bu gün hiç aklıma gelmedin
dağlar geldi yollar geldi
sen gelmedin
bu gün hiç aklıma gelmedin
sabah geldi
öğlen geldi
sen gelmedin
gün batınca ama
aklım bile sendin
***
SENİN GÖZLERİN
senin gözlerine bakmak ne güzel
gözlerinden okumak ömrümün bütün baharlarını
ibadet
ak düşmüş saçlarında sabahı taramak
sen misillemesi olmayan gecenin merdivenindesin
daha da üstünde mecmualarda bel kemiği bu günün
seherde açılan perdelerindesin yarının
senin gözlerine bakmak ne güzel
bu öyle görmek yerine böyle görmek seni
inançlarımı bana bırak
ben öyle değil böyle inanmak istiyorum
umut ederek
hayal ederek yaşıyorum
senin gözlerinde görmek ne güzel eşyayı
manayı
ve fikri
en güzeli de senin gözlerinde
kendi gözlerimi seyretmek
beni gözlerinden
gözlerini benden bilmek
***
kalıp
bir dolu sunuldu sana
bana dağlara yollara
sen içtin
ben içtim
yol durdu
dağ kıvrıldı ışığa
bir selam geldi sana
bana ırmağa ormana
sen aldın
ben aldım
ırmak koştu
orman çağladı sabaha
bir haber geldi sana
bana taşa çiçeğe
sen duydun
ben duydum
taş uyudu
çiçek fışkırdı göklere
bir bahar geldi sana
bana toprağa zürafaya
sen doğdun
ben doğdum
toprak coştu
konuştu zürafa
saçlarım uzadı zamana
***
mor zar
kanın akmış caddelere
mos mor olmuş geçtiğin yollar
erimiş baş ucunda sevdaların
susamış cellatlar ikiye yarmış kalbini
göz yorgunluğum
sen
sabaha çıkaramadığım karanlığımsın
güz vurgunluğum
yapraklarında sarardığımsın
ağladığım
ağladığımsın her kasım ayında
bir bakışınla saçılır astarım
gömleksiz üryan çıkarım azar azar gider
azar azar gelirim sana hep sana
bu kumarı oynayan çıkmaz âlemde
haydi korkma at zarı
atsan da mor gelir o zar sayılar yetmez
atmasanda baştan sona mor zaten
at haydi ortasına bağrımın
ölmezsin
***
KALBİMDEKİ NOT
elinde olmadan gelirsen bir gün
ben gittiğindeki yerde değilim
sen gidince epey durdum
bekledim
bekledim
sonra
ben de gittim
güvenemeyince
sana
hayır
gelirsen
boş çalma
diye
söylüyorum
maksadım üzmek değil seni
***
yağmurdan sonra
bir odanın ortasında
ortasından böler gibi hayatı
senin ve kumdan döşeğinin dış cephesinden
ölçülü bir aşkla kipirdeterek gözlerimi
döner giderim
bu senin sokaklarının ortasında
sığındığım kapıları özlerim sonra
kimler kim bilir nice kimlikler edindi
bu terk edilmiş evlerde
şimdi kimler kovulup duruyor kim bilir kapılarından
soruyorum
kiralıksa kalbi mahallenin talibim
köküne yetmez gücüm
böyle terk edilmiş ve bom boşsa
kiralıksa bir de
bana ayarla
orada uzun uzun uğrarım kırık mavilerin atlasına
ihmal etmeden her cumaları
çarşambaları ziyan etmeden hamasete
yalnızlığa uğrarım
perşembe sabahlarına uğrarım
sana uğrarım
sen de gel
elinde olsa da elinde olmadan gel
iç gel
ne doldurulduysa kadehine
***
kuş çıkmayacak şapka
gölge düştü alnımızın aydınlığına hocam
bizi incittiler
bizim nesil bilmez şapka çevirmeyi arkaya
biz hiç mecbur edilmedik secdeye şapkayla varmaya
eski günlerdeki gibi memurlar gelir mi evlerimize hocam
şapka olmayan evlerde akıtırlar mı göz yaşlarını
şapkasız babaları asarlar mı yine hocam
yoksa ‘’gerisin geriye dönenlerden’’ mi olacağız
on beş yılın emeği bin yılın umudu ne olacak hocam
bize bu narayı atacak kimsede yok önümüze durup hocam
dansöz olduk taktik diye diye
sahtekar olduk taklit diye diye
riyakar olduk hakikat diye diye
sen de gelmezsen artık
herkes döner geldiği yere
kimi şaraba
kimi aşka
kimi arşa
kimi makama
kimi şöhrete
bizi dükkana getiren sensin hocam
sen olmazsan dükkan değil toplantı olur cumalarımız
DÜŞ YAKASI
o düştüğünde düşmüş
kalemim
düşmüş
cadde
kenarları
asfalt yol
ortaları
bir de
geride kalanlar
düşmüş meğer
fark edememişim
tespih
tanelerinin ortasından geçen esvaplar
eski
sokakların çatısı yırtık evleri
ferhat’a
yaptığım kalemlik hatta
düşmüş
o düştüğünde
düşmüşüm ben de
serpilmiş
sonra kainata zerrelerim
benliğim
hayal
maceram
düşmüş
***
SECAAT
Türk çocuğu dua ile doğar
Hamasetle büyür
Cesaretle yaşar
Şehadetle ölür
Yürü yorgun olsan da ardına bakma savaşçı
Yolların açılır toprağın yumuşar korkma savaşçı
Attığın adımlar bin yıllık yankıdır susma savaşçı
Dört kıta da yedi iklim de hasret sana savaşçı
Ardından bozlaklar yakılsa da yılma ha sağlam dur
Körpe körpe yavrulara kol kanat ol kıyam dur
Ninelere dedelere umutsun sen selam dur
Himmetinin pahasını savurma ha savaşçı
Yüzyıllardır adın şanın bilinir ha unutma
Aslın neslin yücedendir çoğalt gitsin kurutma
Mazlumlara ordu yetir adaletten şaşırma
Zengini de fakiri de ayrı tutma savaşçı
Unutma…
Türk çocuğu dua ile doğar
Hamasetle büyür
Cesaretle yaşar
Şehadetle ölür
***
DOKTORUMUN ŞİİRİ
/çok bekledim baştabibim gelmedi/*
sancı
dünün bugünün yarının sancısı
bunca cömertliğine
varlık sancısı
kerpeten kulpunda çiçeklenen
yoz bakışlara sözüm yok
öteki ben değil de üzüm suyuna meylim
bendeki sen
doktor
sendeki ben hasta sadece
acılı doktor türküleri belli ki geride kaldı
****
gözlerinin içi gülüyordu
ta içinden gülüyordu gözleri
doktora değil de
bahçesine geldim güllerin
gördüğüm en güzel doktordu
iyileştim o gün
ağrımadı hiçbir yerim
verdiği ilaçları daha içmeden iyileştim
dimdik çıktım muayene odasından
şefkat dokunuşları içimde kıpır kıpır
hocamın ekmeği
kuru ekmek yiyoruz sanıyordum
dünyanın
taamını yedirirmiş hocam
yokluğunda
hiç doymadı aç karnımız
ne yesek
doymadı
yediğimiz
yemekten doyuyoruz sanıyordum
değilmiş
hocamın
ekmeğiymiş karnımızı doyuran
cuma
sonrası kutlu kapıda
dizilir erenler
caddeye
arada
kaynarız biz de
kimseye
gelin sizde denmez
gelen
gelir
gelmeyen
özlenir
hocam da
bu dem de gitti elazığa
acımızdan
duvarları kemirdik
bekledik
bekledik
öylece
günlerce
aylarca
bekledik
geldi
nihayet hocam
ekmeğimiz
de geldi şükür
karnımız
da doydu
gözümüz
de
gönlümüz
de doydu çok şükür
***
nâsırın düğünü
sâde ce düğündü
gösterişsiz israfsız
cangama yoktu
kimse kur’anı musikiye dönüştürüp
patlatmadı gırtlağını karşımızda
ayınlar yarılarak ikiye feryat etmedi
ilim ciklet değildi ağızlarda
bir stendapçı kapıp mikrofonu
ne kadar çok bildiğini çakmıyordu beynimize
zengin bir düğündü anlamca çok zengin
abartılmamış ikramlardan rahmet işliyordu cesetlerimize
ebubekir ordaydı
kızmıyordu ömer
az ve kararında hakkı haykıran defler
peygamberin müseade ettiği kadar ünledi
kimse incinmedi
kafası göçmedi kimsenin
bir zat : demekki kabede böyle oluyor düğünler dedi
sâde/ce düğündü
Müslüman düğünü
kâlû belâdan bir düğün
***
M. Raşit Küçükkürtül’ün Muharrem Cezbe Müstearıyla Neşrettiği
‘’OSMANLI TOKADINASIL ATILIR ’’ Adlı Eserine Dair
‘’Bıyığı
yenice terlemiş toraşan delikanlılar, kuru kuruya hamâset yaparsanız, gönül
incitir ve de pot kırıp çam devirirsiniz. …Be hey tembeller, insafa gelin,
memleketin kütüphaneleri sizi bekleyor. Bırakın nevzuhur ‘’cafe’’lerde laf
tokuşturmayı. Devletten, şundan bundan himmet beklemeyi terk edip milletiçün
ilim ve irfan tarikini tutun. Yudumladığınız çayı, kütüphane ve cami
etrafındaki çayhanelerde kıraat ettiğiniz eserlerin bahsiyle tatlandırın. … ‘’nasihatlarla
dolu şahbaz ve didaktik bir zekanın ürünü olan eser, Mostar Yayınlarından
çıkmış.
M. Raşit
Küçükkürtül’ün kendi kişiliğinden, kimliğinden ve şahsiyyetinden soyutlanarak
Muharrem Cezbe oluşundaki, iki yüz yıllık bir macera üzre, okuyucuyla birlikte
yolculuk yapmadaki ustalık Maşallah dedirtiyor. Muhayyile de beslenip, ilim ve
irfan ile şekillendirilerek, ironik ve tatlı bir üslupla ortaya konulan eser,
çok mühim bazı meselelerimize mizahi bir yaklaşımla mercek tutuyor. Okuyucuyu,
zaman zaman kulağının dibine attığı fiskeyle ayıltırken, zaman zaman da hak
edenlere şaklattığı Osmanlı Tokadıyla, okuyucunun yüreğini soğutuyor.
Şizofrenlikle
soyutlanma arasındaki inceliği iyi bilen muharrir, meseleleri karikatürize
etmedeki ustalığıyla da bambaşka bir eser ortaya koymuş. Yaklaşık iki yüz
yaşındaki bir bilgenin tecrübesi eserin her satırına yayılmış. Üstad Muharrem
Cezbenin davranışlarındaki ve konuşmalarındaki Osmanlılığı kelime kelime
terennüm ediyorsunuz. Hele de ‘’Muhterem Kâri’’ hitabı size beş bin yıllık bir
geleneğin evladı olduğunuzu ve bunun sorumluluğunda ve şuurunda yaşamanız
gerektiğini bir Osmanlı Tokadı şefkatiyle hatırlatıyor. Bu arada resmî
ideolojinin tarih diye dayadığı bazı vakıaların gerçek yüzüne küçük kapılar
aralayan eserde, edebiyatımızdan bazı simaların denîliklerini de apaçık
görüyorsunuz.
Kâdim
Türkçenin gücü, meselelere ironik bakıştaki ustalık, olayları karikatürize
edebilme yeteneği, kulağa küpe nasihatler, deyim ve tamlamaların yerli yerinde
kullanılmasındaki ustalık, bazı milli problemlerimize çözüm önerileri, Müslüman
Türk Kimliğimizi hatırlatma, uzun bir tarih aralığında okuyucuyu seyahat
ettirme, eserin bazı özelliklerinden.
Zaman
zaman ideolojik yaklaşımlara tesadüf etsek de eser, okuyucuya ilkeli ve
şahsiyetli bir hayat yaşamayı teklif ve tavsiye ediyor.
Geç
kalmadan bu eserle halleşin efendiler. Her yaş ve seviyenin istifade edeceği
bir eser. Evet Osmanlı Tokadı böyle de atılır.
***
geceye dolunay ikramı
Fotoğraf: M. Çağrı GÖKTÜRK
ay
dı
yüzü
mü ay dı
ay
yüzü müydü
biz
bilmedik
ışığında
ağırladı bizi
içimiz
aydınlandı
hocam
dı
ay
mı hocam
hocam
mı aydı
hüznünde
ağırladı bizi
biz
bilmedik
evinin
üstünde toplandık
başının
üstünde tuttu bizi
biz
bilmedik
inciri
yedik
üzümü
hetifledik
Ahmet
abi türkü çekiyordu kalemine
Ali
hocam hocam dı
hocam
Ali hocam
her
şey bir şey di
bir
şey her şey
biz
bilmedik
göl
şahit
ağaçlar
şahit
dağlar
düldülden beri şahit
yavşan
başkonuş
bir
de gönül dağı
hele
de hasan ağabey
karadereden
beri şahit tutuyordu çocukluğunu
biz
bilmedik
hocama
misafirdik
serhoştuk
hiç ayılmadık
***
KIRAAT
dündü
gölgendi yapraklar
sana mendil sallamak kaldı
halay başlarında
şaşı bakmak kaldı
kaldırım kenarlarından
kaldı ki bu senin yanılmalarının
bedelini birlikte ödüyorduk
yaşıyorduk
yorgunduk dünyaya düşmüştü yolumuz
ağlamaklı olmak yerine burada
bizim sandık her şeyi
zaman aldı
anladık bizim değilmiş
olsun
havamız yeter
***
hayatı televizyondan öğreniyoruz
önce
giyinir olduk filmlerdeki
kahramanlar
gibi
çatalı
sol elle tutmayı öğrendik
mübarek
sofralarımızda
sandalyeyle
oturduk bu başkalarının görgüsüydü
gördük
kendi
görgümüz oldu
olanlar
oldu kul olduk televizyona
sonra
makyaj malzemeleri ve parfümler gördük reklamlarda
vücudumuzun
en mahrem yerleri ekran kokar oldu
kokusu
hiç gelmedi ama bize
biz
kokuları tilki gibi alır olduk
piazzalara
attık kendimizi
oysa
lağım karışmışsa derede çimmezdik eskiden
nasıl
kıvırtacağımızı
düğünlerde
kıçlarımızı nasıl sallayacağımızı da öğrendik
yetmedi
bir kıza nasıl asılacağımızı
nakışlı
pervazlı pencerelerden ünümüze
mendiller
düşmez oldu bu yüzden
nasıl
el sallayacağımızı bile öğretti bize
yar
gurbete giderken
oysa
biz ölüme bile
sular
dökülerek uğurlanırdık ardımızdan
sonra
hırsızlıklar öğretti bize
çeşit
çeşit en organizesinden
biz
ekmek bile çalmaz aç yatardık
suç
işlemelerimiz bile değişti
yüz
elli çeşidini öğrettin cinayetin
tecavüzler
adam kaçırmalar
falanlar
filanlar
tam
istediğin gibi her şey
aslında
bunların önemi yok bir şekilde
idare
ederiz de televizyonabi en kötüsü sen
hurafeden
dinler öğrettin bize
hocaları
şarlatana
aydınları
stendapçıya dönderdin
erkek
gibi gülmeler
kız
gibi yürümeler girdi hayata
erkek
kıza kız erkeğe benzedi
sayende
öğrendik hayatı ama
gavur
müslümandan
müslüman
gavurdan ayrılmaz oldu
şimdi
hayatımız allak bullak sayende
olsun
biz böyle memnunuz ama
yoksa
her gün en az dört saat
huşu
içinde mallaşırmıyız karşında
***
karettanın ağıdı
yüz yıldır bu okyanusta kabuk büyüttüm
dehlizlerinde gecesinde gündüzünde
bir kabuk vardı sırtımda gezdirir
gezdirirdim
saklayıp yırtıcılardan
tenhada güneşlenirdim
arada sürüp mercanlara parlatır cilalardım
sonra son buldu maceram
ve ben öldüm
kıyıya vurdu cesedim
sevindim
sevindim
bir güzele tarak olacaktı şimdi kabuğum
aşığın aşk ile sunduğu sevgiliye sunduğu
sonra baş tacı belki bin yıl
baş tacı sevgilinin
tarayıp saçlarını bir bukleyle örtecekti saçının
kıyısında
sonra armağan torunlarına
armağan armağan
torundan toruna
kısmet değilmiş tespih oldum dervişe
her seferinde ardına atar beni bu şimdi dünya gibi
dervişin malı olmaz bilirim
muhtemelen kaybolur giderim
***
strest çarkı
/oğluma/
I.
üç çarpı bir beş etti
kendi gözümle gördüm
bir anne
üç çocuk ikisi kız
bir de ben
beş kişi çağın rüzgarına kıyam duruyoruz
bir birimize hediyeler alıyoruz bazıları sembolik
bazıları ironik
bazıları maksatlı
ateş yakıp ısınıyoruz
dağlardan kayıp
ayna tutuyoruz güneşe
yansımalar sosyolojik arıza
üç çarpı bir beş etti
hepsini öpüyorum her sabah akşam
böyle kafa tutuyorum
peşin kabulleriniz sizin olsun
ye iç yat inan
gelmiyor işime
II.
çevir çevir
çevir
hevesin geçsin ede
sonra geleceksin nasılsa tespihe
III.
aldım vallaha
ne yalan söleyeyim
hem de iki tane
birini oğluma kızıma diğerini
nasıl olsa alacaktım
mecbur alacaktım
elde edilmeden reddedilemezdi çünkü
çağın kanseri bu modernizmin el endezesi
tez dedim alıvereyim de
hevesleri geçsin çocukların
şükür geçti
ellerinde benim tespihler var şimdi
kötüsünden almıştım zaten
on dört liralık zararla çözdük işi
işe bak reddettiklerimiz de düşmüyor yakamızdan
koparmadan bir şeyler alın yazımızdan
***
İLTİFAT
/hasan ejderha'ya/
densizim
cahilim
hem edepsizim
kollarımda
çok adam bayıldı
bazıları
altına kaçırdı zihnimde
çok
direksiyon salladım bu yolda abi
hepsi
takma diş çıktı
ağzımdakilerin
fayda yok
sıcak
olsa da ekmeğim
ben gene
soğutup yemeliyim
yoksa
dişlerim
takma
dişlerim ekmeğimi
öğütürler
ellemeden ben
sövüyorum
ben de her fırsatta
olur
olmaza değil hak edenlere
söylediklerini
unutan et kemiklerine
dişlerim
aç köpek sürüsü
kendim
taktım elimle hepsini
arı
kovanı takma
hem
edepsiz
hem
cahilim
densizim
en önemlisi
kaçırma
gözlerini
ahmetabi mızrabı içeri değil
dışarı atacağız bu gece
erenlik dozu düşük
alplık dozu yüksek Türküler
çalacağız
medeniyet coğrafyamızdan
ülkendeki kuşlara haber salacağız
künde künde vuracağız boynuna
gaiblerden gelen sesin
Celal Oğlanın acısına değil de
Drama mapusundaki Hasanın
trajedisine yanacağız
ağlayacak
ağlayacağız iç gözümüzle
vecd fazlası olursa korkma
tutar çıkarırım hafif meşrep bir Türküyle
itidal tavsiye etmek değil
seni itidale çekmek bunun adı
dalgalı deniz gibi abi
sonra bin miligram daha
Ziyaya ağlamayacağız bu gece abi
efelerle zikredeceğiz
araya girenlere abi
kol kanat gereceğiz
öfkelenmek yok abi
herkes Türk’ü dinlemeyi bilecek
diye bir şey yok
kafasını koparırız bu sefer
dinlemezlerse Türk’ü dinlemesinler bakalım
bu şehir Cuma günü yazıldı sana
bana Cuma günü açıldı kapılarını
saçıldı defterler ortaya yine
her Cuma böyle değil mi
işimize de böyle gelmez mi zaten
yakalım mı ezberleri ne dersin
bu gece dinamitler senden
kor ateşler benden
nihilizm de kapıya geldi madem
bir ıbrık Türkü daha akıtalım kalplere
haftayı temize çektik yine abi
maişet savaşımızdan geriye bu gece kaldı
aldı sel oldu sel aldı
ateş çemberlerimizi
gece sana
gündüz bana kaldı
bakalım senin yolundan çekilenler
benim yolumdan da çekilecekler mi
kahinler mısralarıma sövecekler mi
neyse gene de birkaç mızrap da
içeri atalım
sen seversin Sivası
Sivastan Memduh Hocamı
Muhsin Başkana sayarsın
İdeolojiler de bitti be abi
ne dersin
gel biz de bir umre yapalım
inad etme bu daha iyi
alsan da iyi kırmızı gülü satsan da
tartsan belki yetmez bizim okka
ehli
gülü ancak gülle tartabilmiş
gülü güle tutmuş
ne yapsa güle bakmış
kırmızı güle sormuş her işi
gönül aynasını gülle parlatmış
burada kesmek zorundayım abi
girenler oldu araya
hani bir Türkü mırıldanmaya başlarsın da
yanındaki hemen daha yüksek bir sesle
başka bir şarkı söyler ya
arkadaşların da
bir şeyler yazacağı tuttu abi
Allahtan bu gdhen var da abi
Allah var iyi çocuklar
ağızları da cıvık iyi ki
yoksa
kim sızdıracak abi sana aleyhi
bu Cuma da doldu vaktimiz abi
senin daha iki saatin var
benim ki buraya kadar
kaşlarımız çatıldı bak
mızrabı dışarı vurunca
Türk’ü
zorla dinletiriz demiştim abi yeter sesimiz
bin yıl daha söyleriz
bak hepsi nasıl dinledi
bana müseade
geceniz hayrolsun
***
BEŞİNCİ SES
sessizlik
sensizlik değil ama
gök gibi
apaçık…
***
tuhaf astar (ters ve tuhaf şiir)
bin yıl daha beklerim
kan kokun etrafı sardı bu senin ayak
seslerin
geliyorsun eserim artışına
kahinler bilmez bana sor
tam da hasretim ayılmalara
öykülerde sabahlamışsın belli
demir kollu yaylı göl başı kanatlıları
cuma rüzgarı deseni dizelerin
cefası bir ömür omuzların
atlı karınca kumbarası
menekşelerin hasta
okunmamış bir dolu kitap
klanlar duymasın arındığını akrebin
bin yıl daha beklerim desemde inanma
ben beklesem sen dayanamazsın
ezbere bekliyorum
ezbere gülüyor
ezbere üşüyorum
bilmesem geleceğini
kendi öz ellerimle binerim atına
cana minnet
***
KABAK TADI
kapım hep açık
çık gel çekinme
ama ben
gelemem bağlıdır ayağım cesaretimi böyle sınama
sen gel el gülsün elleme sen de gül gel de
ben de güleyim gülsün bize el de gülsün elleme
çay geldi kalbim
geldi gözlerin sen geldin
ben güldüm
el gülse de gül sen de
geldi çay iç bir yudum al sen de
bak ……
bu iki kişilik bir menkıbe
bir sana bir bana
öyle gizli gizli baktığını görmüyorum zannetme
ben de bakıyorum bunu bilsen de bilmesen de
üzsem de ben zinhar üzülme gül yine örselenme
korku ve endişenin esir aldığı toplumlarda
gayet normal bu durum
güncelin siyaseti
reel politik bir de
bunlar değil de asıl mesele
aydını ideolojide
akademisyeni siyasette görünce …
sen bu tarafına bakma gene de
bir su kenarında oturalım biz
el ele göz göze diz dize
ben de güleyim sen de gül gülsün bize eller de
***
DÖRDÜNCÜ SES
seni anlatmak zordu
şiiri seçtim
kırmızı ve yeşilin körüyüm
renk körüyüm
tıp böyle diyor
aslında görebiliyorum her rengi
beyaz en sevdiğim
seninki mor biliyorum
yanılıyor olabilirim
olabilir sorun değil
seni anlamak zordu
müziği seçtim
şimdi her sesin sen olduğunu görüyorum
evet görüyorum
her duyduğum sestesin sesin ne güzel
sessizlikse en güzel besten
seni her sesten tenzih ederim
her sessizlikten tenzih ederim seni
bana yolumu göster
senin sevdiğin
istediğin yolu göster
dikenli de olsa olur
senin dikenlerini gül diye saplarım kalbime
***
NALSIZ ATLAR
bir rüyada atlar etrafımı sarıyordu
cami önlerinde çoğul hegomonyalar
yelelerin ıhlamur kokusu
gözleri sevda çalıyordu
bütün yükünü ağıtların
sabahaca savuruyorlardı
toynaklarında geçmiş zaman izleri
seslerinde asırlık yankılar
sola dönünce yüz azdırıyorlardı
sağa dönünce iz
aşk kişniyordu haykırışları
her renktendiler
kırmızı sarı yeşil hatta
mor olanını hiç hayal etmemiştim ama
nalsızdılar
hiçbir ustaya uğramamıştı ayakları
ne hatırlarını soran vardı
ne tırnaklarını tımar eden
bir grup yularsız attılar.
sarmışlardı etrafımı
çömlekler havada
mazgallar manzara yanığı
mor bulutlardan çitlembikler
yağıyordu yelelerine
beyaz çitlembik
yeleleri ıhlamur kokuyordu
öyle hâmasî bir rüya değildi
kıtalar arası naralar yoktu
sakin, sade bir rüyaydı
heyecanlıydı ama atlar
nefes nefese mecnun rüyası soluyorlardı
bu öylesine bir rüya gibi görünüyordu
akşamı olmayan
sabaha doymayan bir rüya
sonra uyandım evet
her rüyadan uyandığım efkarla
ülkemde kara bulutlar
ülkemin ufukları kuşatma altında
Allah’tan atlar güzeldi
mor yeleli ukalaydı biraz ama
o da öyle güzeldi.
***
ÜÇÜNCÜ SES
illa bilmeli miyim seni
evet bilmeliyim
seni bidiğimi bilerek
ya da bilmeyerek
seni bilip bilmediğimi bilmek bana değil
sana gerek
benim meselem seni bellemek
evet öyle
başka meselem yok
***
CİRİT
/memduh atalay’a/
özgür dünlerden
hür yarınlara taşınacak
gençliğimiz sırtında şair
karanlık kör kuyulara atılmış gönüller
aydınlık düzlüklere kavuşacak ellerinde
ellerin Ergenekon destanı
sesini iyi akord etmelisin
her vuruşunda külüngü kalplere
menkıbeler
sonra her kulun
kendi menkıbesi
***
İKİNCİ SES
ses demir
kalp demir
aşk demir sen merhametin
ta kendisi
seni insanların tanrı edindiklerinden de ayıran bu
sen merhametsin merhametin ta kendisi
para gaddar
makam acımasız
kadın âfet
şöhret kirli
bir taayyün önce hiç idim âlemi bilmez idim
bir tenezzül sonra âlem oldum
âlem ben oldu bende doğdu
seni taşır sana taşınır oldum
tut alnımdan iki elinle tut bırakma
ister kıldan ince olsun
ister kılıçtan keskin farketmez
bin yıl da fazladan yürürüm yeter ki vardığım ol
sana gelemezsem o kötü
yardımın gerek
bu sesler bu alın yazısı sesleri
bu duyduğum duymadığım besteler
akıl
kalp
ruh
bildiğim bilmediğim her ses
şarkını söyler elleme
seni söyler sana söyler sen beğensen yeter
sana âşık olmak eşya kârı
aşk olup yok olmak insana düşer yol göster
bu sesler bu ikinci ses
adını söyler
adın ki sığmaz üç boyuta
adın ki en ağır hediye dağ kaçar taş korkar
şımarıklığıma say ben taşırım zayıfım evet
ben gayret edeyim
sen yardım et
hele ki merhametin olmasa
bu ne cüret evet öyle
bu bir seni anlama cüreti hoş gör
adın ki kalbimde çıkar açığa
adına mihmandar olmak kalbime düşer
tut kalbimi bırakma
merhamet sana düşer
***
güz yorgunu
güz yorar beni
söz yorar
erken dönem yırtıcıların çağdaşlıkları
orta çağ masalları bir de çıkmazların
yorar beni
güz yorar
gündüz yorar beni
sonra sen gelirsin ılık bir bahar gibi
hararetim diner
bu sefer aşk yorar beni
sonrası zaten kış
***
GDH ŞİİRİ
geçer sanıyordum
bu böyle büyürmüş her geçen gün
21:47
çay tütün ve aşk
aşk sihirli bir iksir
adamı dinamik tutar
yar bana bir eğlence
yara bir eğlence ben
aşk susar
duvar konuşur
evet konuşur duvar
ve savrulur saçları yarin rüyada
işte budur bundan gayrısı
muhayile
sabret
alidost yaktı bu ateşi
ve ateş
alın teri yalnızlığı
***
alidost ateşiyle yanıp
şiir yazar
bir de deli gibi söverim
Delimurat gibi çeker tespihi
Ferhat gibi yanar
Mehmet gibi okurum
Hacahmet gibi çay içer
Bekir gibi bakar
Süleyman gibi sinirlenir
Akif olur akarım caddelerinize lan
Ufukta bulunca yâri yer gök titrer
Metinle çıkarız gurbetten
Ahmetle süreriz demir atları ard arda geceye
Davuda selam veririz yollarda
ehliyet ruhsat lütfen
tanımadın mı bizi ede
sonra mutedil bir sima
semerkant sürmelisi Raşit
alır bizi rüyadan
geceyi gündüz gibi yor
hayrola erenler
ve ateş
alın teri yalnızlığı
alidost yaktı
suçum yok benim
***
birinci ses
çağlar ötesinden sesleniyorum sana
bu bildiğin isyanlardan değil
bu bir isyan da değil aslında
serzeniş hiç değil
yakarış belki
belki yalvarış
dört kıta yedi iklim haykırıyor adını
gördüğüm göremediğim her şeyde resmin
ya ses ver sesime kırılsın aynalar
ya çağrıma kulak ver al ellerimi
daha bir bağırıyorum şimdi elaya çaldı gözlerim
iç sesim henüz la’yı geçemedi inâyet et
açılın perdeler
daha bir beterim
yandığım sensin
geldiğim sen
gittiğim senin sesin
gurbet gurbet çoğalarak düştüm haritalarına
asırlarına
satırlarına
gecelerine sığmaz oldu kalbim
serseri bir kilimim
desen desen özlemlerinim
her renkte bir âlem eşkâllerinim
mor deme sakın
bak onu
ezbere bilirim
***
fıstık ağacı
adam ya şalvarı yitirmiş
ya kolundaki kartalı
bulduğu aşk değil belli ki
zira aşk yakar
gök çöker
yer kalkardı bulsaydı
aşkın kendisi olurdu bulsaydı adam
aşk olurdu
toz olurdu
yok olurdu
olmadı
adamın asabı oldukça bozuk olmalı
yalancılardan
sahtekarlardan
hokkabazlardan
en çok da
ağzından çıkanları ..çından çıkanla
karıştıranlardan
çok çekmiş belli ki
adamın kaşları yerden yukarda duruyor
ya kınında kılıcı yok
ya baş kumandanı ordusunun
zira narası yarardı geceyi
adam durmalı oysa
her daim durulurken durduğuna
kıyam durmalı
adam yorum yapmaz oldu artık
ya hiçbir şey bilmiyor
ya anladı hakikati
ya da bildikleri yetmiyor yanıldıklarına
durma sen al voltanı yabancı
adamın gözü başka şeyde bu sefer
***
SIĞINAK
kızımı banyo yaptırıyorum
saçlarını kuruttuktan sonra
koşuyor odada bir oraya bir buraya
babacım saçlarım uçuyooo
diyor sonra getirip koklatıyor bana
mis gibi oldum değil mi baba
diyor bu sefer
mis gibi kokuyor saçların desene baba!
evet kızım tamam
mis gibi kokuyor saçların
sonra geceyi bekliyorum
gece
ağlayan erkeklerin de sığınağı
bu gece de baskın var demek oluyor bu
kızım
ne kadar babasız kız çocuğu varsa
yığacak kapıma demek oluyor bu
***
ŞİMDİKİ ZAMAN KANAMALARI
yanlış anlama aşkın ta kendisi bu benimkisi
renk değiştirdim çarmıha çıkarken çünkü
cennet bakan gözlerde sevdayı ararken
sen kokulu çöl kartalı getirdi ellerinden
ellerin değdi
sen çakıl toplardın o sıra
benine ateş sarardı ta benin
seni çok övdüm kirli ağızlarımla ağrılarımla
sevdaya çağırdım kaç kere
gelmedin
ten değiştirdim toprağa sıçrarken
‘’at değiştirdim dere geçerken’’
gözlerin değişse ne ki
görmezden gelip yönünü dönsen ne ki
can değiştirdim dünyaya gelirken
alışkınım
çekiç çalardın örslere o sıra sen
altında ben çekicin
sırma saçlarını fırlatırdın geceye
okun ucunda bağrım
o sıra sen yirmili yaşlarda
güven tazelerdin güzelliğine
kırklı yaşlar başka
‘’günaydın çocuklar’’diyen öğretmene
çelme takardım
çocuktum daha
aleme bakıp bir daha bakıp bir daha bir daha
gül değiştirdim
şimdi kırmızıyı seçiyorum
aşk da kırmızıyı seçerdi
seçmiş
durup dururken ‘’neyin peşindesin’’ dedin
sen dedim
duydun
şimdi sorsan gene sen derim
hep sen
çocuk da değilim aklım yetiyor artık
sen derken titreyip kan değiştirdim
şimdi kırmızı
daha vakit varsa beklerim
amma gel dersen yüzüm karadır benim
keşke desen gel diye
usandım beklemekten
ya da sen gelsen keşke
seni bir kez görmüş olmak için yaşıyor olsam dahi
boşa yaşamış sayılmam
gördüm
buna değdi
hemde bin kere değdi
***
ÇANTA
yüzünü dönerken benden
yüzünü döndüğün yerde ellerim
kaçarken ellerimden kaçtığın benim
bu yerlerde kaçılır benden
bu yerlerde bana kaçılır
kaçan da kaçılan da bendir
bendedir
ne günah ararsan
bendedir
neyse mevzu bu değil
çanta mevzusu
çanta
çantalar
gençlerle rakamlar arasından
geçerek duman gibi
salvolar vurup modernizme
yani fermuar oluyoruz
sonra odalarına doluyoruz çantaların
bilmem kaç çanta olup sonra
hamalı oluyoruz çanta sahibinin
bilmem kaç çanta sonra
bir çanta
içinden ne çıkar sence
bence bir mecmua
bin yıllık bir mecmua belki
Ferhat’ın taşıma tarifine bir göz atalım:
“bak
bu çanata şöyle taşınır abi;
al
kolunun altına
el
böyle bak
göğüste
tutacaksın
karnını
içerde tutacaksın
sorumluluklarını
üstünden atıp
çıkmışlar
gibi işin içinden
mağrur
ve sahte…”
bence manyaklık
bu suniliğin bir üfürük ömrü var
ama bir olduğumuz çanta öyle değil
hakikat var içinde
asalet sızıyor tahtalara
kalburlar gem ısırıyor
etraf pür dikkat
şölen var bayramdan bu güne
avuçlarımız açıldı mavi renkli kan
sıra sende peşin para aldık bu işe
vermeliyiz kendimizi ömrümüz
uzun nasılsa
upuzun ömrümüz
ölüm yok nasılsa (!)
haşa, sümme haşa
***
SOFRA / Fazlı
BAYRAM
denizlere yağmur
gibi eller damlar geceden
topuz yapıp
iklimleri bağla bu sefer saçlarınca
biz harcandık
kemiksiz etler misali
kuru bir havanda
sen bari sesimize
gelen hurmalardan
kaç kurtul
öptüm o güzel
gidişini ardından
bana masallar
anlatan ayak izlerini de
bak buna aldırma
bir ilyada destanı
değil bu bizimkisi
***
kuruldu şimdi
sofradaki baş köşeye
ırmaklar gibi
çağıldayan göz yaşları
aynı çığlık hep
bir ağızdan bu sefer
baba diye biri
vardı hanede
verdiler toprağa
rüzgar yılgını
yüzlere yansıyan başka bu sefer
***
sana bir lale
kopardım
yaban atlarının
ensesinden
kopardım
getiremedim
***
SIRÂT
/Vahdet
Saygılı’ya yine/
babasız kız çocuğu nedir bilir misin abi
bir babasız kız çocuğu
çocuk
kız
babasız
babasız kız çocuğu
büyüyüp nasılsa meydana gelecek
dönüp arkasına avcılara sövecek
***
bir demlik çayım var
balkondayım
havalandırılmış bir tabaka tütün
tütünle birlik olup çay
biri yakarken biri söndürecek hüznümü
çay benzine dönüyor bazen ama
ama insaflı genelde
genelde söndürüyor yangını
***
ağlamak için şiire gerek var mı ki abi
sanırım ağlanabilir her şey yüzünden
her şey için ağlanabilir sanırım
ağlanabilir
ağlayalım şimdi biraz daha
hadi sinemaya gidelim gibi oldu
olsun
böyle karşı duralım nihilizme
ya da böyle katılalım
birer çizik de bizden olsun
şimdi dur bak kıt aklımla
ilk defa aşkı tarif etmeye cüret edeceğim
diyeceğim ki:
‘sevdiğin şey de yok olmanın adıdır aşk’
ne dersin diyeyim mi?
damdan düşer gibi
şimşek çakar gibi
gülesim geldi bak bu sefer
ney de yok olursan ol
aslında yok olduğun O değil mi
nasıl yok olunur ki öyleyse abi
varlık sancısı mı bu sence
yok olmadan nasıl var olunur ki
olunur mu?
***
sızım sızım sızlayan yaprakların damarlarına
damar damar sair abonelikler
yer kürenin etrafı tok göklere sümbül döşemeye
lüzum yok ağrılı acılık kar cellatlarının
merhametine
kan sunmaya
kızını toprağa gömmüş bir baba olacak
olmuş olacak bir tahammül
kimde var abi ama affoldu biliyorsun
kız çocukları babasız
kınalarını kime gösterecek arife günü
ya babalar
sakallarını kim silecek toprağa bulaşınca
kan durdu damarda
kalp söndü
babalar kimsesiz kaldı bu sefer
***
DARAĞACI
/vahdet saygılı’ya/
elli metre olurdu abi
şiirin
müsadeyi önce verseydin
güller açmadan koparılmadı ama abi
açtı
koparıldı
gazeteye bilerek sarıldı
ben kağıdı
sen güllere gibi
çözüldü sonra bağı dizlerimin
kalbin ve aklın secde edişini öğrendim senden
sınırlarımda çatlak
***
üç nefer bir siper
sipere giren kurtulacak
her halde üçümüz de
ölüm yazardık kendi ellerimizle bahtımıza
***
getirdiğin her mecmua bir alem abi
mezarlıklar hayat kusuyor
sen hemen de yeter diye
biri bit meden soruların
biri başlıyor
evet
tuz gölünün kıyısına
sürülmeden önce yürümüşüz
cam kırıklarının üstünde
yalın ayak
ve her ırmak bir yüzünü senin gözünden akıyor
öbür yüzünü benim kalbime
bu kalbi varya abi
günlük kesiyorum
baltayla tahrayla
gürzle eziyorum kimi zaman
sonra yıkayıp tuzlu suyla
aklın çukurlarına salıyorum
her çukur bir girdap
bu aralar motorda yok ki kafamın içinde
kaçalım dağlara atlayıp cümle başlarında
***
üç nefer bir mızrak
akıl ruh kalp ve mızrak
kapan kurtulacak
kesin bu sefer ölüm
saplardık bağrımıza üçümüzde
***
laleler gül açtı bu yıl deseler
nasıl diyecek mecalim yok
getir üç nüsha mazeret izni de
kâlû belâdan kalma
kehribar birer de tespih
rahat yürüyelim tuzlu yollarda
nasılsa kalbimizde kesik
ayaklarımız kan içinde olsa ne ki
yürürüz
yürümüyormuyuz
***
dördüncü denklem:
bu da eklem yerlerinde patlamaları aklın
her yolu deneyince sığınılan sundurma
müsadenle abi gideyim
belki yar beni bekler
***SEVİNEN CEHENNEM
kırk katıra da
kırk satıra da
alışmıştım hangarlarda
kırdılar kalemimi
durum ciddi bu sefer
bir celsede hal
oldum çaldılar yere
ayın yüzü düştü
çayıma kır kilidi
çekilmenin
vaktidir göllerden
gölgelerden mevsim
gibi sen gibi
ve çöllerden
yaz gibi
yar gibi
el gibi
iftiralar aldı
başını kırdılar kalemimi
kadınlar ayyaş
kocalarını saldılar nehre
gönüllerinde bir
ömre bedel sevdalar
maymunlar ve
çingeneler şehre yayıldı
yoğun günlerde
çekilen kağnı süngerleri
ve kalem kırıldı
kan gibi saçıldı
caddeye mürekkep
yalnızlık
kuşanılası bir kılıç
asılı duvarda iki
yanı keskin
gülce susup ölümce
hecelenesi sualler
sabır taşı yerine
tohum
sıçramış ezberden
hallice saçılmış damlalar
kan damlaları
ayran masalları
kırık bir boyunla
dar ağacında sallanan
meczup bir ceset
oldu mecmuam
şimdi sevin
cehennem
***
DAĞLAMA
/h.ahmet
eralpe/
cilalı taş yontma taş
bir de kuş devri olsun
kırlangıç mesela
ben pek sevmem ama
madem sen seviyorsun
olsun
sen sevdinmi dağları titretirsin
bir de kuş devri olsun
oldu
kırlangıç oldu
bu devirde
hani kuş devri demiştik
gözler şaşı bakarmış
şöhreti buldumu düzgün
bu devirde
kimseler aramazmış harmanda iğneyi
tarlalar üzgün
pınarlar turfanda
hadi konuşalım şurada bir
tütün içip sarılıp duralım
sarılıp sarılıp duralım
deli sansınlar
***
KOKU
/hasan özsoy’a/
bir parça bezle dağladın
beni hasan
Medine kokulu
Medeniyet kokulu
bin yılımı dağladın bin
yıllık kokuyla
hangi güllerden çağırdın
hangi gönülden
hangi hüzünden aldın bu
bezi hasan
Medine’den Medeniyete
beşeriyetten âdemiyete
nasıl bir kokudur bu hasan
bin bahar var içinde
daha kimler var içinde
kime gitti kimden geldi bu
koku hasan
gafil avladın yaktın beni
hasan
hasan:
bir yiğit
ismiyle müsemma
yüreği okyanuslara gark
olmuş bir nefer
nur yüzlü bir ırmak
talebe-i sadık
ömrün bereketli
bahtın güzel olsun hasan
KAPANIK KONU
öyle işte
köpek gibi
kendi ayağımla geldiğime
bakma
sen gelirsen kaçarım
arkama bakmadan
elveda çağlara duvar ören
sır dolu kumbara
çaresi yok
kağıt
masal
böyle uzar bu böyle azar
bana bir borcun var vazgeçmem
cüzzam çağırıp saçlarının
yorgunluğuna
yeşil kürk ezberlerine
çıkıp haykırmak neden
ciplerin lastiklerine
kapat konuyu
sıçratma aklımı
ve konu kapanmaz
ikinci kapanık konu
pırıl pırıl gözlerin
rüzgâr sonrası açılan gök
gibi
***
MAĞARA TURLARI
içimdeki yalnızlığa doğru kaçıyorum
kır çiçeklerinden
senden bile
bile bile
kaçtığım
ayaklarım çeker beni dar
yerlere
gönlüm sende
ne aşklar gördü dünya
benimki ne ki
olmuyor
mağara iyi kaçtığım
kendi yalnızlığıma ağıt
evet
ülkenden ne haber
yorgun musun
otuz yedisi kana bulandı
fidanların
suluyordun sen onları
akşam sabah
yansın
çimenler de yansın kül
olsun bu gün
güller de
karşımda ilkbahara düşme
sakın
mutlu bahtiyar
gülme
otuz yedisi toprak şimdi
hem de toprak için
celse dört karanlığı
bu kadar celse sonra yetiş
yetiş mağaramdaki
zenginlik
kaçtığım senin yalnızlığın
tarla gibi sürdün
hastaneleri
evlerde bomba
evlerde bir kara bulut
evler üst üste yan yana
Asr-ı Saadette tutulan saf
evler
evler ne oldu
evlerde çocuklar
evlerde bahçe keserleri
birden gök çöktü
çamur içti eyvanlar eyvah
yetiş mağara
ne ölümler öldüm çöz
ayaklarımdan
namert tüketti saf saf
evlerimizi
uykum aramda
düşünürken çarptığım düşü
evlerimiz kuş tüyü
evlerimiz
düştü kendi damından
gözüm hep yolda
ülkemin ayak sesleri
***
CENNET KOKULU KAMÇI
M.Akif ŞEN’e
çingene çocukları gibiyim
yanında
yanlış anlaşılmasın
memnunum bundan
uzuvlarım uçurtma uçurtma
sonbahar açıyor
daha bir akıyorum içime
gözlerine bakarken
bağrına basınca bağrımı
sıkı sıkı sarınca her sabah
daha bir doğuyorum her dem
yeniden doğar gibi
gökyüzü usandı elimden ama
olsun
dolunayın hoşuna gidiyor
iltifat
bu gün bütün cesaretini
toplayıp
baktı gözlerime ve bildiği
ne varsa konuştu
bu dile yabancıyım
tevil et bunu Akif abi
yoksa ne anlarım
köpürt köpürtebildiğin
kadar
sonra bir satır su dök abi
bağrıma
***
gel ey günah kamçısı şak
diye şakı böğrümde
akşam oldu hesap zamanı
nasılsa utuzdum yine
‘’her günümü yüz bin zarar
yazmışlar’’ diyor
kızma zararım bir milyon
diye
***
sıra ahenkli bir masala
gelince
yatırıp başımı dizlerine
bir demet
daha bir dönüyor içinde
başımın dünya
çift silindirli motorun
kendisi başım şimdi
bir tek
bir çift
pılım pım pılım pım pım
pılım…
***
ben anadan doğma duçarım
bu derde
yıllarca sürünen sürüm
sürüm sürünen
her yapraktan tadım tadım
tadan
tırtıl gibi
kozana geldim
sarmalamayacak mısın artık
ya bu dereye su çevir
arınalım
ya da göz yaşlarımla
yıkarım günahlarını
***
güneşi karartan bendim Akif
abi
hem de gözlerinin içine
baka baka
gündüzü yok eden benim
suları geceden akıtıp
israf eden
biliyorsun artık
ben de biliyorum sende
dermanım
yaralarıma merhem yerine
tuz düştü bahtiyarım
yarim memnun
ben memnunum
herkes memnun abi
kiralık cennet var mı
bildiğin
altından ırmaklar akmasa
da olur
“öyle cennet mi olur yav!”
deme
Tanrıyla arası iyi olan
birini bul hele
torpil yapsın diye
sen ırmaklı istersin
bilirim
ırmaklısı pahalı olur abi
bak gene oraya geldi mevzu
gördün mü
hani şu benim kendi
ellerimle
getirip getirip yoluma
koyduğum
engelli koşu mu koşuyorsun
birader deme
gücü yeten yetene nasılsa
dünya burası
sahi nedir abi güç
göç göç olup dizilirken
yollara
külüngü kayalara vururken
Ferhat
çöllerde deli deli
delirirken Mecnun
payımıza düşen
düşünce çılgınlığından
aylardan ve yıllardan beri
bir kör düğüm kör bıçakla
kesilesi
ya bu düğüme bir pençe vur
ya da kor gözlerinle
tutturduğun ağıdı ben ağlarım
***
şık şık şık şık
ve dillenir tespih
ve bir derviş meylettiği
dünyalık yüzünden
cezalandırır kendi kendini
ceza mı evet
cesedine ceza
ruhuna yetmiş bin mavzer
mermisi
sevinmedim diyemem namına
ama ciğerim yandı Akif abi.
macera üzre ten dolaşan
kan
gittiğindeki gibi değil
eşgalim
değişti her şey
katmanların kırk kellesi
bin beş yüz oldu yaram
kollarım kerbela
ve ateş
sonbahara bakan ilk yüzü
rüyanın
Afşin’deydik bu rüya bir
bakıma
her cesede can verirken
aldı içine ellerimi
saçlarının dünyaya aktığı
yerde tam da burada
satırlar arası sırların
sıradan durduğu sırada
kaş göz işaretiyle
rastgele söverek
***
rüya değil gerçek
gerçek değil yüz bin çeşit
göz
mutlaka sarısından ve
ehven
zavallı ilkbahar köşeleri
bendeki sıra kimin narası
sendeki kutsal tütüne
methiye
çünkü ölümlüyüm
cellat
bu düğünü
benimle bekler başımda
UYKU NEGROFİLİSİ
sabah erken kalkacağım uyuyabilirsem eğer
baskınına uğramazsa billur
gözlerinin yattığım yer
bir ordu Hacahmet
dayanmazsa
ortasında gecenin ah diye
ah bir ataş ver diye
verdiğim ataşla yangın
çıkarsın diye
erken kalkacağım
seni görüp rüyamda uyanıp
ortasında
ağlamazsam gecenin
kızım uyanıp
babasız kız çocuklarıyla
gelmezse baş ucuma
babasız kız çocukları kimi
alacak geceden
uyanamazsam onların
ağıdına
erken uyu erken uyan
dememişler mi
erken uyanacağım ben de
uyuyabilirsem
geceye ince ince kokunu
salmazsan
hüznünü yığmazsan getirip
göğsümün üstüne
adımı fısıldamazsan
kulağıma
getirmediğim mor ve beyaz
çiçekleri
çivilemezsen tavana
erken uyuyacağım
uyanmak için erkenden
derken…
erken kalkmanın en iyi
yolu
hiç uyumamak gibime geldi
zaten yarıdan fazlası
gitti gecenin
bu sevinçle de uyunmazdı
her halde
imreniyorum bazen Ahmet
abinin dolmacılarına
onlar yatsıdan sonra
uyurmuş
öyle der baba elit
sen gene de çekme billur
gözlerini geceden
erken kalkmak mesele değil
hem hacahmet de gücenir
telefonu duymazsam
***
RUHSUZ KURDELE
RUHSUZ KURDELE
kurtlar ısırıyordu bir
rüyada ruhumu
dağlar arşın arşın
yükselirken
yerler fersah fersah
uzaklaşıyordu boşluğa
mendil sallıyordum
etrafımdaki yolculara
ağzımda kuduz salyaları
sövüyordum
lokma lokma boğazımda
inliyordu
akrebin bağdaş kurduğu
saraylar
yüz bin asır sanki asker
asker
süslüyordu perdeleri
kaldır örtüyü
sıyrılıyordu uyuyan bir
ordu sisten
masal kahramanları dev
cüce ne varsa
şirin kalemlerde
zambaklaşan korkular
göç ediyordu kerpiç
evlerin damında
sırlar sarıyordu
aydınlığın iç yüzünü
katil balyoz
ten değiştiren urgan
kan trenine biniyordu
bulut ve dünya
düş yakamdan namert
usandım elinden
***
BİZE NE OLDU?
bize ne oldu cesetlerimiz yağmur gibi yağar oldu göklerden
sokaklarımızda kan ve
barut kokusu
babalar yolunu yitirdi
dükkanlarının
bize ne oldu çocuklarımız
donar oldu kamplarda
evlerimiz bomba bomba ayaz
oldu bize ne oldu
pencerelerimize
yusufçuklar yuva yapmaz
kapılarımızda balyoz sesi
bize ne oldu
hangi milletteniz dinimiz
kaç çeşit bize ne oldu
bu silah sesleri bu göz
yaşları
savaş mı var hangi küffarı
yok ettik
sancağın bir değil miydi
bize ne oldu
parça parçayız komşular el
oldu bize ne oldu
al yanaklı al yazmalı ay
yıldız utanır oldu bize ne oldu
gün tutuldu göklerimiz
kapkara
nasıl kapanacak
kalplerimizdeki yara
bir doğum sancısı değilse
yandık kül olduk
bize ne oldu baharımız güz
gülümüz çemen gene
YANIK KOKUSU
1.
resim
Türklere sığınmak
isteyenlerin tercümanı
…
odada yanık kokusu
geceye kalanlar gece
kalanlar
yanı yönü yara yanalar
ve resim
Türklere sığınmak
isteyenlerin tercümanı
2.
niye bu zorbalık erenler
ben de olsam Türklere
sığınırdım Tanrıdan sonra
Türklük dediysek:
Bin yıllık misyondur
kastımız
Bin yıllık misyonun adıdır
Türklük
geceniz aydın olsun
kırlarınız mor lale
3.
iç ses
ve resim
ve insan
aramızda sen de varsın
sesin cızırtılı gelmiyor
artık
geceye mum olup akmalı
bugün
Muhsînî bir hüzünle
coşmalı bu gün
bayramdan bayrama koşmalı
bu gün
bakarsın öbür gün gelemem
kul olup sabaha çıkmalı bu
gün
4.
her günaha yakınım senden
ne haber
ipine sarıldım bırakma beni
beton şehirler eşrafı gibi
ardından bakakalıyorum ya ben de
sonra mavi gözlerini
bayıltıp daldırıyorsun ya kalbime
monaterist bir ifadenin
kahrıyla yanıyorum böyle olunca
bu işte bir incelik mi var
sence
şu karşımda duran saklı
adam
hemen yanındaki patlıcan
burunlu düşük omuzlu biri daha
patlıcan burun dediysem
hor gördüğümden değil
anlaşılmaz belki diye
tarif edişim
o ikisi gibiyim aynı
yılgın ve vatandaş
niye delip delip
duruyorsun deli gibi kalbimi niye
cevap: öyle her gülüşe
kapılırsan her bakışa….
dersen eğer :
biz anaların göz
yaşlarıyla yıkanmış cesetleriz
derim ben de sana
kim gülerse yüzümüze
kangren olur gönlümüz
biz Tunanın eteğindeki
taşlar misali dökülürüz sevdaya
böyle ağlaya ağlaya
yollanışlarımıza bakma
biliriz senin güllere
karışmadan önce de gül koktuğunu
her gülüşe kapılırım evet
hem de her bakışa
sen de her gözle bakma her
gülüşü gülme bana
savurup saçlarını böyle
deli deli küheylan gibi geçme yanımdan
***
SABAHI SEYRAN
İşte sabah oldu ötme vaktidir
Kurtlarla kuşlarla göçme
vaktidir
Türküler çağırıp uçma
vaktidir
Güllere karışıp kokmalı bu
gün
Abdest-i Gusl ile kalkmalı
yerden
Çeneyi kalbine getir tez
elden
Şükr ile niyazı söyle
dilinden
Evlerden aşk ile çıkmalı
bu gün
Gel artık gel gayrı
halimiz nice
Bak işte rüştümüz oldu
endişe
Lüzumlu lüzumsuz her
bölünüşe
Verilen adları taktılar bu
gün
Makamdan mevkiden geçmeli
gene
Elinden her zehri
içmeli gene
Gözü yaşlıları seçmeli
gene
Ayakta toz olup ölmeli bu
gün
TUFAN
kırdılar cevizimi hacı
çürük çıktı beynim
pazardan pazara sattılar
beni
zindandan zindana attılar
beni
bomba gibi düştün geceye
siperden sipere saldılar
beni
bütünü eridi önümde her
bir çınarın
kuş konmazlığımla
kalakaldım yalnız ve yalın
olur olmaz yerlerde açtım
kalbimi
dilim dilim doğrayıp
kestiler beni
kem gözler görmesin kuru
bir çölüm ben
yeşillik sanıp yoldular
beni
tekmeyi direğe vuran
dervişi
ağlayıp sızlayıp özledim
bu gün
dünden kalma dünde kalma
sevdaları
ısıtıp koydum önüme eski
sandalı
beynime ağrılar girdi
böylece
-ne haber nasıl gidiyor
-benimlemisin İskoçyalı
-zulanda ne var çıkar
bakalım
sonra sen geldin yağmuru
beklerken
günleri günlere delice
eklerken
hızlıca gölgeyi geçip
giderken
ayağım taşlara takıldı
gitti
SAYIKLAMA
1.
sana gül almak isterdim
çiçekçinin önünden
geçerken ama
düşününce ülkemde solan
gülleri
vaz geçtim
2.
ateşin tuttuğu mızrağı
sardı sonbahar
siyaset paparazzilerinden
ömür törpüsü sözler sağdım
çarıklarıma
yanlış yaptım biliyorum
boşa gitti gece
sana kaçtım bezirganlardan
ben de
bu sefer reddetme
3.
bir böcek mermeri delip
girdi beynime
böylece YOK’un tadını aldı
gözlerim
sana bakmak her resimde
bakmak sana
kör müyüm neyim
mercimek kadar bir ölü
hücrenin
yokluğunda var olmak
belki bulgur kadar
belki de bir zerre
buna ne dersin
4.
eski beni anlatma bana
kargaşayı bırak
şimdi ben çıkarken evden
el sallıyorum
balkondaki kızıma
silahşör bir baba gibi
belki
belki yiğitçe
“ne ağır imtehandır”diyor
ya şair
benimki hafif ve mutlu
gül gibi düşenlerin aşkına
toprağa
5.
ATAR DAMAR
hele bir sor
sana camlardan uzanan yol
bayırlarında
cuma sünbülleriyle gelen
yoncaları
hele bir sor
zinbabve de yalın ayak
yarı çıplak
sürdürülebilir sürmeleri
gelip en garip
davranışlarınla
sıra kumral akasyaların
keloğlan masallarına
geldiğinde
şimdi el aleme bakmadan
ne derlerse takmadan
takunyalarının
alınlıklarına
ezilen mürekkep kokularını
ört bas et
saman tozunu
tuzla tel zımbaların
sakin yanımla ben bunu
uygun zamanda sırmalar
sırlar kumbarasına atar
hallederim
elleme sen şimdi
sen şimdi hele bir sor
kaç yüreğe kaç yara düşer
buna bakalım.
CUMA KOKUSU
I
Var ise bir yangın çıkar
kokusu
Ekmeği soğanı al da gel bu
gün
Ciğeri mangalda sanır yan
komşu
Atana dedene var da gel bu
gün
Benim ha ben demiş mülk
neyinize
Para pul geçici mal
neyinize
Bir de yalanı sokma
içimize
Geçerli tek akçe gül olmuş
bu gün
İşte parça parça düştü
mangala
Yiğitlik beyhude gül gene
bu gün
Vakti de geldiyse biter
sürgünün
Ayranı suyundan ayrıştır
bu gün
Ciğerin yanar mı fazlım
seninde
Erliğin kalmadı ne sen
elinde
Arpayı buğdayı geçmeden
bir de
Bu yolda ateşin tüter mi
sandın
II.
