“Yazılarından istifade ettiğim
Ali YURTGEZEN Hocam’a
ve YEDİKITA Dergisine
Selam ve Hürmetle”
GİRİŞ:
Bir
insanın kendisini karşısındakine en iyi şekilde anlatabilmesi, konuşma
esnasında kullanılacak kavramların tam olarak anlaşılmasıyla olacaktır. Bu da
kavramlarda mutabık kalınmayla olacak bir iştir ki, kurulan diyalog sağlıklı
bir şekilde ilerlesin. Bu sebepten dolayı, mevzu ile alakalı temel kelimeleri
açıklayaraktan yazıya başlamak doğru ve yerinde olacaktır.
TEMEL
EĞİTİM AİLEDE BAŞLAR:
İnsan toplum içerisinde önce bir
ailede gözlerini dünyaya açtığından, devletten önce ailenin eğitim çevresinde
bulur kendini. Eğitimin ilk basamağını böylece aile eğitimi oluşturur. Çocuğun
kişiliğinin oluşmasında, toplumun değerlerinin çocuk tarafından benimsenmesinde
aile eğitiminin bu büyük rolü hiçbir zaman inkâr edilemez. Çünkü yapılan
araştırmalar çocuğun zihinsel gelişiminin ve kişilik-kimlik oluşumunun 6 yaşına
kadarki sürede büyük oranda gerçekleştiğini söylemektedir. Ve bu eğitim çocuk
doğduğunda değil, anne karnında başlamaktadır. Bu süreçte anne babaların şu
hususlara dikkat etmeleri gerekir ki, hem dünya he de ahiret saadeti oluşsun:
Eve haram sokmamak ve haram lokma yememek. Dili gıybetten, gözü namahremden,
kulağı kötü söz işitmekten ve tüm azaları kötülüklerden uzak tutmak gerekir.
Esasında çocuk eğitiminde temel mesele, anne-babanın müspet dairede yaşam
sürmeleridir.
MİLLİ
EĞ(R)İTİM SİSTEMİ YA DA TORNA TEZGÂHI:
Mevzu
eğitim olduğunda, eğitimi gören ve gösteren kişilere de değinmek gerekir.
Günümüzde bu eğitimi veren kişilere öğretmen, eğitim gören kişilere ise öğrenci
demekteyiz. Ama kavramların asliyetini kaybetmesi, bu kavramlarla anılan
kişilerin de ne iş yapacağında bir takım karmaşalara sebep olmuştur. Öğretmen,
eğitim ve öğretim işleriyle uğraşan kimse demektir. Öğrenci ise, öğrenim görmek
amacıyla bir okulda okuyan kimse demektir. Hâlbuki öğretmen yerine kullanılması
gereken “Hoca-Muallim” ve öğrenci kelimesinin yerine kullanılması gereken “Talebe
“ kelimelerini çoktan unutmuş durumdayız. Bu durumu, kamusu namus olarak ifade
eden Cemil Meriç şu kelimelerle ifade etmiştir: "Hoca öğretmen oldu,
talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime…
Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe
isteyendir; isteyen, arayan, susayan."
Bugün
eğitim denilen devre büyük bir keşmekeş görünümü arz etmektedir. Bugünün eğitim
sistemi neyi, niçin ve nasıl öğrettiğini bilmeyeni milyonlarca gencin en
değerli zamanlarını eriten, yok eden ve Allah’ın bin bir renk ve kabiliyette
yarattığı yavruları hepsi birbirine benzeyen(adeta torna tezgâhından çıkmış
profiller gibi) okumaz, yazmaz, düşünmez, rahat yaşamaktan başka tasa taşımayan
kitleler olarak yetiştiren bir yapıdadır. Modern eğitim sisteminde, temel hedef
sınavları kazanmak olduğu için, öğrenmekten ve öğretmekten başka kaygı gütmeyen
öğretmen-öğrenci taifesi ilmin izzetini ayaklar altına düşürmüş vaziyettedir.
Ne öğreniyoruz, ne öğretiyoruz? Malumat yığınına gömülmüş milyonlarca insan
var. Gençliğe ve geleceğe yazık ediliyor! Yarış atı misali hedefe odaklanmış ve
at gözlükleri sebebiyle çevreyi göremeyenlerin, dünyalık hedeflere ulaşması
sonucu, derununda büyük sarsıntılar olması kaçınılmazdır. Zira günümüzde Türk
Milli Eğitim Sistemi değerler adına herhangi bir dava gütmemektedir.
Düşmanla
savaş yöntemi olarak sadece meydan muharebeleri ile yetinmeye çalışan
milletlerin varlığının çokta uzun ömürlü olmadığını tarih bize birer ibret
vesikası olarak göstermektedir. Bu hususa Moğolları örnek olarak verebiliriz.
Kısa sürede geniş toprakları ele geçiren ve her gittiği ülkeyi yerle bir eden
bu milletin bugün adı sadece tarih kitaplarında vardır. O da barbar ve zorba
bir millet olarak geçmektedir. Hâlbuki kendisini askeri alanda olduğu gibi,
ilmi ve siyasi alanlarda da geliştiren milletler bugün hâlâ kendileri olarak
hayat sürmektedir.
Nizamülmülk’ün
adından dolayı Nizamiye Medresesi adını alan Nizamiye Medreseleri, İslam
dünyası için ciddi tehlike oluşturan Rafızî-Batıni düşünceyle siyasi ve askeri
sahada olduğu gibi ilmi sahada da mücadele etmek ve devlet görevlileri
yetiştirmek amacıyla kurulmuş müesseselerdir. Ayrıca okumaya imkânı olmayan
fakir öğrencilerin de okumalarını sağlamak için kurulmuştur. Hocaların ve
talebelerin ders okuma, yeme-içme ve barınma ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde
planlanan medrese için Dicle Nehri’nin doğu yakasında uygun bir arazi seçilir
ve üzerindeki meskenler istimlâk edilir. Bu kadar imkâna rağmen, günümüz eğitim
kurumlarının inşaatının geç bitmesi durumunu da göz önünde bulundurursak,
Nizamiye Medresesi’nin iki yılda bitmesi takdire şayandır.
Nizamülmülk ve çocukları zamanında,
hocaların ve yardımcıların vezirin emri ile atanmaları esastı. Bu atama işlemi
keyfiyet esası üzere değil, tamamen ehliyet ve liyakat üzere yapılmaktadır.
Tayin edilen hoca, ilk dersi yüksek dereceli memurların, hocaların, âlimlerin
ve şairlerin huzurunda, bazen halifenin de katıldığı bir merasimle
verirdi. Nizamiye Medresesi’ne hoca
olmak kolay bir şey değildi. Buraya girebilmek için yüksek bir ilmi seviyeye
sahip olmak gerekiyordu. Medresenin hocaları meşhur âlimlerdi ve Bağdat’ın
siyasi ve içtimai hayatı üzerinde büyük tesirleri vardı. Medresede genellikle
dini ilimler okutulmaktaydı. Kur’an-ı Kerim ve ilimleri, Hadis, Şafii fıkhı ve
usulü, Eş’ari kelamı, Arap dili ve edebiyatı, vaaz, matematik ve İslam miras
hukuku bu derslerden yalnızca birkaçıdır. Bugün Nizamiye Medreselerinin
adındanhâlâ şerefle bahsedilmesi, bu derslerin tamamen ilme yönelik olmasından
ve hocaların liyakat ehli olmasından gelmektedir.
OSMANLI’DA
MAARİFİN GENEL ÇERÇEVESİ:
Osmanlı
medreselerinde yıllar boyu Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi ilimlerle birlikte
matematik, tıp, astronomi gibi fenler at başı gitmiştir. Bazı zamanlarda dini
ilimlere ilginin azalması sonucu içtimai yapıda birtakım aksaklıklar çıksa da,
tez elden gerekli tedbirler alınmak suretiyle tekrardan halin düzeltilmesi
yoluna gidilmiştir. Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar medreseler tedrisata
devam etmiştir. Osmanlı’da aşağı yukarı kuruluş yıllarından itibaren hemen her
köy ve mahallede sıbyan mektepleri bulunuyordu. Bu mekteplerde eğitim ve
öğretimin esası din ve ahlaktı. Buralarda Kur’an-ı Kerim, İlmihal bilgileri ve
Kitabet öğretilirdi. Zamanla sıbyan mekteplerinde Türkçe dersi de verilmeye
başlamıştı.
Tanzimat’a kadar sıbyan mekteplerine
kız-erkek hemen her Osmanlı çocuğu devam eder, bu müessesedeki eğitimini
tamamlayıp tahsile devam edecek olanlar medreseye geçerlerdi. Medrese
haricinde, hususi eğitimle yetişenler olduğu gibi, Enderun Mektebi’nde ilim
tahsil edenler, askeriye mensubu olup ilim öğrenenler, mesleki yoldan
yetişenler de mevcuttu. Talebenin hangi alanda marifet sahibi olduğu küçük
yaşlarda belirlenir ve o doğrultuda bir yönlendirmeye tabi tutulurdu.
Tanzimat sonrasında modern tarzda
mektepler açılmaya başladığında sıbyan mektepleri iptidai mekteplere,
idadilerle birlikte rüştiyeler, idadi-sultaniler, darulmualliminler, ziraat ve
sanayi mektepleri açıldı. Bilhassa Sultan İkinci Abdülhamid Han döneminde
Osmanlı ülkesinde tam bir eğitim seferberliği yaşandı. Maalesef o seferberlikte
yetişen kişiler daha sonra Hünkâr’ı beğenmeyerek Sultan’ı tahttan indirme
edepsizliğimde bulunmuşlardır. Yaptıkları yanlışın farkına daha sonraları
kendileri de varmış olmalarına rağmen vakit çok geçmiş oluyordu. Koca Sultan
ahirete irtihal eylemiş ve ülke artık son demlerini yaşar olmuştu. O talihsiz
neslin hissesine Padişah Efendimiz’in arkasından gözyaşı dökmekten başka
yapacak bir şeyleri kalmamıştı.
Maksadımız bir devri göklere
çıkarmak değil; yanlış bilgilerle dolu zihinleri geçmişin ışığı doğrultusunda
aydınlatmaktır. Daima yerin dibine sokulmak için gayret sarf edilen,
tarihimizin karanlık ve örümcek ağlarıyla dolu bir dönemi olarak tarif edilen
Osmanlı devri hakkında doğru bilgiler vermeye çalışmaktır. Hele hele bu bilgi
geleceğe dair önemli bir konumu olan eğitim mevzuunu içermesi münasebetiyle
daha bir önem arz etmektedir.
Atalarımız boş adamlar değillerdi. İlim ve terakki yolunda inanılmaz gayretler sarf
etmişlerdi. İçlerinden nice büyük âlimler, ilim ve fen adamları çıkmıştı.
Pozitif bilimlere büyük değer verirlerdi. Yeni nesillerin bunları bilmesi icap
etmektedir. 1928 yılında yapılan Harf İnkılabı ile Osmanlı devrinin
basılmış-basılmamış muazzam külliyatına tabiri caizse bir nisyan perdesi
çekilmiştir. Türkçemizi mahveden uydurukça dil faaliyeti de meselenin tuzu
biberi olmuştur. Yanlış bilgilerin ve peşin hükümlerin temel sebebini burada
aramak gerekir.
Osmanlı mekteplerinde en çok
ehemmiyet verilen derslerden biri Türkçe idi. Bu dersin, bir senede altı farklı
ders halinde işlendiği bile vakidir. Mesela bir mektep karnesinde Kıraat, İmla,
Sarf ve Nahiv, Tahrir, Ezber ve İnşad, Yazı dersleri görülmektedir ki bunların
tamamı hakikatte Türkçe dersinin konularıdır. Bugünkü Türkçe dersi olarak
gösterilen dersin ne kadar yetersiz ve hatta gereksiz olduğunu tüm bunları
görünce daha iyi anlıyoruz.
Açılan bahis üzerinde tartışarak
ders işleme usulü, medreselerde öteden beri uygulanan en yaygın metotlardan
biridir. Bu metodun talebede öğrenilmiş bilgileri kullanabilme, ayrıntılara
dikkat etme, söz söyleme inceliklerine riayet kabiliyetleri ile mantık ve
muhakemenin gelişmesini sağladığı bir vakıadır. Modern eğitimle yetişen
nesillerin eskilerdeki mantık selasetine ulaşamamış olması böyle bir yöntemi
tanımamalarındandır. 19. yüzyılda dünya çapında, hazerfen bir ilim adamı olarak
sadece Ahmet Cevdet Paşa’nın varlığı dahi, modern eğitim kurumları hâlâ bu
kıratta bir adam çıkaramadığına göre, medreselerin verimlilik ve kalitesi için
yeterli bir ölçüdür. Klasik medrese tahsiliyle yetişen Ahmet Cevdet Paşa,
bugünün YÖK üniversitelerindeki hukukçu, tarihçi ve sosyologlarla kıyas kabul
etmez ölçüde ‘yüksek’ bir ilim erbabıdır.
Din derslerine Osmanlı mekteplerinde
büyük ehemmiyet verilirdi. İlk mekteplerde derslerin ağırlığını dini dersler
teşkil ederdi. Eğer bir talebe bir İslam âlimi olarak yetişmek arzusundaysa
zaten iptidaiden veya rüştiyeden sonra medreseye geçerdi. Orta ve lisede de
dini eğitime ağırlık veriliyordu. Bütün Osmanlı devri karnelerinde din dersinin
ilk sırada bulunması bu ehemmiyetin bir göstergesidir. Zaman zaman yapılan
düzenlemelerde din derslerinin saatinin artırıldığı da görülmektedir. Bu gün
din derslerinin tek ders olarak var olması, liyakatten yoksun, seküler
ilahiyatçı tiplerin öğretmenlik yapmaları, öğrenci taifesinin umursamaz bir hal
sergilemesi, ailelerin dini yaşantıyı camiye ve kılıfa hapsetmeleri ve
devletin, milletin değerleri ile barışmaması günümüz neslinin halinin normal
olduğunu göstermektedir.
Arapça
ve Farsça da mekteplerde çok ehemmiyet verilen derslerdendi. Zira Osmanlı Türk-İslam
kültürü, Müslüman Arap ve Fars kültürüyle harmanlandığı gibi bu iki dilden
Türkçeye çok sayıda kelime de girmişti. Mekteplerde Arapçanın öğretilmesi
klasik medrese tahsilinde olduğu gibi Emsile, Bina, Maksud, Avamil ve İzhar
okutularak yapıldığı gibi modern tarzda yazılan kitapların tedrisiyle de icra
ediliyordu. Yabancı dil olarak o devirlerde bütün dünyada diplomasi dili olması
itibariyle Fransızca öğretiliyordu. Mantık ve felsefe, aynen tarih ve coğrafya
gibi eski ilimlerden olup mekteplerde de okutulduğunu görüyoruz. Ruhiyat ve
içtimaiyat ilmine de Osmanlı’nın son devirlerinde ehemmiyet verilmiştir. Bu,
bahsi geçen ilimlerin sonradan keşfedilmesiyle alakalı bir durum değildir
elbette. Çünkü ‘Namaz kılan bir toplumun psikolojiye, zekât veren bir toplumun
sosyolojiye ihtiyacı yoktur.’ Biz ne zaman Millet olarak asli vazifelerimizden
uzaklaştık ise, o zaman taun ve felaketler yakamızı bırakmamıştır.
Osmanlı devrinde okutulan fen ve
teknik derslerin ilmi seviyesi, bugünkü seviye ile elbette ki aynı değildir.
Bugünkü uçaklarla o devirdeki uçakların, bugünkü son model arabalarla o devir
arabalarının aynı olmadığı gibi. Fakat bazı dersler ise bugüne birkaç gömlek
büyük gelebilir; mesela en basitinden Türkçe dersi. Bugünkü gibi katliama maruz
kalmış, kısırlaştırılmış bir Türkçe yoktu o zamanlar; 1000 yıllık bir kültür ve
medeniyetin izlerini taşıyan koca bir dünya dili vardı.
Osmanlı
devrinde mekteplerde okutulmak üzere basılmış binlerce kitabın tamamına ismen
ulaşmak isteyenlere Seyfettin Özge’nin beş ciltlik kataloguna veya Eski Harfli
Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası’na müracaat etmelerini âcizane tavsiye
ederiz.
OSMANLI’NIN
İNSANLARA OLAN HASSASİYETİ:
Osmanlı
sağır ve dilsiz çocukları da unutmamış, içtimai hayatta bulunması gerektiğini
düşünerek, onlar için de mektep açmıştır. Osmanlı Devletinde sağır ve dilsiz
çocuklara “bi-zeban” deniliyordu. Dilsiz mektebi kurulana kadar bu çocuklar
için bir mektep yoktu. Bunların bir bölümü sarayda istihdam edilerek çeşitli
görevleri yerine getiriyordu. Mesela; konuşulan sözler, alınan kararlar
dışarıda söylenmesin diye dilsizlerin bir kısmı da Babıâli’de istihdam
ediliyordu. Bu mektepten mezun olanlar ise genellikle okula muallim olurlardı.
Osmanlı’nın nezaket ve zarafetine bir örnek vermek gerekirse “bi-zeban”ın elbiselerini
söylemek çok yerinde olacaktır. Çünkü Osmanlı bu çocukların dışarıda tehlikeyle
içi içe olmaları münasebetiyle, giyim kuşamlarını da halkın şefkat ve merhamet
nazarını üzerine çekecek şekilde hazırlamıştır ki duymamaktan kaynaklanan bir
kaza olmasın. Kırmızı çuhadan ceketle siyah fakat kalın ve kırmızı şeritli
pantolon bu talebelerin kıyafetini teşkil ediyordu. Halk sokakta bu kıyafetteki
çocuklara rastlayınca ya kör, ya sağır olduğunu derhal anlar ve bir tehlikeye
maruz kalmasınlar diye ellerinden gelen yardımı esirgemezlerdi.
OSMANLI’NIN
MAARİF DAVASINDA YEMEN ÖRNEĞİ:
Mübarek
Osmanlı, Batılı devletler gibi sömürü düşüncesi ile hareket etmemiştir. Batılı
devletler kendi dininden olanlara dahi sömürü anlayışı ile yaklaşırken, Osmanlı
Müslüman olmayan milletlere dahi hoşgörü ile yaklaşmıştır. Gittiği yeri
sömürmekten ziyade oralara hizmet etmiş ve insana insan olmanın değerini
vermiştir.
İşte
yemen örneği bunlardan yalnızca biridir.
Yemen’deki ilkokullarda Kur’an-ı Kerim, Tecvid, İlmihal, Türkçe, Hesap,
İmla, Ahlak, Hüsn-i Hat, Sarf ve Esma-i Türkiyye verilmesi kararlaştırılmıştır.
Hatta Yemenli bazı çocuklar daha iyi bir eğitim için İstanbul’a gönderiliyorlardı.
Bu meseleye çok büyük ehemmiyet veren ve bunu teşvik eden Sultan İkinci
Abdülhamid Han, bu konuyla yakından alakadar oluyordu. Nitekim 1903’te, Sultan
Abdülhamid Han’ın talebi ile Yemen’den 83 talebe adayı İstanbul’a gelmişti.
Sağlık kontrolleri yapılan bu talebelerin 33’ünün yüksek mekteplerde, 16’sının
ilkokullarda, 28’inin sanayi mekteplerinde tahsilleri uygun görülmüştü.
Hastalığı tespit edilen 6’sı ise Hamidiye Etfal Hastanesi’ne sevk edildiler.
Eğitim ve öğretim sisteminin, bir
toplumun yükselmesinde yahut geri kalmasında önemli bir rol oynadığı gerçeğinin
gayet farkında olan Osmanlı Devleti, memleketin bu en uzak köşesi Yemen’de
bile, sistemli bir programın takip etmiştir. Takip edilen sistemin de çağa ayak
uydurabilmesi ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilmesi için çok büyük gayret
ve fedakârlıklar göstermiştir.
AHMET
CEVDET PAŞA’NIN MAARİF RAPORU:
Bize
anlatıla geldiğine göre Osmanlı, son dönemlerinde fen ve matematiğe önem
vermediği için geri kalmıştır. Hatta bazılarına göre bu, yıkılma sebebidir.
İşte bu tür anlatıların maksadı ‘Osmanlı fen ve matematiğe önem vermeyip,
sadece dini ilimlerle uğraştığı için yıkıldı’ intibaını vererek insanları dini
ilimlerden uzaklaştırmak, sadece fen ve matematiğe yani maddiyata
yönlendirmektir.
Ahmet
Cevdet Paşa ahirete irtihal etmeden iki sene evvel Maarif meseleleriyle ilgili
bir rapor hazırlamıştır. Bu raporda klasik Osmanlı tarih bilgilerini alt üst
eden bilgiler mevcuttur. Yıllarca çığırtkanlığı yapıldı ki; Osmanlı fen ve
teknik dersleri aksattığı için geriledi. Hâlbuki Cevdet Paşa işin aslının hiçte
böyle olmadığını, eğitim sistemindeki eksikliklerden dolayı (bu eksiklik
sonucunda, dini ilimlerin ders programlarında azalması ve yerine fen ve felsefe
derslerinin almasıdır) itikadı bozuk talebelerin yetişmeye başladığını,
Devlet-i Aliye, esasını din üzere kurmuş olduğundan, mevcut durumun ilerisi
için pek vahim görünmekte olduğunu ifade etmiştir. Ahmet Cevdet Paşa’nın
raporda sunduklarını bugüne uyarlayacak olursak, eğitim insanlara sağlam bir inanç
ve itikat vermelidir. Bunu vermeyen eğitim ‘başa bela’ olacak nesillerin
yetişmesine zımnen destek olmuş demektir. ‘Başa bela’ nesil deyince o günün
neslini dahi fevkalade edepli bulan bizler, acaba şimdiki nesle nasıl
bakmalıyız.
SON
SÖZ YERİNE:
Muallimlere,
gelecek nesil sizin eseriniz olacak diyenlere buradan seslenmek isterim: ‘Neslinizi
gördük ve görmeye devam ediyoruz. Siz bir de Asım’ın Neslini görün! Namusunu
çiğnetmeyen, değerlerinden verilecek tavizi ölmeye tercih eden o kutlu nesil.
O
Kutlu Nesle selam olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder