Bilir mi ki gündüz düşleri?
Irmağın taşlara çarptığı günü
Tapınak kapısında bulunabilir mi?
Çarmıha gerilen Meryem’in oğlu
Ve heykeli
Elleri
Çarpar mı ölü canlara?
Gelmedi mi daha?
Epenek oynayan çocuklar
Büyümüş dünyalarından
Kanatsız kuşlar bile geçti Fırat’ı
Haber yok mu daha?
O güzel atlardan.
Bir yörük çadırı
Bir yüzük saklar
Göçen bir obanın
Ocak küllerine.
***
SOYLU GÖÇ
Yürüsün artık dağ doruklarına
Şafakta
Ay yüzlü gelinler
Acıları azılı haramilerden
Berat fermanını
dağ doruklarından
Hasreti
karabulutlardan aldık biz
Yar haberini de
turnalardan
Ölümün kirli
yüzünde
Kirlenmemiş mor
fistanlarıyla
Yürüsün artık dağ
doruklarına
Şafakta
Ay yüzlü gelinler
Hasret duyulmasın
doğurgan analara
Yeleli yiğitlere
Çalgap düşler
yaşanmasın artık
Soyut sevdalarda
Yakub'un sabır
taşı çatlamadan
Karaya çarpmadan
gemiler
Anası versin sütü
Musa'ya
Soylu ölümlerle
Sevdalar sıcak
kurşunlara yüklensin
Sökün artık
çadırları
Kötülüklerin
çıkamadığı yükseklere çıkalım
Yürüsün artık dağ
doruklarına
Şafakta
Ay yüzlü gelinler
***
DUVAR
(Tarih odalarının çatlak duvarları)
Tarihin,
karanlık odalarının çatlak duvarları
Beni
tanıdın mı?
Bir mimar
parmaklarıyla yokluyor zamanı.
Sadece
gözlerinin ışıltısı.
Asrın
suratına suratına çarpan.
Bin yıllık
sevda
Ne de ağır bir
karanlık
Dokunurken
Sevgilinin
saçlarında/saçlarına
Bin yıl
önceden sevdalanan adam.
Düş gördü
Kapatırken
duvardaki çatlakları
Ve açarken
mazgalları.
Güneşi
gördüm ben güneşi
Bu gece
rüyamda.
Ateş
bahçelerinde İbrahim’i imtihan eden rabbim.
Taşlara su
veren rabbim.
Ki dizlerim
tutmaz, yüreğim taş keser.
***
DÜKKÂN MEKTUPLARI-30
Sanal Olmayan Reel Amet Ağbi’ye Sunulmak Üzere Mektubumdur
Mehmet Muharremoğlu Eliyle
Ahmet
ağbi evin balkonuna çıkıp Sır barajı üstünden Batı köylerine doğru bakıyorum,
sizin köylere doğru. Dağlar, karşı yamaçlar ne kadar da berrak gözüküyor bugün,
bizim o iki Hasanın köylerine aşan yollar gözüküyor, nerdeyse yol kenarındaki
çam ağaçları sayılacak kadar net ve berrak. Birde şehrin üzerine doğru baktım
orası da dumduru berraklıkta ve net. İlk defa tabiatı doğal renkleriyle
görüyorum. Bugüne kadar hep gözlerimi suçluyordum, dünyayı hep sisli, puslu,
dumanlı ve kirli görüyor diye. Meğerse suç gözlerimde değil doğanın
kendisindeymiş. Meğerse dünya kirliymiş.
Sonra
bu işin müsebbibi yine bizleriz diye düşündüm. Meğerse insanoğlu aradan
çekilince dünya tertemiz oluyormuş. Şimdi dünyanın kara olmasının ya da
kaderinin kara olmasının sebebi bizler mi oluyoruz Ahmet Ağbi? Kafamda hep bu
maluhülla sorular, konular dönüp dururken sana yazmaya karar verdim.
Bu
yüzden mektuba da selamsız sabahsız bir giriş yaptık saygısızlık ettik
bağışlana, affoluna. Bu vesileyle sizlere dostlara selamlarımı sunar afiyet ve
sıhhatler dilerim. İnşallah afiyettesiniz Ağbi. Dostlar bir aylık bir acıya,
hasrete bile dayanamadan sanal dükkan diye birşeyler icat etmiş, sanırım bu
icat sizlere de bir nebze iyi gelmiş, şifa olmuştur. Olmasını da dilerim.
Ahmet
abi “Allah kimseyi de gördüğü günden geri koymasın” diye bir laf var hani. İşçi
olsun emekçi olsun yanaşma olsun, hamal, amele, ırgat, sporcu, maraba, esnaf,
kamu çalışanı olsun, şair, yazar, fikir erbabı olsun, bilim adamı, ağa ve hatta
beg olsun kimse gününden geri kalmasın. Bizim elimizden tutup bize günü
gösteren, coşmuş ırmaklar geçiren, durgun deryaları aşıran, sisli boranlı
havalarda bize pusula olan, fikir talimlerinde yıkmayı yıkılmayı ve sonra
dizlerimiz üstünde nasıl kalkılır onu bizlere öğreten sen oldun. Bütün bu
meziyetleri biz senden öğrendik. Dahası bizi Bir Hocama götüren
eller senin ellerindi.
Ahmet
Ağbi, diyorum hani şu son zamanlarda bu dünyanın başına musallat olan virüs
denen gözle bile görülmeyen yaratık bir an görünür hale gelse yok etmenin
çareleri ne olabilir acaba? bu virüsü Ahmet ağbiye teslim etseler
diye düşünmedim değil düşündüm de. acaba “git efendi işine sen
sağ ben selamet” mi derdin? ya da “sakın karşıma çıkma
seni Ramazan davulcusuna dönderirim” mi derdin? Bu soruları sorma
cesaretini kendimde bulduğum için bağışlıyasın.
Ahmet
ağbi bu virüs görünen bir mahlukat olsa belki de, çakmakla gaz kaçırıp
kaçırmadığını denediğimiz tüpün ağzına koyar havaya uçururduk. Belki tankın
namlusuna koyar sol elimizi tanktan dışarı çıkarır bir sigara yakar öylece
hedefe nişan alır ateşlerdik. Bu millet ne zorluklarla baş etmedi ki Ağbi, hem
ne çileler ne dertler görmedi ki. İçten ve dıştan ne hainlerle boğuşmadı ki,
değil ki görünen bir virüsle baş edemesin.
Belki
de virüs bizi sever zarar vermezdi, belki de şahin taksimizin arka
camına “virüs sen sağ elini bozkurt işareti yap ben sol elini
bırakırsam namerdim” yazardık.
Sen
hatırlarsın Ağbi; siyah beyaz bir filimdi, esas oğlanın sevdiği kızı toprağa
gömüp kafasına da bir sepet geçiriyorlar, sepete de bir papatya çiçeği
takıyorlar sonra da oğlana atış yarışması bahanesiyle çiçeğe ateş ettirip
sevdiğini oğlanın kendi eliyle vurdurup öldürtüyorlar. Bu arada tüm
sinemadakiler “sıkma sıkma lan” diye avaz avaz bağırıyordu. Esas oğlan bir kere
tetiğe basmıştı. Bizim kaderimiz de bunun gibi bir şey mi Ağbi? Atıcılığımızın,
yiğitliğimizin cazibesine kapılarak bilmeden kendi sevdiğimizi mi vurduk?. Ve
medeniyetin katili. Yaşasın cehalet.
Ahmet
Ağbi bir yukardaki paragraf mektuba sonradan yapıştırma gibi duruyor
farkındayım. Biz yine en iyisi mi kamuoyunun şu anki en büyük problemi olan
konuya dönsek diyorum.
Dünyadaki
bütün korona virüsleri toplasak altı astarı bir gram bile etmez, ama bütün
dünya milyarlarca tonluk topuyla, tankıyla, milyarlarca sayıda laboratuvarları,
milyarlarca kiloluk ilaçları, aşılarıyla bir virüsle baş edemiyorlar. Yoksa bir
yerlerde yanlış mı yapıyorlar?
Ahmet
Ağbi. Yoksa çareyi Hilleli şair Mehmet efendi / Fuzulinin dediği gibi aşkta mı
arasalar?
İlim kesbiyle paye-i rif’at
Bir
hayal-i muhal imiş ancak
Aşk
imiş her ne var alemde
İlim
bir kıyl ü kal imiş ancak
Fuzuli
Mesela
virüsü aşk dolu fikir talimlerine gönderseler. Kim bilir belki virüs sizin
fikir talimlerinizi merak eder o da dostlarla birlikte sohbete muhabbete
katılır, dükkan atmosferinde mutasyon geçirerek iyi huylu biri olur. Zaten tıp
otoriteleri fazla sıcaklığa ateşe dayanamadığını idea ederler. Belki de
Dükkandaki ateş doksan yüz dediğinde zavallı virüs ya geldiğine pişman olup
gider, ya da aşk ile yanıp gider.
Ehl-i
dildir diyemem sinesi saf olmayana
Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf
değil
Nef’i
Sonsuz
saygı ve selamlarımı sunar şahsınızda size ve bütün dostlara afiyet ve sağlık
dilerim.
***
BAĞ BOZUMU
Canım yanıyor anne
Bugün Bağ bozumu
Ufuklarda gözüm
Güneş elini eteğini çekiyor dünyadan
Bir ferace gibi.
Giyecek sancılar geceyi
Birazdan
Kararacak ufuk
Daha da irileşen gözlerimden
Dökülecek
Nardanesi göz yaşları
Fistanının mor eteklerine
Topladığın üzüm daneleri gibi
Bir çiltim üzüm olacak
Kirlenmemiş hüznüm.
Kuruyan gazellerin hışırtısını duyacağım.
Ürkek bir ferik gibi saklanan bedenimde.
***
KALDIRIMLAR ÜSTÜNDE BEDEN
Hüzünler kirli efkârlar yalancı bugün
Palyaço ağlamıyor nedense bu akşam
Kaç kardeş katiliyle güldüm
Kaç geceye tuzak kurdum.
Ceviz kokusu rehavetinde
Kitapsı sevgililerle
Kurulu darağacının altında
İpini ben çektim,
Son masumiyetimin.
Bir oyma sandığın ışıltılı nakışlarında
Şavkın yorarken gözlerimi
Uyku sersemliğinde
Yargının son kelimesini sıkıyorum
Kaldırımlar üstü bedenime
Şarap mevsimi geçti diyor Ferhat
Bir çay kokusu/reyhası girerken nefsime
Sorguluyorum
Zamanın uç noktasını
Tatlı bulaşmış ellerimde
Nisan / 2000
/ DENİZLİ
***
BİR KALBİN ANATOMİSİ
Yüreğim yanımda dedim adamlara, anlatama- dım. Dinletemedim. Çırpındım. Numaradan da olsa ayaklarına kapanır gibi yaptım. Ellerine sarıldım öpmek için, inansınlar diye.
Bayramlarda el öperdik. Anamızın babamızın
tüm büyüklerin. Bir de ilkokul öğretmenimin elini beşinci sınıfta diploma
aldığımda öpmüştüm. Öyle yapmaya çalıştım.
Meğerse ben ne kadar güvenilmez bir kul
olmuşum.
-Bakın
Diyorum
-Elinizi göğsümün üzerine koyun atıyor
işte. Bu kalp bu yürek.
Diyorum.
-o yürek değil
Diyorlar.
-gonülden kopmuş sadece bir et parçası.
Sanki kendileri gönüllü çok iyi biliyorlar
da ben bilmiyorum.
Ama bu işte bir işin var olduğundan adım
gibi emin olmaya başladım. Bu işte birilerinin dahli var gibi geldi bana. Yoksa
bu aktöre mekanik adamlar yürek nedir, yürekdaş nedir nereden bilecekler
ki? Hem nereden bilecekler “yüreğin yanındamı”? lafını. İlk yanıma
gelen bu soruyu sordu bana. Hem benim yürekdaşlarımı nereden tanıyacaklar.
Belki belki dedim ama kimsenin de günahını
almak istemedim.
Kendi kendime;
“Bak lan yürek falan derken pisipisine
gitmeyelim yani”
“Bunu da bana taammüden yapılan
operasyondan sonra anladım zaten”
“Doktor doktor senin hastanenin önünde
incir ağacı bile yok. Siz beni ne hakla keseceksiniz. Hem ben iyileşemezsem
nasıl türkü çığracağım. “Hastanenin önü araba parkı” diyemi türkü çığracağım”
Dilimde, sedyeyle odadan çıkarken, yani
operasyon mahalline doğru giderken elime tutuşturulan bir yol ayeti ve birde
sevda hadisini mırıldanarak, soluk lambaların o çiğ ışıkları altında doğudan
batıya, batıdan doğuya gidip gelen orta asya bozkırlarındaki trenler misali ben
sadece sedyenin tekerleklerinin çıkarmış olduğu tıkırt tıkırt eden sesleri
duyuyordum. Biz ha bire yol alıyorduk. Yön kavramını yitirmiştim. Sadece
gözlerim tavana dikili ara sıra kapılardan geçtiğimiz oluyordu. Bilemiyorum o
yol kaç yıl sürdü. Kendi kendime ;
“Ben zaten bin yaşındayım”
Dedim. Benim aklımda şimdi sadece bir
hafta önce şehir dışında bir yerde gördüğüm kıl çadırda serili Gürcü
kilimindeki nakış vardı. O kilim kaç yaşındaydı acaba ? işte şimdi merak etmeye
başlamıştım.
Bir yerlerden sesler geliyor. Önce esrük
vaziyette narkozlu olduğumu sandım. Ama biliyorum bu bir bağlama sesi. Araya
sıkıştırılmış gitarla fon müzik. Sesli bir şekilde;
“Bir yerlerden müzik sesi geliyor”. Dedim.
Başucumdaki muşmula suratlı olan herif.
“Evet arkadaşlar müzik dinliyor. Burada
işler biraz yoğun geçiyor”.
“İyi ya işte dedim türkü olan yerde
narkoza gerek kalmaz”.
Ama hala karışık şekilde estruman sesleri
geliyordu. Arada bir bağlamaya geçiyor. O da beş altı saniye sürmüyordu. İnsanı
iyice çileden çıkaran bir ortam.
“Bu resmen işkence”
dedim. “Neden” dediler.
“ Kardeşim burada türkü yok mu ki uyarıcı
müzikler çalıyor ?. Bura da asıl komaya sokan müzik lazım yani”
“Yani” dedi yine o suratsız.
“Yani türkü lazım” dedim.
Tam narkoz iğnesini yiyecek zaman aklıma
bir hinlik geldi kolumu bacağımı toparladım. Kalkıp oturmak istedim. Ama iki
izbandot gibi görevli tekrar beni yatırdı.
Ben gülmeye başlamışım. Orayı
hatırlıyorum.
“Beni narkozla falan uyutamazsınız”.
(kırmızı gül )türküsünü çalarsanız belki”
Başucumdaki adam
“Bu adam türkü falan istiyor. Burayı
bilmem nere sandı herhalde” Dediğini duydum.
“Yaa biz bunu parçalayacağız ama. Sakın
bunun yüreği yanın da olmasın” Dedi ötekisi
“Bakma sen onun söylediklerine o
komplocunun teki, ara sıra saçmalar, biraz kaçıktır kendisi”. Dediğini duydum.
Sonra “hoca geldi” dediler. “hani hasta
daha uyutulmamış” dediğini duydum.
“Bu hasta türkü istiyor hocam” dediler.
asıl beni kesecek olan hoca dedikleri zat
“İstiyorsa sizde çalın. zararsız bir istek”, dedi.
“Aman allahım burada zararlı isteklerde mi
var ki”?
“Kırmızı gül türküsünü istiyor.
İnternetten bulalım da bizde işimizi bitirelim” dedi suratsız olan adam.
“Kırmızı gülün alı var” şarkısını duydum.
“Hayır bu değil”.
Muşmula suratlı olan yüksek bir ses tonu
ile
“Ya hangisi kardeşim” dedi..
“kırmızı gül demet demet”
“Adamın o kadar acelesi var ki. Adam Sanki
Pentagon’un Ortadoğu operasyon şefi. Meğerse narkozcuymuş”.
“Yok öyle yağma”. Bu cümle bana ait.
“hem keseceksiniz, hem son arzuyu yerine
getirmeyeceksiniz”
Kırmızı gül türküsünün sesini duymaya
başladım. Bir mısra iki mısra derken “kırmızı gül her dem olmaz” cümlesini
duyduğumda ayaklarımdan yukarıya doğru bir şubat soğuğunun yürümeye başladığını
hissederken gözlerimden bir iki damla yaşın döküldüğünü hatırlıyorum. Ondan
sonrasını hatırlamıyorum.
Ölüm; Hiç güzel olmasaydı ölürmüydü
peygamber ?
Uyandığımda başucumda dillerinin hiç
anlamadığım bir sürü adam Dr. Nicolensin Turtpun anatomi dersi taplosunda
olduğu gibi konuşup duruyordu. Biri ikisi o kadar heybetli duruyorlardı ki.
Eskiler bunlara ecinnili derdi. Ben ilk önce dünya değiştirdiğimi sandım.
Başucumda konuşanları da sorgu melekleri, ama konuşmalar ahret lisanına
benzemiyordu. Arap dilini anlamasak ta bir kulak aşinalığı vardı. Kesin
biliyordum bunlar öbürdünya dili değildi. Acaba ahretinde mi dili değişmişti.
yoksa bunlar arafta bir yerlerde mütercimlik yapan zevatlar mıydı. Aklıma da
gelmedi değil. Sanal dünyadaki Ahmet ağbi gibi şanslı değildik. Şimdi orada
olmak vardı. Sorardık Ahmet ağbinin tercümanına iş tamam. Yeni deyimle sıkıntı
yok.
Haşa ahret dili değişirmi hiç? Biz hep
duyarız. Ahret dili kitap dili. Cennet dili kuran dili dedim kendi kendime. Biz
hep böyle duyduk böyle belledik. Ya mezar dili. Cehennem dili. Başka mı acaba ?
bu işte anca mantık yürütülürmü ?. Akıl yürütülürmü ?.
Sonra kendi kendime “ lan oğlum ahret
ahrettir, akılı mantığımı olur. Mezar da cehennem de cennette ayrı
dilmi olur ? Allah’ın dili kuran dili değil mi? Yine aklıma sanal
alemin böyükleri geldi. Keşke onlar olsalar da sorsaydım diye. Keşkeler de
çoğalınca iyice ben dünya değiştirdiğime inanmaya başladım.
Bir an adımı söyleyerek “uyandınmı
uyandınmı” seslerini duydum. “kendine geliyor” dediler. Ben hala keşkeler le
uğraşıyor ve tercüman derdindeyim.
Allahtan adım değişmemiş dedim.
Meğerse ben yine sanal dünyada imişim ve
konuştukları dil latince yani tıp dili dedikleriymiş.
Sanki tıbbın piri İbnisina da tıp dili
olarak latince konuşuyordu.
Boşu boşuna günah olduk. Az daha gavurca
Latinceyi ahret dili yapıyorduk.
Neyse biz daha yalancı dünyada olduğumuza
iyice kani geldik.
Başucumdakilerinde bir sürü insan değil
iki kişi olduğunugördüm.
Kendi kendime “özgürlük iki artı iki her
zaman dört etmez dediğinde başlar, sonra gerisi gelir” diye büyük bir laf
ettim. Bu lafı reel olarak aktöresiz bir şekilde söyledim.
Yoğun bakımdan sonra sabaha karşı beni
servise aldılar. Aman allahım o da ne. Servisteki televizyondan bir türkü sesi
hem de yüksek ses tonu ile. “bugün dost yaralanmış”. Zaten ziyarete gelen orta
yaşlı adam “ senin nasibinde o varmış” dediğinde ondan sonra yorum yapamadım.
İki gün sora bir orta yaşlı adam ve iki
genç. Koridorda karşılaştık. Orta yaşlı adamın elinde poşette iyice sarılmış
bir şişe kolanya ve tatlı bir tebessüm.
Sabah olduğunda doktora kolanya ikram
ettim.”bu herkese nasip olmaz hocam” dedim.
“Ne o kabe den mi geldi yoksa” dedi. “ilk
defa bir hasta kolanyası dökünüyorum” Israr etti. “Herkese nasip olmaz da ne
demek.
“yok” “bırakalım hocam neşterle başladık
sızılı bitirelim” dedim.
***
BİR GEZE VAKTİ
Havada
adamın elleri
…………………..
İşte ben o
zaman
parmaklarımın
ucundan soluyordum
hayatı
ölmüş
ruhların bataklığında
Gırtlağıma
kadar hafiflik
havada ellerim
Ve
akciğerlerim
parmaklarımın
ucunda
İşte ben o
zaman
Parmaklarımın
ucundan soluyordum
Karanlığı
Havada
adamın elleri
Sallandırdılar
gölgemi
Hem de bir
gece vakti
Dalları
kurumuş bir ağaca
İşte ben o
zaman
Parmaklarımın
ucundan soluyordum
Ölü ruhların
çoğulculuğunda
Gırtlağıma
kadar hafiflik
Havada
adamın elleri
Ve
avuçlarında ciğerleri
***
DEMLENMEK VARDI
gülün adı
gülümün
adı
demlenmek
dokunamadan
saçlarına
gözlerinde
boğulmadan
hayatın
kırağında
demlenmek
vardı.
fikirperest
ülkesinden kovulan
bir
meczubun acısıyla
tutuklu
bir ağıdın kenarında
sensiz
sakin
ama
asi
demlenmek
vardı.
hasır
konforundan uzakta
diz
çöküp
boyun
büküp
bir
kapı eşiğine yüz sürüp
kuru
yaprakların zikir kuşağında
demlenmek
vardı.
gülistan
olmuş fikir tarlasında
demlenmek
vardı.
***
TESPİH
Tespih; her ceylanın vuruluşunda damla damla kan, toprağa bastığı ayak izleridir.
Tespih;
haşre dek yokluğa hüküm giymiş bir dervişin boynunda berat fermanıdır.
Tespih;
bir slogandan bir slogana kurşun kurşun sayılan kutlu cinlerin ayak sesleridir.
Tespih;
güzel bir rüyadan uyanışta sayıklarken yüze nakşolunan tebessümler dizisidir.
Tespih;
hiç kopya çekilemeyen hayat okulunda en zorlu sınavdır.
Tespih;
sicili bozuk memurların hiç de beğenmediği yasalarla yargılandıklarında
kendilerinden esirgenmeyen gönül buseleridir.
Tespih;
yoldaşın yoldaşa sadakasıdır.
***
ANNE
1995 de üniversite sokağında hocamı beklerken
Duvarda asılı sazım
Belli değil baharım yazım
Benim canım iki gözüm
Efendi hocam gelirmi ola
Bizim yayla şu dağların ardı
Poyraz çaldı yüzüm gözüm bozardı
Külekte bir topak duzum varıdı
Onu da çıvgın vurdu, yağmur ıslattı
Herkesler konuşur çokça lafı var
Cebinde partisi var bankı var
Çokça laf edilir türlü gafı var
Velhasıl kurnazları var safı var
Soğuk olur yollar bumbuz kesilir
Gün geçer fikir biter akıl
eksilir (eksilen akılın yerini cezbe
alır)
Aklımı başıma bir türkü getirir
YA BU HOCAMLI BİR ŞİİR OLDU!
***
ANNE
Saçlarını ay ışığı ağartmış
Koynun boş
Bebeni gece
Geceye sal saçlarını
Ak saçlarından bir sabah ör
Özlemden
Anne…
Dudaklarını sarı sıcak çatlatmış
Özlem yoğururken
Gözlerin donuk
Düşlerini gece
Geceye sal eylemlerini
Çocuklarına bir dünya ver
Güneşten
Anne…
1989
***
Fertlerin Hareket Kaabiliyeti Ya Da NOTİİN EDE
Fertlerin hareket kabiliyetini ölçebilmek hangi bilim dalının konusu. Ya da hangi bilim dalının haddine, bilemiyorum ama bu konu kişiler arasında hep merak konusu olmuştur. Hani bu; tabiri caizse gözlemcilik falan değil. Ya da insanların mahrem hayatının faaliyeti gibi konuları içermez. Sakın ha öyle algılanmasın Allah Muhafaza, Hâşâ rabbim affetsin. Sadece Maraş tabiri bir laf gibi NOOTİİN EDE? Sadece kişilerin ne kadar hareket kabiliyeti bulunmakta, caddelerde, sokaklarda yürüyebiliyorlar mı? Yürüyorlarsa kaç kişiyle yürüyorlardır. Yürürken karşıdan karşıya bağırarak birbirleriyle selamlaşabiliyorlar mı? Mesela Trabzon caddesinden geçerken karşı (Yamaç) taraftan geçen tanıdığını görünce kişi; “Nere ede?” diye bağırabiliyor mu? Caddenin ortasında beş altı kişi ile öbekleşip etrafından sürtünerek geçenlere aldırmadan havadan sudan konuşabiliyorlar mı? Bankalara girebiliyorlar mı? Giriyorlarsa saat kaç sularında giriyorlardır. Ya da bankamatikle, ticari kredi kartlarla işlerini halledip gidebiliyorlar mı? Yoksa banka karasularına başka zamanlarda mı yaklaşıyorlar. Gece falan
Yoksa bu
insanların harici öteki insanlar, caddeye çıkmayınca, sokaklara çıkmayınca,
bankalara gitmeyince vs. vs. kendilerini daha mı özgür hissediyor? Birçok
bölgeleri kendi deyimleri ile tehlikeli alan (mayınlı bölge) olarak mı
görüyorlardır?
Yani bu
insanlar nootii. Dağa gidip bağ evlerinde oruçla boşalan midelerini tıka basa
doldurup huşu içinde dinlenebiliyorlar mı? Yemeklerini yedikten sonra sigara
içenler sigarasını içebiliyorlar mı? Ot atanlar otlarını atabiliyorlar mı?
Yoksa dağın doruklarına çıkıp aşağıya doru taş mı yuvarlıyor. Balığa
gidebiliyorlar mı? Orada etrafla hiç konuşmadan sadece sessizliği dinleyerek
akşama kadar olta başında bekleyebiliyorlar mı? Kitap gazete okuyabiliyorlar
mı? Sadece isimleri bir kâğıda yazılsın diye Çeşitli derneklere başkan, ya da
üye olabiliyorlar mı? Hatta gece sahurda kendisini ve hepimizi rahatsız eden
davulcuya git kardeşim burada çalma diyebiliyorlar mı? Daha ileri giderek davulcuyla
tartışıp davulcuyu evin önünden, oradan kovabiliyorlar mı? Davulcunun ökçesi
tutmamışsa kaça bilmesi için yer müsait mi, yani davulcunun hareket
kabiliyetinin ölçüsü ne?
Notin ede? Derken ede mutlaka bir işler mi
tutuyor, yapıyor. Yani hareket halinde mi, bir eylem fiil hazırlığında mı?
Yoksa durgun vaziyette mi? Burada, edeye yoldaş olan nootiin (nasılsın, iyimi
sin, ne yaptın sen, ne yapıyorsun,) kelimesi, kinetik enerjimi, potansiyel
enerji (durağan ya da hareket halinde) mi Yani yurt içinde yurt dışında, uzayda
şehir içinde şehir dışında Ede’nin hareket kabiliyeti var mı?
Yani
fertlerimiz rahat mı? Hareket kabiliyeti gönüllerine göre şekillene biliyor mu?
Derdim o. Benim fertlerin hareket
kabiliyetinden, yani nootiin ede? lafından kastım bu. Yoksa bir sürü problem
var yazacak hatta çizecek onları yazar çizeriz. Bizim ne haddimize insanların
hareket kabiliyetlerini daraltmaya veya genleştirmeye. Hem gücümüz yetmez hem
de dahlimiz geçmez. Yeter ki insanımız rahat olsun. Bizim tasa ve kaygımız o. “insanı
yaşat ki devlet yaşasın” öyle değil mi ama?
Tek amacımız
başlarken tüm fertlere ayrım yapmadan topluca hal hatır sormak olsun dedik
Kusurumuz varsa af ola
Sağlıcakla
kalınız efendim.
***
İTİKİ GÜLLERİ
Sabah şafakla kalk
O
saate dünya uykuda olur
Bütün
uyuyanları
orada bırak
orada bırak
Sabah
şafakla kalk
Çiğdem
açmış
çalılar içinde
çalılar içinde
Çimenler
onu çevreler
Çalılar
onu korur
Kokular
henüz bize çok uzak
Çiğdem
açmış çalılar içinde
Gülleri
kopar itiki güllerini
Onlar
baharda kokar
Onlar
baharda açarlar dağ eteklerinde
Güneş
yaylaları kavurmadan
Gülleri
kopar itiki güllerini
İtiki
gülleri sarı olur, pembe olur, mor olur
Onlar
rengini ebemkuşağından alırlar
Onlar
bir çobanın kavalıyla açarlar
Kurtlar
sürülere girerken
İtiki
gülleri sarı olur, pembe olur,mor olur.
***
GUZDAKİ ÇOCUK
Çocuğum sen guzda kaldın
Güneş vurmadı sana
Soldun
Ben ise güneşin kucağında
Kavruldum
Yaşayamadık beraber
Çiçekli dağ eteklerini
Anamın mor fistanında
Kör düşlere saplandık
Her ikimiz de yıllarca
Bozkırdaki hayal meyal
Yaylar gibi gerilip
Yayılan taylarda
İşte çocuğum sen guzda kaldın
Ben ise güneşin tam ortasında
Kavruldum
***
TEK KİŞİLİK
Tamam, minareden atarım da kardeşim aşağı inip tutmam
Hayat sana nasıl açık kapılardan baktı ise, bana tam tersini değil de, dörtebir tersini yaptı, yani hayat bana hep ığdırık duran kapıdan baktı. Şimdi ığdırık da ne diyeceksin. Evet, bilmemende haklısın. Sanırım yerel bir kelime.
…
Tamam, bu yöresel bir kelime bilemeyebilirsin. Ama Maraş’ın da doğuakdeniz bölgesinde olduğunu bilmen gerekmez mi? Ne ararsın Türkiye haritasının taa doğusunda
…
Tamam, anlıyorum yıl 1981 (bindokuzyüzseksenbir) yani onyedi yıl sonra sizin milenyuma giriyoruz ama modernizenin ölçüsü ne ki? Çağdaşlığın, uygarlığın ölçüsü ne olabilir ki. Hem ben çağdaşlıkla medeniyetin aynı şeyler olduğuna inanmıyorum.
…
Az mı? Fakültenin birinci sınıfına başlamışsın. Ekmek elden su gölden, oh bolca baba parası. Bol Kordon sefası, kafeler, barlar gel keyfim gel. Sonrada sosyalist geçinirsiniz. Moda ya, birilerinin bir sınıftan olması. Mesela ploreter sınıfı.
Sahi sen Hıristiyan-Rum olduğunu söylemiştin. Babanda sayılır ihracatçılardanmış, yani pamuk falan ihraç ediyormuş. …
Senin neyine gerek solculuk molculuk, yanındaki arkadaşını desen neyse o biraz benziyor. Tabi sosyalist olmanın da gözü kulağı var. Böyle şeylerle uğraşma hayatını yaşa gitsin!
…
İster inan ister inanma ben Maraşlıyım, hem de Maraşın köyündenim.
…
Oturuyoruz ya. Ben o tür yerlere alışamadım. Sen çok istiyorsan git. Partiler pırtılar falan. Ben onları sadece Türk filmlerinde görmüşümdür. Sadece özgür olmak istiyorum.
…
Tabiî ki. Benim özgürlük anlayışım farklı. Benim için özgürlük sorumluluktur. Birilerine karşı sorumlu olmak başka bir değer. Bunu ne sayarsan say anaya babaya karşı, memlekete karşı hatta şimdi seninle otururken sana karşı sorumlu olabilmek. En güzeli de insanın toprağına ve topraklarında yetişen şahsiyetlere karşı sorumlu olmak. Ben o zaman mutlu oluyorum o zaman kendimi daha özgür hissediyorum.
…
Olabilir. Sana göre gayet saçma gelebilir. Bireyci bireylerde bu görüş çok yaygın. Ama toplumcu bireylerde her zaman toplumun değer yargıları ön plandadır. Buna ister töre de ister gelenek de ister dini saplantılar de. Sizin kendinize göre bu tür değerlere söyleyiş şekilleriniz var. Elbette senin söylediğin saçma şeylere bende karşıyım. Bu tür tartışmalar çok basitte kalıyor artık.
…
Ya kardeşim bu ciddi şeylere nereden girdin ki, konulara yani, şurada güzel güzel konuşuyorduk. Bana ne Soljenistinden, Gulak Takımadalarından, Jak Landın dan, Vahşetin Çağrısından. Ya da senin bale dersinden. Falan.
…
Farkındayım sıkıldın.
…
Konuşmalar; akşamın alaca karanlığında yakamozları çoğalmaya başlayan denizin üzerine doğru uzayıp giderken bir ses gidenin arkasından hafiften bağırır gibi yaparak;
“Kristin; Kemal Tahir’i de oku, Yaşar Kemal’i, Cemil Meriç’i, hatta Necip Fazıl’ı da oku.”
Sonrada;
“Ya bu kız Hıristiyan Rum olmasına rağmen bizim hakkımızda çok şey biliyor, ortak paydamız çok fazla” diye mırıldandı.
…
O anda üçüncü demir kapının çok hızlı çarpan şakırtısı geliyordu. Kocaman kocaman sürgülere geçirilen kocaman kocaman kurbacık anahtarlarının açılışları ve kapanışları.
Ve “ oniki sayımı. Haberin var mı demir kapı kör pencere ?” diyordu.
27.09.2007
***
AKILLI MEHEMT AGA -1/MUSA YILDIZ
Memleket meselelerini! Değişik şekillerde çözüme ulaştırma yolları bulunmaktadır. Aşağıdaki anlatacağımız vaka da geçmişte ve günümüzde memleketimizde problem çözme yollarından biridir.
…….
Köylü; çobanlar aracılığı ile köyün üst tarafındaki dağın tepesindeki kayanın yıllar sonra farkına varırlar. Bunun üzerine köyden birkaç çoban görevlendirilir. Kayanın tehlike derecesi, yani zamanla köyün üzerine heyelan olarak gelip gelmeyeceği çobanlar tarafından araştırılır. Konu orada bir düzlükte çayır üzerine yatırılır, şifahi raporlar hazırlanır. Konu tekrar köylüye sözlü bir rapor olarak sunulur.
Kaya tehlikeli. Bir kış günü heyelan olarak köyün üzerine gelebilir. Taşın çapı, kütlesi köylüler tarafından çoban heyetine sorulur. Onlarda gerekli incelemeyi daha önce yaptıkları için hemen sözlü olarak bildirirler.
Zaman önlem alma zamanıdır. Kayadan kurtulmak için Baş çoban (eke) den ivedilikle ar-ge çalışması istenir.
Baş çoban (eke) günlerce düşünüp taşındıktan sonra araştırmalara başlar. Tabi önce çok düşünüp taşınıp, danışmıştır. Birkaç yere baş çarptıktan sonra. Aklına; köyün kıranda (kenarında) oturan “akıllı Memmet ağa” lakaplı Zebiklerin Memmedi gelir. Baş çoban Hızır’ı bulmuş gibi sevinir. Yandaki köylü ekâbir takımı ve diğer çobanlarla “bu işi çözse çözse Akıllı Memmet Aga çözer” diye sevinirler.
Memmet Agaya varırılar ve durumu izah ederler bazı köylülerin ağlayımsı tavırları Memmet Agayı çok etkiler, çok duygulandırır. Kendiside bu durum karşısında çok müteessir olduğunu ve hemen problemi çözeceğini söyler. Köylüler; problemi nasıl çözeceksin diye sorduklarında.
O da anlatır.
“Ben şimdi kayadan aşağıda bir yerlerde bir çalının, bir ağacın arkasına saklanacağım”.
Eeee sona
Eeesi var mı? “Siz kayayı yukarıdan hepiniz birlikte manivelalarla, yani büyük ağaç manivela alacaksınız onunla” der, ama o an aklına bir bilimsel teori gelir. “Hani” der “tarihte zevatın biri “bana bir kaldıraçla destek versinler dünyayı kaldırayım demiş”
Bir kısım köylüler hakkaten bu Memmet ağa lakabına laik biri diye mırıldanırlar.
“Ben çalının arkasına puslandığımda siz o manivelalarla kayayı aşağıya doğru yuvarlayın, bende kaya yaklaşınca birden çalının arkasından çıkar kayayı ürkütürüm ve kaya yolunu değiştirir başka yöne yönelir” der.
Ahalinin içinden; “doğru ya biz böyle bir çözüm yolunu hiç düşünemedik” diyenler olur.
Teori uygulamaya geçirilir ve kaya aşağıya doğru yuvarlanır.
Kaya aşağı köye kadar doludizgin yuvarlana yuvarlana gider ve birçok köy damını parçalayıp geçerek aşağı Karderesi’ne kadar iner.
Köylü kaygı ile yıkılan evlerini, höyük damlarını umursamadan Akıllı Mehmet Agayı aramaya başlarlar. Gizlendiği çalının yanına geldiklerinde birde ne görsünler?. Akıllı Memmet Aga’nın gövdesi var kafası yok. Köylü terettüde düşer.
…
“Ya kardeşim bu Memmet Aganın kafası var mıydı yok muydu. Ne yapalım?
“ En iyisi gidip ayalı (karısı)’na soralım”. “Tamam soralım”
Gelirler Akıllı Memmet Ağanın hanımına “Ya bacı bu Memmet Aganın sabah evden çıktığında kafası var mıydı yok muydu”? Kadın cevaben;
“Ne bilem edem sabah evden çıkmadan önce şora içerken sakalı mirt mirt ediyodu” der.
Sağlıcakla kalın efendim.
***
AKILLI MEHEMT AGA -2/MUSA YILDIZ
Memleket meselelerini! Değişik şekillerde çözüme ulaştırma yolları bulunmaktadır. Aşağıdaki anlatacağımız vaka da geçmişte ve günümüzde memleketimiz de problem çözme yolarından biridir.
…
“Oğlum Kudret, öküzler çiftten geldi aç ve susuz; onları yemle, sularını da ver!”
“Olur, baba” der ve öküzlere doğru gider Kudret.
Ne var ki öküzlerden biri çok çevik davranır ve kıvrak bir hareketle insanların içeceği su dolu küp’e doğru yönelir. Kudretin çabalarına rağmen, öküz çam ağacından yapılmış küpün içine kafasını daldırır. Öküzdür bu! Laf mı dinler? Güğüme kafasını sokar ve güğümdeki suyu kana kana içmeye başlar. Babası ve Kudret olanca gayretle öküzü engellemeye çalışır ama nafile.
“Vay namusuz, bizim içeceğimiz suyu içiyor” diye hayıflanır Kudret.
Babası: “Koma oğul koma suyu içiyor. Şimdi anan gelecek bize bağırıp çağıracak. “Taa aşağı pınardan getirdiğim suyu da öküze içirmişler” diyecek. Hatta “Ulan herif seninle oğlun öküzünüzün derisine çekilin, bir öküze sahip çıkamıyorsunuz!” diyecek. Aman Kudret öküze koma ha…
“Ama baba kocaman öküz! Ben nasıl zübdedeyim” Der ama öküz kafasını güğümün içine daldırır. Güğümde ne kadar su varsa mübarek öküz mas mas somurur çıkar. (öküze afiyet olsun.)
Olan bundan sonra olur, öküz küp den kafasını çıkarmaya çalışır. bir türlü çıkaramaz. Kafasını sağa sola sallamaya başlar. Ama nafile. Öküzün kafası küpten çıkmıyor. Sonra öküz; çift sürmenin yorgunluğu üstüne bir de bu hali yaşayınca iyice yorulur ve pes eder.
“Ne yapalım Kudret” der babası.
“Bilmem ki baba. Şimdi küpü kırsak küpe yazık olacak, öküzü de kesemeyiz ne yapalım?” der Kudret.
“Ne yapacağı var mı oğlum, köylüye haber ver, onlar bir çaresini bulur.
“Olur, baba” der Kudret. Hemen gider köylüye haber verir. Köylü duruma bakar, aynı zamanda durumdan vazife çıkarmaya çalışır.
Herkes bir küp bir öküz uzmanı kesilir.
“En iyisi biz bu işi Akıllı Mehmet Ağaya bırakalım, en iyi çözüm yolları ondadır, o nede olsa birçok problemimizi çözdü. Her sıkıştığımıza ona gittik sağ olsun altı defa gidip yedi defa gelenlerden daha iyidir.” Derler.
Akıllı Mehmet Ağanın evine doğru yol alınır. Eve doğru yaklaşıldığında yanık bir türkü sesi gelir.
Akıllı Mehmet Ağa dama Oturmuş.
Atımı bağladım delikli taşa
Yükümü yükledim şanlı Maraş'a
Yavruyu kaptırdım alıcı kuşa
Zalim felek bir başımı zora getirdin
Ne olduysa bana Mevla'dan oldu
Aktı gözyaşlarım deryalar doldu
Kendime acımam yar yetim kaldı
Zalim felek bir başımı zora getirdin
Diye türkü söylüyor…
Çoban Mustafa “Ulan atı delikli taşa değil, öküzü küpe bağladık, sen onun türküsünü söyle” diye mırıldanır.
Neyse, olay Akıllı Mehmet ağaya kısa yoldan izah edilir. Akıllı Mehmet Ağa “hemen” der “hemen öküze ulaşalım, ben o öküzleri çok iyi bilirim mutlaka öküzlükten öte şeylerde yaparlar” der.
Vaka yerine gelindiğinde Akıllı Mehmet Ağa köse sakalını yoklar gibi elini çenesine götürür ve hiç düşünmeden kararını verir. Çünkü Akıllı Mehmet Ağa o tür öküzleri çok iyi tanımaktadır.
Öküze bakar bakar...
“ kesin şu öküzü” der
Öküz kesilir ve öküzün kafası küpün içinde kalır.
“Olmadı kırın şu küpü” der.
Küp kırılır.
“İşte oldu” der.
Köylü durur düşünür. Sonra kendi kendine mırıldanırlar.
“Vay be Akıllı Mehmet Ağa olmasa biz bu işi beceremeyecektik”
***
YAĞMUR TAŞI/Musa YILDIZ
Yalvarır köylü Gökgüllü Hüseyin Emmiye.
- Ya Hüseyin emmi çıkar artık şu yağmur taşını. Oku-üfür götür göm pınarın önüne derler.
Gökgüllü Hüseyin Emmi; kimseye zararı olmayan, masum, pek dolaşmayı sevmeyen, kendi işinde gücünde olan yani kendi halinde, halim selim bir tip. Birazda eringeçtir, Hüseyin Emmi biraz kapris, biraz naz falan. Gökgüllü Hüseyin emminin portesi bundan ibaret gibi. Ama ayrıcalığı lakabından da anlaşılacağı gibi bazen derin mevzulara takılır.
- Çok işim var kardeşim, şimdi ben taa Fakıoğlu pınarına kadar gidip de yağmur taşı gömemem pınar önüne der.
Köylüler;
- Ya Hüseyin emmi ekinler daha yeşermeden kuruyor. Bu sene yağmur, bak işte
Yağmıyor. Mutlak bunda bir hikmet vardır. Belki de Rabbim senden dua bekliyor. On sene öncede böyle olmuş sonra sen taşı okuyup pınar önüne gömmüşsün yağmur yağmış. Derler.
Gökgüllü Hüseyin Emmi;
- On sene önce köy muhtarı falan kişi idi, bakın şimdi kim? Filan kişi! Diye bilgiç bir tavırla köylüleri başından savmaya çalışır.
- Ne ilgisi var Hüseyin Emmi.
- Yok, öyle değil işte
- O niye Hüseyin Emmi, Orası Daha uzak sen işi zora sokuyorsun.
- Yook ben işi zora koşmuyorum. Muhtarlar değişti. Taşı gömdüğümüz pınarda değişir. Hem kardeşim benim çok işim var. Daha eşeğin semerinin keçesi yırtılmış onu yamayacağım.
- Ya Hüseyin emmi biz her türlü işini yaparız. Tarlayı da biz süreriz. Keçeyi de biz yamarız. Yeter ki sen taşı çıkar oku-üfle. Tek biz gider gömeriz.
- Olmaaz, der Hüseyin emmi heyecanlı bir şekilde “olmaaaz” diye tekrar eder.
- Benim gidip gömmem gerekir. Siz daha yeni yetmesiniz neyin ne olduğunu bilemesiniz.
Oradaki köyün ekâbir takımının bu sözler kanına dokunur ama yapacak bir şey yok. Hüseyin Emmi yi herhangi bir şekilde ikna etmek gerekir.
Gün tepededir, öğle ezanı okundu okunacak. Hüseyin Emmi köylülere;
- Siz gidin tamam hallederim der.
Hüseyin emmi gider sakladığı yerden taşı itina ile çıkarır. Camiye doğru yönelir. Camiye varana kadar ezan okunur ve Hüseyin emmi namazı kılar. Yukarı Mustucak pınarına doğru yola koyulur. Pınara gelir ve taşı pınarın önündeki arka gömer. Kendisi de yavaş yavaş köye doğru yola koyulur.
İkindi olmak üzeredir hava birden kararır ve yarım saate kalmaz sağanak şeklinde yağmur yağmaya başlar. Köylüler çok sevinçlidir. Ama yağmur gitgide şiddetini arttırmaktadır. Önce arklar sonra köyün içinden geçen Kötüdere dolmaya taşmaya başlar. Dereyi geçmeye çalışan küçükbaş hayvanlar bir bir suya kapılmaya başlar. Asıl yukarı dağdan gelen aşağıdaki Kardereside coşmuş önüne koca koca kütükler mi gelir, kayalar mı gelir sürükleyip götürüyor.
Köylüler;
- Tez zamanda Hüseyin Emmiyi bulup taşı gömülü yerden çıkarmamız gerekir diye bağrışıyorlar.
Herkeste bir panik… Can korkusu. Dereye yakın evler bir bir duvarlarından yıkılmaya başlıyorlar. Hüseyin emmi ortalıkta yok. Köyün üst tarafındaki evler Mustucak pınarına doğru yürürler. Bağırıp çağırmalar.
Hüseyin Emmi çıkar şu taşı gömü yerinden. Diye avaz avaza bağırmalar. Ama nafile Hüseyin emmi ortalıkta yok. Köylü korkar. “acaba” derler. “acaba”
- Sakın Hüseyin Emmi sele kapılmış olmasın. Çok yakınlarından bir ses
- Buradayım lan zındıklar buradayım. Taşı tekrar bulana kadar ne çektim. İyi ki tam pınarın gözüne, suyun çıkan yerine gömmüşüm yoksa Allah Muhafaza yağmur durmayacaktı. Her yeri sel alacaktı. Bir daha taş maş gömmem ben. Ne haliniz varsa görün.
Hüseyin emminin yağmur iliklerine kadar işlemiş. Sırılsıklam. Üzerindeki gömlek ve yelek o zayıf vücuduna yapışmış, su, elbise, vücut tehvitlenmişti.
—Gerçi filanca kişi! Muhtar oldu. Bundan daha büyük musibet mi olur!.
Musa Yıldız'ı "bir metin olarak"zevkle okuduk.
YanıtlaSilAncak bu milleti ve Anadolu'nun köylüsünü Aziz Nesinden öğrenmiş diyesimiz geldi.
Ben köylü çocuğuyum ve bizim köyümüz ve köyümüzün insanı böyle değildi.
Sanki bir miktar eski solcu yaklaşımı (edebiyatı) var.