Şu tepeyi
de çıkalım düzlükteyiz der demez,
Önümüzde
beliriyor yeni bir dağ.
Sonra türküye
vurunca kalbimizi
Kıyıya
vuran bir ceset gibi
Yaşıyor
bilir belki de yüzümüze bakanlar.
Kendi hikâyemizin
küçük kahramanıydık.
“Büyük dağın
büyük kışı olur” derdi dedem.
Bahçemiz kurak,
kuş uçmaz kervan geçmezdi.
Kavgada da
en önlerdeydik.
Irgat
soğuğu ellerimizden devşirirken baharı
Bahtımıza
hep solan güller çıktı.
Kader bir
güldürdüyse iki ağlattı
Uykularımız
yoktu ama düş sahibiydik.
Ali’ydik, Mehmed’dik,
Ömer, Hasan.
Güneşten
kavruk yüzümüz gölgeye hasret,
Köprüler
geçerdik sırattan ince.
Savaşların da
hep kaybedeniydik.
***
SONBAHAR
Ben şimdi kalbi kırık bir akşamda
Aşk içerken gözlerinden
Kuş olup konarsın ulu bir çınar dalına
Kalbim ağrır, güller dererim gözlerinden.
SONBAHAR
Ben şimdi kalbi kırık bir akşamda
Aşk içerken gözlerinden
Kuş olup konarsın ulu bir çınar dalına
Kalbim ağrır, güller dererim gözlerinden.
Sonra gözlerinden Sidelya,
tutuşur dünya
Karanlık basar denizlerin
dehlizlerini
Yaşamak isterim dağlar kadar
Sen Sidelya sürerken hükmünü
içimin coğrafyasında.
Nem kaldı yoksul bir sabahtan
başka
Ne hüznün rengi kaldı ne
kelimeler
Kâr etmez sonbahar yaprakları
Sidelya saçlarından bahar derelim
gel.
Sokağımızda bir alaca yağmur
yağsa
Çiçekler parlar güneşe nispet
yapar
Sidelya tutar kollarımdan
Saçları dolanır bileklerime
Sanığım gözlerine, gereği
müebbet.
Öyle sakin olduğuma bakma
Sidelya Fırtınalar kopuyor
avuçlarıma
Bir çiçek belki de beni avutuyor
Kalbimin her yerinde adın
duruyor.
Sidelya,
Ben şimdi hangi toprağa ölsem de
Karılsam çamuruna...
***
FİRAR
“acır bir şey içimde bu göğsüme ne kattın”
Beni de yazsınlar kalemi
kırılmışlar listesine
Anket sonuçlarında adım
çıksın hep
Yasak düşler kurmalıyım
demirden kafesler ardında
Kalbimi oklasınlar göğsümü
gere gere
Kalbime ne kattın.
Çoğunu sana bıraktım bu
hayatın
Güzel kaybedişlerim
geliyor aklıma
Yaz günü boran olan bu
mevsime
Ne kattın toprağıma,
bahtıma.
Hangi dağın kıyısına
vursam şimdi
Dalgalar iz yapar yorgun
yüzüme
Közleri koyup pişirdiğin
kalbimin avuçlarına
Ne kattın aşıma, ekmeğime,
suyuma.
Çağa inat geldiğim kapında
İradem yok, boynumda ip,
tabuttayım.
Damar damar sancı dolu şu
hayatıma
Ne kattın geceme,
gündüzüme, dünüme.
Yüzüme çöreklenen onca
acıya rağmen
Dünyalı cümleler de
kurdum, süsledim sağını solunu
“Yaz günü temmuzda…”
dükkân üstü daire altı evimizde
İsyanıma ne kattın,
yumruğuma sesime ne kattın.
***
YARIM KALMIŞ HATIRALARDIR ACITAN YÜREĞİMİZİ
Usturasında gezinirsin dünyanın
Kılıçlar işlemez yüreğine
Güvercinlerle geldin sen
Yazılmamıştır sözlüklere
tarifin
Sırtında dünya mı
taşırsın?
Neden eğiktir başın.
On sekizinde vurmuşlar
kalbinden
Adın rüyalardandı
Gözlerin kan yumağı
Yüreğinin rengi kızıl mı?
Yollardasın istisnasız
Bilirim eğretisin dünyaya
Bilirim içine akar
gözyaşın.
Yaşlanmış feryatlar
besler, kan terlerdin.
Bir ışık yakmaktı niyetin gecenin tam ortasına.
Bir ışık yakmaktı niyetin gecenin tam ortasına.
***
ŞİİR SATILIK DEĞİLDİR
Şiir'e "Piyasa" çizenlere
Şair
Ufuk TÜRK'den
MANİFESTO
Şiir
satılık değildir!
Az
gelişmiş bir ülkeden sesleniyorum. Az gelişmiş, çok kalabalık. Böyle diyor
batılılar bize 'az gelişmiş'. Ankara İstanbul'dan daha batıdadır. Şiire piyasa
çizenler en batıda. Doğuluyum ben doğunun oğlu. Açarım ellerimi Allah'a
yalvarırım, Batıya değil.
Artistik
şiirler yazamam ama uyarım alnımdaki yazanlara.
Şiir
satılık değildir!
Şiir,
ciğer yakar, hançer saplar.
Malazgirtte şehit olursun bazen, bazen bir sokak lambasında sabahlar. Kaleminden kan akar mürekkebi değil. Mücahit olursun Kafkas dağlarında Urumçi'de uygar(!) dünyaya meydan okuyup tertemiz bir Uygur olursun.
Malazgirtte şehit olursun bazen, bazen bir sokak lambasında sabahlar. Kaleminden kan akar mürekkebi değil. Mücahit olursun Kafkas dağlarında Urumçi'de uygar(!) dünyaya meydan okuyup tertemiz bir Uygur olursun.
Şiir
piyasada olmaz, dost meclisindedir şiir.
“Vurulup
vurulup kıvranmaya tiryaki” olmaktır şiir.
Dost
vurur gül biter kurşun girer ah etmezsin.
Biz
de bekliyoruz o Cumaları biz de. Ama olmuyor Cumalar burda oralar gibi.
Telgrafin tellerine kuşlar konar konmaz bir kara tren geçer içimin damarlarını
söke söke. Ama sen bilmezsin. Sen parke taşlarını görürsün, biz taşların taş
olmadığı söyler bağırdaki taşları görürüz. Biz çiçek görünce Yârin ellerindeki
demetler gelir aklımıza, sen bürokrasiyle çiçeği aynı cümlede kullanabilirsin
bile.
Sen
yerini bildirenleri görürsün biz tayyi mekan yapanlara bakarız.
Sen
ampul dersin, tasarruf dersin; biz yolumuzu aydınlatan kandillere bakarız. Sen
şâir olursun, biz; çaycı, hamal.
***
GAZZE ŞİİRİ
Gözlerime nehirler yapan Gazze
Bir kuşluk vakti
ruhumun derinliklerinden duydum adını
Sabah gün
ağarmadan yola çıkanlar gibi
Azığıma katık
ettim adını
Bir çocuk ölür
şimdi Gazze’de
İçimin duvarları
yıkılır birden
Ezer geçer bir
tank ayaklarımı
Gazze, gözyaşlarıyla
kurtulan gemi
Nuh’un gemisi.
Gazze, iyi
insanların şehri
İstanbul’un, Bağdat’ın,
Bosna’nın kardeşi…
Gözlerim doluyor,
evime beton yığınları
Gazze toz bulutu
bombalardan
Oturur yüreğime
cam kırıkları
Tehlikelidir
dünyada Gazze çocukları.
Ellerde taş,
ağzına kadar dolu cesaret
Onlar insanlığın
direniş temsilcileri.
***
ŞEHİR VE HATIRALAR
Evler kül yığınları uzaktan
Güneş
vurunca moraran bir sahra
Bir
şehir sensiz de oluyor işte
Toprak
çekiyor suyunu saklıyor bahara.
Denizler
akıyor şimdi penceremden güneşe doğru
Bir
yağmur süslüyor göğü baştan sona
İkindiydi
vakit ve göç vardı
Kimsesiz
bir çoban gibi uzansam dağlara.
Dağlar
hep göğsüme göğsüme vuruyor
Ağaçlar
yontuyor bakışlarımı
Duvarda
yarım camlı babamın kırık resmi
Şimdi
beni eski bir oyuncağın hayali avutuyor
Karşıki
dağda olmasa
Yaslamasam
başımı o dağa
Duramazdım
buralarda.
Her
akşam dolunca bahçemize ezan
Babamın
‘akşam ezanında evde ol’ tembihleri gelir aklıma
Sonra
kırdığımız camlar,
Annemin
yaralarımdaki kumları temizlemesi bazen.
Ben,
tam da burada
Bitirip
sözümü geçip gitsem geceye
Alnımda
kalemin izleri durur.
Çocukluğumun
masum köylüleri,
Tarlalar
dolusu ırgat ve at arabaları.
Eskilerden
bir hatıra beni avutur.
Bir
rüya şimdi üstüme üstüme geliyor
Korkutuyor
beni kurduğum dünyalı cümleler
Düğüm
atıyorum acılarıma ve sesime
Hayat
son yumruğuyla yere seriyor.
Savaşlar
var geceler boyu
Kurşun
bir çocuğu vurur şimdi Suriye’de
Çocuk
ki çağa dimdik durur gözleriyle
Çocuk
ki uçurtma uçurtmalı bahçelerde.
Hançer
lazım şimdi, kızgın bir hançer
Dağlayıp
gecelerin en kara yerini kanatmalıyım!
16 Şubat 2014/Iğdır
***
GECEYE CAN SUNMAK
Bir eski dünya düşü kuruyorum
Modern zamanlardan uzakta
olan
Kalbimin tam ortasında ellerin duruyor
Yırtıyorum göğün yağmurlarını
Hüznümü sırtlanıp sana geliyorum
Bir köşende sessizce otururum söz
Yük olmam
Ne bakarım gözlerine, ne yakarım ellerimi
Bir bardak çayın yeter
Yanar açtığın yarada köz
İster kov beni, ister döv
Ben kapının dilencisiyim
İpe çek istersen, istersen söv
Meylim yok senden gayrısına
Ben kapının bekçisiyim
Kalbimin tam ortasında ellerin duruyor
Yırtıyorum göğün yağmurlarını
Hüznümü sırtlanıp sana geliyorum
Bir köşende sessizce otururum söz
Yük olmam
Ne bakarım gözlerine, ne yakarım ellerimi
Bir bardak çayın yeter
Yanar açtığın yarada köz
İster kov beni, ister döv
Ben kapının dilencisiyim
İpe çek istersen, istersen söv
Meylim yok senden gayrısına
Ben kapının bekçisiyim
Yıllar ufalanırken avuçlarımda
Senli türküler biriktirdim omuzlarımda
Kar yağdı, güneş açtı
Sen vardın bir de ben
Kuş uçmaz kervan geçmez yamaçlarımda
Gözlerinin kuyusunda kayboldum
Taraf tuttum acıdan yana
Bazen Yusuf oldum, Eyyüb bazen
Ve sonunda yenildim dünyanın yalanına
Bir türkü söyle bana, hadi
Vur teline sazın
Mızrabını çal kalbim kanasın
Ya gözlerime bak artık
Ya bu gözler artık yaşamasın.
***
BİR GELSEN...
Bir yokluk içimizin damarlarını sökmeye başlar.
Kanımız çekilir
kaldırımlardan.
Bir yılan geceye sokulur
usulca,
Koşarak gelen
güvercin
Kanatlarında müjdeyi
taşır,
Kaybolan güvercine ağlar
bir çocuk,
Yıldırımlar
âh’ındandır.
Dağ taş dile gelir sen
gelince,
Bir şenlik boşalır
gözlerimizden,
O aşk bütün semâyı
yakar
Yıldızlar o gün bir başka
bakar.
Bir bir gelirsin sen hep
birden değil
Yavaş yavaş kanarız
hepimiz.
Toprağı tırnak tırnak
kazar bir karınca
Ölenleri bir bir gömeriz.
Senin kokunu rüzgâra
koysak
Ağırlığından tuz buz olur
dünya.
Hayalimize alsak seni
kaldıramaz tavanı çöker.
Bir gelsen bir görünsen
kör olmaya razıyız.
Bir âh’ınla yıldırımlar
belirir
Bestekârlar dize
gelir.
Bayılsak sonra hiç
uyanmasak
Kalbimize adını
sarsak.
Yüreğimizin üzerindedir
yelkovan
Saniyede bin tur atar
akrep.
Bütün yürekler sana kurulu
nerdesin?
***
ARZ-I HÂL
Varsam sana en güzel düşlerimle
Tutup kollarımdan bağla
beni
Sinemin feryadı gökleri
deler
En derin vadilere sakla
beni
Yalçın kayalar ezdi yürek
hânemi
Gel elâ gözlerinle yokla
beni
Yüzüme iz yaptı bütün
kapılar
Hiç olmazsa bu kez kovma
beni
Ciğerim alev alev
yanmaktadır
Yangınların ortasından
kurtar beni
Gül vurgunları yedi kalbim
Kuru çöllerde susuz
bırakma beni
Hatalıyam suçluyam hâli
arzetmeye geldim
Zindanının bir köşesinde
gizle beni
Ben bir aciz kölenim
Kervanlara kat beni, harca
beni, sat beni…
***
YILDIZ DEMLERİ
Biliyorum öleceğim,
Kefenimin cebine yıldızları da bırakın.
Biliyorum öleceğim,
O bana şahdamarımdan daha yakın.
Gökyüzünde zaferler kazanmış bir yüreğin istiğnası bu.
Her gidişinle çoğalan,
bitmek bilmeyen hüznün sızısı bu.
Serzenişlerimde oldu ara sıra yokluğundan,
Pişman olup hep uzaklara gitmelerim de.
Boş boş düşünceler de oldu,
Senle dolan hafızanın sikletinden oflamalar da.
Sen bir çağın yangınıydın ateşi su ve ben olan.
Sen bir seher vaktinin en acı uyanması,
Ve sen yılmaz direnişlerin sahibiydin.
Kollarımdan tutup bağlasalar da zindanlarda,
Boynumdaki urganın O’nun olduğunu bilerek baktım
gökyüzüne.
Ve asırları aşan bakışınızla beni yaktınız.
Saniyeler hiç bu kadar uzun olmamıştı
Ya da kalp atışlarımla saymamıştım zamanı hiç bu kadar.
Yine gece yine sımsıkı bir siyah,
Tek tek üflemek yıldızlara,
Ve siyahın evini başına yıkmak, ya da öldürmek uykuyu.
Bir kolundan sen tut bir kolundan ben
Ayağına taş, atalım denize.
Atalım ki ateşler artık kanla sönmüyor.
***
ADSIZ
Gelsen şiirim şereflense bir akşamüstü
Bilirim yıkılır tüm
putları kalbimin
***
GÜLÜŞÜYLE ÇOCUK
Bütün çocuklara...
Bir hasta nasıl kurtulmak istiyorsa acısından
Öyle kaçmak istiyorum dünyanın bu tarafından.
Oysa hatalarım dünyayı değiştirsin istedim
İstedim satırlara hapsolmasın devrim.
Gideceksem trenle gitmeliyim deyip
Kaç gece istasyonda bekledim.
Suretler izledim kof dünyanın panosunda
Çukurlukların tepeleştiğini de gördüm.
Mendil satan çocuk şehrin tam ortasında
Sandığıyla çocuk, yırtık terliğiyle…
Bütün kimsesizliklerin sahibiydin çocuk!
Erkendi senin kaybettiğin düşler.
Bu yüzden bakışların hep yarım,
Hayat seni en olmadık yerden vurdu.
Bir dağ gibi yaslandığın o ev artık yoktu.
Her sabah beklediğin o köşede
Bir ağaç gibi bir ömür, sen
O gün bu gün bir daha çocuk olamadın zaten.
Şimdi yarım kalmış cümlelerle dolu defterim
Yarım kalmış hayatlara denk.
Bilseydi dünyayı, büyümek ister miydi çocuk?
Bir öteki ülke insanı bu çocuk,
Sandığıyla çocuk, yırtık terliğiyle…
Buraların çoktan yabancısı
Kaldırımların çıplak ayaklı sancısı.
***
MEHMET YAŞAR'A MEKTUP
*** 13.02.2013/Yozgat
*** 13.02.2013/Yozgat
Sevgili dost,
‘Önce selam sonra kelam’ mı
demeliyim, bilemedim. Ve değerli bir
dosta mektup yazma gibi bir cesaret ve heyecanın yanında, şu fâni dünyada ilk
kez bir mektup kaleme almanın da heyecanı var parmaklarımda. Mektup yazmanın
önemi ise şu cümlelerle belirdi bende, ‘Mektup, bir ateşi götürür ve bir ateşi
getirir bana.’ Keşke diyorum, keşke iletişimin mektupla yapıldığı bir çağda
yaşasaydık. Modern zamanların bize ‘bahşettiği’ sosyal medya, sms, elektronik
posta vb. araçların yanında mektup sıcaklığını da unutmasaydık. Teknoloji,
haberleşmenin ve iletişimin zamanını kısalttı kısaltmasına da süresini de
kısalttı mâlumun. Artık kısa cümlelerle konuşur olduk, kısa süren sohbetler var
hayatımızda. ‘Bırak bu işleri artist!’ ya da ‘Nasip, kısmet, dünya hâli, olur
öyle, hayırlısı...’ dediğini duyar gibi oluyorum. Meramımı anladığını umarak
fazla uzatmayayım bu mevzûyu.
Ama sevgili dost, benim bu cüretimi
görmezden gel. Benim bu kırık, dökük laflarıma bakma. Bu yazdıklarım, ne İmam-ı
Rabbâni’nin Mektûbat’ı ne de Cemil Meriç’in Jurnalleri.
Nereden çıktı bu mektup işi? diyor
isen eğer, geçenlerde bir kitap aldım, ‘Posta Kutusundaki Mızıka.’ Kitabı ilk
senin elinde görmüş ve bazı bölümlerini de okumuştum. İşte bu vesile ile hazır
‘dost’ kelimesini de görmüşken dostluğun yakıştığı bir ağabeye mektup yazmak
istedim. Kitapta da dediği gibi ‘Ne
güzel bir dostla yanında değilken konuşmak.’ Sonra, dostu uzaklara gittiğinde
ağlamayan gözlerine dönerek, ‘Siz dostluğuma ihanet ettiniz, yaş akmadı sizden’
diyerek gözlerini söküp atan derviş geliyor aklıma. Ve diyorum ne kadar
verebiliyoruz hakkını dostluğun.
Şimdi yine kızma bana, ‘kalp ve
tansiyon’ meselesini açıpta. Elimde değil yazasım geldi. Hem ne yapabilirdim ki
dost ile başlayan bir mektup var ortada ve bu mektup sana olmalı. Ki sen değil
miydin dostluğun en güzel tanımını bize öğreten, ‘Dost göze sezdirmeden gözyaşı
silendir.’
Uzun lafın kısası, ben sizleri özledim.
Sevgili dost,
Hani ‘Ey bizi bekleyip bekleyip
hüzünlenen çağ/ Bir hâl olmuş bize, bir hâl olmuş bize.’ demişti şâir. Ağabey,
biz ne zaman çağa seslenip ‘sağımıza ve solumuza bakmadan’ biz buradayız ey çağ
diyeceğiz? Yıllar önce, hani başbakan olacaktık, demiştim. Yine diyorum, ne
zaman vereceğiz çağlara selamımızı? Ne diyordu İsmail Hoca, ‘Çocuk, gümüş tuğlu ordular
sende gücünü arıyor.’ Ordulara ne zaman güç vereceğiz dost?
‘Başbakan olma’ mevzûnu protokol mânâsında anlamadığını
biliyorum. Lâkin yine de hatırlatmak istiyorum dost, ‘protokolde yerimiz’
olmasa da olur. Ki biz, karşısında titreyen bir adama, ‘Ne titriyorsun? Ben
kral değilim, kurutulmuş et yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum.’ diyen bir
Peygamber’in ümmeti değil miyiz?
İçimin yangını öyle üç beş soruyla,
üç beş afilli cümle kurmakla geçecek gibi değil dost. Yine de bu sözlerime
kulak asma sen. Bunlardan ziyade işin özü, dünya yaşanacak bir yer değil artık.
Sevgili dost,
Sağlık ve sıhhatinin iyi olduğunu
umuyorum. Hocalar, arkadaşlar da öyledir inşallah. Maraş’ı sormama hiç gerek
yok zâten, eminin her zaman olduğu gibi yine güzeldir. Ama ben Maraş’ın en çok
baharını severdim belki bilirsin. Maraş demişken dost, geçen Abdurrâhim
Karakoç’un mezarına gittim. Bağlum’da Abdulhâkim Arvâsi Hz.nin yakınında
yatıyor. Mezarının başında bir ağaç var, dalına da bir bayrak bağlamışlar
öylece dalgalanıp duruyordu. Düşündüm de biz, değerlerini kaybetmeye mahkûm
edilmiş bir medeniyetin çocukları gibi yetim bakıyoruz dünyaya dost. Ali
Hoca’nın da dediği gibi, ‘Sancağımızdaki
hilâl, onu çiğneyenin meçhulüdür de, yükseklere asanların mâlumu mudur?’ Yâni
bütün mesele o hilâli bilmekte. Birkaç
tane de fotoğraf çekindim başucunda hatıra olsun diye dost.
Sevgili dost,
Aslında bütün insanlar teker teker
yalnız/ Kapılar kapansın, ışıklar sönmeye görsün. Öyle değil mi sence de? İster
kalabalıklar arasında, ister Anadolu’nun bir dağ köyünde hepimiz teker teker
yalnızız. Yani ‘Eşiğin ardı gurbet’ kalbi olana. Bazen Akif’i anarak ‘Sessiz yaşadım kim beni
nerden bilecek.’ sözünü ben söylemeliydim diyorum. Ve bir Ota Benga gibi
sıkmalıydım diyorum kurşunu ortasına tam kalbimin.
Sigara yakışımız geliyor aklıma dost
ve ‘sigara yakmanın siper almak gibi bir şey’ olduğu. Sonra sâirin şu
sözleri, ‘Oysa biz istikbal yakardık hele hava güzelse.’
Düşündüm de, ne çok şey öğretmişin
bizlere ve ne çok şey öğrenmişiz senleyken. Ve de ‘ne çok acı var.’
İçimden hep uyumak geliyor dost,
Ashab-ı Kehf misâli. Uyuyup uyanmak ve dünyaya bakmak. Bir şeylerin değiştiğini
görmek, mutlu olmak, adâletin varlığını bilmek. Adâlet demişken, adâlet de tüm
iyi insanlar gibi beyaz atlara binip gitti.
Sevgili dost,
Toplanalım hadi bir arka mahalle çay
ocağına. Oradan buradan söz edelim olmaz mı? Arada şiir oku, türkü
mırıldanalım… Hacı Ahmet’e takılalım sipsi marpuç diyelim, ülkeyi kurtaralım,
çay içelim, dergi çıkartmaya kalkışalım sloganı ‘entelektüel gençlik fantezisi’
olan, her yere geç kalalım, İsmail Hoca bize çorba ısmarlasın olmaz mı?
Ve ne zaman ki tutup kolumuzdan
götürdün Dükkân’a bizi, gül kokusu sindi üzerimize, üstümüzdeki kirlere inat.
Kafamızdaki bulanıklık burada duruldu, değerlerimizin neler olduğu burada
anlaşıldı, reflekslerimiz burada oluştu, duruşumuz ve öfkelerimiz burada
belirginleşti. Ki ‘Muhtaç olduğumuz şey soylu bir öfke’ değil midir? Yâni
‘Efkârın aşılmaz, yalnızlığın kaçınılmaz olduğu vakitler’ idi. Ve ben o günleri çok özlüyorum.
Sevgili dost,
Her şey bitiyor işte bilirsin. Bir
sigara, bir ömür, bir çay ve bir gece. Mektubumda burada bitiverdi. Daha nice
cümleler geliyor ağzıma lâkin ikinci bir mektubu da yazayım, devamı gelsin
diyerek teselli ediyorum kendimi.
Ve son olarak, şâirin de dediği gibi,
‘Çekmediği acının artistliğini yapmaya kalkan bir şâirim’ ben. Oysa ben
yapmalıydım en sarsıcı uyanışları. Dua, selam…
***
KAR ŞİİRİ
Ne zaman bir kar şiiri
Yazmaya gitse ellerim
Üşüyeceğinden korkarım ‘hasta bir annenin.’
Öyle romantik pozlar verilmez
Bizim oraların soğuğunu kimse bilmez
Sokak lambası da yoktur, kuşlara yuva da
Bir yoksulluk telâşesidir kar, bizim oralarda.
Kış erken gelir her çocuğa
Üşümüş ellerinde kalem,
Yanmış önlüğünde silinmez izler…
Her çocuk, yağmurun düşmesi gibi basar toprağa
Bizim oralar yakışmaz kartpostallara.
Çatısı akan evler, pencereden gelen uğultu,
Ağlamalar, soba karası duvar.
Yani içmek değildir bir kafede mevsimlik çaylar.
Kar romantik bir nesne değildir bizim oralarda.
Bir yükün çökmesidir omuzlara,
Gömülmesidir acının suratlara…
Bizim oralarda çocuklar yaşamayı
Erteleyerek büyür, yarınlara.
Kirli bir camdan seyreder
Kardan adam yapan çocukları bir hasta
Kağıtlar dolusu şiir yazsan ne fayda
Şiir gibi yaşamadıktan sonra.
***
İKİ YALNIZ
Şiire vurduk yine
Saçlar aklaştı çoktan
Bu demler böyle değildi eskiden
Biz. Yani sen ve ben
Yokuşlar tırmanan devlerdik.
Eyvahlar çoğalınca gecede
Alıp bir iki sigara eline
Gitmek isterdin hep, kimsesizlere
Bir toprak göçsün kalayım altında
Derdin, evet derdin çoktur bilirim…
Şiire vurmak, vurgun yemekti sence
Ben ise kıyıya vurmak gibi bir şey derdim
Alıp başını gitme; sensiz öksüz buralar
Kurtuluruz, belki yalnız değildir
kasabalar…
Biz. Yani sen ve ben
Yokuşlar tırmanan devlerdik.
Kentin gri duvarları hiç gelir bize
Vurulan her acıda senin parmak izlerin
Kurşun kurşun dökülürdün yollara…
Şiir evet şiir…
Köpekler niçin sessiz bugün?
Birileri dolaşıyor kaldırımlarda
Biz. Yani sen ve ben.
Mektepli çocuklar geçiyor önlerinden.
Bir köşede sabahlamayı da biliriz
Kuş olup uçmayı da… Ama
Köprülerden geçilmiyor yalnız.
Geceye sokulur bir adam
Gözlerini toplar kaldırımlardan.
Ağız dolusu gülmeyi de beceremezdik
Hep eksikti bir şeyler
Biz ise bir şeyler özlüyoruz hep.
Aldırmıyor denizleri şiir
Dağlara boyun eğmiyor
Şiir aklar ancak bizi
Biz. Yani sen ve ben
Yokuşlar tırmanan devler.
Kâğıttan uçak yapmayı da bilmezdin
Yatağında uyumayı da
Hüzün dererdik akşamlardan
Bir sabah olmaya görsün bozulurdu tüm büyü
Taşıyamazdı, yırtılırdı kâğıtlar kelimeleri…
İşte böyle iki yalnız dev
Güneşe bakarken öldüler
Ne zaman ki ağlamak gelse akıllarına
Yağmurlar boşalırdı parmak uçlarına
***
EKONOMİ
CEPLERDE TAŞINAN ŞİİR
''Çocuk ey çocuk''un şairine...
Gömleğinde nikotin sarısı
Yağmurlara karışmış bir akşam
Kaldırımlarda bir çift ayak sızısı
Onca buz bir mumla erir mi be Adam!
Çocuk Ey Çocuk
Hasan EJDERHA’ya
Ay yansıyacak bir alem arıyor
Gümüş alnını aya sunsana çocuk.
Ay gümüş sofralarda çocukları ağırlıyor
Bizim yüzümüz eskidi, ay ihtiyarlıyor.
Ay öpüyor seni yanaklarından
Aya bir kez dokunsana çocuk.
Sen bir paratonersin, bilmezsin
Kötülüğü nasıl izâle ettiğini.
Sen bir fenersin ıssız koylarda
Uzak ilhamlardan yüreğime
Bir görünür bir sönersin.
Sen bir gümüş paratonersin
Bilemezsin gücünün nelere yettiğini.
Ay ihtiyarlamış, ap ak saçlarını tarıyor
Çocuk, gümüş tuğlu ordular sende gücünü arıyor.
Karanlığın göğsüne yaslanmışsın
Gümüş bakışlarının yalazı titrek
Çocuk, bu gün sen ağlamış, ıslanmışsın
Uzat ellerini semâya, bize ellerin gerek.
Ay düşüyor, ayı tutsana çocuk
Biz ağlamaklı olduk, avutsana çocuk.
İsmail GÖKTÜRK
***
RÜZGÂR
Bütün saçların hükümdarı benim
Kaldırımdaki sonbahar yapraklarının da
En ilgisiz suların şahlanışı bende
Göklerin bir katil oluşu da
Bir telaşla önümden koşan kalabalık
Kimsesizlerin kapısını açışım aniden
Bir çiçeğin değince yanağına ılık ılık
Son vapurla uzaklara benim giden
Bir Üsküdar’da bir Kudüs’te
Bazen Bosna’da bazen Endülüs’te
Bir aşığın kalbinde bazen, inceden
Bazen bir çocuğun gözlerinde gece beşte
Diyardan diyara savruluşum yanmaktan
Savurmam da bundan, okyanusları
Bir kenara bıraktım sızılarımı çoktan
Ben yapmalıyım en sarsıcı uyanışları
Sokaklar yetim kalmışsa eğer
Ben doldurmalıyım alanları
Ben yolcu etmeliyim kahraman çocukları
Ardım sıra bakmalı insanlar
Benim adım rüzgâr
***
Mehmet Yaşar’a…
Usturasında gezinirsin dünyanın
Kılıçlar işlemez yüreğine
Güvercinlerle geldin sen
Yazılmamıştır sözlüklere tarifin
Kurşun işlemeli kapılardan geçtin mi dost?
Şehrin hüzün buharlarını çekerken gökyüzü, biz bisiklet yarışları yapıp salıncaklar kuracaktık. Gömlek kollarımızdan bilinecekti terlemişliklerimiz. Sapanlar yapıp, camlar kıracaktık.
Öksürük sesleriyle dolan koylar, kim bilir hangi sevdanın çıngısını yakacaktı bu gece. Bir kedi yavrusu kim bilir hangi süt tasının içine batacak ve kim bilir hangi balıkçı açılacaktı umutlara.
Sen, güneşin en tepede olduğunda gözlerini kısıp bakardınya; şimdi bu şehir de öyle bakıyor sana dost. Hafif gülümsüyor lakin bir eline geçirse parçalayacak seni.
Kayaları sökerken işçiler, sayhalar yankılanıyordu vadide.
Gözlerinden biliniyor bir âşık ve gözleri elâ.
Rüyalar görürdü küçük kızlar. En çokta babalarını görürlerdi. Beş taş oynayan şu kız büyüyünce satranç şampiyonu, ip atlayan şu kız madalyalı bir atlet, şu esmer benizli delikanlı ağları yırtacak futbol sahalarında, diğer sarışın olansa babasının şirketinin başına geçecek. Peki biz dost; biz ne olacaktık? Hani başbakan olacaktık. Ömer’in adaletini salacaktık cihana. Bizim babamızında şirketi olsaydı yahut oynayacak bir topumuz olsaydı yine de başbakan olur muyduk dost?
Sen sigaranı çekerken şimdi kuru ayazlarda, pamuğu buz gibidir bilirim. Çukurova çocuğusun alışkın değilsin soğuğa. Ama bir başbakan olmaya gör dost, karış karış gezip vatanın her köşesini, Anadolu’yu terk etmeyen, Bekir gibi sadık soğuklar bulacaksın.
Şimdi ötelerden sana seslenir bir güvercin. Ona da şiirler okuyup çiğerini dağlarsın bilirim. Peki kimdedir dağlanmış ciğerlerin çaresi dost bir göster.
"Bir Üsküdar’da bir Kudüs’te
YanıtlaSilBazen Bosna’da bazen Endülüs’te
Bir aşığın kalbinde bazen, inceden
Bazen bir çocuğun gözlerinde gece beşte"
Ufuk TÜRK müthiç bir yolculuğa çıkmış. Şiir atı ruzigarı ufuktan ufuğa sürüyor. Bu yolculuğun hakkını verebileceğinden zerre kadar şüphemiz yok. Allah yar ve yardımcısı olsun. Soylu yolculuğunun yoldağı olmak için bazen yollarımız kesiştiğinde birlikte soluklanır, devşirdiği renkleri, hazları, biz de tadarız inşallah.
''Eyyüp'ce dökülürüm betonlara
YanıtlaSilVe savurur tozlarımı bir yel
Çilelerim resmolur kartonlara
Ansızın görünür karşımda menzil''
dizelelerinin sahibi büyüklerden öğrenilir yolculuk.Önce refik sonra tarik buyurmuşlar.O soylu yolda size refik olmak ne şeref.Yunus'a teklif edilen Nefes'ten birlikte nefeslenir,o tatları ve hazları ancak bizler sizden alırız...