Sehere az vardı anlattı
hocam
Kurtları kuşları ağlattı
hocam
Bizleri bahçeye çağırdı
hocam
Çiçekler çimenler gül oldu
bu gün
Uykuyu gafleti dağıttı
hocam
Bosna’dan urumdan söyledi
hocam
Türküyü kalplere haykırdı
hocam
Batılı hayırdan ayırdı bu
gün
Mahmudum gidelim gelsin
yücel de
Üçümüz düşelim yola tez
elde
Fazlı’ya aldırma zaten
geveze
Üçayak itlere
dönmeli bu gün
Kovsan da ardına gelirim
hocam
Gittiğin yerleri perdele
hocam
Yoksa gözlerim görmez oldu
da
Duvara gönlümüz yansıdı
hocam
Bosna’da kalbimiz kavruldu
bu gün
III.
evet ahval bu
duvar saatlerinin ve
muşambaların
yalın zaman turları böyle
tuhaf bir o kadar da
atmacaların
kırık kanat sermayeli
eşrafa
kumar oynatmaları
ortak bir hüner olmalı
atmacaların
yalın kanat
yalın zaman turları
iyi ki var hocam
BAYRAM ŞİİRİ
Yol bilmezdim iz bilmezdim yol oldun
Açtın bana gonca gonca gül
oldun
Sana gelmek haddim değil
dal oldun
Kanım sana feda olsun
sürmelim
Görmez idim ela siyah göz
oldun
Türlü damlalarla aktın sel
oldun
Bunca yüke zayıf idim can
oldun
Canım sana feda olsun
sürmelim
Fazlım bayram felah oldu
hayroldu
Aç durmalar saum oldu nur
oldu
Niceleri bu devranda har
oldu
Al da beni benden sana
sürmelim
Sensiz deli dumrul başı
neyleyim
kapı
kutlu bir Cuma kapısı
kalu belada verdiği sözde
bir adam
eşiğinde kapının
eşik dediysem iç eşik
eşiğin içerlek yanı
içilmiş çaylar belli ki
vurulmuş söze
vurulup vurulup düşülmüş
söze
Ali külü kalbime düşecek
sigaranın unutma öyle sirkele
gölgemdir aydınlanan
zemheri izli yüzünde
saçların incir
yapraklarında yonca bile bile
öyle bir susuyorsun ki ali
dost
patlayan kulaklarımızı
karıncalar kemiriyor
parça pinik içimizdeki
putlar sesinle
helvalar tuz kesiyor
sarp dağlılar
ve sevdalar kalıyor
tertemiz
ellerin bunca müjdenin
beni tanımla gönlünde
zerre olayım
nazar et en yok edici
ki var olayım
kutlu Cuma kapılarında
kendi sesim ol hüznünde
erit gözlerimi
yankısı kördüğüm bu
modernizmin
bu sana yalnız bana meydan
boşlukları
sırma sahifeli mushafı bu
mabedin
ya bas bağrıma bağrındaki
kor yangını yanayım
ya bulduğum ıssız
yollardaki her cevheri sen sanayım
şimşir tarağın tahta
kabilinden sahraya uzanan
sivri uçlarından damlayan
zihin terleri
ve karanlığa savrulan
süngüler
keser önünü
kar bahar…
gel ey!
şiir diye yazdıklarımın
kerbelası
kurşun kalemlerinin beyaz
yoncası
dokunaklı bir oyun
havasının ardından
parmak uçlarımdaki gözyaşları
gel!
savur saçlarını yine
kanasın
çocukluğumun ekmek çorbası
kara kurdelem
gel ey!
biz ne keremi bilirdik
ne ispirtoyu
ne de
hüznün kulübesinin
eşiğinde nöbet tutmayı
hiçbir hafızın rozeti
kanatamazdı kalplerimizi.
sen toprak olsaydın
şirine de ferhata da silah
çekerdi ellerimiz
aşkı sen öğrettin
tahta kılıçlar yaptın bize
zeytin dalından
kalkanlarımız
ezberlettiğin sloganlardı
bir yumurtaya sığar mıydı
yoksa dört ikiz yürek
sen toprak olsaydın baba
iyi ki olmadın.
rüzgarı göğsünde kim
eritecekti
bizi toz etmeye azmetmiş
rüzgarı
oysa içimize serinlik
bahşediyor şimdi.
oh be
seni toprak etmeyene
hamd olsun
dağlardan yalnız ve yalın
ordu ordu gelen savaşçı.
Editör; bu şiirin Memduh ATAALAY'a yazıldığını biliyor...
SİLAHIMA DÜŞEN GÖLGE
sarmaşıklar
güz laleleri
ter kokusu koltuk
altlarının
kurallı kuralsız içimdeki
bütün savaşçıların
zafer yankıları
bankalardan arındırılmış
helalin
silahsızlandırılmış
neferlere
iz düşümü
ya şu karşımdaki cesetler
ya ne demeli aynaların
demir pençelerine
ellerimde
sıçramış siyah sprey boya
zerrecikleri
kağıda sarılmış çıra
parçası masamda
eyvah yine uykuda silahım
eyvah gölgede yine isyanım
***
KAPI ŞİİRİ
/açken aç, susuzken susuz olmayan adama
İsmail Göktürk hocama/
cümlesi yer ile yeksan
olsa
kök ucu sana çıkar bütün
ideolojilerin
çetrefilli sualler
bağrında arar sürurunu
ya bu cehenneme bir damla
su dök söndür
ya da kor yığınlarından
tapınaklar yaparım
yoksa
zümrüt bahçesi bir
yeşilliğin
karşı yazgısının son bahar
olmadığı belli
enine boyuna boynuna bu
sundurmanın
pınarlarından ırmaklar
akar bunu gördüm
her pınar İsmail’dir
züleyhadır çerçevelerin
çevirdiği çarşıların
oysa
yer ile yeksan olsa
cümlesi La esef
içimdeki cehennemlere su
dök yoksa biliyorsun
olmazsa
bir ordu İsmail’le gelir
ne varsa yığarım kapına
***
GÜMÜŞ ADAM
bir gün açığa çıkacaktı
bunun böyle olmadığı
çünkü çün kuşatmıştır
sâhilden fışkıran yaprak
cesetlerini
ve iç içe olduğumuz gönül
parabollerini
hangi şarabı içersen, içe
gider tahammülün
durdu, gülümsedi ve tuttu
adam
ilk tutan o oldu yâr
elinden;
ilk o çıktı yüreğindeki
dağlara
bir gün açığa çıkacaktı
bunun bir hayal olduğu
ilk gören o oldu
süvarilerin ilk akan
ırmağı…
***
YAZGI VE ÇOCUK
solundaki benim celladım
evvelim de hep bir sızıntı
üflemelilere
her gören budur su sesine
gelir
yosunların avuç içlerinden
çıkarsa bahar
yokum
işte bir yazgıdır çocuğun
sağında cesetler
solunda celladım ve ben
önümüz arkamız toz duman
umurunda değilse dünyanın
öbür ucunda
bir kedi sokak
kabadayılarını arşınlıyorsa
sessiz gemilerin
gidişinle açılan zindan
kapıları kahrolsun
durma çökert başımdaki her
marangozu
çınarlardan ört bas
edilmiş
eldivenler al eline
ve yine bir yazgıdır
çocuğun sağındaki cesetler
susuzluğumla diğer yanında
ben
bir müzik heykeli gözlerin
hep
asası yok
ikiye yaracak devri
ortasından
kemancı
kunduracı
ayak sesleri
işportacıların
ürperen aniden bütün dikenlerin
tortusu
ağır bir bombadır
ağır bir imtihan gibi
yalnızlığın ortasındaki
atlar
savaşçıların sürdükleri
geceye sürdükleri atlar
tıraşı gelmemiş
sakallarıyla eşyanın
kahırlanıp böyle
bu kadar
gidebileceğimi bilmiyordum
öyle bir gidiştir ki bu
yangınlığa
geri dönsem kan kusacak
kenar mahalle parkları
çocuk yazgı ve ceset
hepsi üç kıta şimdi
***
İNCEDİR ÖLÜM YA DA NİCEDİR
bir çocuk
kız
çocuğu
babanın
gözlerinden
akıyor
toprağa
çıtlık
tohumu gibi
dinamit
lokumu gibi
yiğittir
bu yükün hamalları bu devirde
kefir
mayasından kezzap sancısına
her
eczada hurmalı çikolata savaşçıları
hurmaları
bombadan bombaları hurmadan
seni kim
çağırdı çocuk
durmadan
gelir oldun tozlu yollardan
...geceye
… güne
kurşun
gövdelerine
ecelimizle
ölmek yakışır mı bizlere artık
seni kim
çağırdı çocuk
sıyırıp
avuçlarından alın yazmalarını
rahat
yatak
yumuşak
yastık
def olun
gözüm görmesin sizi
her vakte
sığar
her vakte
yeter acın
namlunun
ortasında kaldın çocuk
bu benim…
Yüzümden biliyorum
be her
sevdaya çırak
çıra
çakmak çivi serptinde kalplere
yine
rahat uyudu etten kemikten taşlar
şimdi
mezarlıklar mahşeri bekliyor
TÜTÜN KAĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ XIX
/bozlak/
savaşçılar eceliyle ölmez
bu sefer de peşin tövbe
ettiğimiz
günahları işleyelim
damlardan damıtılan tere
yağlarla
yağlayıp kılıçlarımızı
yaprak uçurup gök yüzüne
çocukluğumuzu avlayalım
bir neo yahudi ne nasihat
ederse
asalım iç çamaşırlarımıza
yeni kurtuldum dağlı
sempatilerden
yapma bunu bana dolunay
çıkma o dağın kuytusundan
bu gece olsun sunma
çarmıha
seiko saatlerimi (yoksa
casio muydu)
saz çalmalarıma artık
dayanamayanlar var
ben de dayanamıyorum artık
işin doğrusu
‘’al almayı ver narı’’
gel seninle peşin tövbe
ettiğimiz
günahlarda buluşalım
aşk yaraları açalım
kalplerimize
kazmayı toprağa değil
gırtlağa vuralım bu sefer
***
SEMER
çobanların ve çıbanların
kusurlu kahramanlarla
sana açık kapılarda
kırmızı kalemlerden
korkuluk yağmurlarına
uğundurup uğundurup
avundurduğun
sokak çocukları bir de
o elindeki üç çeşit
baharatı
nerede kullanacağını
biliyor musun?
endamlı bir feryadın
yorgun yanında
geceye satıra ve sana
ağlamaklı yazılar düşer
kınalı kumral ayazlarda
baharında yazında ve
baharında
bir içimlik itirafları
şerh eder ezber
al gündüzlerini başına çal
sevdanın
dokunma yolda kalanların
gecelerine
***
AH SIÇRAMALARI YA DA BADEM GÖZLÜ BİR SEVDA
dostlu yollar
dostlu yollar
gurbetten mi gelirsiniz kitaptan mı?
dostlu yollar
dostlu yollar
Türkü mü dinlersiniz kızılcık şerbeti mi?
***
akustik bir bakır tencere sırması
ayrılıklı kavuşmaklar
ışığında serpene sundurmaları
sen hangi dağı erittin
hozalı gelin çeyizliklerinde
külahını kıvırıp saçlarının kumralında
çıkardığın hatırları
hatıralarla akılları göz ışıldamalarında
yar ışıldamalarında…
***
dostlu yollar
dostlu yollar
gurbet mi taşırsınız içinizde
içinde gurbet olan kitap mı?
KIRIK SİLAH
Leylaların bizi Mevla’ya ulaştırmadığı sürece bir anlam ifade etmeyeceğini bilmeyeniniz yok değil mi baylar? Mevla’ya ulaştıysanız eğer Leyla misyonunu tamamlamış olmalı değil mi? Mevla’ya ulaşamadıysanız ya Leyla’da sorun var ya da sizin mekanizmalarınızdan birinde bir tuhaflık… Bu halde Leyla lüzumsuz öyleyse; kendini mecnun sanmak ise kepazelik…
Eskiden evlenip de giden ağabeyler vardı.
Tam onlara alışıyordu gönül yaramız ki birden bire zamanın elinde ağabeyler
oluverdik. Giden ağabeylerden kimisi kendine işten Leylalar edindi. Kimi bu
Leyla’nın Mecnun’u değildi zaten. Hatta yağmur altındaki tuz gibi eriyenler
bile vardı para sevdasıyla, meslek kavgasıyla. Kalan ağabeylere, gitmeyen ağabeylere sözüm hiç olmadı olamaz.
Sanırım kalmak yürek işi. Kalanlardan olmaya gayret edişimin daimiyetini, daim
istemeye gayret etmeye çalışanlardanım. (Bence de biraz çetrefilli bir tanım
oldu. İddia sahiplerinin nasıl kepaze olduğunu görünce insanın temkinli
konuşası geliyor.) Evet, evlenip de giden ağabeyler vardı. Leylalarını Mevla’sıyla
karıştıran pejmürde ağabeyler. Şimdi biz ağabeyler olduk.
Cemiyetçilikten dilime tad değeli on beş
yıl geride kaldı. Çayı Sigarayı Türküyü dostlarımdan sayalı on beş yıl. Tam da
gidenlerden aldığımız yaralar kabuk tutuyordu ki evlenip de giden kardeşlerimiz
olmuş yanı başımızda.
–
arkadaşına hangi menfaati gözeterek borç verdin. Onun sana borç vermesine bir
gün ihtiyacın olur diye mi? Vermezsen onunla arkadaşlığınız biter endişesiyle
mi? İlla bir menfaatin vardı değil mi? Yoksa o parayı borç olarak değil de geri
almamak üzere verirdin değil mi? En azından verdiğin parayı geri alma menfaati
gütmüşsündür.
Evlenip de hatta evlenmeden bile işi gücü
yoluna koyup altı kuruyunca suya sabuna dokunmayan kardeşler yetişip kapıya
dayanmışlar ağabey sandıklarımızın ardından. Sorsan dünya böyle diyecekler.
Hasan ağabeyin, ceza evinde sigara ikram ederken garibanlara ‘’hocam o sigaraları bana alıyor sanıyordum’’
dediğini duyuyorum. Kardeşler evlenerek ya da evlenmeyerek bir şekilde işi gücü
yoluna koyup altı kuruyan kardeşler. Gitmeyin orası bataklık. Yol yakınken
dönün. Asıl altınız kuruyunca iş görür hale geldiniz. Üzerinizdeki emanetleri
sizden sonraya teslim edin. Aldığınız selamı, tebessümü, sevdayı, misliyle
sonrakilere iade edin lan. Ardınızdan gelenlere geri istememek üzere para
vermeden mi gideceksiniz. Duvar
dibindeki behlüle bir paket sigara almadan mı gideceksiniz. Hepsi size düşmez
kazandıklarınızın. Siz onu kazanacak hale yalnız mı geldiniz ki yalnız
yiyeceksiniz.
Derken kapı çalar. Anahtarsız
kelepçesiyle “das kapital” girer içeriye. Kollarımızı mankurt gibi
uzatırken, yanlış Leyla’nın, adamı Mevla’ya
götürmeyeceğini en baştan biliyor olmanın pişmanlığı, bir pençe gibi vurulur
bağrımıza.
Parayı Leyla edinenler
Mesleğini Leyla edinenler
Makamını Leyla edinenler
Arabasını Leyla edinenler
“Titre ve kendine dön” cümlesini “Ağlayın
ve Kitaba dönün” olarak değiştirip öyle bırakıyorum. Aman üstünüze
alınmayasınız.
***
SİYAHI AYDINLIK KAN DAMLASI
yeni çıkmış gün doğumundan
ya da yeni girmiş hiçbir
günün doğmadığı karanlığa
yani dut ağacına ıhlamur
asar gibi
seni sökemiyorsam
duvarlarından mağaramın
seninle yaşamayı
öğrenmeliyim demek oluyor bu
sisli havalardan
ezberledim
bin yıldır yansımış
nefesin
avazımın kör dövüşüne
pecmude bir kara cevher
saraybosna bülbüllerine
şerh etmiş
alın yazmalarımı
bir el bombası
sıkıştırılmış gibi avuçlarıma
bir isyanı bastırır gibi
kolluk kabadayıları
***
‘’Şeker almaya geldim
Yari görmeye geldim ‘’
***
yılgın bir aforizmadan
sonra
türküden ziyade şekeri de
bilirim
şekerden ziyade gül
cemali de
bildiğim bu kadar
somalı bir yetimim
huzurlarında
babamın yüzünde nurların
en siyahı
***
Şu tam tepemin üstüne denk gelen daldaki
serçe bir şeyler ötüyor. Az kulak kesileyim derken tabi ne anlayacağım serçe
lisanından, hemen kafamdaki ses uyduruveriyor bir şeyler. Öyle demek istemiyor
sen uyduruyorsun bu söylediğin olamaz kendi kendine ötüyor hayvancağız orda
bana niye böyle desin “yav bi sus Allah’ını seversen.” Baktım olmuyor bir taş
serçenin olduğu dala serçe vınn.
E şimdi bu sesi ne yapacağım bu seferde
bana vicdansız diyor niye ürküttün Allah’ın serçesini. Susturmak için ona da
çare var ama ben pek dayanıklı değilim. Odunla vursam şimdi canım acıyacak.
Duvar… Pek cazip değil.
Şimdi karanfillerin yanına geldim hani şu
vardı ya! Saksıdakiler. Dükkândan fabrikaya getirip diplerine şekerli su verip
bir parça yumurta kabuğu bir avuçta zibil koyduklarım. Beş saksı ekmiştim üçü
yeşermemişti. İşte bunlar diğer ikisi. Durumları iyi şimdi epey semizlendiler.
Evet, sevgili ses dinliyorum ne
yumurtlayacaksın bakalım yumurta demişken.
Çıt yok.
Sesin kalbini mi kırdım ne?
Notaları turşu satıyor hadi uydur bir
şeyler. Hadisene yav.
Aslında her ne kadar rencide etsem de bu
sesi seviyorum. Bazen da ben ütülüyorum bunun tellerini. Sabırla dinliyor beni.
Söylediğim her şeyi mantıklı buluyor. Bana destek oluyor yani. En çok da
balgamlı bir gırtlaktan öhü demeden önce çıkan kaba ve yankılı bir tonla bana
‘’nasıl yar diyeyim ben böyle yara’’ türküsünü söyleyişini seviyorum.
Tamam,
Ses hadi ne uydurursan uydur inanacağım
karanfilleri söylediğine.
***
Y/AZIK
tütün kağıdı kabuğu şiirleri XVIII
cümleten y/azıklar olsun
cümleten selamun aleyküm gibi
ama öyle değil şöyle :
gel denildiğinde gitmeyecek olan var mı aranızda
akılla kalbin savaşında
kalbe yenilmeyeniniz var mı
gelmeyeceğini bile bile
it gibi beklemeyeniniz var mı
vurulup vurulup dönüp kalbura
bir kurşun daha sevgili
kor yangınlar içindeyken
ah bir ataş ver demeyeniniz var mı
var mı ulan artık yan bakamaz olmayanınız
cümleten y/azıklar olsun öyleyse
BÜYÜLÜ BİR BÜYÜMENİN HAL ÇARPINTISI
/bekir büyükkurt'a/
böyle böyle büyüyeceksin
sair bilgilerden arı
sızar gibi anahtar
deliğinden
tekmelemek yerine
kapılardan geçeceksin
somut bir renk cümbüşü
ve güneşi ardında bırakıp
muson cevherlerince
kitaplardan kurtulmuş
bastonlardan ergimiş demir
damlasıyla
ay doğmalarıyla sabahlı
havalara
üç kere yedi on eder
sloganlarıyla hemde
samırdanarak olmaz
bak inanmıyorsan tut
kendi gözlerinle nabzımı
alayını kov tellerinden
telgrafların bakışlarının
alayını
bir gecede döküldü
saçlarının
perde arkalarına denk
gelen zehirli yoncalar
böyle böyle büyüyeceksin
sana düşen ankaların kanadında
***
kas ağrılarımdan ezgiler
savrulur
sağa sola sokağa bak
söylüyorum
en iyi bildiğin türküyü
çal
kafamızı şişirme
***
ayazlarına mil çekildi
simyaların
bozuldu
bıçaklar ve mızrak on
ikiyi gösterdiğinde
bal kabaklarından
emdirilen şırıngaların büyüsü
paranoyak bu devrin bütün
insanları
uzun ve kirli tırnaklarla
saksılarda yetiştirilen
bunca
yoğuşmalı kombi sesine
dört delikli dört köşe
düğmeler
kalkan kenarında
katırların kunlaması
suça iştirakten hakim
huzurlarında
bu siyah çantayı astığında
dallarına
dalların parmakları
benzemez bulgur aşına
geç karşıma kalbim
peşin pişman olalım
işlenmemiş tüm günahlarımıza
her kavak kabuğu
yontularımdan önce
böğründen iyice şişlerim
şelaleleri
şimşeklere at sürer kesme
çalılıkları
merhemler yara gezer
sırtımda
her kanın kanı
kalbiminkinden ayNı mı
kim aklımdan aldıysa aklımı
ak ellerle kınalı kınasız
ak ellerle
bağrında harman yakıp
üfleyivermeli surların
kale dibindeki tortularını
daha yeni gelebildik asıl
mevzuya:
sen azraille israfili
karıştırıyor olmalısın
burnunun sivri ucundan
damlayan zekasıyla
şimdi gelir Bekir dar
sokakları sonsuzlaştırarak
bertaraf olduklarımızdan
taraf olur her yanışımıza
valilik önlerinde eylem
yapar kahkaha atarız sonra
böyle büyürken mahal
vermez büyülenmemize
bizim Bekir başka büyüler
büyüklenmelerimizi
***
karanlık kör bir deva zırhı
tabiiyeti nem ve beton
zihnimde bir arpacık
çiğdemi
yoncalar
kezzap şerbeti
ömür törpüsü
burada açar papatyalar
çay yapılır onlardan bazen
eşgaller
demir parmaklıklardan
sırıtan eşgaller
ne varsa ayna tutar
hücredarın kalbine
hücredar
yeni kurtulmuş kara
sevdalarından
mazgallar gördü mü papatya
çayını
bin balyozla saldırır
hücredarın boynuna
kana bulanır bu sefer kara
sevdalar
kara sevdalılar yogan arar
kafasını sokacak
***
İKLİM
Memduh Atalay
benim öz babam
göğsünde rüzgarı eriten
adam
bir ömür sürecek
olanlardan ve senden başka
gözlerine yürüyen sular
kadar
büyüktür mecmuam
sen beni yetim
bıraktığından beri
şerefli bir adam görmedim
ticaret yapan
ben kölesi oldum ehli tacirin
alçak tacirin
ve taptıklarına ilah olanların
budur mesleğim çünkü gerek
yok saza
vanilyalı dondurmalar
açık kahverengi gözler
tabakalara
dokundurdukların
simsiyah bir akındır
sinemde depreşen atlılar
baba bana seccademi göster
ya beni ırmak ırmak taşıma
gözlerine
ya ahımdan bir tarak getir
safsataların tirajı daha
yüksek ama
elma sepetleri ikramdır
üsküdara
ardından muştu muştu
harbedenlere
bir saat bir sakat
bir müjde
baba üzülme bir de kader
var
hem her kader kendi
azığını yaratır
sonra cehennem içilir
günahlardan
bir de aşk var baba
kalbinde yerli çınarların
oturduğu yerde sallanarak
ağlayanlar var
kor gözlere kaptırıp
yakayı
ama üzülme baba
her yokuşun bir inişi bir
çıkışı
bir de yaratanı var
taşların
bir de sezdiğin masal var
tahtımda
yok açıklaması bunların
ecel sevdan yeter sana
baba
beni derd etme kendine bir
de
***
SENDE KALDI KALBİMİN ÜST PERDESİ
seninle yeniden doğuyorum
bu kaçıncı doğuşum bilmiyorum
gözlerin şiir oluyor birden
kalbinde donuyorum
düşün ki en günahkar yanımın
ezber bozan sancağısın
üstüne bir de salkım saçak tufanların
sterilize olmuş ahmakların yularında
indiana jones filmlerinin kahramanıyım
dağıttım fani olan her şeyden çıktım çıkıştım
kar tanesi tespih
tuzlu su kuru ekmek azığım
tut bu tencereyi avunursun
ya da avutursun ekşi sözlük mü olur
düşün ki seninle doğuyorum
düşün ki seninle doluyorum
daha bana hiçbir şey
senden daha güzel olmadı daha
analar kıydı kendi öz avlaklarına
çağır incili köşklerden kağıt yırtıcılarını
at hırsızlarını it simsarlarını
koyunu güden değil koyunda ölen gelsin
tut beni tut ki
sende yeşereyim
seninle şükredeyim hayata
intiharlardan vaz geçeyim resminle
***
KİLİT
/gözlerim uykuya açılırken/
örselendim kuş konmamış
bakışların örseledi beni
bir yağmur bir kitap da
enseledi beni
şiire vurdum çıkmaz
sokakların ufkunu
bir künde
bir silah
bir kumar
yok etti beni
bozulmak üzere olan
abdestimle ben
sobelendim ayak uçlarında
düş kurarken
bu kadar gelmeyin üstüme
dağlar yoruldum
idamlıklarla gecelere
savruldum
anla ki yine yeniden
doğuyorum
sularımın durgun düşmesi
haritalara
bastonlarımın
evhamlarımın
endişelerimin
hep bu yüzden kambur
dünyalıklarınızdan dışarı
bakan
şaşı bakan başka başka
huylarımın sıtması
anahtarı kaybolmuş bir
kilitsin ellerimde
gitmene dayanır da
günahkar kalbim
kiltesi kırılıp gelmen
saçları taranıp gelmen
cehennem eder zındanlarımı
TÜTÜN KAĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ XII
/sırat/
atlarımızın ve peykelerimizin
imtihan kokusunda kalan
son kör düğümü
iskeleler işkodra ve
tanesi yağmurun
boyun bantlarından semirir
esir bir mermi ağızda
sözler
kalbimin çektiği her tetik
sana
rezil eder beni
beni vezir eder sana
susarak söylediğinden ne
anlamam gerekir bilmiyorum
ama anladım
anladım ki
bütün bahtiyarlar ihtiyar
olacak elinde
sen ey sarı lalesini
ateşlerden çaldığım
çıkarıp kalbimi koysam
önüne
can versem gözlerine
bakarak
*** ZEYTİN GÖZLÜ BİR ÇİÇEK GÖLGESİ
ak saçlarının yanı sıra bir de cümbüş...
helvası ve yemenden kalma
yası...
çivilerce bir platonik
acının
tahtaya iz düşümleri
bana kalan dünyaların
son deliğinde zurnalarının
mızrap değmemiş bağlamalar
saçlarından salınır
kar beyaz yaprakların
orta yerinden kesilen bir
beden
bana demeden sakın gitme
ne diyeceksen de ölümle
burun burunayım
intihar kokuyor baktığım
her şey
bana kalan dünyalardan
avareyim
havralardan ve
kiliselerden sonra
yine sana bakar şaşı
gözlerim
harmanlara serdettim
sularımın sırlarını
bana kalan dünyalarda işim
yok
‘’gel otur yanıma benim sevdiğim
ayrılık mı olur harman zamanı’’
ıslanmamış rüzgarlar var
sırtımda
kahrolsun etten kemikten
putlar
bana kalan dünyaları sana
sunmuştum
sana ne desem boş
acıma hissin olmasa belki
…
yalvaran gözlerle
bakmayacağım artık
sövdükçe kınıyor seher
yelleri tahsilimi
çağırsan da gelmem
dağlarına
platonik bir merhamet
kıssası bu çünkü
ne sabır var içinde
ne bir eğer; uçarı
atlarının
ne de hurma diye sunulan
cellatların
ecel sevdaları
sonra davullar
bavul dolusu davullar
çengilere bayram bu gün
“aptal aptal bakmayın
oynayın hadi”
diyorum ki sana söyle bir
şeyler
söyleme anasını sattığımı
söylemezsen söyleme
ben de söylemem artık
ne olacaksa söyleyince
sanki.
kahrolsun etten kemikten
putlar
reddolsun bana kalan
dünyalar
imreniyorum intihar
edenlere
TÜTÜN KAĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ XI
/gittin sanmıştım/
ah fantin
ah
yüreğimin yangını
bir nar
çiçeği vermeliyim belki de sana
parmaklarımın
arasından bu kaçıncı kaçışın
gözümle
görsem inanmazdım bu kadar geldiğini
kırlangıçlar
senin ağzından bir şiir akıttı içime
duymuyorum
sanma fantin
gözlerine
bakınca kalbinde yanar oldum bu sıra
delirmeye
de hazırım
hırsızın
çaldığı saat günde iki dakka kaytarıyordu
şimdi
kaçı gösterir bilmem
bir türkü
sür bu yaraya
mahşere kadar kanasın***
TÜTÜN KAĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ X
cehennemden de bahsetmek gerekir belki
bu feryatların yaprak
uçlarında
kaval çalan çobanların
ıhlamurların ve çıbanların
alın yazısı bozması
ipliklerinde
bir ülke düşerek
gergeflere
ve köşe taşları
camdan torbalar
sarmaşıklar sonra acının
renginde
sahi neydi acının rengi
/her neyse bağışıklık sistemi unutur bunu/
militarist bir sabır
seccadeleyin
uzansa saatler
saatlerce sürse zürafanın
tırnaklarında
sonra bir sabah
cehennemden de bahsetmeli
belki
cennet fışkırsın
saçlarından diye
dalgalı kumral saçlarından
***
BİN DOĞRUYA BİÇİLEN BİR YANLIŞ
kardeşlik yalanlarınızı
nasıl örtbas edeceksiniz
artık inanmıyorum
biraz da doğru söyleyin
menfaat deyin mesela
ben de inanayım herkeste
inansın
şimdi beni biraz yalnız
bırakın
bir müddet ara vereceğim
çok karıştı her şey
hatta şair diyenler bile
var artık
bir barbarlık var bu işin
içinde
hurdacı akıllı adamdır
iş görecekleri tamir eder
satar dört katına
azarlayıp azarlayıp
attıkların var ya şair
kırıp kırıp kalplerini
geçersin ya sen
işte armağanın tam da bu
olacak
bu çirkinliklerin daha kaç
kere maskenden düşecek
arkanda bu kadar kırık
kalp varken
sen bu yolda duramazsın
efendi
****
BİR GURBET, BİR MİLİTAN, BİR SULTAN
gidiyorum gurbetim içimde gidiyor
şu zifiri sermayenin
ortasında
karları papatyalar deliyor
kar bile şaşkın
döş cebimde hüseynî bir
armağan
kalbimin sıcaklığında
armağan sultanımın
sultanım şaşırmıyor
ben bu ufak tefek
cesedimle
dev cüsseli adamların
karşısındayım
dokunsam yığılacaklar
resmî ideolojileri bir
türlü aklım almadı
belki çok resmî geldiler
bana
oysa hep sivildim onları
izlerken ben
gurbet hep içimde gittim
içinde olduğumu da
gurbetin çaktırmadım hiç
Nizam-ı Alem’i toplantı
yapmak sanırdım
Bosna’da Ezan
okumakmış oysa
bir öykü vardı eskiden
evlenip de giden
ağabeylerin gittiği ülke
o ülkede de var mıdır?
genç militanların vatan
sevdaları
yoksa somurtkan bir
virjinya kedisi midir?
gözlerinden erzak sağılan
tüm cümleleri yeniden
gözden geçirelim
öykünün başlığı
yatağına kırgın akan ırmak
olsun mesela
anlamıyorum kalayı geçkin
kazanı
niye satıyorlar artık
yeniden kalaylatmak yerine
efendiler ben diyorum ki
kısaca
nefislerinizin üzerindeki
örtüler kalktı
sultanıma dönelim
gün doğmadan sıratıma
doğduğunda sen
biliyorsun bu benim
sınavım
baştan daha en baştan
kaybettim sultanım
geliyorum yine içimde
gurbet
gidiyorum yine içimde
gurbet
bu sınavı kaybedeceğimi
biliyordum
dayanamıyorum hasretine
dikkat !
şarbon mikrobu değil bu
militan şerbeti
civarda görülen tüm
şüphelilere içirin
bu şerbet aşka devadır
kınadıklarımızı yaşamadan
ölmeyeceğimizi biliyorsunuz
başka müşkülatı olan var
mı?
…
başka müşkül müşkülden
sayılmaz
öyleyse konu kapanmıştır.
***
yetişkin bir sızı dört yanda
dört buçuk ağızdan
ıslak kulaklarla bu çağrı
bu çağda bu çağrı
noktalanır bir şemsiye
tepesinden
pıtır pıtır cim
karınlarına
sen olmasan yeşil
pardesömün
iç cebinde kalırdı bu
mektup
yetişkinliğe atılan ilk
adımdı bu çünkü
şu kalbimizi kanatan
rozetleri
iliştirme vaktidir
vestiyerlere derken
derken sıkıcı bir birifing
ve ardından ilk yetişkin
tavrı beklerken
asma kilitlerden
Tanrı aşkı yeniden yarattı
ben de ilan ettim elit bir
toplantının orta yerinde
dev bir biblonun ardında
son sigaralar
söndürülürken
(ben olsam södürülenlerden
birisi tütün olurdu o ayrı)
aşkı kuşananlar kahraman
ilan edildi
şimdi başka bir yetişkinin
bu konuya ilişkin bir
fikri yok
kan içindeyim
***
ISRAR
ISRAR
gölgeni dahi güneşe tut
karanlık yanların
aydınlansın
besmeleyle başladığın
hangi işten zarar gördün
lümpen bir hegemonyada
aşağılarda bir yerde
bastığın topraktan daha
aşağı hatta
kürek kemiklerin ve
bir gümüş tespih
tespih otuz üçlü
ikiyle çarpınca on dörtlü.
öyle Malazgirt
zaferleriyle çıkamazsın
bu cendere başka
nostaljik bir rehavete
adres yazdırma sakın
tut gölgeni güneşe ki
ölüm bile aydınlansın
üstünde.
hakikaten İstinye
krokileriyle mi
avundun sen bunca deniz
yelken avcıları ve
midyeler varken
musalla esvaplarına
yazılır mı sandın
pes öyleyse
koy soyut kavramları
zencefiller uyutsun
yine güneşe tut gölgeni
dahi
biyolojik bir silahın
başlığına oturt
tüm Yahudileri
böylesi daha yakışır
kumsallara.
***
KUNDURACI
her esrarın bin mısra
yahu sen hangi kayıtları
şerbet gölgelerinde şerh
ettin?
tepene her üşüşen
hafakanlardan payına
eski esvap düğmesi
bir yırtık leğen düşer
ancak
başka ne sandın?
itiraf et kunduracı
en çok kaç numara ayakkabıya
sığar sevgin
bu da böyle bir serüven
işte
al şimdi çamaşırların
akustik bir kazanda
bir kolunda sol kolunda
hatta
bir küçümsenme inadı
itiraf et en çok kaç
numara?
şimdi gelelim kafandaki o
yırtık mindere
ille de ben asarım bunu
diyorsan
çitlembiklerin kırçıllı
tarafına
o başka
akla gelmez bu bendirin
debdebesi ama
ama seni görürüm kamusta
kusura kalma
bak bu daha da kötü
kunduracı:
çınar ağacında koz durmaz
erer göğe kökü sonra dal
tutmaz
tumturaklı bir öge bul
acil
yoksa kırk büklüm bu geçide
sığmazsın
bu geçit sonra
sonra bu geçit…
düğümlendi değil mi
boğazına sende
iş yok sende kunduracı.
***
KEMAN VE KEMANCI
KEMAN VE KEMANCI
kemancı aslında gökyüzüne hayrandır
açılan susam sokaklarının duvar kağıtlarında
iç dost ve la sesi
yine la sesi evveldir her sesten
kibarca ölünen kaplumbağa kabuklarından
tırnak içlerine bakandır üzüm çekirdeğiyle
kemancı artık vurgundur gök yüzüne
ve gökyüzü farkındadır her şahidin
bir iç ses haykırır şehrin hoparlöründen
bayram kartlarını kemancının
sıra kemancıyı övmeye gelmiştir:
pehlivan pehlivan nerde idin dün gece
evet anatomik bir ideolojinin
kılcal hamurlarında
ve aynasında kunduracıların
kemancının öğütleri secde eder:
yeşil değil her fıstığın her rengi
süngü uzaktan batma adama
kemancı yorgun ve günahkar
kemancı vurgun ve sanatkar
kemancı ya hu kemancı
ah kemancı (Hacı’nın dizine
vuracağı yer burası)
bir geyiğin göz bebeğinden ne okunabilir sence
sen ‘si bemol iki’ de kal ben bir bakıp geleyim
öyleyim her defasında bulunur bir bahane
söyle kemancı
sen mi yalancı
yoksa yıldızların
köşeli ayazlarında asılı ayakkabılarım mı?
vurulduğun gökyüzünün yalanı beklide bu
söyle kemancı şimdi kim şair makyajlarının
ardı sıra sahnede
haydi bir şarkı daha mırıldan da gideyim
yanmaya erken razı oldun
yanalım dediğinle yanacak mısın bakalım
zembilleri akla tut
ne tutarsa o kar kemancı
oşbenek yüreğin yine yandı
yetiştiremedi meyini hancı geri kaldı
ne kafir ne mümin
hiç kimse dayanamaz aşka.
TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ-VIII/korku/
korkamayacak kadar yorgunum
su aldı gemilerimin
ayakkabı numaralarına yansıyan yanı
batamayacak kadar solgunum
tanrıya sarılıp ağlamayı hiç düşünmemiştim
sofra tuzu
kar yoğurdu
sen en şedit yanımın dam üstünde
un satanı
gavurca girilip mümince çıkılan
kapılarda gerdan
at meydanlarında mahsub edilenisin diğer
yanımın
şimdi bir eşkıya gasp etse kalbimi
ümit var derim ona
kıymıkların hepsi çıkmadı henüz battığı
yerden
kim olsa azarlardı musanın gördüğü adamı
ateşle oynuyorum
beni yakacağından hemde hiç şüphe etmeden
galiba ikindi vakti öleceğim
bu kerih vakitte son söz
muşambalardan damlayan yarasa kanatları
şimdi sindirme zamanı
yuttuğum bu dünyanın
bu çiğnemeden yuttuğum
sair bilgilerden arınıp
ah çekmeleri kristal çiçeklerinin
sonra gel sen tulumbalardan
uğultu çağır ülkeme
işte önümde bir musalla yitiğisin
ve ardında bir süreyyanın
öyle dik dik bakma gözlerime
bir zeytin çekirdeğidir asfaltların
belki de son yedirilişidir yollara
çamurdan sakalların
taş kestiği bir devirde
son süngünün belki de
et giydiği bir haritada
ben gene sana yolcuyum
bu duygusallığın bir açıklaması olmalı
TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞUNDAN ÇIKANLAR
Şaire hanım çıktı dükkân-ı Gülhanın ortasında zuhur etti. Yanında bir hanım efendi daha. Dostunun şailiğinin şuurunda kırılgan ince ve zarif. Dükkân-ı Gülhan için hayırlı olsun dileklerini ilettikten sonra sözü tütün kâğıdı kabuğu şiirlerine getirdiler. O gün şaire hanıma tütün kâğıdı kabuğu ikram etme inceliğini ihmal ettim.
Kaç zaman
sonra şaire hanım orta yerde yeniden zuhur edince ona bir kabuk sundum buyurun
sizde yazın bir şiir dedim. Belli ki bu kâğıt meselesine imrenişti. İyice
inceledi kâğıdı kalem ver öyleyse dedi. Şimdi burada mı yazacaksınız efendim
dedim. Evet, ne var ki dedi.
Bu şair milletinde hakikaten bir keser
kaçkınlığı var. Oturduğu yerde hemen oracıkta anında öyle bir şiir yazmış ki
hanımefendi. Yüreğinden adeta ırmaklar akıtmış kâğıda. Şair olmakla olmaya
çalışmak arasındaki fark bu azizim. Kimi şiirimsi üç cümle yazabilmek için
yırtınır durur. Kimi de bu hanım efendi gibi bir çırpıda kağıdı yer ile yeksan
eder. Tanırsınız üstadı şiirlerinden. Ben âcizane kendileri ile yüz yüze tanışma
şerefine de nail oldum. “Yoldaki kalemler”in keskin kılıçlarından Sibel KÖK…
Tütün kâğıdı
kabuklarımdan yedincisine şu şiiri perçinledi Şaire Sibel KÖK Hanım. Hürmetle
dostlara sunuyorum.
Üşüyen ellerin vardı
Saçaklar altında titreyen
bedenin
Ve
Soğuktan mı?
Ağlamaktan mı bilinmez
Islanmış yüzün çocuk!
Sen bunca hüznü hangi şehrin sokaklarında
biriktirdin
Biriktirdin de dağıtırsın
gözüne
Her değen bakışa
Kaç gündüze düşer geceden
ödünç aldığın gözlerin senin
Yağmur kirpiklerinden
damlarken şehre
Avutmak seni kaç ninniyle
mümkün
Ah çocuk!
Kirli kentlerin yitik sevinci
Masumiyet ülkesinin son
kalesi
Avucunda bir dünya kurulu
senin
Dağları hasret, yolları
hasret, ırmakları hasret
Bunca hasreti çoğaltan
gülüşünün kıvrımından
Bir öpsem çocuk
Diner mi sızısı hüzne hasret
kalmışlığımın
Çocuk…
Ah çocuk… !
***
TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞU ŞİİRİ-V
/henüz vakit varken/
gözlerine bakarak
mana rossa okumak
istiyorum yine
platonik aşklar yaşayıp
kendi kendime
savrulmak istiyorum
zemheri ayazlarına
isfahandan mevlanadan
şehir aşıklarından
yine bir sunak sunarak
gözlerine bakarak yine
monna rossa okumak
istiyorum
her nedense sen
ikide bir gözlerimde
açıyorsun güllerini
ben her nedense
aynı dairenin bir başında
bir sonundayım
kısa kısa seni geçerken
uzun uzun kalıyorsun
rahlemde
her halde sabi değilim***
TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ-III
kavgasında son kan damlasının iz düşümü
akıl yok sevda yan kesik
isyana
sonra sabah uykusu ve
zencefil tohumu
kabir toprağında
daha dün sen şu bizim
katibin
ev içindeki ütopik
celladıydın
küstüm sana arı burnundan
iner gibi
burçlarında lalelerin
girdap işportacısı
sana küstüm bir yürek
bozması bir ıhlamur
bir de omuzlarıma
çağırdığın ülkelerle
yetkilendirilmiş
tehditlerin
yetmiş iki ağızdan
haykırır bir yüzüme soğuğu
sövgülerin ayyuk
öbür yüzümle ben yine yarınınlarındayım
kendi çizmelerimin öyküsü bana
dar gelen aslında
***
BİR GAZEL DENEMESİ
Mahruma can-ı çerağıma kastın ne ola
Daha dün değimliydi canın
bedenim ola
Zalime attığın her taşın
batmanı dağ ola
Yandığım yoktur zahiren
söyle içimde ola
Nedir fermanın bileyim
söyle ey kara sevda
Attığın her adımda çiğne
kalbim mest ola
Bana hak görünür ağzından
dökülenlerin cümlesi
Yangınına talip olup
bedenim serinden geçmezmola
Dostun arar ismin arar
bahtın arar dururum
Bir gül bir kement bir sır
buyrulmazmola
Zıpkınlar bilirim
vurgunlar bilirim bir de sürgün sızısı
Razıyım dertten derde
koyup bir satır gülmezmola
Sırma saçın ruşen yüzün
kim görse bahtiyar ola
Bir görsem seni yeter
servetim rüsvay ola
***
KUMAR
kumar
ortasında vebalin
çarmıhta bir denklem
kerbela vapur sancağında
bir sırat bir sual
sırtında adamın atardamar
çukurları
eşgali üçgen
köşeleri hünerli
simdi sen hangi dağı alsan
kanatlarının altına
bende sensimon kışlası
açar
daha bahara var
vakit dar kutuplara
hangi yalanı söylersen
söyle
bana düşen inanmak papatya
kokularına
kumar
korkulara ortak
vurdukça rüzgâr yarınları
taşır
taşır taşımasına da
taşır taşırmasına da
yarınları ölümden
uzaklaştırır
bana bir tahta getir
yazı tahtası alın
yazısından
hangi tuzağı kurarsan kur
ayrılığa yakın olsun
bu sefer de çimenler açsın
her çiçeği
nedir ki
ne var sanki
bu sefer de perdeler
gözlerini içeri açsın
ya da delsin perdeleri
bakışların
gizlediğim bütün
günahlarımla yüzleştir beni.
Not: bu şiir H.Ahmet
ERALP'in tütününün kağıdının kabuğuna, bir tütün kağıdı kabuğu da tarafımdan
eklenerek yazıldığı dostlarca biline...
TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ
İçildi çaylar türküler kanatırken yaraları pençe
pençe vururken kalplerimize mızrabını zülfü yüzüne dökülenler, zülfü yüzlere
dökenler…
Tütün içilmedi mi bu âlemde?
Yandı döndü, döndü yandı, söndü sonra şahadet
parmaklarımız şahit. Tütün ha! Sigara sanılmasın sakın. Bağrımızdaki tahtada
ekmek açar gibi açıp kâğıdını kundaklayıp sarmalayıp içinde tütünü dinamit gibi
ciğerlerimize saldığımız şu bizim altın kalpli tütün…
İçildikçe içildi.
Serden de yardan da geçildi.
Sırdan da geçildi.
Sözcünün kâğıdı bitti; Canı cümleden aziz bilinen
memnun ayağındaki tozdan… Şair sanılan şiir dermede derdi dert bilmeye
çalışarak bilemekte kalemini.
Ben dedi: “Bir dağ şiiri yazmalıyım dağları çok
severim.”
Uzattı sözcü tütün kâğıdı kabuğunu: “Buna dedi
benim için bir şiir yaz”
Şair: “Ben de sana şuna rubai yazayım” diye tütün kâğıdının
ortasındaki ayıraç kağıdını işaret etti. Koydu kâğıt kabuğunu şair sanılan
gönlüne, gömleğinin döş cebi hizasındaki gönlüne. Kim bilir dostunun bu
ricasını ne zaman yerine getirebilirdi. Hiç ihtimal vermedi kendi kendine.
Neden sonra kalktı masadan ocağa gitmek üzereydi ki mısralar üşüşmüştü bile
gönlüne, başına düşer gibi.
Ocaktaki kâğıt kaleme dar düştü. Dökülüvermişti
kalemden bir çırpıda sözler:
Zalım sözcünün gül sesinden mermiler şiir gibi
çarpar kalbe…
şimdi
bana yaz mı diyorsun
şiirini
yaz da okuyayım
ben
değil miyim okuduğun her şiirinde
maksus
muzdarib pür sancıyım karşında
böyleyken
aşka meftun sandıklarındanım
oysa
bezirganıyım ancak dergahının
beni
hor gör
beni
ertele
beni
kına sözcü
hakaretine
mazharım ancak iltifatına değil
şairliği
sesinden öğrendim
gül
sesinde kalem kağıda düşürdü beni
kulağımdan
çekildiğin gün bir bulut gibi
o
zaman yazarım yazabilirim şiiri
buncasını
sayma ben okurken değil
sen
söylerken güzel sandım
şiir
mi diyorsun hâlâ
onun
da bezirganıyım ancak
neşvedarım
seninle sözcü
ama
uzak şairliğe sayende hissiyatım
Sözcü şairliğini belli etmez rubai yazardı. Şair
sanılanın yazdığı bu şiiri görmeden aşağıdaki rubaiyi yazmıştı o da:
DAĞ
İçimde bir dağ büyür, dağın içinde bir dağ
İçinde kasırgalar, içinde acun, uçmağ
Şu dağlar nispetince bütün seyyiatımı
Hasenata çevirir tövbe denilen çerağ
İçinde kasırgalar, içinde acun, uçmağ
Şu dağlar nispetince bütün seyyiatımı
Hasenata çevirir tövbe denilen çerağ
Daha sonra önceden kararlaştırılan buluşma yerine
şair sanılan gidememiş, yazdığı şiiri canı cümleden aziz bilinenle
göndermiştir. Zalım sözcü yaman sözcü şair sanılanın kendine yazdığı şiiri
buluşma yerinde okur okumaz oracıkta hemen anında bir rubai daha
zımbalayıvermiştir kalplerimize:
EY ŞAİR!
Kelimelerle geldim, şair, beni dizele
Ve gizle mesneviye, kasideye, gazele
Gizle ki en bilinmez, en mahrem mazmun olam
Sonra da sun, okunsun bu şiir 'En Güzel'e
Ve gizle mesneviye, kasideye, gazele
Gizle ki en bilinmez, en mahrem mazmun olam
Sonra da sun, okunsun bu şiir 'En Güzel'e
Dipnot :
Şair
sanılan : Fazlı Bayram
Söcü
: Mehmet Yaşar
Canı
cümleden aziz bilinen : H. Ahmet Eralp
Editörün Dipnotu :
Tütün Kâğıdı Kabuğu: Sigara kâğıtlarının topluca içine konulduğu kalın kağıt. Ebatı üç sigara kağıdı ebadına yakın, dış tarafında sigara kağıdının reklamı olup, sigara kağıtları ile kucaklaştığı yüzü yazısızdır. Bu yazısız bölüm şiir yazmak için uygun olup, içindeki kağıda tütün sarıp içmek kadar etkilidir.
Tütün Kâğıdı Kabuğu'nun Hikâyesi: Tütün kâğıdı kabuğuna Fazlı Bayram yazısını ve şiirini yazdıktan sonra. Sigara Kâğıdı kabuğunun içindeki sigara kâğıtlarının bir başında, bir de sonunda sigara kağıdı ebadında iki kağıt bulunmaktadır. (Bilgi: H. Ahmet ERALP) İşte bu kağıtlara Mehmet Yaşar rubai yazmaktadır. Meraklıları için: Fazlı Bayram tütün kağıdı kabuğuna yazı ve şiirini yazarken içindeki küçük kağıdı Mehmet Yaşar'a veriyormuş. Bu arada Fazlı Bayram sigara kağıtlarının baş tarafındaki kalın kağıdı veriyor, sonundaki ikinci kağıttan habersiz miş. Bunu Mehmet Yaşar tespit etmiş ama iki rubai yazmak zorunda kalacağından Fazlı Bayram'a söylemiyormuş. Ama nihayetinde Mehmet Yaşar yukarıda yayınlanan iki rubaiyi yazıyor. Ancak bundan sonraki Fazlı Bayram'ın her şiir ve yazısına karşı iki rubai borçlanmış oluyor.
Editörün Dipnotu :
Tütün Kâğıdı Kabuğu: Sigara kâğıtlarının topluca içine konulduğu kalın kağıt. Ebatı üç sigara kağıdı ebadına yakın, dış tarafında sigara kağıdının reklamı olup, sigara kağıtları ile kucaklaştığı yüzü yazısızdır. Bu yazısız bölüm şiir yazmak için uygun olup, içindeki kağıda tütün sarıp içmek kadar etkilidir.
Tütün Kâğıdı Kabuğu'nun Hikâyesi: Tütün kâğıdı kabuğuna Fazlı Bayram yazısını ve şiirini yazdıktan sonra. Sigara Kâğıdı kabuğunun içindeki sigara kâğıtlarının bir başında, bir de sonunda sigara kağıdı ebadında iki kağıt bulunmaktadır. (Bilgi: H. Ahmet ERALP) İşte bu kağıtlara Mehmet Yaşar rubai yazmaktadır. Meraklıları için: Fazlı Bayram tütün kağıdı kabuğuna yazı ve şiirini yazarken içindeki küçük kağıdı Mehmet Yaşar'a veriyormuş. Bu arada Fazlı Bayram sigara kağıtlarının baş tarafındaki kalın kağıdı veriyor, sonundaki ikinci kağıttan habersiz miş. Bunu Mehmet Yaşar tespit etmiş ama iki rubai yazmak zorunda kalacağından Fazlı Bayram'a söylemiyormuş. Ama nihayetinde Mehmet Yaşar yukarıda yayınlanan iki rubaiyi yazıyor. Ancak bundan sonraki Fazlı Bayram'ın her şiir ve yazısına karşı iki rubai borçlanmış oluyor.
********************************************
YANGIN
nümunesi ateş gözlerinden payesidir
ırmaklarca çöl evrene
uzanan
bahtiyarlığın
gerekmez çıra
yaradır merhemi yine
yaranın
aşk gözetmez
tutuşturup kül olmustur
içinde yangının
yangın
yangın!
nerdesin
şurası hep buzdan demirden
erirse eğer lütfunden
gene senden senin
zerrinden
seyrime endam
bin geceden
in geceden
yan geceden
yan gelip yattığım
dün geceden…
***
CİSİM
cam bardakta leke
kundakta şerbetler tadında zehir
tabakalardan arındırılmış tütün sızması
diplerine cami duvarlarının
bir içimlik zerdali yaftası
bir atımlık sürgün
cisim
yaylardan çıkmasıdır okun
kartal kanadındaki son
damla kan
dimdik bir çuval ve açlık
tere yağda kıl
bülbül gömleklerinde düğüm
***
SÜRMENE SANCISI
/bıçağı keskin olur sürmenenin/
rahiv bir yelelenmenin bozkırında
sarı kantaron
ot demlemesiyle demlik
içinde
deh dıgıdık
ve
tümden gelim serencamında
saç diplerinden
rayihalanan
merhametin sürülmesi
sürme diye tahtlara
takrar alnından öpülen
meselelerin tecessümü
dolayısıyla merdiven
basamaklarından
yukarı sonrası alınan kuru
keyif
aşağı öncesi çekilen
tuvalden kalma
ergime mi
bu belli
bilinmezin meseLA
sonrasında
dolu testi su testisi
boş testi şarap
terazi kan terzisi
saat ışık ve tat
ve ayak
biraz da bu yana bak
gördüğümü göstermeden
gördüm seni
beni gördüğünü gördüğümü
de…
al sat al sat ne olacak
böyle
dini sattı adam gözümün
önünde
arşa ıslıklanan yalancı
renkler
ışık olsa daha iyi
hem dumanı üstündedir
ışığın
ihanet önce gözüne dolar
eyvahın
sonra mabedidir
sığınanının
ikimizi birbirimizden
kurtaran
sen de meseLA sın
ben de
nerde La oluşumuzun farkındasıyız.
***
KALBİMDEKİ MERMİ
o mermiyi sen sürdün kalbime
böyle gezinirim sular gibi
gölgende
her seher mazgallar aç
ziyaretçi gözlerine
sana bir tarih ve bir
maden sunmalıyım
ötelerden berilerden
o mermiyi sen sürdün
kalbime
koca bir kentin kenarından
ninni söyler gibi
çocuklara
rüyalardan kalma
sevinçlerdeyim
reçetem:
bozlaklar boyu Neşet
Ustadan ağıtlar
balıkları sen çağır
Keremleri ben
o mermiyi sen sürdün
kalbime
önce tatlı bir
sendelemeydi
öküz boynuzunda dünya
yavan ve soğuk
mantar tohumu saçılmış
gibi şimdi kalbim
her yerinde mayın
her yeri kopmuş
bacak
***
BAYRAM KANADI KALBİM
şimdi bir bayram gelmeli bayram gibi bir bayram
ortasında gözlerine
bakmalıyım
sen süpürmelisin bütün
şüphe götürmeyen inançlarımı
şehrin en karanlık yerinde
ben elini tutmalıyım
şimdi bir bayram gelmeli
bayram gibi bir bayram
sabahında sır tutmalıyım
işte sana
söyleyemediklerimin hepsi bu kadar
gözlerine bakan gözlerdeki
yenilgiyim ben
şimdi bir bayram gelmeli
bayram gibi bir bayram
ortasında çıldırmalıyım
sen temmuzda al
kitaplarını kollarının altına
ben kıtalar arası acılara
duçarım
kim hangi ülkede kanatırsa
yaramı
ölüm kadar yakın Ebuzer
kadar neferim ona
şimdi bir bayram gelmeli
bayram gibi bir bayram
ortasında kardeşlik tesis
etmeliyim
Mısır Suriye Filistin
Cezayir Tunus Yemen
hanginize
gelen mermiye göğsümü gereyim
şimdi bir bayram gelmeli
bayram gibi bir bayram
her mazlumun yerine ben
ölmeliyim
***
BAYRAM KANADI KALBİM II.
sen temmuzda al
kitaplarını kollarının altına
ben kıtalar arası acılara
duçarım
kim hangi ülkede kanatırsa
yaramı
ölüm kadar yakın Ebuzer
kadar neferim ona
şimdi bir bayram gelmeli
bayram gibi bir bayram
ortasında kardeşlik tesis
etmeliyim
Mısır Suriye Filistin
Cezayir Tunus Yemen
hanginize
gelen mermiye göğsümü gereyim
şimdi bir bayram gelmeli
bayram gibi bir bayram
her mazlumun yerine ben
ölmeliyim
YOLLAR YARE
bu dünyayı seven kalsın
ben gideyim yollar yare
gümbür gümbür coşan kalsın
ben gideyim yollar yare
yollar yare çıkar yare
turnam gökten aldım yare
derelerden izan alıp
şol odundan razı olup
dünya ahret meczup olup
ben gideyim hazret yare
yollar yare varır yare
derdinden ölürüm yare
fazlım bu yol arşa çıkar
düşme sakın dizin kırar
ahbaplarım alkış tutar
ben gideyim yollar yare
***
ÜMİTLE BESMELELENMİŞ
KUNDAĞA
FEDA BİR ÖMÜR YA DA ANNE
sen beyaz güneşler taşır durursun
çekip ta ciğerlerimden
üfleyeceğim dumanlara
ben kontak derdinde kumral
bir çift gözün
şah damarları söküp neva
denizlerinde
ve levhalardan hasad olma
endişesinde
en verimli türküyü çalmak
zamanıdır
zamanla her türkü
çalınabilir
anne mi demiştik evet ANNE
bir fikrin yoksa anneye
dair henüz
dert etme
yürekteki tohumdur anne
bir süvarinin mızrak
tutuşudur
ırmak geçişidir bir
sevdanın ANNE
***
VEFA
kızların bohçasında çeyiz giden muradım
zaid olduğum dildaşlarım
kadar uçarı
incir kuşu avlarken
sulandığım çeşmelerin
yeni yetme kayısı
yıkamalarından
dökülen taze kokusu
şehre uzak bahar
çiçeklerinin ikliminde
teke düşmüş tek düşmüş bir
çift silindirli
hangi çoban tefsir eder ki
içinde olanı
hangi kavalın sesi
kurşun vınlaması kadar
cılız
biz büyüdük dünya hâlâ
tertemiz
büyüdükçe kirlenen asıl
bizlermişiz
muvazzafiyeti temdit
edilmiş
bir general ne düşünür
umurumda değil
vur durma vur bağrıma en
derin hançerlerini
kendime hakkını helal
edemiyorum şair
belki de oturup
ağlaşmalıyız
bir sosyolojik vakanın
başında
kulağımda küpelenmiş
sözlerinle
diyorum hemen yanında
sen sorunu sor
sağına ve soluna
bakmayacak olan bir benim
bana hakkını helal
etmelisin artık şair.
DEVRİM ORKESTRASI
çelişkilerle dolu bir seremoni
orkestranın karar sesi mi
ritim bel kemiği hayatın
uzunca ve acıklı bir keman
yol göstericisi birazdan
okunacak şarkının
makam bayati
bu çok uzun ve yorucu bir
şarkı
ritim bel kemiği gerisi
ona bağlı hayatın
cümbüş gırtlak yangını
Musul’u Kerkük’ü yakar
Urfa’da yeni bir endam
kazanır
sesi kâlû belâ’dan kalma
klarnet çingene sokağı
sahnenin
oyun havası kadar
dokunaklı
kanun takipçisi her
çalgının
her kalbe dokumuştur tırnağı
çelişkilerle dolu bir seremonide
bayati makamında
ritim bel kemiği hayatın
tambur
yaylı tambur
çarklardan ve raylardan
alır sesini
salonikalıların dolma
sonrası hazımsızlığıdır
ud İstanbul burjuvazisinin
light fingirdekliklerine
yoldaş
çelişkilerle dolu bir seremoni
makam bayati
ritim bel kemiği hayatın
dermanı zehir böyle
çalgıların ortasında
/başka çalgılar da var hepsini saymayacağım/
otomobil lastiğine bakıp
kahrını zümrüt sayarım
binlerce çenginin ızdırabı
şah damarda
senfoni “dım tıs dım tıs”
hangi karanlıkta dinlenir
dokunduğum putların kirli
parmaklarında
para tiksinerek mezarlara
kaçarım
ülkemdir kafa kol ve ayak
kızıp kızıp sövdüğüm uyku
sonrası
ürkek şiirlerimi
silahlanmak sayarak
koksa koksa gezdiğim
toprak
ritim ülkemin de bel
kemiği
her yazıklanma
tahterevalli sonrasından
kalma.
Editörün Mesajı: Yüreğinden Öpüyorum Fazlı Bayram
***
YAZI GÖRÜNCE
/geldiğini ne güzel söylemiştin abi
bittiğini de söylemelisin baharın/
bittiğini de söylemelisin baharın/
yazı gör, bak geliyor,
çiçek ibrik ısındı
içinde bahar tomurcukları
açtı saçtı saçıldı
bayram şekerlerinin
kağıtlarından bellikli
Elham cüzleri arasındaki
yazı
bak gör sana neler neler
ıtırdı.
bak bu yazı
al koynuna ruhuna kazı
asma kilitli tahta kubbeli
kapı
anahtar deliğindeki
heyecanın yazı
anlamaya çalış sıcaktır
terleyip terleyip soğuk
sulara girme sonra
ipek gömlek giyme sakın
küstürme mağmursa yazı
hakkını vererek koy göl
sümbüllerine
yangınlarının eteğindeki
duvara
yazı çağır bahardan
merdivenleri çıkarken
al önüne
bak nasıl geçiyor
ahtapot kolları gibi
sarsa da boğazını.
oldu bitti severim yazı
ama anlamam gözümden
akar gider yazı
bel bağlama çoğu da bir
anlayıp akledene azı da
bir.
***
UZAK NÖBETİ
Toprak damların tavanında çivili tahta
Eski utanmaları bir
bir getirir akla
Ölümden kurtulmuş savaşçı
yenilgisi
Ölümden kurtulmuş savaşçı
zaferi
Ey artmaz azalmaz hünerli
sevgi
Taşı ruhumu al götür
uzağa
***
gün batımı dağlarının eşgalinde
künyendeki la sesi
savrulur avuçlarına
sokak mavralarının sürgün
ihdası
ilticagahındır lüküs bir
villanın bahçesine
düşen izlerin
hasımane bir zümrüt
ışıltısında
kuyruk sokumunda bir
batman kir
ve bir reyhan dalı
kuşatmasında şehrin ortasındasın
haber şu:
şehre horasandan gelen
selamı alan olmamış
duyan yok
gören bilen de…
kendinden razı bir endamla
rızasının tersi bir
iştigalin softalığında
ıhlamur yaprağının
açısında kızıllanan
tempolu bir iç haykırışla
elindeki bastonla soru
işareti gibi duran ihtiyarın
seksen beşlik
ihtiyarın
sorusu sorulmamış
cevabısın
tam da işte burası kangren
soru ne
o nuda bilen yok
***
ZİNCİR ATLASI
zincir
ucunda puha
boynunda adamın kandan
çukur
bir ucu zincirin memur
elinde
kıvrımlı merdivenler
kıvrıla kıvrıla
iner zindana
indikçe aydınlanır her oda
ışığa kapanır nura açılır
kapılar
içerlek bir tevekkül
içerlek bir sabır
aşka çıkar kör ucu
kanlığın
zincir
zincir zindan yoldaşı
hükmün sırdaşı
adam vuruldu mu zincire
kalbe kadar geçer pası
adam vuruldu mu zincire
asırlarca çıkar sesi
adam vuruldu mu zincire
Yusuf olur her zerresi
/parça parça Yusuf
olmayacaksan
ne vurulursun zincire be
adam ! /
***
BEYAZ SAÇLI USTALAR
beyaz olur saçları ustaların
kiminde yağ
kiminde toz pas is
kiminde kir olur ama pis
olmaz
saçlarında ustaların
seccade izi
yıllar yük yoğurur her
cangama bir çığır
paldır küldür motorlar
sıhhat bulur
usta saçı değmişse
dişliler ahenkli çağırır Türküyü
ustam getir oğlum
takımları der
eğilirdi motora
ben beyaz saçlarını
tarardım bakışlarımla
saçlarında bir dükkan
vardı
on çıraklı beş kalfalı
evlat tadında
altı da çocuk evde ekmek
tarlada balık
bağ bozumu yaz ortasında
dünyanın
ustamın saçları
beyazlığında ve yorgun
ve kirli
ve paslı
ve isli
bazen çay söylerdi bana
oğlum derdi kanından
birine seslenir gibi
arabalarda insan gibidir
işte şu motor insanın
kalbi
temizse sorun yok
karıncalanmışsa umudunu
kes
baharı çıraklığında
yaşamış
çocukken çırak ustaların
saçları beyaz olur
her çocuk cümlesi bana
beyaz saçlı ustalar
çağırır
her sevinç nöbetlerimde
benim
beyaz saçlı ustalar uyanır
freni pompala
rüzgarla çarpış
kendi kalbindeki dağlara
tırman
insanın korkularıyla
tanımlandığı bir devirde
gölgesini güneşe tutardı
ustam
saçı beyaz olan ustalar
cesur olur
destanlara ayarlı tondadır
sesleri
silaha sürülmemiş mermiler
büyür gönüllerinde
bir çağı açar bir çağı
kapatırlar her gün
beyaz saçlı ustaların
uzun olur yolları
her ikindi vakti yürüyüşlerinde
uzak mağaralar vardır
ezberlerinde
***
SINANMA KORKUSU
gölgeler kürek kemikleri
dolunay ve taş
her bakış cehennemlerine
bir daha ateş
yükünün ağır olduğunu
biliyorsun devlerin
incileri dökülmüş bir
merhametin yolcusu
başkalarında karanlık bir dağ
çıbanı sandalısın
aşkı yok sayarak tıkanmış
damarların
baharın ve ayların
sonra uyuya kalmış
çocukların
sümbül ve reyhanların
hesabına
ayrılığa düşman basan kör
zümreyle
ve tohumla birlikte
kangren kol ve ayakların
akşamında
sabaha çıkmazcasına
böylesin
neden böylesin esrük ve
savaşçı
uykusuz ve yorgun
sonra leyla kuşanıp bu
halinle mecnuna
neden saldırırsın
anlamadım
gölgelerin ve baktığın
gölgelerin
ne anlatıyorsa sana ben
ve ben ile başlarken
saçmalıklarda
kendini arayan zavallı
kaderin aynasından
yardımcı olmuyorsan gölgene
bu sen değilsin
kır oturduğun masayı
bir parça kağıdı ve kalemi
kağıt kırıldı kalem o keza
masa hala hüzzam
mavrasında
cahil cahil aç avuçlarını
tabela yırtıcılarına
onun da gölgesi muhal
ovala şu gözlerini
sövecek bu kadar çok şey
varken
hala şalvar ceplerinden
çekirgeler fışkırıyorken
ve hayat yalnız
gölgelerden ibaretken
ellerin asanı kuşanmış
yıldızların bekçisiyle
beşik bomboş bakarken
odaya
kıvranma gölgene gel
aslında aslın budur
dağlara bu kadar yalın
olmanın cezası
bir resim ve bir heykel
işte sana son
sözüm yastığın eczası
kimilerinin yağmur altında
kalmış tuz gibi
önümüzde eriyenleri var
aşkın pazarlar ortasında
ipliğin gibi
ne halin varsa
gör helalini
bu seğirmelerin
aldanmışlığında
gölge ve aşk ve şarap
kokusuyla yaşamak
yaşamak mı bak bakalım bak
da bil bakalım
aç karınları saya saya
bitirebilecek misin bakalım?
***
ARİF ŞAİRİN BENİ ŞAŞIRTAN ESERİNE DAİR
Hamil-i kitabın şairi yakinimdir. Hem de öyle bin dokuz
yüz seksenlerin milletvekili kartlarındaki cakalı ve caf caflı laflar gibi
değil hakikaten yakinimdir. Yakınlığımız fikri maceramızın benzerliğindendir.
Yakınlığımız kenar mahalleliğimizin benzerliğindendir. Yakınlığımız sıkıldık mı
sövüşümüzdendir. Güzel sövme sanatlarını seviyor olmamız da bizi yakın kılar.
Lakin bu aziz dost, edebiyat mektebine duhul
edişiyle birlikte bir takım karanlık düşüncelere, ayağı yere basmayan hallere
kaptırdı kendini.
Şairliğini kibrinden takdirime sunmaz. Sunsa da
benim tevazu sahibi olmaya çalışma isteğim, aziz dostun şairliğini
değerlendirmeme müsaade etmez. Ancak üstadın bu güzide şiir kitabı ve hakikaten
birer sanat eseri olan şiirleriyle alakalı üç beş kelam etmeden de olmaz.
Üstadın şair olma iddiasıyla âcizane 2005 yılında
karşılaştım. İstifademize sunulan şiir ‘kokuyordu kızların’ başlıklı serbest,
çok serbest şiir. O zaman da eleştirmiştik. Ancak üstadın özelliğidir sokak
ağzıyla avam üslubuyla yapılan eleştirilere eşsiz bir gülümseme ışıldatır. Hah
ben bu şiiri anladım derseniz de yüzündeki tebessüm yerini eyvah anlaşıldım mı
yoksa endişesine bırakır. Eyvah anlaşıldım. Korkma dost bu şiirleri kimse
anlamaz. Anladım diyenler seni endişelendirmek maksatlı söyler bunu. Sahi şair
neden anlaşılmak istemez ki? Şu eşsiz mısralara bakar mısınız:
“Perşembe
günü böyle geçti iyi ki geçti bu beni sevindirdi
Uyuşmuş
bir silahın mermisiz kalışıdır bu böyle bambaşkadır
Daha köşeden
geçip seyretmeyeceğim neydi o kokuların
Dursun da
tek nasıl durursa dursun o kızların neydi o Allahım.”
Şehevi arzularını zorla bastırmış bir lise gencinin
düşünceleri gibi görünüşte. Tabi ne anlamlar yüklediğini üstadın bu mısralara
biz anlayamayız; özgünlüğün bu kadarına pes doğrusu. Özgün olacağız derken de
insan içine çıkamaz olmamak lazım diye düşünüyorum. Üstadın hangi sanat
anlayışını benimsiyorsunuz sanat için mi sanat, halk için mi sanat tuzak
sorusuna düşmeyişini müşahede ettim. Ancak kitaptan edindiğim intiba sanat için
sanat anlayışına daha yakın olduğunu hissettirdi bana. Bence Allah için olmayan
sanat bid’attan başka bir şey değildir. Sanat kisvesi altındaki kültür
güvesidir, medeniyet piresidir. Sanat ancak kültür ve medeniyete hizmet ettiği
sürece Din-i Mübin-i İslamı yücelttiği sürece anlam ifade eder. Haçlı
zihniyetinin insanı ancak bir beşer olarak gören; ihtiyaçlarının tatmin
edilmesi gereken doyumsuz, nesilsiz ve soysuz dayatmalarından beslenen bir
sanatı benimseyebilir miyiz? Üstat da
elbette sanata nasıl bakacağını bilir. Ancak doğru ve zeminli bakışını âcizane
ben kitabında pek hissedemedim.
Değerli şair:
Yüreğini ibrahim ateşiyle pişirmiş aziz dost. Biz
ham yüreğimizle Yemen yollarında Türkü talim ederken medeniyet coğrafyamızı
Türkülerin kanatlarında dolaşırken sen Türküleri Allah’a ısmarlamış, batının
örümcek ağı gibi dimağımızı sarıp bizleri maddeye esir eden müzikleriyle hemhal
olmuşsun belli ki. Yoksa şu mısraları yazarken kalemin titreyişini fark
ederdin.
“Yine bir
kız bilir ancak şimdi burada bu kızlar nasıl kokuyordur
Kızlar
sarhoştu ayakta duramıyorlardı ben bunu anlıyordum”
Başta da belirttiğim gibi hamili kitabın şairi
dostumdur hem de kallavi bir dost. Biz İmam Hatip mektebinde Din-i Mübin-i
İslam öğrendik birlikte. Hadis, Tefsir, Kelam, Akaid ilimlerine talebe olduk.
Ah o edebiyat mektebi ah. Ne olduysa üstada edebiyat mektebi sonrası oldu yoksa
böyle abuk subuk şeyler yazar mıydı bu asım dost. Asımın neslinden olduğumuz
dost.
Kitabın başlığına bakar mısınız efendim: “Beni
Şaşırt” Defaatle okuduğum esere göre bu
hitab Allah’a yapılmış kanaatimce. Değerli şair şaşırmak için neyi
beklemektedir. Ya da nasıl bir şey istemektedir ki şaşırma duygusunu harekete
geçirsin? Neye şaşırmak istemektedir? Niye şaşırmak istemektedir? Onun, yüce
yaratıcının her eserine her dem şaşırmasını ne engellemektedir? Yoksa maazallah
kalbi karardı da hissiyatı mı perdelendi? Yoksa güneşin her gün doğuşuna ve batışına; ağaçların
ölüp ölüp dirilişine; topraktan her hayatın fışkırışına; rüzgâra, mevsime,
yağmura, insana, berekete, aşka, akla, her an her zerreye; hatta ve
hatta sivrisineğin kanadındaki zehre ve karıncanın rızkına şaşırmamak, şaşkınlıktan
deliye dönmemek mümkün mü? “Beni şaşırt”ın diğer manasıyla üstadın böyle bir
hitapta bulunmuş olması imkânsız. Çünkü şairin macerası Beni doğru yoldan
şaşırt Yanlışa yönlendir sapıt hitabına manidir. Allah kimseyi bu manada
şaşırtmasın (âmin). Biz mevlamızın Kudreti ve Rahmeti karşısında daim şaşkın,
daha uygun bir ifade ile Hayretler içindeyiz.
Allahtan şair şu mısraları kaleme almış da
endişelerimizin büyük çoğunluğu ortadan kalakmış. Bu şiirle kafamızdaki sisli
fikirler aydınlanmıştır.
Gömlek
Onun
terziliği iyidir aslında
Bir
gömlekte bir pantolonda
Fakat
burada biraz eksik çalışmıştır
Korkuyu
tam şurada
Cebin
içine kıvırmıştır
Düğme
suratsız bir geyik gibi
Ortada
kalmıştır
Sabun
kaymıştır
Çaresizlik
şu güneşle birlikte
Bize biraz
daha yaklaşmıştır
Bu şiir tedaisi bakımından tasavvufi bir heyecanı
taşır. Bu meyanda bazı şiirler kitaba serpiştirilmiştir. Şairin yüreğine
sağlık. Türk edebiyatına böyle bir eser kazandırmış olması hamili kitap
şahsımın sevincine sebep olmuştur her şeye rağmen. Üstada saygı ve hürmetlerimi
arz ederim. O meyve verdi biz dahi taşladık.
***
OCAKTA BİR BARDAK ÇAY
Aşka ve şaraba düşerse adam
Kahırlı kahırlı gülerse hayata kınamam/
şeffaf bardaklardan kayar önce ellerin
evvelinde yağlı dokunuş varsa
hissetmelisin bardağa şair
hüzün yağmurlarında
böylece yıkayıp bardağı
ocağın önünde sıraya dizmelisin
bin yıldır demlediğin
aşkla demlediğin
tavşan kanındaki
üç İhlas bir
Fatiha okunmuş demi
besmeleyle almalısın eline
sonra şair
bu helal rızkı
yüreğinden süzmelisin bardağa
bin yıldır dinlenmiş suyla tamamlayıp bardağı
ötelerin ötesine göndermelisin
ulak kimden geleni bildirmese de
içiciler bilmeli
bizim ocağın çayını
bizim ocak başkadır
şairler de bilir
***
EY YAR
bir cezbe halidir
zemherinin gök yüzü
ruh yiyen akrebin özü
vicdanlar ciks ayakkabılar
bir de yakut yüzük
benzim sapsarı
biraz da bana kal ey yar
bu vaveylanın cümlesi şeref konuğumdur
bu yara yüzlü ay doğmaları bahtıma
vicdanlar ciks ayakkabılar
biraz da bana kal ey yar
arı kovanlarında bir çalışmadır ömrüm
ölüm yalan hayat gerçek havsalama
mecnun gölgeleri sızmış dallarla örtülü aydınlığım
biraz da bana kal ey yar
ey zemherinin gök yüzü
ey kan kokulu yürek yarası
arzu korku ve umut
aşkın talihsiz yüzü
çam yaprakları
altında küf kokusu
etten kemikten ayrı tırnak acısı eğlencem
parmak uçlarında sabaha açım
biraz da bana kal ey yar
ey dirilişin güzel sancısı
İSMAİL OLMAK
İsmail hocama hürmetle
bir ismaildir seni ve beni çağıran
süleymaniye kubbelerine cehennem ateşinden
dağı taşı seni ve beni
sağ yanını eskite esikite Türkü öğreten
sana bana dağa ve taşa
ismail olmadan ateşten beri olmak
şiirler içre olmak ne mümkün
/senin damdan düşer gibi çıkışların vardır
zemheri ayazlarında sokak ortalarına/
adamdır İsmail
hüzün çapında bir adam
gözüm seni kapatıyor
kalbim seni açıyor İsmail
bin yıllık maceramızın
isyana dönüşmüş halidir ismail
***
YEDİ KERE HAFIZ
Memduh hocama hürmetle
hafızların ülkesinden bakılmaz
benim geceleri gölgelerime
kırılan ayna yüreğimin yansımasıydı
kanayan kalbin her damla kanı
ırmak ırmak satır satır haykırışlarımdı
âmalara da hafız denir ülkemde
içevi aşikârdır dışarıdan ama dünyayı görmez hafız
bilir yerini ağyar öğretmiştir zulmede zulmede
çarkların gövdesinde yaşar hafız ağlaya ağlaya
âma gözleriyle bakar dünyaya hafız
gel hafız gel omzuma koy başını
bana aşkı kusmadan bu taş bu beton
seninle meşk edelim
karın doyurmayan fikirler çekelim ciğerlerimize
profesyonel cümleler kur sen dil ustasısın
ben türkü çalayım hep ellerin türküsünü
mikrofanladan haykırayım yalnızlığımızı
çıplak
ellerle savaşırdık
elimizi
kim tutarsa
onundu
ruhumuz
düştük
mü lakin
bırakırdı
o eller
biz
yeniden dirilirdik
saçmalıklara
söverdik fantin
bozulduk
mu çaktırmazdık
Not: (Süleyman KARA
müstear ismiyle yazan Fazlı BAYRAM kardeşimiz, bu şiirden itibaren kendi ismi
ile yazmaya devam edecek. Editör ise gelen her şiirde; "acaba Şair
Fazlı Bayram'ın bu şiiri hangi müstear ile yayınlanacak diye zulüm
çekmeyecek")
***
AH FANTİN-XXV
la sesi
nisan akşamlarının kararı
zalim bir ezginin gül dalı
ve yeniden yeşerme coşkusu
sen en sevdiğim musikinin
tınısı
sen usturuplu bir cümlenin
öznesisin
ben âsanda salınan azık
bohçası
gitme
fantin
***
AH FANTİN-XVII
Yusufi bir hüzünle dolu zindan
kelepçe bilekte
kelle yürekte
sesleri ahenkli demir
kapılar
buz gibi duvarlar
donmuş suratlar
aklımda sen fantin
gerçekten de iki hece
zin dan
korkunç beton kokusu
ilikleri tükenmiş insan
gerçekten de iki hece
zin dan
***
BABAMIN TEKNESİ
İpek gömlek giymezdi babam
bilirdi haramdı
sabah seccadelerinin
yorgun bekçisiydi
rıskımızı helal sağardı geceden
hamuru döverdi vakit girmeden
namaz sonrası yakardı ocağımızı
bilirdik hamurumuz yoğrulmuş
bilirdik babamız yorulmuş
lokma lokma dökerdi hüznünü
kızgın yağın içine türküler eşliğinde
‘zülüf dökülmüş yüze aman’
bir yangın yeriydi babamın yüreği
marifetli ellerinden dökülen lokmalar
tekkede pişer ve olgunlaşır
sonra şerbete kavuşurdu
şerbet kevser tadında
şerbet cennetten bir ırmak
kahvaltı sırası babamın şimdi
biz okul çantası sırtta
harçlıklar cepte güle oynaya
her şeyimiz tas tamam çıkarken evden
babam hüznüyle kalırdı sofrada
sonra çarşı pazar
benim babam helal ekmek savaşçısı
yatsı okunurken eşikte görünen kahraman
***
AH FANTİN-XXI
bütün bilgelik sendedir
güç onur ve sır
çözülmeyen düğümlerin eli bıçaklı kahramanısın
sen tarifsiz duyguların gizdarı
türlü çağların çobanısın
kırlar ülkesinin sabahı
yollar ustasının akşamısın
ey fantin
ey bu mısraların
esrarı
solunda musa
sağında İsmail
karşında ben
hangi taşı yerine koysan yakışır
hangi göz yaşına damla olsan ırmak olur
solunda musa
sağında İsmail
karşında ben
hangi taşı yerine koysan yakışır
hangi göz yaşına damla olsan ırmak olur
***
TANIM
misyon:
sigara dumanı
dört ay giyilmiş
cekete sinen
siyaset:
bu hesap tutmaz
ebcet hesabıyla
haftaya
gel haftaya
merhamet:
kara çalı
koyun yünü bekleyen
ham duvara
sürülmemiş harç
kurur az sonra.
günah:
ağız kokusu
sabahları çekilmeyen
gece tortusu.
hayat:
namlular on ikiyi gösterince yat.
***
MODERNİZMİN ÇOCUKLARI
Biz modernizmin çocukları
Biz politik tutsaklar.
Hangi taşa vursak başımızı kalbimizden yaralanırız.
Hangi acıyı koysak önümüze ateş olur kor olur el vurup dindiremeyiz. Kırgın
akacak yatağımız bile yoktur. Eskilerin vardı, akıyorlar hala, kimi kırgın olsa
da bu yatağa.
Biz modernizmin çocukları çiklet çiğner gibi yalan
doludur ağzımız. Oku da bilmeyiz yayı da; bol keseden atarız. Hani ile başlayan
salak, saçma cümleler kurarız her şeyi anlattık sanırız. Ney hani arkadaş?
Sadakımız yoktur; içinden tarih çekip, gönül gerip, menzile uçuracak
sevdalarımızı. Biz mazinin unutulmayanlarıdan taşımayız geleceğe. Yolda
bulduğumuz her şeyi doldururuz içimize son bahara yer kalmaz. Parfümler sıkar
cöleler süreriz yırtık pantolonlarımız ..çımızdan düşse de moda zırvasına
uyarız. Tüketiriz ancak ne varsa tüketirken de hayvanlar olduğumuzu haykırır
cesetlerimiz. Vicdan, merhamet, ahlak, iman yabancıyız bu deryalara. Biz
homoekonomikusun çocukları…
Köpek gibi bağırışları müzik diye dinler ecdat
sanıp muhteşem rezilliklerine akarız ekranların sabahlaraca. Sonra birbirimize
anlatırız akşamlaraca. Öyle bin miligramlık Türküler falan bilmeyiz. Sonra
yadırgarız asıl medeniyetimizi, kültürümüzü, mukaddesatımızı, bin yıllık
misyonun adı olan bin milletten oluşan Türklüğümüzü.
Tahakküm altında olmanın sorumsuzluğunu ve
rahatlığını yaşarken özgürlük mavraları savururuz. İçine düştüğümüz ben her
şeyden üstündür. Hatır gönül, büyük küçük bilmeyiz; tefekkürü ve tevekkülü de...
Verdiğimiz sözün yabancılarıyız ezelde. Biz modernizmin çocukları ah ne
afyonlar yemişiz ayılamayız gün ortalarında. Ne ceylanlar biliriz marallar
oymağında oturup onunla ağlayacak ne de hüzün biliriz içine düşüp sevgiliyi
anacak. Nerden alınır bilmeyiz ki yaralarımızı yüreğimizden sızsın kan. Hangi
kapıya gitsek bir pusu bir zindan ah kaybettik biz Leyla’yı ondan. Modern
zamanların bize altın tasta sunduğu ağuyu, alır uyur, giyer uyur, yer içer yakar
basar ama uyur hep uyuruz, uyuruz oynarız.
Şimdi sövecek bir fail yok ortada. Olsa da biz
sövmeyi de unuttuk modern kentlerde. Alışkanlıklarımızın anahtarını kaybettik
altın bilezik diye taktığımız tasmaların kelepçelerin prangaların da.
Bir cahiliye dönemidir bu da elbet geçecek
Leyla gelip bütün izm’i yer ile yeksan edecek
Dua edelim de Leyla bizden el yumuş olmasın yoksa
bütün izm’ler bizi yok edecek.
“Sen
sultansın nazlan ceylan
Senden
aldığım yaralardandır
Yüreğimden
sızan kan”
(h.ejderha)
Hala hüzünvarım bu modernizmin kuşatmasını yarıp o
gediği açacaktır Türkü Dostları biliyorum. Yemenden gelecek kervanlar bütün
medeniyet coğrafyamızı dolaşacaktır eminim. Benim de mızrabım hazır kim bilir
ne zaman nerede katılacağım onlara.
Ceylanlar var ya o marallar oymağındaki; ümidinizi
kesmeyin onlar bizi bu modernizm furyasından kurtaracaklar. Ne mutlu onlarla
oturup ağlayanlara ah o ağlayanlar var ya onlardır kalbimin evliyaları. Ceylan
sultandır nazlanacak elbet biraz geç kalacak belki; ama ceylanlar kente akın
ettiği gün modernizmin kara bulutları dağılacak kafalarımızdaki.
Biz modernizmin çocukları Sahabe kadar militan
olacağız o an.
Horasan erenleri gibi kuşanacağız pusatımızı her
birimiz bir ordu her birimiz hürriyet bekçisi…
Sonra kurtaracağız bu mukaddes medeniyeti önce
kendimizden sonra bütün sisli fikirlerden.
Hıtta deyince başlayacak her şey yenide****
AŞK GİBİ
/şairler bilir kime yazılanı/
ödevini yapmamış talebe
gibiyim
suçluluğumun çocukça
tarifi
ürkek yalanlar
yalan olduğu bilinen
yalanlar
silleler yüzümü eskitmeyin
bir damla dedik ey şair yürekli
dost
yangınım bir damlalık
değil elbet
‘ancak sana aşikar sırlar’
taşırım gönlümde
tahtın gönlümde
merhametini nerde unuttun
daim yanında merhametin
yüreğin gibi
aşk gibi
sen gibi
nerede unuttun
bir damla dediysek
senin bir damlan ırmaklar
gibidir bilirim
maveradan akan ırmaklar
menkıben gibi
köy gibi
sen gibi
adını taşıyanlar bilirim
senden evvelde
bin yıldır
taşıyanlar bin yıl evveden
bin yıl sen dahi taşırsın
İnşallah bu adı
bin yıl ebede
yüreğinden sızan kan gibi
sen gibi
aşk gibi
***
AH FANTİN IXI
şiiri kağıda
aşkı yüreğe yazmalı
sadırlarda da satırlarda da
adın olmalı fantin
efsunlu bir gül gibi bülbül gibi
yaşmağından kam alıp
türkülerce saçlarını kuşatmalı
saçlarını.
yunuslardan celallardan
bastığın toz topraklardan
yudum yudum şaraplarlardan
devşirmeli saçlarını.
körpe körpe başaklardan
altın gibi kuşaklardan
kıldan ince kılıçlardan
devşirmeli saçlarını.
gürbüz gürbüz yanaklardan
Allah diyen dudaklardan
aşk oduna yananlardan
siyah saçın devşirmeli.
cesurluktan korkaklıktan
hürriyetten esirlikten
ayıklıktan sarhoşluktan
sırma saçın devşirmeli.
damdan düşen ağıtlardan
yakut yakut bakışlardan
seherdeki cumbuşlardan
ayak tozun devşirmeli.
kemanlardan bağlamamdan
hançer bıçak ağrılardan
yanan biten süleymandan
nurlu saçın devşirmeli.
işte böyle fantin
adını devşirip mevcudattan
her zerreye aşk yazmalı.
***
AH FANTİN VIII
nedir zaman fantin
aynalar ortasında bir
kısır döngü mü?
nasırlı ellerle yağmur
sağmak mı bulutlardan
ya da
her dem yeniden cemre gibi
düşmek mi toprağa
nedir zaman fantin
yeniden başa döndürülmek
mi?
silaha takılmamış süngüler
ortasında
hilkat giymişim
adım eşref-i mahlukat
ben kepazeyim
nedir zaman fantin?
aşktan kerbelaya düşüren
bir ümran mı?
kerbeladan aşka teslim
eden
yedi emin adlı bir kişi mi?
okyanuslar dolunaydan
korkar
ben zamandan fantin
git gel
in çık
kah isterim seller gibi
aksın ayak uçlarımdan
kah kutuplar kadar buz
tutsun genzimde zaman
duracak zaman değil derdi
babam
habire geçer de durur
zaman
sen elimden tut fantin
orta yerde durduğunda
zaman
bu zamanda aşk mı kaldı
aktı içinden zaman içi boş
kaldı.
***
ÜSTADA ZİYARET
kelimeleri yollara vurdum
yüreğimi dağlara
yollar uzayıp giden yollar
sükut nedir bilmeyen dağlar
yüreğime yağan yağmurları
bu sabah evde bırakarak
sonra yalancı yüzümü eşiğe sürüp
yatağa mermi sürer gibi
çıktım
/üstad o kadar büyük ve büyülüydü
kapısında eskittiğim yalancı yüzümü alnından öptü
keşke tokatlasaydı/
çarpıp çıkmalı bu kalbin kanatlarını
***
AH FANTİN VII
seherde güneş batmalarına
aldırma sen
bir gün seni doğacak
içerden bu yer yüzü
tütün eski bir yoldaştır
sırmalı kesende
hüzünlerine, acılarına,
eyvah'larına
elinle tutuşan ellerim
eskiden beri yanıyor
aynadan düşme bir kukla
terazi
bir de masalımsı yürek
bozması cebimde kalan
sen ve ben
bir de leyla
bahara konan uçurtmalar
gibiyiz
aynı alın yazısında geçer
adımız
ne varsa indirmek
kalbimdeki tahttan
yerine seni koymak fantin
cam kırıkları gibi acıtsan
da içimi
şeytanın yüzüne haykıra
haykıra eblehliğini
koşmak istiyorum senin
yurduna fantin
duyan kara haber sansın
kavuşmalarımızı
lekeler suya karışıp aksın
bağrımızdan
aynı günde aynı vakitte
olalım fantin
ben gece sen gündüz gibi
olmuyor böyle
***
GİTME VAKTİDİR
düğümlediğim kör düğümleri çöz dilek ağacı
dağıt başıma topladığım bütün yıldızlarını
sen kal beton şehirlerde
ben bohçamda kuru ekmek
çekileyim tereyağlardan kıl gibi ince ince
tenha kaldığım kolhozlar sizin olsun
gideyim sen gelmesen de
gelmese de Leyla
ben dağlarına geldim
hüzünlü ılıman dağlarına
eteklerinde nehirler coşan
nehirler
kalbinde mağara.
bu dağlar bu senin koskoca
omuzların gibi
ipekten yumuşak kara
taşları
bağrımdaki yaralara basa
basa geldim.
senin dağlarında fantin
kuşlar bir başka
mırıldanır adını
kurtlar aslanlar bir körpe
kuzu
ağaçlar her bir ağaç
şairdir seni yazan şairler
bulutlar bir denklem
güneş utanır batmaya
senin dağlarında
şah damarım bir başka atar.
kopar karıncalar
toprak gül kokusunda
ay yüzünü kıskanır üzülür
aydınlığına
ah öyle bir içerdendir ki
içevimdeki buzullar
çözülür her ünlenişte.
***
FİLİSTİNDE BİR ÇOCUK
Çocuk bir lahza durdu
saman çöpünü taşıyan karınca
ve bir at sineği konacak kalp arayan
durdu zaman
durdu dünya
bakışlarından döküldü tertemiz ezberler
içinden akan korkular çocuk korkuları
bembeyazlarla yeniledi kendini.
Çocuk bir kurşunla
bir kurşun gibi buz gibi
bir lahza durdu
sonra toprak öptü alnından
kırlarımız sarıya boyandı.
***
BİR MİSKİN BUNU DİLER DE DURUR
düş bedenimden bu kutsal topraklara da
ruhum şad olsun
ne gezer durursun necis vücudum nur dolsun
Allahü Ekber Allahü Eber
sen ey bin damlası kıymetsizken
bir damlası bin batman
yanakları al al durmak toprağa yakışır
çekil ki yüzüm sararsın
dökül ki toprak şen olsun
şu bozkır şu Konevinin Konyası
erenlere kutlu olsun
***
AH FANTİN-III
O ve be
fantin,
işte cehennem
yeşil sarık ünlenir
arkamızdan artık
gögeler matemli camlara ah
eder
gel fantin gel
sana da doldurayım
kanla karıştırıp içtiğim
göz yaşından
sen bu tatlı iklimleri
taşı sonra
karanlıklar ortasına
kam al fikir al
zamanın raksından
semazen bir tur daha!
bir şey anlamadım bu son
oyundan
nedir oynadığın folklorik
bir kumar mı?
o üflediğin nedir ruhu
münezzeh huzurdan
/böylemiydi bu oyun eskiden fantin/
kalplerimiz kara taşlarca
uzanan caddelerde parke parke
bana nedir ki fantin
işte hayat işte baht
işte mabet fantin
tükenmez murad varsa
dünyada ne gam
benim muradımı bilirsin
***
BEDENİM KOLHOZDA
"Yüreğim yanımdadır Ali İlbey dost"
bu kolhozlar bu esir
kampları
bu bir günü bin gün kan
ocakları
içinden can ve umut akan
ırmaklarıyla
her yanı sarmışlar dört
koldan
içinde eyvahlar içinde
karanlık kör kuyular
her canı yutmuşlar dört koldan
/ midemden boğazıma boğazımdan ağzıma çıkan
pörsümüş turşu tadında kolhozlar
bu halde gülümserim
gözlerim yumak yumak /
sonra sen gelirsin
‘’halk içinde Hak ile ol’’
öğüdü gelir beraber
makineler çiçek açar
iğneler iplikler seni
dokur
sesin olur demirden
uğultular
sonra
kapitalizmin bu iğrenç
mabetlerinden
sümbül kokusu gibi akarım
sükut bir lahza
sonra secdeler…
***
AH FANTİN-II
mücevher kutusu
içinde kalbim
bilmecesi kaybolmuş kriptoyum bazen
bazen da kasap vitrinlerinde asılmış
doğranmaya hazırım etten bıçaklarla
/''sen geldin şehrimize bahar geldi
yarın iktidara gelince ülkemize de bahar gelecek''
bu yalanı söyledim ama inanmadım/
dizlerim üşüyor şimdi otobüs duraklarında
ülkemde taş beton asfalt ve heykel
suratlarımızda aç bir buz gibilik
kolhozlar dört yanımızda fantin
gök yüzünde İsa ile çağıran yok Mevlacı aramızda
çağrımız demir
çağrımız çarklara
seni taşıyan toprak gelmez burda akıllara
mahşerimiz diskolar eğlence tabutları
mabetlerimiz AVMler olmuş
kalplerimizin en güzel köşesi herodot'un
gönlümüz midemizdir açlıktan ölen midemiz
gözlerimiz şehvetlere esir
şöhret sevdası manevi bir sır içimizde fantin
çıkmaz sokaklarında şehrin kaybolmuş bir umudum
beni bul
beni ört
beni sakla fantin
***
SIZILI TÜRKÜ
Tunadan altaylara kılıç vurmuştur yüreğim
Şimdi nur mağarasında gergef işler dururum
Ben türküyü şehr-i maraşta öğrendim
En hüzünlüsünü en sızılısını seçer,
Maveradan aşağı söyler dururum.
***
AH FANTİN-I
sen kara bağrımda
bir kara kördüğümsün
baktığım her yerde resmin fantin
yediğim sen içtiğim sen
çektiğim sensin
ciğerimi yaktın fantin
her saçma sapan davranışımda sen gelirsin aklıma
ama sen hep aklımdasın ki fantin
belki de bu yüzden saçma sapan davranır da dururum
yüzüm sana gönlüm sana ruhum sana dönüktür
al beni bir, bu saçmalıkların içinden de
yol kenarlarından aşka teslim et fantin
ve duvarlarda terk edilen hattatım şimdi.
Ezbere bildiğin olmaktı oysa muradım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder