KARTAL DELİÇAY YOLUNDA / Hasan KEKLİKCİ


Köse Dayım aradı: “Üç tane keklik vurdum başkanım, akşam acil bir işin yoksa Maraş’a gitme de yemeği bizim evde yiyelim, çiğköfte yaptıracağım.” dedi. Tereddütsüz “olur” dedim. “Eh o zaman arkadaşlara da haber ediyorum.” deyip telefonu kapattı. Beraber gezdiğimiz, arabayı kullanan arkadaşı çağırdım. “Bu akşam ben burada kalacağım sen git sabah gelirken seni alırım.” dedim. Yüzündeki ifadeyi belli etmemecesine kapıyı siper ediyormuş gibi, yarısına kadar çektikten sonra ani bir şekilde durakladı; ceketiyle hiçbir bağlantısı kalmamış, her yeri tamamen sökülmüş ve yıllar önce dikişlerin bulunduğu yerler lime lime olmuş, tarak dişi gibi sarkan astarının arasından çakmak cebi şöyle bir görünüp geri astarın altında kayboldu. Ben de kalayım filan gibi bir manası olan bu, kapıda bir iki saniye bekleme hareketi ustayla aramızda bir iletişim şekli olmuştu sanki. Konuşmasına fırsat vermeden “Yok yok gerek yok!” dedim.

Dün okullardan birinin müdürüyle ağız dalaşı yaptık. Bugün sabah da “şo” adamlar geldi yine. Geçen hafta muhtar; yağmur yağdığında okulun bahçesine su göllendiğini, çocukların cıcılı bıcılı ayakkabılarının çamura battığını söylemişti. Bütün imkânsızlıklara rağmen oraya kum göndermiştik. İşin yapılıp yapılmadığını görmek için de okula gitmiştik. Laf arasında müdür beyi sorup, okula sık gelmediğini öğrenince de sitem etmiştim. Konuştuğumuz hoca da mübarek yememiş içmemiş, biraz da üzerine ilave ederek müdür beye anlatmış aramızda geçen o sohbeti. Müdür bey de “Benim okula gelip gelmemem kendisini ilgilendirmez, başkan kendi işine baksın.” diye haber yollamış. Sabah oraya uğradım. Kasabanın çocuklarının eğitiminin ilk önce beni ilgilendirdiği konusunda bazı iri laflar ettim müdür beye. Kum işinin muhtardan önce kendisinin görevi olduğunu söyledim. Çay may da içmeden kalkıp geldik.

Sabah. Sabah da yine şehirdeki bir kamu kurumunun siyah; üzerinde “Resmi Hizmete Mahsustur” yazan arabasıyla, olmadık zamanlarda gelen ekip geldi Emmi. Şu ana kadar belki de bu gelen yirminci ekiptir. Her defasında da aynı yalanı söylerler: “Kale’ye gelmiştik de baraja gidiyoruz da…”  Genellikle, bu bölgeyi iyi bilen ve aslen bizim bu taraflı olan şoför dâhil dört kişi bunlar. Ekip sürekli değişir. Bir kişi en fazla iki, olmadı üç defa gelir. Yok, belediyede insanların namazlarını doğru dürüst kılabilecekleri bir mescit var mı? Yok, başı açık veya kapalı her kasabalı vatandaş rahat rahat belediye binasına girebiliyor mu diye saçma sapan, ipe sapa gelmez sorular sorarlar.  Olmadı, biri çıkar “İmamlardan memnun musunuz, camilerde kasabanın çocuklarına güzel dinî eğitim veriliyor mu; belediye olarak çocuklara Elifba alıyor musunuz?” der. Her seferinde biri çayını memurların yanında içer, güya fark ettirmeden onları sorguya çeker Emmi. Bugün gelen ekipten biri de okullarda mescit olup olmadığını sordu. Sorulan her soruya, her zamanki gibi verilmesi gereken cevapları vererek, kurdukları hiçbir tuzağa düşmeden ve birçok suallerine de “yok, yok” diyerek bugünü de kurtardık. Devletimizin buyrultularını onadığımızı, laiklikten ödünlemediğimizi, irticanın kamusal alanlarımıza hatta bölgemize yaklaşım olasılığının bulunmadığını yinelemledik Emmi(!)

Hal bu ki birkaç gün önce Güdük Bibim bir iş için belediyeye gelmişti. Kapıyı açıp buyur ettim, ayağındaki lastik ayakkabısını dışarıda çıkartıp öyle girdi içeri. Ne kadar dil döktüysem “Devletin halısına ayakkabı ile basılmaz günah.” dedi. Eee… Emmi. Denmez ki diyesin; “Ulan alçak devlet öyle korunmaz Güdük Bibim gibi korunur!” Fakat gel gör ki diyemiyorsun Emmi. Devlet kendilerininmiş. Bin yıl sürermiş yönetimleri. Batı bilmem ne halt etme grubu senin anlayacağın başımdaki bela. Söylenecek ne laflar var ama olmuyor, söyleyemiyorsun. “Dil bir aslan gibidir kapının önünde yatar; dikkat et ey ev sahibi başını yemesin.” demiş Balasagunlu Yusuf Has Hacip.  Baş… Baş sade senin başın değil ki verip kurtulasın Emmi…

Keklik işine gelince; Köse Dayım “üç” diyor da doğrusunu Sultan Ablam bilir o, “iki buçuk” diyor. Sultan Ablam hem en doğrusunu bilir ve hem de bildiğini söyler Emmi. Köse Dayım da doğru söyler ama Sultan Abla’nın doğrusu daha doğrudur. Anlayacağın üç vurmuş da kekliği, birinin yarısını bulamamış. Nasıl olmuşsa?  Neyse, o kadar şaka yaptık gevezelik ettik ki bu akşam, yazıya dökme imkânı yok Emmi. “Gündüz çektiğimiz şubat soğuğu zulmünü unuttuk.” desem yalan olmaz.

Gece yarısına doğru dağılmaya başladık. Mehmet Abi; “Gece yarısı oldu, bu araba sağlıklı değil ne olur ne olmaz ben de seninle Maraş’a geleyim.” dedi. İstersen buraya bir parantez açalım Emmi. Mehmet Abi… Merhaba Mehmet Abi. Hangi Mehmet Abi? Belediyede dört tane aynı soyadı taşıyan Mehmet var. Beş tane de soyadı aynı olmayan Mehmet, etti dokuz. O zaman biz “Mehmet Abi” diyerek çıkalım işin içinden. Zaten olayı anlatınca olayın kahramanı olan Mehmet “Amaa başkan beni yazmış taman.” der. Okuyucu için de hikâyemizin buradaki kahramanının hangi Mehmet olduğu çok önemli değil. Hangi Mehmet olursa olsun aynı işi yapacak nasıl olsa. Konumuza dönecek olursak; ben Mehmet Abiye böyle bir şeye gerek olmadığını, her zaman gidip geldiğimi söylememe rağmen beraber gitmekte ısrar etti. Arabanın geçenlerde üç gün kar altında kaldığını, arkeologların yerin altından tarihi eser çıkarttıkları gibi karı eşeleyerek çıkartıldığını düşününce, Mehmet Abiyi dinlemek ve yola onunla çıkmak aklıma yattı.

Akşamdan beri konuşacak bir konu bırakmadığımızdan mı, üzerimize çöken esriklikten mi birbirimizle konuşmadan kendi âlemimizde; hafifçe çiseleyen bir yağmur altında Önsenaltı’ndan Deliçay’a doğru ilerliyoruz. Ben; sabahtan akşama kadar yaşamış olduğum olaylarla ilgili kafamda birikmiş olan bilgileri; önce gözümün önünden, sonra zihnimden geçirip, ileride lazım olmayacakları gecenin karanlığına atıyorum; lazım olabileceklerin üzerinden bir daha geçip hafızama yerleştiriyorum Emmi. Bir anda bir şeyler oldu. Her şey yeniden birbirine karıştı. Arabadan bir şeyler koptu tarlaların içinde kayboldu. Kartalın sağ tarafı bir çukura düşmüş gibi o tarafa yamuldu. O anda da sağ taraftan çıngılar savrulmaya başladı.  Öyle bir çıngı, öyle bir alev ki Emmi, sanırsın arkamızdan kuyruklu yıldız geliyor.

Arabayı sağa sola kaçırmadan kenara çekip durduk. Fren sistemi vesairenin bulunduğu bölümle birlikte, arka sağ teker yerinden kopup gitmiş. “Gittiği yeri gördüm ben onu almaya gideyim sen de arabanın önüne ve arkasına uzaktan görünecek şekilde biraz taş diz.” Dedi Mehmet Abi. Yola önlü arkalı üçer beşer tane sürücülerin göreceği büyüklükte taş dizdim. Yağmur hafif hafif yağmaya devam ediyor, arabanın içine tekrar girip oturdum. Mehmet Abi üzerinde o kadar demir bulunan tekeri bulmuş ıhılıya-tısılıya getirdi. “Eşek ölüsü gibi zalım.” dedi. Beraberce bagaja koyup bagaj kapağını ve kapıları kilitledik.

Yağmurun ılıttığı havada, şehrin ışıttığı yolda belki bir araç gelir umuduyla arkamıza baka baka yürümeye başladık. Ne Mehmet Abi’de beraber gelme konusunda haklı çıkmanın gururu, ne bende haksız çıkmanın ezikliği yoktu Emmi. Bir çare bulup şehre kavuşmak dışında hiçbir düşünce izi vurmuyordu ikimizin de yüzüne. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Sabah işe gitmeyen ve aynı zamanda arabası olan birilerini bulup çağırmaktan başka çare kalmadı bir müddet sonra.  Fakat gel gör ki öyle biri yok. Deliçay’a doğru yaklaştık. Bu mevsimde Yavşan’dan berisinin boz bulanık suyu ile dolar taşar, yani coşar Deliçay.

Bir yüzüm ağlar bir yüzüm güler Ali’yi aradım. Bizim büyük Ali’yi Emmi. Bu işte benim kadar etrafım, hısım akrabam da eziyet çekiyor. Ya ne bileyim kimine böyle yük oluyoruz, kimine başka şekilde. Burası uzun mevzuu…

Deliçay’ı geçtik Ali geldi. Arabasına bindiğimizde radyodaki türkü bitmek üzereydi:
“Destur verin gökte uçan kuşlara/El aman

Bakmıyor musun gözümdeki yaşlara/Ya gel dost dost Ali dost

Sular başın vurur taştan taşlara/El aman

Çağlar ya Muhammed Ali çağırır/Ya gel dost dost Ali dost.”







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder