistan’dan Afrika’ya kadar, oradan benim, yirmi beş
yıldır omurilik felcinden dolayı ayakları tutmayan anneme kadar bütün annelerin
şiiri. Filistin’de, boynundaki mavi kurdeleli emziği ile ölen çocuktan,
Gazze’de yüzü yaralanan minicik kız çocuğuna, Şam’da, Halep’te, Bağdat’ta,
dünyanın bilmem neresinde ölen çocuğun annelerinin ve annesi ölen çocukların
hüznüdür “Hasta Anneler Ülkesi”
şiiri. Dünyada Annesi ölen çocuklar ile Çocuğu ölen annelerin hüznü birikti ve
benim annem penceresinden hüzün sağanağına dönüştü yüreğimde. Bu yangından
ortaya çıktı “Hasta Anneler Ülkesi
şiiri.
Enver ÇAPAR: Niçin şiir
yazıyorsunuz? Beslendiğiniz kaynaklar neler?
Hasan
EJDERHA: “Ya ben öleyim mi
söylemeyince” mısraında olduğu gibi. Bunca hal içinde söylememek olur mu?
Kaldı ki söylemeden zaten yapamaz şair. Belki dünyadaki bunca hallerden neşet
ediyor şiir. Esas manada şiir bu değildir belki de. Belki de bir feryat şekli,
bir itiraz şeklidir bu şiirler. Belki de şiir bambaşka bir şeydir. Belki de biz
şu anda şeytan taşlamaktan namaz kılmayan vakit bulamaz bir durumu yaşıyoruzdur
şiir noktasında. Oysa medeniyetin şiirini yazmak, medeniyetin güzelliklerini,
mısraların estetiğinde damıtmak daha lezzetli olsa gerektir şiir ve şair
açısından.
Beslendiğim kaynaklara gelince:
Buraya kadarki sohbetimizde bahse konu acılarla beslenmişiz esasında. Diğer
taraftan üstatlar manasında da beslenme kaynakları var elbette. Divan edebiyatı
şerhlerinin kıyısından bucağından tırtıklamalarla beslenmek, beslenmek
denilebilirse buna. Ne yazık ki aslını okuyamadığımız, anlayamadığımız bir
hazine sandığı olarak duruyor divan edebiyatı ama değerlendiremiyoruz.
Anlayanlar ise teknisyen olmaktan öte gidemiyorlar. Divan edebiyatını tam
olarak bilen anlayanlar var elbette. Lakin biz onların şerhlerini bile
anlamaktan yoksun olarak yetiştik. Esas beslenmemiz ise: özellikler bizim nesil
için Yunus, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemil Meriç, Nurettin
TOPÇU… Ve romanlar, Hikâyeler… Bunların üstüne; tüm bunların üstüne köydeki
çocukluk ve o yerli kültürün unsurları. Bizim evde kışın belirli günlerinde
“siret” okumaları mesela… Hazreti Ali- Kan Kalesi hikâyeleriyle büyümek bir
başka. Sonra bir sümbülün, nergisin her yıl aynı yerden yeniden fışkırdığını
görmek ve bir sonraki yıl aynı güzelliğin, yine aynı yerden doğacağını bilmek ve
bununla yaşamak şiir, sanat edebiyat için beslenme kaynağı değil de nedir?
Enver ÇAPAR: Modern şiir modası
var günümüzde anlamsız, bağlamsız, köksüz, ahenksiz kelimeler yığını başka bir
deyişle, nedir şiir sizce?
Hasan
EJDERHA: Şiir benim hayat tarzım, inanç, estetik, gelenek ve sanat merkezli
hayata bakışım, yaşayışımdır adeta. “Vurulup
Vurulup Kıvranmaya Tiryakiyim” demişim bir şiirimde. Vurulup vurulup
kıvranmaktır şiir. Bizim medeniyetimizde kelamın gücü ve kelama verilen değer
malum. Sözün özden söylenmesidir şiir. Söylenenin söylemeden edilememesidir. Söylemeden
edilemeyen söz söylenince bir daha söylenme arzusudur şiir.
Modern
şiir modasından ziyade, şiiri kaybettik biz. Günümüzde kaç tane şair varsa o
kadar şiir ekolü var. Bu kadar ekol varken de ortada şiir yok. En kötüsü de
şiir okunmuyor. Belki de okunacak şiir bulunamıyor. Durumu biraz hafifletecek
olursak; sadece gruplar kendi grubundaki şairlerin şiirlerini okuyor; o da
yalap şalap şap bir okuma. Günümüzde şair sayısı kadardır şiir okuyucusu. Bir
kere Türk Şiiri damak tadını yitirmiştir. Ne bir ortak sanat anlayışı ne bir
ortak ıstılah var. Belki ölçülü şiir söylemeyi terk edip, (kaybedip demeliyim),
Ölçülü şiiri bilmeden serbest söylemeye başlayınca şiiri, şiiriyeti, sanatı,
estetiği de birlikte kaybettik. Pergelinin iğnesinin nerede durduğunu kontrol
ettikten sonra çizmelidir dairesini şair. Sen hangi medeniyetin şairisin? Hangi
medeniyete dair güzel sözler söyleyeceksin? Bu ve buna benzer soruların
cevabında yatmaktadır günümüz şiirinin hali.
Enver ÇAPAR: Sage Yayıncılık’tan
çıkan, (Ankara Ocak 2013) “Maraş’ın Cezbeli Gülleri” üç kuşak
Kahramanmaraşlıların yakından tanıdığı, şakalaştığı, hoş sohbet olduğu, kimi
zaman da sırlı ve mânalı davranış ve sözlerinden kalben korkup temenna ettiği delilerini,
sizin ifadenizle “Cezbeli Gülleri”ni otobiyografik hikâye şeklinde yazmışsınız,
delilerden başka yazacak kimse kalmadı mı?
Hasan
EJDERHA: İtiraf etmeliyim ki; Maraş’ın Cezbeli Gülleri kitabımı
çıkarırken şöyle düşünmüştüm: Bu kitapta hikâyelerini anlattığım (Maraş’ın
meczupları, halk tabiriyle Maraş’ın delileri) mübareklere borcumu ödeyeyim
kitap vesilesiyle diye düşünmüştüm. Zira onlar benim dostlarım. Ortaokul ve
lise yıllarımın hafta sonlarının çoğunu onlarla geçirdim adeta. Çünkü onlarla
çok güzel hatıralarım var. Daha sonra da esas işime bakayım demiştim. Hikâye,
roman ve şiir kitaplarım var yayına hazırlanan. Fakat bu kitap bambaşka bir
ilgi gördü. Anladım ki; sen neler yazarsan yaz. Ne akademik çalışmalar ne edebi
çalışmalar yaparsan yap. Yazdıkların bu milletin zeminine, kendi öz değerlerine
hitap etmiyorsa; hitap ettiğin o elit kesim hikâye. Bu kitapta anlattığım
hikâyelerin çoğu malumu ilandır beklide. Fakat herkes kendinden bir şeyler
bulmuş olacak ki MARAŞ’ın Cezbeli Gülleri kitabında beklemediğim bir ilgi ile
karşılaştım. Kim bilir, belki de o mübareklerin muhabbeti hatırınadır tüm bu
olanlar…
Enver ÇAPAR: Son çıkan kitabınız “Sokakbaşı”
romanı neyin kimin hikayesini anlatıyor? Hangi sokaklarda geçiyor bu macera?
Sokakbaşı romanım bir sokakta
geçmiyor. Kahramanları bir sokağın ahalisi değil. Ancak bir sokak, Şehr-i
Maraş’ın meşhur bir sokağı adını verdiğine göre romana, elbette o sokak da
anlatılıyor. Hatta romanın ana merkezi Sokakbaşı diyebiliriz. Roman’ın
kahramanlarının tamamını ortak özelliği Sokakbaş’ından gelip geçmiş olmaları.
Bu aşağı yukarı böyle. Soruya dönecek olursak; Sokakbaşı romanı Anadolu
insanının hikayesi. Seksenli yıllar… O yılları yaşamışsanız ve eliniz kalem
tutuyorsa yazmamak kabil mi? Bir söz var ki dağlar devirecek, ya da devrilecek
dağları yerinde tutacak; söylememek kâbil mi? Yapamazsınız, sözünüz varsa
söylemeden edemezsiniz. Bizler, Anadolu insanı, hikâyesi olan insanlarız. Bizim
hikâyemiz var ve o hikâyeler anlatılmalıdır. Anlatmadan da edemeyiz. Zira bizde
her hikâye ve hikâyeyi anlatmak bir şeylere tekabül eder. Ya bir kültür nakildir
ya bir güzelliği paylaşmaktır ya da bir daha tekerrürü istenmeyen hadiselerin
ortaya koyulmasıyla, başlı başına bir ikazdır.
Sokakbaşı romanını yazmalıydım.
İnsanlar İhsan’ın aks kesen bir arabanın köy meydanında kalmasıyla tahsil
hayatının bir yıl gecikmesiyle ne acılar çekilebileceğini, orada yaşayan
ahalinin nasıl bir sadelikle yaşadıklarını ve ümmi olmanın cahillik olmadığını,
nasıl bir irfan ile hayatlarını yaşadıklarını bilmeliydi. Hayatın içinde her
zaman var olan kötülerin neler yapabileceklerini, kötülüğün ömrünün ne kadar
olabileceğini görmeliydi benimle birlikte. Hiç öngörülmeyen çaresizliklerin ve
ilginçliklerin, tevafukların hayatımızı nasıl kuşattığını; her an her hadisenin
aslında yanı başımızda ve hiç ummadığımız şeylerin bizim başımıza da gelebilme
ihtimalinin uyarısı yapılmalıydı.
Diğer taraftan “Maraş Olayları”
olarak bilinen ve temiz, tertemiz bir Anadolu şehrinin başına gelen bu olayda; “Aslında
Ne olduğunun” herkes tarafından bilinmesi gerekiyordu. Algı yönetimi ile
hayatları harcanmaya çalışılan toplumların, algı mühendisliklerine karşı
irfanla nasıl karşı durdukları ve nasıl direndiklerinin saikleri bilinmeliydi.
Sokakbaşı romanı bir tarafıyla da
okuma serüveni zor geçen gençlere, İhsan’ın çok zor geçen okuma sergüzeştini
aktararak güç vermektir.
***
NİSAN YAĞMURU
Kutlu bir doğuma hazırlanan
yeryüzünü