-Yarın hastaneye yatıyorum.
Bazı önemli konular, önemli zamanlarda konuşulur ve insanın
hayatında bu kadar önemli zaman asla bulunmaz. Her seferinde olduğu gibi bizim
bu önemli konumuz da önemli zamanına kavuşamamanın etkisiyle rafa kalkıyor ve
önümüze yeni bir konu açılıyor.
Hastalık, hastane, hastanenin kokusu… Alışılmış bir yabancı
duygu…
“Onu teselli için söylediğim söz beni de aldatacak bir cazibe
aldı ve bir ümit kapısı açtı.” Hayır açmadı. Her söz gibi bu da duymak
istediğimiz aldatıcı sözlerden birisiydi. Hastaneye yatsam ne olacaktı. Kendi
soruma kendim cevap vereyim:
Alışılmış yabancı bir duygu.
Allah kimseye taşıyamayacağı yük vermesin. Âmin. Bazı yükler,
insana yük olur. Uzaktan bakana kendisini acındırır. Bazılarına “Zavallı
oğlancağız, o çelimsiz vücuduyla o kadar yüke nasıl dayanıyor anlamıyorum.”
dedirtir. Hamallar, eskiden en çok
hamallara acırdı insanlar. Üç kuruş para için onca yükü nasıl taşıdığına hayret
edip dururduk doğrusu ama kimse anlamaz. O, onca yükün altında hâlâ
yıkılmadığını ispatlamak isteyen çelimsiz çocuk; mutlaka, arkadaşlarıyla
girdiği bilek güreşlerinin galibiydi. Tıpkı insanın dertleri gibi... Hepimiz
kendi dertlerimizin hamalıydık sonuçta. Aynaya bakmadan hüküm vermeye
kalkıyoruz çoğu zaman. Oysa farkında değiliz ve farkında olmadan o derdi çekenin
yalnızca biz olduğunu düşünüyoruz. Ona göre hüküm vermeye kalkıyoruz, ona göre
hüküm veriyoruz. Arada bir aynaya bakmamız lazım ama ne zaman. En son ne zaman
dostunun yüzüne baktın. Kendini dostunun aynasında gördün. Biraz önce mi? Bak
yine kendine yalan söylüyor ve duymak istediğin sözlerle kendini aldatıyorsun.
İnsanın aynası dostu değil midir?
-Bir de o var değil mi?
-Evet bir de o var. Bunca derdin bunca sıkıntısının arasında
bir de o var. Bu yüzden biraz sevin çünkü hiç olmazsa bu dert sende yok.
“Onu teselli için söylediğim söz beni de aldatacak bir cazibe
aldı ve bir ümit kapısı açtı.” O kapı hiç olmazsa dostum için açılmıştı, en
azından ben açmaya zorlamıştım. Ne de olsa biz başkalarının mutluluğuyla mutlu
olan insanlardık değil mi?
-Sen de olan zaten benimdir.
Açıkçası ondan böyle filozofça bir söz beklemiyordum. Belki
filozofça olmayabilir ama bazı sözler yerinde söylendiği zaman insana
karşısında bilge birinin olduğunu hissettirir.
Dost insanın aynasıdır. Aynaya bir ışık tuttuğun zaman
yapacağı tek şey onu sana geri yansıtmak olur. Benim onu teselli için açtığım,
açmaya çalıştığım kapı tekrar kapandı. Onun yüreğini aydınlatmak için tuttuğum
ışık geri yansıdı ve gelip benim yüreğimi aydınlattı. Ne kadar derdim olursa
olsun yanımda dostumun olduğunu bana hatırlattı.
-Haklısın… Ne bileyim, biraz canım sıkılıyor, her zamanki
gibi.
-Neye…
-Hastaneye…
-Bir türlü alışamadın gitti ha şuna.
-Nesine alışayım. Ne kadar alışsam da her seferinde bana
yabancılaşmayı başarıyor.
-Kaç sene oldu?
-10
-Bak on sene olmuş. İnsan aldığı ayakkabıyı bile on sene
giymiyor yenisiyle değiştiriyor ama sen aklındaki bu düşünceyi on seneden beri
değiştiremedin. Neymiş efendim? Alışamamışsın… Bir şeyi düşman olarak görürsen
ona nasıl alışırsın.
-O iş öyle olmuyor işte. Beni en iyi sen biliyorsun. Hastane
duvarları üzerime üzerime geliyor ben ne yapayım.
Sigarasını küllüğe silkeledi. Sonra çayından bir yudum aldı.
-Peki nasıl oluyor onu söyle?
-Nasıl mı?
-Evet nasıl oluyor? Hep içine atıyorsun, senin en büyük hatan
bu. Hani hep diyorsun ya: “Söylediğimiz sözler başkalarının duymak
istediklerinden ibaret.” diye. İşte sen her seferinde insanlara duymak
istedikleri şeyleri söyleyip duruyorsun. Bu yüzden hep kaybediyorsun.
-Haklısın ama başka ne yapabilirim.
-Nasıl… Ne, yapabilirsin?
-En büyük kaybımız dinlemek değil mi? İnsanı, dostundan başka
kim dinler? Bir düşün birisiyle karşılaşırsın, ona: “Nasılsın?” diye sorarsın
ve sonra onun “İyiyim, hamdolsun.” demesini beklersin. Hayatımız böyle değil
mi? Hangimiz, sorduğumuz kişinin “kötüyüm” demesini isteriz. “Kötüyüm” demesi
kolay ama peki ya sonrası, sonrasına katlanmak ister misin? Onun neden kötü
olduğunu sonuna kadar dinleyip; biraz olsun, onun içinin rahatlamasını kim
ister. İnsanın içinden “Aldık başa belayı. Kolaysa sabret bu uzun konuşmaya”
demek geçmez mi?
“Momo’nun hiç kimsenin yapamayacağı şekilde başardığı şey
şuydu: dinlemek. Belki şimdi pek çok kimse, bu da bir şey mi, herkes
dinlemesini bilir diyecektir.
Oysa hiç de öyle değil. Çok az kimse gerçekten iyi bir
dinleyicidir. Dinlemek konusunda Momo’nun eşi benzeri yoktur.” Sadece Momo’nun
değil insanın dostundan başka da eşi benzeri yoktur. İnsanoğlu sadece dinlenmek
ister. Başkasını dinlemek değil. Sorduğu sorulara bile her seferinde beklediği
cevabı almak ister. Belki de bu hayatı artık hızlı yaşamamızın nedenidir. Para
kazanmaya, çalışmaya, işimize, derslerimize yetecek kadar zamanımızın
olmayışındandır ya da bizim öyle sanmamızdandır. Hayatımızda her şeye zaman
buluruz ama duygularımıza asla! Fakat her insanın bir dostu vardır değil mi? Bu
kadar hızlı geçen zaman içinde yorgunluğunu atmak istediği, sığındığı bir
liman.
-Haklısın ama ben varım. Bana duymak istediklerimi değil,
duyurmak istediklerini söyle.
-Artık takatim kalmadı, içimdekiler damla damla büyük bir
okyanusa dönüştü ve ben sanki bu okyanus içinde boğuluyorum. Yoruldum… Yayından
fırlamış bir ok gibiyim. Hedefime doğru son hızımla ilerliyorum ama yaşadığım
olaylar şaftımı kaydırdı. Hedefime doğru ilerken; kendi etrafımda döndüğüm
yetmezmiş gibi, başka bir şeyin daha etrafında döndüğümü hissediyorum. Fakat bu
şeyin ne olduğunu anlayamıyorum. Korkuyorum… Belki de bu yüzden hızlandığımı
hissediyorum. Sanki havada zikzaklar çizerek varacağım hedeften sapacağım ve
bir taşın en ağır yerinde kıracağım temrenimi. Korkuyorum… Birinden kaçıyorum. Kendimden
kaçıyorum ve tam kaçtığımı düşündüğüm anda kendimi yeniden kürkçü dükkânında
buluyorum.
- Kendinden değil, ondan kaçıyorsun. Ona hem yakın olmak istiyorsun
hem de onun en uzağında bulunuyorsun. Neden yaklaşmıyorsun. Neden onu uzaktan
seyretmekle yetiyorsun? Neden sadece onu düşünmekle kalıyorsun?
Başımı yukarı, gökyüzüne doğru çevirdim. Hoş, insan şehrin
ortasında gökyüzünü nasıl görebilirdi ki? Yukarıda dut ağacının dalları
arasından kafenin bulunduğu apartmanın balkonları ve balkonlarda; her an insanın
kafasına düşecekmiş gibi bir his uyandıran tabelalar görünüyordu. Ona baktım, o
gözlerini yokuşun aşağısına çevirmiş boşluğu izliyordu. Ben ise kafamı tekrar apartmanın en karanlık
noktasına çevirdim.
“Birkaç dakika geçti. Birbirimizin nereye baktığını bilmeden
geceyi izliyorduk.”
-Beni anlamıyorsun.
-Ben de onu söylüyorum. Anlatmıyorsun…
-Tamam anlatayım ama sen dinlemek ister misin?
-Bak karşındayım.
-Birer çay daha söyleyelim. Sonra sana kısaca içimdekileri
anlatayım. Eğer uzatırsam, yağmur yağar ıslanırız.
Başımı kafenin büyük camına çeviriyorum. Sabahattin çay
ocağının başında dışarıyı izliyor. Göz göze gelince anlıyor halimi ve hemen iki
tane çay ile yanımıza geliyor. Boşları alırken “Eyvallah” diyorum. Başıyla
selam verip geldiği gibi giriyor içeri.
Dostumun gözleri ise bende:
-Bekliyorum.
Tabakamdan bir tütün alıyorum. O da paketinden bir sigara
alıyor ve yakıyoruz. O sigarasını küllüğe yerleştirip çayına şeker atarken, ben
tütünün dumanının havada süzülüşünü izliyorum.
(BÖLÜM SONU)
***
YİNE AYNI HİKÂYE... 2
“Horatio! Bana bir şey söyle!”
“Ne söyleyeyim efendimiz?”
Günlük hayatta kullandığımız
cümlelerin tamamı, karşımızdaki kişinin duymak istediklerinden ibaret. Bunun
nedeni nedir, bilmiyorum. Ama durum bu… Neredeyse, sadece karşımızdaki kişi
için konuşuyoruz. Kendimizden bir şeyler katmadan, kim neyi duymak istiyorsa
onu söylüyoruz. Belki de insanları yalan söylemeye alıştıran sebeptir bu.
Peki, kendimiz… Biz neyi duymak
istiyoruz? Doğruları mı? Çoğunlukla insanların canını sıkmaktan başka bir işe
yaramayan doğruları kim duymak ister? Birinin bizi sevdiğini mi? Komik… Bu
hayatta âşık olduğu birisiyle evlenen kaç kişi var ki?
Aşk ise başka bir duygu… Bu
güne kadar tarifi yapılamamış, en kalın lügatlerin bile yetersiz kaldığı tek
kelime. Çünkü insan hayatında bir kere âşık olur. Bu yüzden çoğunlukla
hoşlanmak ile aşk arasındaki ince çizgiyi kaçırırız. Herkes hayatında mutlaka
bir “Mihriban” veya “Mona Roza” ile karşılaşır. Fakat anlamadığım
tek taraf; neden bu karşılaşma en olmadık zamanlarda ve en olmadık yerlerde
olur. Bunu hiç bilmiyorum. Aslında; sıradan bir zaman ve sıradan bir mekânda
olsa biz buna aşk diyebilir miyiz, orası da meçhul.
Herkesin bir “Mihriban”ı veya
bir “Mona Rosa”sı vardır. Herkes mutlaka bir gün bu hastalığa yakalanmış veya
yakalanacaktır. Önemli olan nokta o hastalığa yalanmak değil, iyileştikten
sonra ne yapacağındır. İyileşebilen birisi varsa tabii… Hangi hastalık iz
bırakmadan ayrılır ki vücuttan? O iz, ebediyen seninle beraber kalır. En
olmadık zamanda birdenbire hatırlatır kendini ve sen ne yapacağını bilemezsin.
Sadece gözlerin uzaklara dalar gider ve kimse anlamaz senin bu halinden.
-Yine daldın?
-Evet… Düşünüyorum.
-Neyi.
-Ben de bilsem ya neyi
düşündüğümü…
Özel İdare binasının önündeki
bankta oturmuştuk en son. Buraya nasıl geldiğimizi hatırlamıyorum. Yol boyunca
aklımda sadece O vardı. O’nu düşünüp durmuştum ve dostum nereye sürüklediyse o
yöne gitmiştim. Bu yüzden ne zaman bu kafeye gelmiş, ne ara oturmuş, ne zaman
iki çay söylemiştik hatırlamıyorum.
Gözlerim kayıtsızca benden
ayrıldı, izin almadan etrafımı dolaştı.
Kafe, kafenin önü, kafenin
önünde birkaç masa ve etrafında tabureler ve kafenin girişinin birkaç adım
ötesinde bir dut ağacı, dut ağacının en kalın dalına kurulu eski bir otomobil
lastiğinden yapılmış bir salıncak.
İçeride çalan türkü ise şu an
benim ruhuma yetişmiyor.
Kafe hafif eğimli bir sokakta.
Ben yönümü yokuşa doğru dönmüşüm; dostum ise karşımda, oturduğu tabure dut
ağacına dayalı.
-Neden gitmiyoruz?
Yüzüne baktım. Sorduğu sorunun
cevabını biliyordu. Bu gözlerinden okunuyordu. Fakat; içimde bugün, hatta “Çalı
Kuşu” sözünden bu yana oluşan bir yorgunluk var. Alışık olduğum bir yorgunluk…
-Bu şehirden gitmek istiyorum.
Neresi olursa olsun gitmek.
-…
-Artık dayanamıyorum. Yoruldum…
Hem de çok. Ne onu ne de başka bir şey düşünmek istiyorum.
Sırtını dut ağacına yasladı.
Üzerinde siyah bir mont, altında ise kahverengi keten pantolon… Önce masada
bulunan telefonuna, sonra bana baktı ve montunun iç cebinden paketini çıkardı.
Bu sefer önce bana uzattı. Benim tütünden başka sigara içemediğimi, boğazımı
yaktığını biliyordu. Yine de aldım. Ben aldıktan sonra kendi de bir tane aldı.
Paketi ise masanın üzerine, telefonun yanına koydu. Eliyle ikisini yan yana,
aynı hizaya gelecek şekilde düzenledi. Montunun sağ cebinden çakmağını çıkardı. Sigarasını
yaktıktan sonra onu da paketinin üzerine koydu. Bu, burada en az iki saat
oturacağız anlamına geliyordu. Ben de kendi çakmağımı üzerimde aradım ama yine
bulamadım. Nereye koyduğumu düşündüm. Çantamı karıştırdım. Birkaç gözünü
kurcaladıktan sonra ön taraftaki küçük gözden çıktı çakmağım. Sigaramı yaktım.
Çaylarımız bitmişti. Ona baktım. O ise yüzünü kafenin içine doğru çevirmişti.
Kafenin camı “Selvi Boylum Al
Yazmalım” filminden alınmış bir resimle kaplıydı. “Türkan Şoray” ve “Kadir
İnanır” kırmızı kamyonun motor kaputunun üzerinde yan yana oturuyorlardı.
Kamyonun üzerinde ise kocaman harflerle “Selvi Boylum Al Yazmalım” yazıyordu.
Gündüz vakti dışarıdaki birisi resimden dolayı içeriyi göremiyor, içerdekiler
dışarıdakileri görebiliyordu. Şimdi ise hava kararmış olduğu ve içerinin
ışıkları yandığı için iki taraftakilerde birbirlerini görebilirdi. Şu an
içeride kimse yoktu.
Tekrar bana baktı.
-Çay söyleyelim.
-“Senin sesin güzeldir sen
söyle.”
Güldü. Bir an ayağa kalkacak
oldu.
-Bekle. Yukarı çıkmıştır. Gelir
birazdan.
Tekrar oturdu. Sigarasından bir
nefes alıp külünü sağ tarafına, yola doğru silkeledi.
Tekrar kafeye baktığım zaman
Sabahattin’in üst katın kıvrımlı demir merdivenlerden indiğini gördüm. Uzun
boylu, saçları omuzlarına kadar gelen birisiydi. Üzerinde kahverengi boğazlı
bir kazak altında ise kot pantolon vardı. Merdivenlerden indikten sonra
dışarıya baktı. Benim kendisine baktığımı gördü. Yanımıza geldi.
-Çay?
- Demli ve şekersiz...
-Açık üç şekerli…
Sonra başıyla selam verdi ve
içeri girdi.
Ben çayı demli ve şekerli
içerdim, o ise açık ve üç şekerli. Ben kitap okuyup, yazmayı severdim; o,
sevmezdi. Ben kumaş pantolon ve gömlek giyerdim; o, keten pantolon ve kazak.
Ben zayıf ve biraz çelimsiz biriydim; o, iri yarı ve biraz kilolu. Ben ağır
başlı, herkesin özendiği kişi; o deli, herkesin olmak istediği. Ben dışımdaki
kişiyim; o ise içimdeki ben. Birbirinin böylesine zıttı ve birbirini böylesine
tamamlayan başka bir ikili var mıdır acaba dünyada.
-Bu şehirden kaçmak istiyorum.
Artık beni yoruyor.
-Seni yoran şehir değil.
-Peki, ne?
-O…
-Hayır O değil, bu şehir. Bu
şehrin her santimetre karesi benim için onun izleriyle dolu ve bu beni yoruyor.
Artık kaçıp gitmek istiyorum buralardan. Dayanamıyorum, bana zor geliyor bu
şehirle savaşmak.
-…
-En tuhafı da ne biliyor musun?
Bazen hoşuma gidiyor. Bazen onun izleriyle dolu olan bu şehirde kendimi gül
bahçesinde dolaşıyor gibi hissediyorum. Bezen de onun vefasızlığı aklıma
geliyor ve bu gül bahçesi; gülleri yolunmuş bir diken tarlasına dönüşüyor.
“Padişahın kulları asırlar önce
göğüslerine saplı oklarla en yüksek kale duvarlarına tırmanabilmiş ve büyük
fetihler yapmışlardı. Ama işte bu caddelerdeki apartmanlar zapt edilmesi
imkânsız kalelerdi. Üstelik, ok veya tüfek mazgalları, kızgın yağ dökülen
olukları, devâsâ toplarla dolu burçları ile padişah tebaasının alışık olduğu
diğer kalelerin tersine pek de güzeldiler.”
-…
-Bu şehri fethedemiyorum.
Üzerimde sanki bütün sırrını
ifşa etmiş birisinin hali vardı. Fakat bu onunla belki defalarca konuştuğumuz,
artık aramızdan sır olmaktan çıkan aynı hikâyeydi.
-Ben de…
Ona baktım. Belki de defalarca,
saatleri alan konuşmamızdan sonra verdiği cevabı yine söylemişti. Aynı
hikâyenin aynı cevabı… Her insan hayatında mutlaka bir “Mihriban”a rastlar ve
bu yüzden her insanın hikâyesi aynıdır. İhtiyacımız olan tek şey kendi
hikâyelerimizi başkaları üzerinde görüp, tatbik etmek. Başkalarından kendi
hikâyelerimizi dinlemek…
Devam etti:
-Ne olacak bizim halimiz.
Nereye kadar devam edecek böyle.
Ölene kadar devam edecek.
Bizimle beraber bu sır toprağa girecek. Belki olanca kuvvetiyle toprağı
besleyip, toprağın üzerinde bir gülfidanının yeşermesine sebep olacak. Sanki,
sen öldün ama aşk ölmez dercesine.
-Bilmiyorum.
-Neden hala iki yıl önceki gibi
aynı mekânda aynı kafenin önünde, hep aynı masada oturuyoruz. Üstelik ikimizde
bir yıldan fazla süredir bu kafenin üst katına çıkamıyoruz.
-Unutamıyoruz.
-Unutmak istemiyoruz.
-Unutabilir miyiz?
-Hayır.
-Peki, ne yapacağız abi. Ne
yapacağız onu söyle.
-Ben nerden bileyim abi. Bilsem
söylemez miyim? Bilsem en başta ben yapardım kendime. Kelin ilacı olsa kendi
başına sürermiş.
-…
-Yaşamaya devam edeceğiz. Günün
birinde ikimizin de anneleri birer kız bulacak. İkimizde evlenecek, birer iş
bulacağız, belki birkaç çocuğa sahip olacağız. Evlendiğimiz kişiyi sevemesek
dahi sadık olacağız abi sadık olacağız. Başka bir yolu yok bunun. Bu hep böyle
olmuş, hep böyle devam etmiş, başkaları hep bunu yaşamış. Bizim de
yaşayacağımız bundan başka bir şey değil. Buna alışmaktan başka, başkaları ne
yaşadıysa onu yaşamaktan başka bir çaremiz yok.
Ve uzun süren bir sessizlik,
ardı ardına sigara yakıp söndürüşlerimiz, ardı ardına masada soğuyan çaylar.
Yine aynı düğüm; bizim hikâyenin düğümü, aşkın ise cevabı.
İnsan hayatında bir kere âşık
olur. Hayatında bir kere âşık olur kavuşamaz bunun adı aşktır. Sonra karşısına
biri çıkar, evlenir. Onu; âşık olduğu kişi kadar sevemese dahi ona sadık olur,
bu da sadakattir. Sonuçta insanın karşısına mutlaka bir “Mihriban” çıkar ama
kesin olan bir taraf var ki; hiçbir aşık, “Mihriban”ına kavuşamaz işte bunun
adıdır aşk. Aslında aşk bundan sonra başlar. Aşk, insanın sadece
“Mihriban”ından ibaret değildir. Belki de biz öyle sandığımız için aşkı belirli
bir kalıba sokmaya çalışırız. Bu yüzdendir acı çekmelerimiz. Aşk “Mihriban” ile
girer hayatımıza, tuttuğu sınavlar ile bize aşkı öğretir. Aşktan çok sadakati…
Sadık olan kurtulur. Âşık olan ise ölmeye mahkumdur. Aşk ise hep baki kalacak
kimine aşkı öğretecek, kimine ise sadakati. Çünkü asırlardır bu hep böyle
olmuştur. Âşık, Maşuk’unu sevmiş; Maşuk ise bir başka Âşık’ın Maşuk’u olmuştur.
Âşık ise onu “Rakip” olarak görmüştür. Yani Bülbül, Gül’e âşık olur, Gül ise
başka bir Bülbül’e o Bülbül ise başka bir Gül’e… Bu böyle devam eder durur. Bu
yüzden kimse kavuşamaz “Mihriban”ına. Zaten aşkta önemli olan da kavuşmak değil
sadakati öğrenmektir. Sadık olan kurtulur. Olamayan ise o Gül ile değil de
başka bir Gül’le kavuşur ve hep o Gül’ü düşünür. Böylece ortada ne Gül kalır ne
de bahçe.
“Gül gül dedi Bülbül Gül’e;
Gül, gülmedi gitti. Bülbül Gül’e Gül Bülbül’e yar olmadı gitti.”
-Yarın hastaneye yatıyorum.
Bazı önemli konular, önemli
zamanlarda konuşulur ve insanın hayatında bu kadar önemli zaman asla bulunmaz.
Her seferinde olduğu gibi bizim bu önemli konumuz da önemli zamanına
kavuşamamanın etkisiyle rafa kalkıyor ve önümüze yeni bir konu açılıyor.
Hastalık, hastane, hastanenin
kokusu… Alışılmış bir yabancı duygu…
(Devam Edecek)
***
YİNE AYNI HİKÂYE
Balkon, balkonun önünde kayısı ağacı, kayısı ağacının sol tarafında kuşçunun evi, kuşçunun evinin damında kuşlar, kuşların pineğinin çatısında bir kedi, kayısı ağacının sağ tarafında site, sitenin küçük dar bahçesinde beyaz bir brodway ve bazen gecenin bilinmez bir saatinde, bilinmez bir sebepten dolayı sönüp, tekrar yanan; önce sarı, sonra beyaz bir renge bürünen ancak kendi dibini ve benim yüreğimi aydınlatacak kadar ışığa sahip olan sokak lambası…
İşte benim hayatımın bir kısmının kısa bir özeti.
Daha doğrusu benim en sevdiğim kısımları…
İçerisi mi?
Oda…
Benim odam.
Belki de tek sığınağım.
Bir elimde tütün, diğer elimde çay… Balkonda, günlük
alışık olduğum resmi izlerken bir an kendimi kaybetmişim. Ne balkonun kapısının
açılışının, ne de dostumun yanıma gelişinin fark etmedim. Usulca bana
dokunmasıyla irkildim.
-Hayırdır? Yine onu mu düşünüyorsun?
-Yok… Ne… Neyi?
-Onu?
Sigaradan bir nefes daha çekip dumanını boşluğa
saldıktan sonra cevap verdim:
-Hayır! Bu sefer sana anlatacağım hikâye başka. Elbet
içinde ondan birkaç parça bir şeyler olacak ama canımı sıkan çok şey var.
Birisine anlatılınca dinmeyecek ama sadece hafifleyecek olan şeyler.
-Tamam. Hadi gidelim.
-Dur şunlar bitsin.
Çay zaten buz gibi olmuştu. Hava biraz soğuktu ama
nedense son zamanlarda soğuğu hissedemez olmuştum, çayımı soğutmasının dışında.
Sigaramdan birkaç nefes daha alıp, balkonun kenarında
söndürdükten sonra külünü silkelediğim site ile bizim apartman arasındaki
boşluğa atıyorum.
İkimiz de içeri giriyoruz. Bir an odanın her yerinde
dolaşan gözlerim sanki gizli bir şeyler arar gibiydi. Yatağımın üzerine biraz
önce bıraktığım montumu üzerime geçirirken, dilimden Peyami SAFA’nın sözlerinin
çıktığını, sözleri söyledikten sonra fark ediyorum:
-“Bu odada bir şey, bu odada mühim bir şey var. Merak
ediyorum. Anlamak istiyorum, beni karşılayan bu sessizliği yenmek istiyorum.”
-Anlamadım.
-Boş ver. Sana söylemedim.
Omuz çantamı alıyor ve odadan çıkıyoruz.
Evin dışına çıktığımız zaman farkına varıyorum,
havanın karardığının. Yokuş aşağı inerken sadece susuyoruz. Bilmiyorum, belki
de konuşmak ağır geliyordur bize. Fakat içimde bugün yabancı olduğum bir his
var. Sanki uzun süre suyun altında kalmış, tam boğulmak üzereyken suyun
yüzeyine çıkmış gibiyim. Ciğerlerime dolan bütün suyu boşaltacak bir yer
arıyorum. Bu yüzden bu sükût ağır geliyor bana. Konuşmak istiyorum ama sanki
her söz anlamını yitiriyor gibi.
-Yazamıyorum.
-Sen yazmadan duramazsın.
-Doğru ama anlamıyorsun. Yazmak yüreği tertemiz olan
kâğıdı karalamaktan ibaret değil ki.
-Oku o zaman.
-Çıldırmak üzereyim.
-Neden?
-İki buçuk aydır evden dışarıya çıkmıyorum. Ben
hayatımda böyle hasta olmadım. Sadece hastane ile ev arasında mekik dokumaktan
ve kitap okuyup düşünmekten usandım.
-Anlat o zaman.
-Neyi anlatayım? Düşüncelerimi mi? Yoksa içimdekileri
mi?
Birden durdu. Gülümsüyordu.
-Noldu? Neye gülüyorsun?
-Sen gerçekten delisin.
-Sen de öyle değil misin?
-İkimizde güldük ve tekrar yürümeye başladık. Sonra o
devam etti:
-Bak, ikimizde deliyiz burası kesin ama sana tek bir
tavsiyem var. İçindekileri bana, düşüncelerini de okurlarına anlat.
-Neden?
-Senin düşüncelerinden ben anlamam ama içindekilerini
de okurların anlamaz. Üstelik sana da deli derler. Hangi yazar kendi hayatını,
kendi içindekilerini yazar ki?
-Anlamadım. Sence yazar yazdıklarına kendinden bir
şeyler katmamalı mı?
-Evet katmamalı. Yazar eserinin içinde kaybolmalı.
-Neden?
-Beni bilirsin, ben fazla okumayı sevmem ama bir kitap
okuyacaksam yazarın hayatını değil, kendi hayatımı okumalıyım.
-Ama yazar kendi hayatını anlatmadan senin hayatını
nereden bilecek ki?
-Offf… Anlamazlıktan gelme. Ben öyle demiyorum. Dilim
senin kadar dönmüyor ama sen ne demek istediğimi anladın.
-Yani diyorsun ki; yazar, okuyucularına kendi anlatmak
istediklerini değil, okuyucunun duymak istediklerini söylemeli. Üstelik bunu
eserinde görünmeden yapmalı. Tıpkı bir gül bahçesinin bahçıvanı gibi. Kim bir
gül bahçesine girdiğinde o güllerin içinde gezinip, kokusunu içine çekmek
varken bahçıvanın o güller üzerindeki emeğini düşünür.
-İşte bu… Ben de bunu söylemeye çalışıyorum.
-Ama tuhaf olan ne biliyor musun?
-Ne?
-Olduğu gibi yazmıyor, yazdığı gibi okumuyoruz! Yazar
bize anlatmak istediklerini yazıyor; biz de sadece duymak istediklerimizi
okuyoruz.
-Aynen öyle…
-Aslında içimi yakan konulardan birisi de bu. Hani bir
söz vardır. “Çok okuyan mı bilir, yoksa çok gezen mi?” diye. İşte tuhaf değil
mi? Bazı kitapları yazması gereken kişiler yazmıyor. Yani, nasıl anlatayım…
Şöyle düşün… Bir mağaza var ve o mağazada çalışan işinin ehli insanlar ama bir
bakıyorsun o mağazaya o işten anlamayan birisi müdür oluyor. Böyle bir şey…
Mesela bir yazar bir roman yazacak ama ne yazmak istediği yeri gezmiş, ne de o
yer hakkında bir şeyler biliyor.
-Yani diyorsun ki, bizim köy hakkında birisi bir kitap
yazmak istiyorsa; o kişi, şehirde balkonunda oturup bir yanında kahvesi diğer
yanında bilgisayarı olan birisi değil de köy hayatını bilen birisi olsun
diyorsun.
-Evet, aynen öyle… Hiç olmazsa yazarken, köy hakkında
birkaç kitap okusun, biraz araştırma yapsın.
-Çalıkuşu?
Bunu söylerken gülmüştü. Gülüşündeki imayı sezmiştim.
Ama birden bu kitabın, daha doğrusu “Çalı Kuşu” sözünün söylenmesi benim
birdenbire durmama sebep olmuştu. O da durdu. Hala gülümsüyordu, ne
söylediğinin farkında olan insanların tavrıyla. Ayaklarımın bütün dermanı
kesilmiş gibiydi. Bundan sonra nasıl yürürüm bilmiyordum. Etrafıma baktım.
“Şehrin gürültüleri de benim aksi istikametime doğru yürüyerek uzaklaşıyorlardı
ve sesler, uzaklarda, sallanıyorlar, sallanıyorlar ve koparak, parçalanarak,
şehrin derinliklerine yuvarlanıyorlardı.” Yavaş yavaş, belki de zorlukla
yürüyerek az uzağımda bulunan banka oturdum. Montumun iç cebindeki tütün
tabakasından sarılı bir tütün alıp tabakayı yerine yerleştirdim. Diğer elim ceplerimde
çakmağı ararken dostum bana çakmağını uzattı. Sigaramı yakıp uzaklara doğru
saldım dumanını. Gözlerim dumanın havada süzülüşünü izleyerek gökyüzüne
yükseldi. Bir süre üzerimizde uçan güvercinleri, bulutları seyre daldı.
Tekrar ona baktığımda hala ayakta, bana bakıp
gülümsediğini gördüm. Elimle yanıma oturmasını işaret ettim. Oturdu ve cebinden
paketini çıkarıp bir sigara yaktı. Bir şeyler söylemem gerektiğini hissettim.
Fakat söylediğim şey onun duymak istediği şey olmayacaktı, biliyorum. Fakat o konuya
girmek istemiyordum.
-“Çalı Kuşu” konuştuğumuz şeylerin en güzel örneği.
Bir yazar okuyucularına hem duymak istediklerini hem de düşüncelerini kendini
hissettirmeden nasıl böyle güzel anlatabilir ki?
Tahmin ettiğim gibi o, duymak istediğini duyamamıştı.
Bana boş gözlerle bakıyordu. Gözlerini karşıya çevirdi. Önce Özel İdare
binasının önündeki bankamatikte sıraya girmiş insanları, sonra Özel İdare
binasını seyretti. Gözlerini izlediği yerden ayırmadan bana sordu:
-Ne zaman gidiyoruz?
-Nereye?
-Köye…
-Sınavlar bittikten sonra gider birkaç gün kalırız.
-Bizim köyden bahsetmiyorum.
-Nereden bahsediyorsun?
-“Çalı Kuşu”na ne zaman gidiyoruz?
Ne söyleyebilirdim ki? Gitmek istiyordum bu
şehirden uzağa belki başka bir şehre, belki de başka bir ülkeye ama son birkaç
aydır gitmek istediğim en son yer orası, onun yanı. Onu iki yıldır görmüyorum.
Sadece etrafımdan aldığım birkaç haberle teselli ediyorum kendimi. En son altı
ay önce mesaj atmıştı bana. Ücretli öğretmenlik için bir köy okuluna
gideceğini. Ailesi ona özel bir okulda iş bulmuş ama o kabul etmemişti.
Lakabını hak ediyordu. Çalı kuşu… Tek bir hayali vardı zaten, köy okullarındaki
çocukların öğretmeni olmak. Tıpkı “Feride” gibi… En son, numarasını
telefonumdan silmeden önce bir söz paylaşmıştı. “Gidersem kariyerimi
kaybedecektim ama kalsaydım aklımı…”
-Gitmiyoruz…
Şaşırdı, bana çevirdi gözlerini, sebebini merak
edercesine. Sigaramdan bir nefes daha saldım gökyüzüne doğru, onun şaşkın
gözleri karşısında.
Gökyüzünü özleyerek geçiyor günümüz. Ayaklarımızın
yeryüzüne bastığını unutarak…
-Yoruldum artık… Sana evde, balkondayken bahsettiğim,
anlatmak istediğim hikâye bu. Bu sefer anlatacağım onun hikâyesi değil, benim
hikâyem. Elbet içinde ondan birkaç parça bir şeyler olacak ama canımı sıkan çok
şey var. Birisine anlatılınca dinmeyecek ama sadece hafifleyecek olan şeyler.
Yorgunluğumun, uykusuzluğumun hikâyesi…
-Desene yine aynı hikâye…
(DEVAM EDECEK)
BEYAZ KELEBEKLER
Ellerim üşüyor çocuk
Gözlerim beyaz tenine değdiğinde
Yıldızlar bir bir avucuma diziliyor
Ay yanağından öpüyor o vakit
Ellerim üşüyor çocuk
Gecenin kirli rengi uzanıyor önümde
Sen tararken ağaçların saçlarını
Taşıyamıyor yüreğim
Toprağa usul usul boyun eğişini
Ellerim üşüyor çocuk
Uzaklardan bir türkü
İlişiyor dudağıma
Dokunurken çayın
Kimsesiz dumanına
Çocuk, ellerim üşüyor
Bak, dışarıda beyaz kelebekler
Uçuyor.
***
ÖMÜR
Sonbaharın adımlarını hissediyor her yanımız
Yapraklarımız
birer birer dökülüyor
Yeni bir ömrün
başlangıcında
Tıpkı bir türkünün
eşiğine diz çökmek gibi
Sessiz sessiz
büyüyen
Ve sonra
Sükûtun olanca
kuvvetiyle
Susan ve tekrar
susan insanlar
Henüz hayatın
kıyısında
Yol uzun dostlar
Hayatı biraz
kıyısından yaşamak gerek
Bir atın
terkisinde geçen ömür
Kim bilir
Bizi kimden
soracak
***
AY'IN GÜNCESİ (Deli)
İki gündür çıkmadım karşına. Biliyorum, yüzüm yok. Çünkü farkına varmadım kalbini kırdığımın. Bu yüzden deliler koğuşunun tek müdavimi olduğum balkonda, çayımı karşıdaki sokak lambasının cılız ışığı arasından sızarak yüzüme çarpan rüzgârla paylaştım. Sonra farkına vardım insanların garipliğinin. Ne kadar garip değil mi insanoğlunun hali? İnsanoğlunun yaptığı onca deliliğin arasında akıllı gibi davranışı, sence en büyük delilik o değil mi? Beni katma onların arasına. Çünkü ben akıllı değilim. Bunun için sana nice deliller de sunabilirim ama gerek yok. Zira ikimiz de biliyoruz bunu. Elbette sana bunlardan, yani insanların ne kadar deli olduğundan bahsetmeyeceğim. Benim bahsetmek istediğim benim deliliklerimdir. Deli ne hoş bir kelime değil mi? Deli, divane, meczup, mecnun… Adına ne denirse densin. İnsanların halini ortaya koyan ama kimsenin üzerine almak istemediği onca güzel kelime… Bir düşünsene; sence bir deli nasıl olur? Aklını kaybederek değil mi? Yani aklını kaybedip “Hiç” olarak. Bir insan “Hiç” olmak ister mi? “Her şey” olmak varken. “Her şey” olan insan da bir “Hiç”tir ya, o ayrı mesele.
Peki,
“Hiç” nedir?
Hiç
düşündün mü “Hiç”in ne olduğunu.
Ben
düşündüm hem de günlerce ve farkına vardım “Hiç”in “Her şey”in bir öncesi
olduğuna, yani insanın en temiz hali olduğuna…
Hadi, bir
sözlüğe bakalım, acaba insanlar “Hiç” sözcüğünü nasıl açıklamışlar:
“Boş,
değersiz, önemsiz olan şey veya kimse” haklılar bir yandan. Çünkü bir delinin
aklının olmaması onu diğer insanlar arasında değersiz kılmaz mı? Aklı olmayan
bir insana kim değer verir ki? Desene ben de atıldım insanların gözünde
değersizler köşesine.
Peki ya,
insanlar deliyse?
Hangi
insan akıllı olduğuna kanıt gösterebilir. Ya da, akılın ölçütü nedir? Mesela
Albert Einstein, insanlar ilk
başta ona da deli dememişler miydi? Sırf başkalarından farklı olduğu için ve
sonra onun dünyanın en akıllı insanı olduğunu kabul edip herkes onun akıl
seviyesine ulaşmak istemedi mi? Akıllı olmak için neyi ölçüt alıyor bu insanlar?
Bir topluluk içinde diğerlerinden farklı olan insan onlar için deli mi
sayılıyor? Ya o topluluğun tamamı deliyse ve o farklı olan insan akıllıysa bu
sefer neyi ölçüt alacağız? Birbiri içinde paradoks yaratacak birçok soru.
Söyledim ya, ben bir deliyim ve aklı olmayan bir insanın bu sorulara cevap
vermeye aklı da yetmez değil mi?
Bir de “Hiç”i ele alalım: “Hiç” nedir? Aslında biraz
önce bunun cevabını verdim. Bence “Hiç”: “Her şey”in bir öncesi, yani
insanın en temiz hâli.” Çünkü insanın en temiz hâli yaratılmadan önceki
halidir. Günahsız hali... Ya da şöyle diyelim “Hiç” bir insanın aklının
olmadığı hâlidir. Dinimizde deliler günahsız değil midir? Aklı yok ki onların,
günah işlemeye ehliyetleri olsun. Şimdi deli diye tekrar edip duruyorum ama
sakın yanlış anlaşılmasın. Hani Mevlana’nın bir sözü vardır: "Sakın bizim şarabımızı bilmeyenlerin
yanında anma, anarsan onların aklı üzüm suyuna gider.”diye. Benim
delilerden kastım zenginken aklını kaybeden biçare hastalar ya da her gün
sokakta gördüğümüz meczuplar değil, benim delilerden kastım âşık ile maşuk
arasındaki ikiliği kaldırıp birliği kabul eden, aklını bir köşeye bırakıp maşukuna
yönelen Mecnun’lardır.
İşte
bence dünyanın en akıllı insanları…
Onlar birer “Hiç” değiller midir? Hani sözlük
anlamını da açıkladık:
“Boş,
değersiz, önemsiz olan şey veya kimse” diye.
İşte o
deliler maşukunun yanında öyle değiller midir? Boş, önemsiz, değersiz bir
nesne… Biz en iyisi başa dönelim yani “Hiç”e o delilerin aklını kaybettiği ilk
adıma. Yani “Her şey”in bir öncesine… Acaba bir insan “Hiç” olmadan sevgilinin
suretinde eriyip yok olmadan nasıl “Her şey” olabilir?
Şimdi
bunları sana anlatıyor olmamın sebebine gelince de sebebi şudur; her gece çay
demleyip elimdeki bir bardak çay ile karşına çıkıp seninle dertleştiğimi
insanlara anlatınca, benim garip birisi olduğumu söylediler. Ne kadar ki dil
ile tasdik etmeseler de içlerinden deli diye haykırdılar yüzüme. Kabul ediyorum
benim her gece gökyüzünde asılı duran o bembeyaz suretli Ay ile yani seninle
sohbet etmem dünyadaki en büyük deliliktir ve ben bu delilik ile dünyanın en
akıllı insanı olmaya adayım. Farklıyım, bunun farkındayım ve şimdi yine
karşındayım ama artık benim de diğer insanlar gibi akıllı rolü yapmam lazım. Bu
yüzden senin karşına çıkıp, seninle saatlerce sohbet ettiğimi insanlardan
saklayacağım ve artık daha az karşına çıkmam lazım.
Şimdilik
bunları bir kenara bırakalım. İlk başta söylediğim gibi niyetim yaptığım
deliliklerden sana bahsetmekti ve sana bunlardan birini anlatmak istiyorum.
Vakitte
geç oldu.
Zaten
bardağımdaki çayda tükendi. Bu yüzden mümkün olduğunca kısaca anlatıp gideceğim.
İki gün
önce birkaç arkadaşa mesaj attım ve farkına vardım insanların aşk hakkında ne
kadar az bir bilgiye sahip olduğunun. Belki de bunun sebebi aşkın ne olduğunun
yaşanmadan bilinmeyeceğidir. Mesajım aynen şu… Ama önce şunu söylemem de gerekir,
mesaj attığım insanlar yakın arkadaşlarım ve her gün sohbette bulunduğum
kişilerdir, yani benim nasıl bir ruh haline sahip olduğumu az çok bilen
kimselerdir. Mesajım aynen şu:
“Ben bir garip oduncuyum. Eşeğimi kaybettim.
Tek geçim kaynağım o. Eğer bulamazsam çoluk-çocuk aç kalacak. Kusura bakma
rahatsız ediyorum ama eşeğimi gördün mü yakınlarda?” ne kadar saçma bir
mesaj değil mi? Söyler misin Ay! Gecenin bir vakti ve üstelik iki gün sonra
önemli bir sınavın varken sana birisi bu mesajı gönderse senin cevabın ne olurdu?
Bu mesajı
üç kişiye gönderdim. İlk gönderdiğim kişinin cevabı benim gibi saçmalamak oldu.
Bu da
dünyadaki tek delinin ben olmadığıma başka bir delildir.
Onun
cevabı bende kalsın.
İkinci
gönderdiğim kişi cevap verme lüzumu bile görmedi. Anlarsın ya, o da bu dünyanın
akıllılarından.
Üçüncü
gönderdiğim kişinin verdiği cevabı vermek isterim. Çünkü onunla aramızda kısa
ve güzel bir konuşma geçti. Ben bu mesajı gönderince onun bana verdiği cevap
şu:
“Bence eşeğini kaybettiğin yerde ara, sen
eşeğini aydınlık yerde kaybetmişsin karanlık yerde arıyorsun.”
Hani bir
kıssa vardır, İbrahim Ethem Sultan’a ait benim cevabımda bu kıssa ile oldu.
Aslında niyetim başkaydı ama neye niyet neye kısmet. Benim arkadaşıma cevabım
ise aynen şu şekilde:
“Azizim!
Sen Ethem Sultan’ın hikâyesini bilmiyorsun galiba?” dedim ve kıssanın, kısa ve
vermem gereken cevaba yeten bölümünü kısaca aktardım arkadaşıma: “Ethem Sultan derler bir padişah vardır. Bir
gün bu padişah sarayında uyurken çatıdan tıkırtılar gelir ve çıkar yukarı Ethem
Sultan. Bakar ki bir adam damda “Ne yapıyorsun burada?” diye sorar adama sert
bir şekilde verir: “Eşeğimi arıyorum.” Ethem Sultan daha da hiddetlenerek “Bire
adam sen deli misin? Eşeğinin sarayın çatısında ne işi var.” der. Adamın cevabı ise Ethem Sultan’ın aklını
başına getirecek türdendir: “Bire padişah! Sen yıllardır Allah'ı sarayının
tahtında ararsın da benim yaptığım çok mu?” İşte azizim hikâyenin yarısı bu ama sen onu boş ver. Benim eşeğim nerde
onu söyle bana?”
Arkadaşımın yanıtı “Görmedim!” oldu.
Ben ısrar
ettim: “İyi bak sağ sola belki
oralardadır benim kara gözlüm uzun kulaklım.” Diye. Soru ne kadar delilere
öz ve saçma olsa da benim sorudan niyetim arkadaşımın yüreğini kontrol etmekti.
Zira eşekten kastım normal yük hayvanı değildir. Bunu da mesajlaşmamın sonunda
arkadaşıma sanırım Beyazıt-ı Bistamî Hazretleri’ne ait bir kıssasıyla açıklama
gereği duydum.
Kıssa ise
şöyle: “Bir gün bir oduncu eşeğini kaybeder ve aramaya başlar delicesine.
Ararken yolu Beyazıt-ı Bistamî Hazretlerinin dergâhına düşer. Dergâha girer, o
anda hazret, dervişlerle sohbet etmektedir. Adam sohbeti böler ve sorar "Şeyhim ben bir garip oduncuyum, eşeğimi
kaybettim. O benim tek geçim kaynağım. O olmazsa çoluk-çocuk aç kalacak. Siz
büyük bir şeyhsiniz ve mutlaka yerini bilirsiniz.” Der ve hazretten
eşeğinin yerini göstermesini ister. Hazret: “Tamam, eşeğini buluruz ama izin ver, önce şu sohbeti bitirelim.”
der. Oduncu ara sıra veryansın eder ama Hazret: “Sabırlı ol, önce sohbet bitsin.” der ve sohbet bittikten sonra
dervişlere sorar: "Aranızda
hayatında hiç âşık olmayan var mı?" diye.
Dervişlerden
biri şeyhinin kendini ödüllendireceği hissine kapılarak gururla öne atılır ve
"Ben varım şeyhim" der.
Bunun üzerine hazret, oduncuya döner ve dervişi göstererek: "İşte eşeğin oradadır. Git al!"
der.”
İşte
niyetimde buydu benim. Hani söylemiştim ya ben herkesten farklıyım diye. Beni
deli kılan ve beni dostlarıma bu hâlimle sevdirmeyi sağlayan özelliğim ise
buydu. Benim hoşuma giden kıssaları insana aşkın ne olduğunu bir kez daha
anlatacak şekilde anlatmamdı.
Neyse…
Dedim ya, vakit geç oldu. Çay da bitti. Benim artık yatmam gerek biliyorsun
sınav haftası bu hafta. Zaten Allah katında her gün sınavdayız bırakalım bir de
hocalarımız çeksin bizi sınava. Hadi Allah’a emanet ol. Kendine iyi bak sevgili
Ay. Hayırlı geceler.
(31/05/2016)
***AY’IN GÜNCESİ-Bir (Özür
“Evlâ leke fe evlâ”
Bu ayeti hatırlıyorsun değil mi? Birkaç gün önce Facebook profil fotoğrafı yapmıştım. Sonra da “Tek çare: Çay” sözünü koymuştum. Tek çare çay… Biliyor musun? İnsanlar birine kırıldığı zaman yahut kalbi kırıldığı zaman derdine derman olacak tek şey çay. Ben de seninle küs kaldığım süre içerisinde arttırdım çayın dozunu, birkaç bardak daha eklediğim geceye, kırgınlığıma…
Yaptığın hatanın farkındayım ve sen de farkındasın bunun çok iyi biliyorum. Çünkü şimdi, elime bir bardak çay alıp dama çıktığımda gördüm hâlini. Tıpkı ayette dediği gibi (Kırdığın yerden kırılacaksın) ve sen de kırılmışsın, hem de ortadan ikiye ayrılmış ve diğer yarın yok olup gitmiş karanlığın içinde. İtiraf edeyim, bu hâlini görünce dayanamadı yüreğim ama yine de sana olan kırgınlığım geçmedi; belki biraz hafifledi, halini gördükten sonra. Bu konuları anlatmanın hiçbir faydası olmayacak ikimize biliyorum, çünkü bu konuyu her açtığımızda sadece kalbimiz kırılacak. Sen benden özür dileyip ben seni affetmeden önce bu kırgınlık asla onarılmayacak.
Birkaç gün öncesine gidelim mi? Hani senin, kalbimi kırdığın güne… O gün elime çay bardağımı alıp çıkmıştım dama, karşına ve telefonun kulaklığından kalbime işleyen, Ahmet Doğan İlbey ağabeyin tabiri ile “bin miligramlık türkülerle” Hatırladın değil mi? Bir düşünsene o gün beni o halde gören birisi kim bilir hakkımda ne düşünürdü? Deli derdi bence başka ne diyecek? Gecenin bir yarısı, saat üçü geçeli epeyi olmuş ve birisi elinde bir bardak çay ile gözlerini Ay’a dikmiş karanlığa doğru sözler söylüyor. İnsanın aklına o kişinin meczup olduğundan başka ne gelebilir ki? Biraz uzun süre izleseydi ve o kişinin gözünden iki damla yaşın süzüldüğünü görseydi, o zaman ne derdi?
Aslında, ilk başta suç bendeydi. Çünkü ilk önce ben kırmıştım senin kalbini, farkındayım ama ben yine, senin gibi yapmamış suçumu kabullenip, o gece karşına çıkıp özür dilemiştim. Fakat sen kabul etmedin bu da benim kalbimi kırdı ve bana karşı hiçbir harekette bulunmadan, benim senden tekrar özür dilememi bekledin.
Hâlâ anlamıyorum… Suçlunun sen olduğunu bildiğim halde, neden kendimi suçluymuş gibi hissediyorum bilmiyorum… Belki de suçlu olan sen değil de, benim… Söyler misin, suçlu bensem, sen niçin diğer yarını kaybettin, yoksa ben seni bu kadar kırdığım için mi oldu bu? Peki, şimdi neden saklanıyorsun o küçük bulut parçasının ardına?
Bilmiyorum… Düşünüyorum ama şuan suçlunun sen mi yoksa ben mi olduğunu anlayamıyorum? En iyisi kalbini kırdığım o günden sonrasını tekrar düşünmek… Ben senin kalbini ne zaman kırmıştım? Benim kalbimin kırıldığı gün olamaz. Mutlaka daha öncesi ama ne zaman? Bundan bir hafta kadar önceydi sanırım, o zaman kırmıştım kalbini. Hani, seninle birbirimize darılmadan önce; her gece, ben çayı demleyip balkona çıkıyordum ve sen dost meclisine iştirak ediyordun ya, sonra sabaha kadar beraber sohbet ediyorduk ve ben bir gün arkadaşımla mesajlaşırken bir söz söylemiştim arkadaşıma senin için.
O gün olabilir mi?
Tabi ya, o gün kırmıştım senin kalbini, hatırladım.
O gün seninle beraber çay içtikten sonra, sen erken ayrılmıştın dost meclisinden ve ben o sohbete doyamamış bir arkadaşım ile sohbet etmekte bulmuştum çareyi. İşte senin dost meclisini erkenden terk edişine darılmıştım biraz. Bu yüzden arkadaşımla mesajlaşırken ona dert yanmıştım: “Gece çayıma misafir olan Ay'dan başka beni seven kimden söz ediyorsun. Gerçi o da çay olmazsa yanıma bile uğramaz ya o ayrı mesele.” Diye. İşte ben senin kalbini böyle kırmıştım, hatırlıyorum. Arkadaşımla mesajlaştıktan sonra da onu sıkı sıkı tembihlemiştim: “Bu aramızda kalsın. Ay’dan habersiz çay demleyip içtiğimi ona sakın söyleme” diye, ama ertesi gün ikindi vakti fakültenin bahçesinde başka bir arkadaşımla beraber seni görünce anlamıştım yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu. Çünkü önemli bir şey olmasa sen geceyi yalnız bırakıp gündüze misafir olmazdın ve zaten ondan sonra birkaç gün aynı saatte çay demleyip balkona çıkmama rağmen sen ortalıkta görünmedin. O günden beri hep içimde bir hüzün vardı. Derdimin tek ortağı bana küsmüş ve bana kırıldığı için sohbet meclisine bile gelmez olmuştu. Düşünüp durdum günlerce, acaba nereye gitmiştin ve neden balkondan göremiyordum seni. Birkaç gün bu halde, balkonda sensiz çayımı yudumladım ve sustum, hiç konuşmadım; çünkü yanımda dertleşeceğim kimse yoktu. Sonra bir gün gece, çöpü dökmek için çıktım dışarıya ve eve doğru yavaş yavaş adımlarken seni bizim evin tam üstünde, o muhteşem suretinle gördüm. Hemen eve geldim, henüz çay içmemin üzerinden uzun bir süre geçmediği halde yeniden ocağa koydum sohbet meclisinin yüreğini. Demlenir demlenmez bir bardak alarak gecenin o saatinde çıktım karşına, dama… Senden özür diledim o gün, ertesi gün ve daha ertesi gün… Ama sen hiçbir karşılık vermedin, sadece susmakla yetindin karşımda. En son çıktığım gün ise senin bana kırılman ve özürlerime hiçbir tepki vermemen kalbimi kırmıştı. Bu yüzden ağlarcasına sana karşı özrümü son kez haykırmış ve üç gündür çayı biraz daha fazla demleyip, balkona oturmuş, senin yerine de birkaç bardak fazla içmiştim. Sen yine de benim bu halimin farkına varmamış, gururunu bir kenara atarak yanıma gelmemiştin.
İşte bak ben yine buradayım, tam karşında ama elimdeki bardaktaki çay da tükendi. Şimdi aşağı inmeliyim. Belki biraz kitap okurum aşağıda zaten birazdan Güneş’de gelecek ve senden devralacak günün kalan kısmını. Neyse... Baksana hala benle konuşmuyor ve beni hala umursamıyorsun. Ben ise hala senin karşında boş boş konuşup duruyorum. Ben gidiyorum. Hadi kendine iyi bak, Allah’a emanet ol.
Şimdi bana tam merdivenleri inerken neden böyle hızlı ve telaşlı yanına döndüğümü sorabilirsin. Hâlbuki daha yeni sana veda etmiştim. Senden özür dilemek için döndüm tekrar yanına. Biliyor musun? İnsan kalbi kırıldığı zaman, karşısındakinin kalbini kırdığının farkına asla varmıyor. Ben de şimdi merdivenleri inerken vardım bunun farkına. Çünkü asıl ben kırmıştım senin kalbini hem de o kadar çok kırmıştım ki kalbini, sen bu kırgınlığını bana defalarca söylemene rağmen benim kalbim de kırıldığı için asla anlamadım. Şuan ki halinin sebebi de bu değil mi? Ben seni kırdığım için ve bunun farkına varmadığım için kaybettin diğer yarını. Oysa sen, kalbini kırdığımdan Dünya’yı ve Güneş’i de haberdar etmiştin. Bunu bugün gördüm. Bugün hava yağışlıydı. Dünya, senin kalbini kırdığımı defalarca bana anlatmaya çalışmış ve kaşımda dakikalarca gözyaşı dökmüştü. Hava hep bulutluydu bugün; ama ben bunun farkına varmadım, yağan yağmurunda… Bir ara ikindi vakti elime çayımı alıp balkona çıktığım vakit Dünya ağlamayı çoktan bırakmıştı ve tam balkonun karşısında bulutların arkasında Güneş vardı. O da bana, senin kırıldığını anlatmaya çalışmıştı ama ben yine anlamadım bunu. Onu dinlemeden içeriye girdim. İşte, şimdi merdivenleri inerken vardım bunun farkına. Affet kalbini kırdım, üzgünüm. Haklısın, büyük bir nur topu halinde geceleri karanlığı aydınlatan Ay, o bembeyaz suretiyle hep gülümser gibi dururken nasıl anlatabilirdi ki, karşısındakine; aslında gülümsemediğini, içten içe yandığını… Affet, üzgünüm, kalbini kırdım…
Haklısın affetmek yalnız Allah’a mahsustur. Artık barıştık ama biliyorum, bu kırgın halin hala devam edecek ve diğer yarın karanlığın içinde saklı kalacak. Bu kırgınlığının geçmesi için uzun bir müddet lazım değil mi? Birisinin diğerine olan kırgınlığının geçmesi için… Tuhaf olan ne biliyor musun? Senin bana olan kırgınlığının geçmesi tam bir ay sürecek. Hadi vakit geç oldu. Bak hava aydınlanmaya başladı, birazdan Güneş gelecek günün diğer yarısını senden almak için. Hem sende yoruldun. Git biraz uyu, dinlen. Hayırlı sabahlar sana, Allah’a emanet ol tekrar. Bu kırgınlık ikimizi de çok fena yordu. Bak görüyorsun işte, bir şair daha haklı çıkardık:
"Oturup konuşsaydık geçerdi belki her şey
Başını alıp gitmek sevdaya dâhil değil. "
Neyse… Benim gitmem lazım . Bilmiyorum artık karşına nasıl çıkarım bu kırgınlıktan sonra. Hadi hayırlı sabahlar…
(29.05.2016)
BAHAR
Attığım her adıma yetişen bir hüzün
Susup susup tekrar haykırırkenNedendir bilmem, sanki bir telaş vurur
Kimsesiz ayaklarımı, yorgun yollarda
O an
Bir türkü başlar
Ve büyür, kıyıya paralel dağlar...
Dağlar, yüreğimi dağlar
En gür sükûta yetişen bir sitem
Bir haykırış içinde tekrar susar
Susmak istiyorum
Susup susup yeniden haykırmak
Bir gölge içinde kaybolup
Kimsesiz bir anda kendime varmak
Ve kaybolmak
Her şeyin başladığı bir anda
Tekrar yok olmak
Sonra
Sıralanır en alakasız mısralar
Sizin oralarda şimdi başka bir bahar var
Kırk hüzne eş güller açar
Bizim buralar ise ıssız
Sükût uzadıkca uzar
İnsanlar
Yeni başlayan bir bahar üzerine
Tekrar susar
***
SAVUNMA
Günün çizdiği ışıltılar, bulutlar arasında dolaşıp güneşin ışığına, rüzgârın da serinliğini katarak sessiz sessiz penceremden içeri süzüldüler.
Pencere
iki saattir güneşi odamda misafir ediyordu.
Oda
soğumuştu.
Kalkıp
bir kelebeğin kanat çırpışını andıran hisle pencerenin kolunu kavrayıp
kapattım.
Yüzüme
vuran güneşinin okşaması beni adeta hoş etmişti.
Gözlerim
pencereden dışarı taşıp, önce bulutlar arasında dolaşarak şehrin kulağıma
gelmeyen gürültüsü üzerine indiler.
Gürültüyü
duymuyordu kulaklarım. Gözlerim yanıltıyordu beni sadece.
Sokakta
geçmekte olan seksen model bir kamyonet ve kamyonetle yarış yapan babasının
karne hediyesi olarak aldığı bisikletin pedallarına heyecanla asılan çocuk...
Bir
adamın manav ile sohbet ederken elindeki sarı poşete; muhtemelen manavın yeni
geldi, taze diyerek izah ettiği haftalık elmaların, sağlam olanlarından
doldurması ve az ilerde top peşinde koşan çocuklardan birinin vurduğu topun
mahalle bakkalının camını kırarak üst üste dizili öteberilerin devrilme
sesini...
Evet,
gözlerim yanıltıyor olamazdı beni.
PVC
kaplı pencerenin sessizliği içinde gözlerimin bana getirdiği onca gürültü bana
hoş bir besteyi anımsatıyordu.
Bir
süre izledim.
Şehir
bensiz ne kadar da mutluydu; yüksek binaları, mağazaları ve asırlar öncesinden
fırlamış dinozorları andıran arabaları ile...
Uzaklarda
beni çağıran bir şey vardı sanki. Bahçedeki çınar ağacının en kalın dalında bir
serçeyle sohbet etmekte olan gözlerim serçeden izin alarak o sese yöneldi.
Sadece karşıyı izledi.
Sokağın
sonunda bastonuna yaslanarak tütün sarmaya çalışan dedeyi…
Acaba
gözlerim yine mi yanılmıştı. Vakit geceyken oradan gelen nur mu aydınlatıyordu
gündüzü.
Dede
ara sıra uzaklara dalıyor sonra tekrar tütünü sarmaya çalışıyordu.
Her
denemesinde titreyen ellerindeki kâğıdından dökülen tütün ve dökülen tütüne
yetişmeye çalışan sitem...
Dudağında
ince çizgi...
Geçmişte
dinlediği türküleri mırıldanır gibiydi...
Mesela
bir yaz günü ailesiyle gittikleri bir mesire alanında uzaklardan gelen rüzgâra
eşlik eder gibi kızı Ayşe’nin gözlerinin söylediği türkü...
Ya
da oturma odasında uzandığı koltuğundan duvarda; torununun fotoğrafının yanında
asılı duran takvime gözlerini sunması ve takvimin üzerindeki Kâbe fotoğrafına
takılmasıyla fotoğraftan yükselen hasret türkülerini mırıldanır gibiydi
dudağındaki çizgi.
Sonra
başını kaşıdı bir an, seyrelmiş saçlarını unutarak. Tekrar ellerini, gençliğinde
bir program çıkışı joleli saçları arasında dolaştırıyor gibi hissetti.
Gözlerim
dinlerken dedenin söylediği türküyü ben pencerenin önünde geriye doğru iki adım
attım ve kalbimin en samimi köşesinden firar eden selamı gözlerim ile dedeye
salıp gözlerimi tekrar odaya davet ettim.
Odam,
ders çalışmak ve acizliğimi paylaşan yazılarıma kalem ile kâğıdı sırdaş olarak
kabul ettiğim bir masa, sandalye; kitapların fikri ağırlığını taşımaktan
usanmayan ama bu ağırlıktan yorularak yıllara meydan okuyup belinin bükülmesine
aldırmayan kitaplık ve köşede her an geceyi bekleyen benimle gözkapaklarım
altında yaşadığım dünyaya eşlik etmekten hoşlanan, beni gece boyunca sırtında
taşıyan yatağım ile çok sade bir görünüşe sahipti zamane gençlerine göre.
Masaya
döndüm. Kâğıdın can yoldaşı, başköşesindeki kalemimi; ruhumun derinliklerine
yolculuk ederek, kalbimden taşan birkaç sözü yazması için elime aldım.
Sandalyeye
oturup karşı duvarı izlemeye koyuldum; acaba ne yazmalıydım. İçimden taşan onca
hece elimdeki kalemin huzurunda gizlenmiş gibiydiler.
Yazmak
istiyordum ama nasıl yazmalıydım ya da neyi fikrin lisanına intikal
ettirmeliydim.
Duvardaki
çizgileri ezberlemiş gibiydim. Çünkü ne zaman yazmak istesem elime kalemi
almamla aklımdaki her şey seher vakti gibi ansızın beni terk eder, yerini günün
doğuşuna bırakırdı. Ben de bu yüzden dakikalarca duvardaki çizgileri saymakla
meşgul olurdum.
Bir
gün bu halimi çok sevdiğim bir hocama sorduğum vakit kâğıda çizdiği bir resimle
açıklamıştı her şeyi.
Kâğıda
bir havuz, bu havuzun en altına suyun boşalmasını sağlayan bir musluk ve
havuzun üstüne ise dolmasını sağlayan başka bir musluk çizmişti. Ben hocamın
dudağından çıkacak sözleri bekliyordum.
Çizmeyi
bıraktı bir süre elinde kalem çizdiği şekli inceledi.
-
"Evet, işte senin sorunun cevabı" dedi.
Resme
baktım, bir havuz problemine benziyor gibiydi ama sorduğum soruyla arasındaki
bağlantıyı çözmeye yetmeyen acizliğim ile hocamı dinlemeye devam ettim.
-
"Bu havuz insanın kalbidir. Altındaki musluk ise dili. İnsan bu musluğu ne
kadar çok açık tutarsa kalbinde biriktirdiği güzel haller de o kadar eksilir.
Bu da insana tasarruf ve tasavvuf gerektirir."
Haklıydı
hocam, her zamanki gibi... Büyüklerin kalbi ne kadar da genişti? Peki, havuzun
üstündeki musluk neydi? Merak ettim sustum ve hocamın devam etmesini bekledim.
-
"Havuzun üzerindeki musluk ise insanın kalbini zenginleştiren okuduğu
şeylerdir. Okuduğu şeyler... Kitaplar değil. Çünkü insanın gözünün gördüğü her
şey kalbinin okuduğu şeylerdir. Göz okumayı bilmez, okuyorum dediğin her şey
sadece gördüklerinden ibarettir. Okumak kalp ile gözün birlikte yaptığı
ibadettir. Bu yüzden insanlar sadece yazıların okunduğunu sanır. Oysa gözün
değil, kalbin görmesi gerekir okumak için. Mesela namaz sonrası tefekküre dalan
bir insanı ya da parkta oynayan bir çocuğun heyecanını görebiliyorsa kalp, işte
o zaman okumayı öğrenmiştir.
Okumak...
Okumak... Okumak...
Sadece
yazılar mı okunur? Ağrılar, sızılar mı da okunabilir mi?
Oysa
her birimizin aklındadır Yunus. Anlamını bilmeden belki defalarca tekrar ederiz
aynı mısraları. Belki defalarca geçmiştir aklımızdan ama bir kere olsun; eğer
kalbimizden geçirebilseydik o mısraları belki de çözmüştük okumanın manasını.
"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır"
Okumak...
İnsan okumaya ilk önce kendisinden başlayacak. Önce kendisi bilecek, sonra
kendisini bilecek. Tıpkı Yunus'un dediği gibi 'Sen kendini bilmezsen/ Bu nice
okumaktır.'
"Okumaktan mana ne
Kişi hakkı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir"
Sonra
varacak okumanın tadına, hem Hakkı hem de halkı anlamanın farkına ve sonra da
diğer yazarların anlattıklarını anlamaya… Eğer bir kişi kendini bilmiyorsa o
kişinin Hakkı bilmesini nasıl beklersin? Abdestsiz namaz kılınır mı hiç?"
Bir
süre sustum. Sukutun ikrarına niyet etti belki de kalbim. Hocamın sözlerini
birde sukutun diliyle tekrar ettim. Sonra içimde beliren bir sûalle karşılık
verdim.
"Hocam
affediniz... Hadsizliğim ile bir sûalim olacak haddimin sınırına. İnsan okumak
için önce abdest almalı kendini bilmeli, sonra niyet edip Hakk'ı bilmeli ancak
o zaman ibadete başlamış olur. Pekî, hocam yazmak... Yazmak nedir? Sûkutun tül
perdesi kapladı tekrar ortalığı. Sanki nur damladı karanlığın bağrına. Gözleri
tekrar indi kâğıdın göğsündeki yaraya. Kalemin kanat çırpmasıyla buluştu, iki
dost kısa bir aradan sonra. Kalem ve kâğıdın asırlar kadar kısa, an kadar uzun
bir zamanda bir masada buluşması...
Hocam,
havuzun bir kenarına en üst tarafına bir musluk daha çizdi.
-
"Yazmak, şükretmektir yaradana. Secde şükretmektir. İbadetin en güzel
vakti, can, canan ve yaratanın buluştuğu bir mekândır. Önce abdest alır musluğu
açarız. Gönül hanemize nur dolmaya başlar o vakit… Sonra o nurla ferahlar,
okumanın manasını biliriz. Belki o zaman anlarız namaz sonrası tefekküre dalan
bir insanın halini ama yazmak secde etmektir yaradana. Yazmak namazdan sonra o insanın
tefekkürüne yoldaş olmaktır. Okumak, karşımızdakinin derdine, yarasına ortak
olmakken yazmak kendi yarasına tuz basmasıdır insanın. Havuzun alt musluğunu,
dilimizi kapatıp; nurun kalbe, tüm bedene yayılmasına müsaade etmektir ve sonra
da havuzdan taşan nurdan nasiplenip Hakk'a şükredip secde etmektir."
Bilmiyorum, ama emin olduğum tek şey hocam
yanlış söylese bile söylediği her sözün doğru olduğudur. Ben ise hala abdest
almaktayım gönlüm boş ve dilim açık. Önce tasarruf etmeli sonra tasavvufu bilmeliyim.
Kalktım
ve tekrar vardım pencerenin kenarına, ruhumun kıyısına. Gözlerim sokağı dolaştı
tekrar ve yine uzaklardan gelen türküye kulak verdi.
Dedeyi
seyrettim ama bu sefer yalnız değildi.
Kremi
renkli, çizgili paltolu noter kâtibi olan dostu cebinden çıkardığı sarılmış
tütünü ona uzatmaktaydı. Gözleri belki yıllar öncesindeki gibi aynı sevgiyle
can yoldaşına bakmaktaydı. Belki de birbirine uzaklıkları yanlarına yaklaşmakta
olan yirmili yaşlarda delikanlı kadardı.
Tekrar
masama döndüm ve kalp atışlarını hissettiğim kalemim, kâğıdın gönlünü
yaralamaya başladı.
Bembeyaz
kâğıdın üzerine düşen büyük harfli küçük bir başlık ve birkaç cümle:
İLAVE
SAVUNMA: "Neden yazmıyorsun, yoksa
kelimelerin mi tükendi? Sorusuna verebileceğim tek cevap şudur: "Kelimelerin
tükenmesinden daha mühim mesele havuzun temelinde oluşacak hasar ile havuzun su
sızdırmasıdır. Hamdolsun havuz sağlam fakat şu anda abdest almaktayım. Eğer
biraz da sûkutun ikrarına ulaşabilirsem niyet edeceğim." İMZA:
Şeyhşamil EJDERHA
REÇETE
Oraya buraya serpiştirilmiş
Ellerinde yıpranmış birkaç sayfa
Buyurun alın
İşte hayatın reçetesi…
Hüzün mü?
Karşı dağa kar yağmadı henüz
Oysa mevsim yazdı
Yazlar bir başka olurdu sizin orada
Değil mi?
Tıpkı ''Dilsiz uşaklar'' gibi...
Neden benzetirler
Sükût ehlini bir kaya parçasına
Affedersiniz... Hata bende...
Haklısınız efendim
Kaya değil mi?
Kaya nereden bilecek ki
Kalbi?
Abes...
Nereden bileceksiniz
Evet... Siz...
Sonuçta her kalp
Biraz taş değil mi?
Taştan bir parça sanki
Huzur...
Peki, neydi huzur?
Matemin alafranga gölgesine sığınmış
Düşlerin taraçasında
Ellerini uzatıp yakaladığı
Her bülbülü
Biraz kana bulayan
Huzur mu
Gülün hali?
Sahi...
Güller huzuru bilir mi?
Siz bilir misiniz?
Dikkat edin...
Ceketinizin iç cebine sığmayan dünyada
''Es Beş''
Alarm vermede...
İşitin!
Efendim işitin!
Az ileride
Dünyanın şarjı bitmek üzere...
Cananı can görse cihana
hakan olur
Gül geçer, bülbül geçer bu
dertli âlemde
Günler, aylar, yıllar
geçer perişan olur
Nicedir hasretin gönlüme
hüsran olur
Yâri görse dilim tutulur
hayran olur
Seher vakti ansızın dertli
beni görse
Yârin dermanı bana büyük
ihsan olur
Şems-ü Kamer gelse bu
aşkla hicran olur
İki ayrı gönül beraber
insan olur
Gök gürültüsü zor gelir
beni bilse
Her aşk, her gönülde ayrı
bir tufan olur
Bülbül gülü görse en güzel
mekân olur
Aşığın kulluğu Maşuka iman
olur
Gül sandığım hançer
bağrımdan beni delse
Ölümüm canan ile yeni bir
can olur
***
HALİM ARZUHALİMDİR BENİM
Halim arzuhâlimdir benim
Bakmayın siz göğe
Göğün ne çektiğini yalnız
ben bilirim
Bulutların kalp
atışını
Gönlümde hisseder de
dirilirim
Halim arzuhâlimdir benim
Siz bilmezsiniz
Yıldızların bir gün
bitimine
Ne kadar üzüldüğünü
Ya da bir kayanın kalp
atışını...
Ben bilirim
Bir çift göz uğruna ölen
bedenlerin ruhunu
Siz bilmezsiniz
Nereden bileceksiniz
Halim arzuhâlimdir benim
Söyleyin... Hadi...
Çekinmeyin söyleyin...
Mesela gün batımından
firar eden bir rüzgârın
Kulağınıza emanet ettiği
türküyü
Ya da kalp atışınıza eşlik
ederek
Zikrettiğiniz ismi
Söyleyin çekinmeyin
Gece vakti ansızın
karanlıkta beliren sureti
Ve o surette vuku bulan
firkati
Ölçebilir misiniz?
Siz...
Evet siz...
Elmas yağmurunun değerini
Nereden bileceksiniz...
Merak etmeyin...
Seher vakti, ansızın gelir
Ve bozar kurduğunuz
hayali...
Lütfen sessiz olun
efendim.
Bakın güneş uykuda düşler
uyanık
Ve dinleyin
Efendim... Dinleyin...
Gün batımına adımlayan her
gün gibi
Siz...
Benim neler çektiğimi
nereden bileceksiniz.
Halim arzuhalimdir benim...
***
HAYRET! SÜKÛT NE DE GÜZEL YAKIŞIYORMUŞ BANA
İçimde nice kelimeler, nice cümleler biriktirmiştim. Kütüphaneye gelir gelmez belki o heyecanla çıkmıştım, amcama görünmeden yukarı. Ya karşılaşırsam, ya kendini ihbar ederse düşüncelerim karşımdakine... İşte, böyle bir heyecan vardı içimde.
Şimdi tam vaktiydi konuşmanın. İşim
bitmiş, öğle yemeğimi yemiştim... Niyetim, amcamın yanında bir çay ve biraz
sohbetti. Böyle adımlamıştım koridoru ve kapıya böyle varmıştı bendeki ben.
Kapıdayım... Hayret! Ne kadar da
heyecanlıyım. Ve yüreğimin ısrarı üzerine çaldım kapıyı. Ama böyle yapmamalı
nefsime yenik düşmemeliyim ve yüreğimi ait olduğu yere, kafesine hapsedip
çektim kapısının sürgüsünü. Sustum... Kendimi bir halt sanıp önce ben
konuşmamalıydım.
Biraz sohbet ettik. Havadan sudan...
Ve çaylarımız tazelendi.
''Sağol Mehmet Abi...''
Acaba dilimden çıkan sözü Mehmet Abi
hissetimi? Bilmem... Neyse...
Çay da bitti. Amcam masanın
üzerinden bana bir kâğıt uzattı. Ali Hocam'ın yazısıydı. ''Bu Zamanda Derviş
Olmak''...
-Sen bunu okuya dur ben öğle
namazını kılıp geleyim.
-Tamam. Olur amca.
Okudum ve bir kere daha anladım,
dervişlikten ne kadar da uzaktım. Oysa ben kendimi hep derviş sanmıştım. Belki
de şiiriyeti bölen beşeriyet buydu. İnsanın içindeki nefsi…
Epey vakit geçti. Kapı çalındı.
İçeriye İsmail Hocam ve Mehmet Yaşar Abim girdi.
İşte şimdi çay demlenmeliydi.
Sohbetin belki de en güzel vaktiydi. Bunu bendeki ben tekrar bilmeliydi. Gittim
iki çay alıp geldim. Biraz olsun kalbimdeki ocağa çay koyduğumu bildim ve
sustum, bekledim. Ne sordularsa ona cevap verdim fazlasına değil. Fazlası zaten
benim haddim değildi.
Bazı insanların söylediği sıradan
beşeri sözler, insan hayatında o kadar çok yer kaplıyor ki, en ufak söz ilahî
kapının sınırına varıyor hem de insanın hiç hissetmediği bir demde.
Mehmet Yaşar Abim...
Ben bir gün öyle bir haldeydim ki...
Biliyorum asıl söylemek istediğin bu değildi. Ama insan işte, bir söz başka bir
yere yama oluyor gönlünde. Neyse... Ben bir gün öyle bir haldeydim ki... Belki
nefsimin pençesindeydim. Karar vermiştim biraz gevezelik edecek, sükûtun
ikrarını terkedip yeni şeyler deneyecektim. Belki de yeni bir şiir, belki de bir
deneme, belki de bir roman... Boyumdan büyük bir gevezelik… Ulaşamadığım o
sükûtu tekrar terk edecektim. O gün içimde böyle bir arzuhâl vardı benim. Ve
sen yine diyeceğini dedin. Neredeyse yere düşecektim. Kimseye fark ettirmedim.
Söylediğin söz sadece tek hece, belki de önemsiz bir kelime... Ama bazı sözler
öyle bir ana denk gelir ki, ne kadar önemsiz olsa da nedir ''Taşı gediğine
koymak'' tam da böyle bir şeydir. Benim yüreğimi kaplayacak kadar büyük tek
söz... '' Sus Şamil!'' Böyle demişti Mehmet Yaşar ağabey.
İşte ben o hafta dilimde sadece bu
kelimeyi zikrettim. Ne kadar çok konuştuğumu bilmiştim. Dilimle de belki, ama
en çok nefsimle...
-Ne okuyorsun şimdi. Okuduğun bir
şey var mı? Ya da sırada bir kitap? Aklımdan
geçen onca düşünceye dalmışım sonradan fark ettim Mehmet Yaşar Abim'in sûalini.
Ben ne okuyordum ki...
Bir an hatırlamadım. Terbiyesizlik yaptığımın
farkındayım sustum. Onca düşüncenin arasında dağılmışım.
-Cahit Zarifoğlu, abi... Hikâyeler...
-Onu nasıl okuyorsun... Ben ona
dayanamadım. Yirminci sayfada bıraktım.
Haklıydı... Her zamanki gibi,
yine...
- Öyle abi, ilk hikayeleri farklı.
Ama çok zevk aldığım hikâyeleri de var.
-Peki, ne yazıyorsun? Yazdığın bir
şiir var mı?
Gözlerimi önce odanın içindeki
sadeliğe, daha sonra bilgisayarın başında bir mail göndermeye çalışan İsmail
Hocam’a ve karşımda oturan amcama çeviriyorum.
-Hayır abi bu aralar şiir
yazmıyorum.
Ve sözü amcam alıyor, dilimden.
-Mehmet, Şeyhşamil bu aralar öykü
yazıyor.
Mehmet Yaşar Abim şaşkınlığın
arkasına, ben de yeni bir benliğin içine gizleniyorum. Çünkü yine yapacağını
yapmıştı Mehmet Yaşar Abim.
Allah'ın hikmetinden sûal olunmaz. Sen ne
kadar da büyüksün Rabbim insanın benliğinden ayrılmak üzere olduğu bir noktada
onu öyle bir hâle sokuyordun ki, içindeki benlik ile nefs çizgisinin sınırında
kendisini unuttuğu bir vakit, yine kendisinin kim olduğunu hatırlatıyordun o
kişiye. Belki de yine, benim nefsin aleyhinde o kadar ettiğim sözden sonra
bilmeyerek geldiğim bu çizgide bana Mehmet Yaşar Abi'yi göndermiştin.
-İnanmam Hasan Emmi. Şeyhşamil öykü
yazamaz.
-Niye? Yazmış işte hem de bir gör,
dükkanda okuyacağın bir öykü.
-Hasan Emmi, Şeyhşamil öykü yazamaz.
Şeyhşamil ya susar şiir yazar, ya da çok konuşur roman yazar. Ama Şeyhşamil
öykü yazamaz.
Bu söz bana yetmişti ''Sus...''
dediği gibi Mehmet Yaşar Abim yine bana beni bildirmişti. Yine gevezelik
yaptığımı acaba nereden bilmişti. Yine çok konuşmuş, kendimi unutmuş, roman
yazmaya başlamıştım, bir haftadan beri. Mehmet Yaşar Abim işte yine beni bilmiş
içimde gezen, kimseye söylemediğim o sûale bir noktada kendi eklemişti.
Noktalar... Noktalar... İnsana ne
ifade edebilirdi ki. Sıradan bir insana ama bir de o noktanın koyulduğu insana
sorsanız noktanın değerini. Mesela bir deprem altında dakikalar geçirmiş
birine. Hayatına noktanın koyulduğunu hissettiği bir zaman önüne yeni bir yol
çizilen birine. Televizyon haberleri çeker artık dikkatini onun, deprem bize
bir şey ifade etmezken, haberi gördükten saniyeler sonra değişen kanal ve onun
gözlerinde çizilen çizgi... İşte noktanın değeri!
İnsanın
hayatı tek noktayla değil, üç noktayla sınırlandırılmış. Kısa bir ömre sığan üç
nokta... Her nokta insan için dinlenecek, kendisine nereden geldiğini
bildirecek bir durak. Ama bir de o noktaların her birinin içinde mikroskoplarla
görülen noktalar vardır değil mi? İşte benimki de böyle bir nokta belki. Ölüm
mü? Ölüm nedir ki yâre açılan güzel bir oyma kapı. Sen hiç yaşayan birini
gördün mü?
Bazen, inadına artistlik yapıp böyle
küçük ayrıntılara takılasım geliyor. Ne gereği var, üç nokta dururken tek bir
noktayı laboratuara sokmaya. Ama işte, öyle değil... Tek noktanın içinde
gizlenen ayrıntılar bir insan için ne ifade edebilir ki. Son nokta gelmeden
önce...
Ve ben...
İçimde nice kelimeler, nice cümleler
biriktirmiştim. Kütüphaneye gelir gelmez belki o heyecanla çıkmıştım amcama
görünmeden yukarı. Ya karşılaşırsam, ya kendini ihbar ederse düşüncelerim
karşımdakine... İşte, böyle bir heyecan vardı içimde.
Şimdi tam vaktiydi konuşmanın. İşim
bitmiş, öğle yemeğimi yemiştim... Niyetim, amcamın yanında bir çay ve biraz
sohbetti. Böyle adımlamıştım koridoru ve kapıya böyle varmıştı bendeki ben.
Kapıdayım... Hayret! Ne kadar da
heyecanlıyım. Ve yüreğimin ısrarı üzerine çaldım kapıyı. Ama böyle yapmamalı
nefsime yenik düşmemeliyim ve yüreğimi ait olduğu yere, kafesine hapsedip
çektim kapısının sürgüsünü. Sustum... Kendimi bir halt sanıp önce ben
konuşmamalıydım.
ASLINDA BEN HEP SUSMALIYDIM. GÜN
GELİR BEN DE BİR ŞEYLERE SUSARDIM...
***
DOLMUŞTA
Belki on dakikadır bu durakta durmuş beni gideceğim yere götürmeyi kabul edecek bir dolmuş bekliyorum.
Evet
bekliyorum....
Çünkü
durak mahşer kalabalığı, sanki bir gemi batmakta ve gemiyi önce kadınlar ve
çocuklar terk etmekte. Bu yüzden erkekler batıdan bize intikal etmiş en büyük
düşmanlarından biriyle savaşıyor ''Centilmenlik''...
Daha
savaş tam anlamıyla başlamış sayılmasa da hazırlığımızı yapıyoruz. Birazdan
dolmuşa bineceğiz eğer bir boş yer bulursak oturup koltuğa kurulacağız. Sonra
ben ceketimin iç cebinde bulunan okumakta olduğum kitabımı çıkartacağım ve
okumaya başlayacağım. İşte ne olacaksa bu sırada olacak; ayakta bekleyen
kadınlardan biri, o makineli tüfeği andırır gözlerini bana dikip kaşları çatık
hedefine kilitlenmiş bir şekilde içinden sürekli namluya mermi sürecek... ''
“Terbiyesiz,
utanmaz, şu keyfe bak hele bir de koltuğa kuruluşundaki keyfe ohhhh! ne ala,
yok anam yok memlekette saygı kalmamış, baksana şuna aldırmadan nasıl da
kitabını okuyor, insan kalkıp şu bayana yer vermez mi...'' İçinden sürekli
namluya mermi vermekte ve karşısındaki hedefe ıskalamadan mermi atmaktadır.
Hedef
tam on ikiden...
Ben
ise kitaptan başımı kaldırır kaldırmaz bu gözlerin hedefinde olacağım.
Kurtuluş
yok...
Bir
kadının gözlerine bir de elimde okumakta olduğum Sezai Karakoç'un Hızırla Kırk
Saat kitabına bakacağım...
Bir
de işin o tarafı var değil mi; zamanın ne kadar hızlı geçtiği...
Bir
kadının gözlerine bakıyorum, bir de elimde okumakta olduğum Sezai Karakoç' un
Hızırla Kırk Saat kitabına...
''Zaman
ne kısa; ne uzun zaman
Zaman,
zamansızlıkta bir an...''
Sahi
kaç yıl geçti ya da kaç asır... Kadının gözlerine bakmam ile Sezai Karkoç ile
hemhal olmam arasında...
Zor
bir an, hem de çok zor bir an. Sezai Karkoç’a saygısızlık etmek mi? Yoksa
karşımdaki kişiye yer vermek mi?
Kurtuluş
yok...
Ve
kitaptan okuduğum son cümleler:
''
Benim konuşmalarım
Çin
yazıtları gibi
Çevre
benim söylediklerimi kaydeder
Ama
kaydetmez söz söylediklerimin sözlerini
Taşların
kalp atışlarını duyanlar
Yalnız
onlar okur benim söylediklerimi...''
Kitabı
kapattım. Çantama yerleştirip fermuarını çektim ve yerimden kalktım.
Batı
dilindeki ''Centilmenlik'' mi yoksa İslam daki ''Tevazu'' mu?
Bilmem...
Acaba hangisi açıklardı şu an yaptığımı.
Doğru
söylemiş şair:
''Taşların
kalp atışlarını duyanlar
Yalnız
onlar okur benim söylediklerimi''
—
Teyze buyur ayakta kalma, lütfen otur...
Bir
an duraklama, belki inceleme ve birkaç kelime...
—
Sağ ol evladım. Ben az ileride ineceğim.
***
SANA DOĞRU
Karanlığın içine çekiliyor ansızın
Karanlığın içine çekiliyor ansızın
Perde perde büyüyen
çığlığım
Ey! Zorluklar perdesinin
hüzünkârı
Boylu boyunca uzayan ömür
Layık değilim... Adımlarım
gider ansızın...
Bir an parlayan, bir bulut
ardından
Ve ansızın gölgeleri
kaplayan yağmur...
Saklarken hüznünü
bulutlardan
Kim bilir günler ne halde
Kayıp giden bir yıldız,
misal
Ne anlatır tenha köşelerde?
Ben... Evet ben....
Layık değilim hüznün
buğusuna
Mutluyum...
Çünkü gözlerin keser
ansızın yolumu
Bir yol kıvrımında bekler
beni hayalin
Yaklaşırım, uzaklaşır
zaman
Zaman, adımlarım varırken
buz keser
Mayısın kır çiçekleri gibi
Ellerim açıkta, buyurun
bakın
Kalemim kırık, huzurum
yalın ayak
En tiz perdeden seslenir
Ve taşlar duyar kalp
ritimlerimi
Bir gece sesler susar...
Yalnızlığın ardında bekler
bir ses
Kayıp bir seni arar
ellerim
Kaldırımda ayak sesleri,
bir yanda ben
Bir masa gibi...
Kırık kalemlerin sessiz
tanığı
Gözyaşları içinde
Arar, vakitli vakitsiz
beni
Bilinmez ki kırlangıçlar
neden,
Ağaçlar gibi beklemez beni;
Açarken dallarını bana
doğru
Hayır, her şeyde bir hayr
vardır
Bir bebeğin minik
adımlarında bile...
Büyüklerin gözlerinin içinde
saklanan
Kimliklerinde kim bilir
neler yazılı
Doğum tarihleri gibi kesin
Olmalıydı, atacakları
adımları
Kök salsaydı ayrılıktan
önce toprağa
Uzar giderdi o zaman gece
Belki çorak bir arazide
Bir bensizliğin içinde
Yeniden tomurcuklanırdı
Bir gül, bülbülün
huzurunda
İşte o an ne güvercinler
uçardı
Açarlardı kanatlarını
savaşlara doğru
Konarlar, barış yüklü
kanatları ile
Tekrar havalanırlardı göğe
Sonra ansızın bir poyraz
vururdu, tüm hüzünleri
Bir bülbülün kalbinde
Ve ben, belki dermansız
ayaklarımda
Bulduğum bir güç ile
yeniden kalkardım ayağa
Gözlerim uzayıp giderken
bir gül dikeninde
Susup tekrar adımlardım
sana doğru...
ÖLÜM KOKUSU
Ölüm kokusu var hayatta,
Yapraklar sessiz,
Sular sakin,
Dünya kendinden habersiz.
Ölüm kokusu var hayatta,
Yağan yağmurun, her damlasının,
Her damlamasında hüzün,
Gözler gördüklerine üzgün.
Ölüm kokusu var hayatta
Bomba sesleri sessizliğe hâkim,
Duymuyor musun bebek çığlıklarını zalim?
Bir annenin feryadıyla kapanır gözler,
Güneşi görmezler.
Ölüm kokusu var hayatta,
Bebekle anne bir tabutta,
Binmiş Sessiz Gemi 'ye
Yolcusuz ölüme doğru alırlar yol.
Sallanır vucud ve… ve fiyat,
Gerisi tebdil-i hayat.
Sular sakin,
Dünya kendinden habersiz.
Ölüm kokusu var hayatta,
Yağan yağmurun, her damlasının,
Her damlamasında hüzün,
Gözler gördüklerine üzgün.
Ölüm kokusu var hayatta
Bomba sesleri sessizliğe hâkim,
Duymuyor musun bebek çığlıklarını zalim?
Bir annenin feryadıyla kapanır gözler,
Güneşi görmezler.
Ölüm kokusu var hayatta,
Bebekle anne bir tabutta,
Binmiş Sessiz Gemi 'ye
Yolcusuz ölüme doğru alırlar yol.
Sallanır vucud ve… ve fiyat,
Gerisi tebdil-i hayat.
***
YÜRÜDÜĞÜM ZAMAN
Yürüdüğüm zaman
Hızlanıyor rüzgârın adımı
Belki, koşuyor ardım sıra
Hiç bilmediğim ülkelerden
geçerek
Sürgün olduğum gözyaşlarıma
inat
Yüzünde bir parça ay ışığıyla
Sarıyor, silahlarını
kuşanarak hayalimi
Yürüdüğüm zaman
Hızlanıyor bir bebeğin
kalbi
Sanki en onulmaz yarama
derman
Bir gülümseyiş... Süzüyor
gözleriyle beni
Issızlığın, sessizliği bir
nefese emaneti gibi
Yollarımın en sarp noktasında
çıkıyor
Karşıma bir sükûtun
serinliği
Yürüdüğüm zaman
Bir ben oluyorum
Durduğum zaman ben/siz...
Aklımdaki tüm sorular gibi
Bende bir merak
İnsan yürümeden durabilir
mi?
Yürüdüğüm zaman
Unutuyorum her şeyi
Bilmiyorum... Ne zaman
başladım?
Bir, iki yaşındaydım sanırım
Bir elim annemde, diğeri
babamda
Ve attığım ilk adımım...
Yürüdüğüm zaman
Rüzgârla doluyor kanatlarım
Karşımdaki kollara karşı
Yürüyorum...
Kanatlarım yok benim
O kollar kimin?
Yoksa senin mi Leyla
Mecnun'a uzattığın bir
gülümseme gibi...
ÖLÜM RABITASI
Zamanın ince gergefiyle örülmüş ömrüm
Her yanım sancıyor
Ben çoktan ölmüşüm, namazım kılınmış
Naaşım
Bir öğle vakti eve taşınıyor
Babamın gözünde yaş
Annemin dilinde ağıt
Kardeşlerim suskun,
Belki konuşmayacaklar bir daha…
Bir öğle vakti kaldırılıyor naaşım
Gökyüzü kabrim
Ve üzerimdeki toprak
Ağlıyor sanki gözünde nem
İmam biraz eğilseydi başucumda
Duyacaktı dilimden çıkan birkaç kelimeyi
“Ben pişmanım.”
“Keşke yapmasaydım”
“Bir daha yapmayacağım”
***
SELAM OLSUN
Sessizliğin üstünde de bir ses vardır
Ama onlar bunu duymaz
Tıpkı baştan aşağı dökülen
buzlu su gibi
Hissetmezler
Vücuda giren bir
kurşunu
Onlar anlamazlar
Paletler altında ezilen
masum gözyaşını
Çünkü onların gözleri
sağırdır
Kulakları kör
Sorarım size
Söyleyin
Kaç kalibredir
İsrail'in kalbine isabet
eden gülüşler
Ya da o kadar sağlam mıdır
musalla taşı
Filistinli masum beden
altında
Bakarsın bire on veren
toprak
Bire bin verir
Kanla sulanmıştır sonuçta;
Bereketlidir
Her toprağa düşen beden
Tohum gibi filizlenmeyi
bekler
Toprakta
Ya insan insan olur
Ya da insan an olur.
Zaman ne çabuk geçer
uzakta
Fark eder misiniz, bilmem
Kışın karanlıklar uzun
olur
Yazın ise aydınlıklar
Doğan gün gibi zulüm de
Durmaz buralarda
Göz açıp kapayıncaya kadar
geçer zaman
“Akacak kan damarda durmaz”
değil mi?
Peki, hangi renk akar
damardan kan
Zira
Zehirli kan siyahtır,
zehirsiz kan kırmızı
Sonuçta kan damarda durmaz
mı?
Damlayan kan damardan
sızmaz mı?
Selam olsun toprağa şehit
düşen bedene
Gökten gelen çağrıya baş
eğip de gidene.
***
ŞAİR SÖZÜ YALANDIR
Vurulmuş kuş, kanadı kırık bir ülke
Balık kavağa çıkmış, aslan
denizde
Ses, dinlerken sessizliği
bir köşede
Kapalı kapılar, ardına
kadar kapalı.
Zengin el açmış, dilenci
ofiste
Paralar azalmış, cepte
deste deste
Gülen ağlıyor, ağlayan
diskotekte
Saat feleği şaşırmış,
zamandan ayrılalı.
Zalimin elinde gül, kurşun
gülden hür
Kefenler moda olmuş,
giysiler küfür
Şiir kokan insanlar
söyleyin hangi tür?
Kâğıtlar, kalemler
kaybolalı.
Mermi desen, küçük demir
parçası
Yıkar mı sanırsın gönül
dağı taşı
Ayrılıklar vuslattır iki
ayrı gönle
Dağ dağa kavuştu kavuşalı.
Biri bin yapan, bini bir
yapar
Zalimi sorsan, tatlı aşa
acı katar
Doğan gün zulümden önce
batar
Vatan, birlik, dirlik
bozulalı.
Çoban kuzuyu kurda sattı
İki ayak bir başa isyana
kalktı
Kurtlar kuzularla
ticarette yaptı
Doğru işe yalan karışalı.
Mil çekili gözler şahit
oldu
Delinin sözü akıllıya oyun
oldu
Harfler karıştı, mısralar
kayboldu
Şair sözü yalan oldu olalı.
***
HIZIR VE EHLİYET
''Hikmeti gayet çok, amma rüya zor
Kanım donuyor bakınca, esrarın rüyana denk bir müşamba
Korkmadan tırmanmak kelimelerin ortasına
Buyruklar karanlığa düştü, kül düştü il düştü gün ortasına
Şimdi şafak yalnız, bahara daha çok, ansızın uçacak kuşlar''
Son mısrayı söylerken
gökyüzüne baktı ve tekrar etti sesini yükselterek: '' Şimdi şafak yalnız,
bahara daha çok, ansızın uçacak kuşlar''
Gökyüzü bugün çok
güzel görünüyordu. Dağların yükselişiyle birleşmiş, açık mavi rengiyle
ağaçların yeşilliğine uyum sağlamıştı. Manzara gerçekten çok güzeldi.
''
Evet Şimdi şafak
yalnız bende yalnızım. Bahara istediği kadar vakit olsun yeter ki sen yanımda
ol'' dedi. Karısına dönerek. Ve devam etti:
'' Alkışlar, yalvarışlar, bin içimlik su kırbamda
Hadi, kumanda et de göreyim dil, aya
Bin aya kadar bayram uzak, hedef şurada
Hurdam sevda yüklü, çirkin ne varsa kırık dökük
Aşk, kırılgan bir Meryem, sırrı bir gerçek
Sevecek ne varsa bakir bir dolunay, çiçek daha uzak''
''Aşk, kırılgan bir
Meryem..'' dediğinde karısı gülümsemişti. Bir kez daha artmıştı ona olan
sevgisi.
Yüzünü tekrar ileriye
döndürdü. Gözlerini kapattı, bir süre öyle durdu. Sonra açtı ileriye baktı,
gördü, izledi... Sanki baktığı her şeyi hafızasına kaydetmek istiyordu.
İlerideki iki kavak ağacını, aşağıda boylu bayunca uzanan Sır Barajını,
dağların gökyüzüyle olan ahengini, güneşin içine girdiği bulutu, güneşi sanki
beynine resmetmek istercesine baktı, her şeye... Sonra tekrar kapadı gözlerini
karısına döndü, açtı. '' Hikmeti gayet çok,
amma rüya zor/ Kanım donuyor bakınca, esrarın rüyana denk bir müşamba ''
''Meryem '' dedi karısına. '' Rüyanın... Rüyaların hikmetleri gerçekten
çok ama gel gör ki o rüyadaki esrara bakınca kanım donuyor. İşte o zaman, o
rüya insana nasıl zor geliyor biliyor musun?''
Karısı yine gülümsedi
ona ve elinden tuttu: '' Bilmem '' dedi. Başını kocasının omzuna yaslayarak...
''Anlatsana''
Kocası gözlerini
barajın üzerine çevirdi. Sanki barajın üzerinde bir şey görmek istiyordu.
Gözlerini bir noktada sabitledi. Sanki baktığı şey barajın üzerinde dalgalanan
su değil de gözlerinin içinde akan geçmişiydi.
Ve anlatmaya başladı:
'' Bir gün köyde
nenem gilin evine gitmiştim... Evde bir kardeşim Fazlıalp vardı. Annem, nenem
ile birlikte eşki kesmeye gitmiş. Fazlı da evde televizyon izliyordu. Beni
gördüğünde '' Abi tam zamanın da geldin
ben de çay demlemiştim. Artık birlikte içeriz '' dedi.
Ben de : '' Tamam ''
dedim. '' Hele bir elimi yüzümü yıkayayım birlikte içeriz.''
Elimi yüzümü yıkadıktan sonra evin yan tarafında bulunan toprak dama
vardım. Buraya nenem gil ayaz dam diyorlardı.
Nenem gilin evi köyün
diğer evleri gibi iki katlı, altı ahır üstü evdi. Ayaz dam ise alt katta bir
oda fazla bulunmasından kaynaklanıyordu. Nenem de burayı bir nevi balkon olarak
kullanıyordu.
Ayaz dama vardığımda
Fazlı çayımı doldurmuş beni bekliyordu. Sandalyeyi çektim masaya oturdum. Rüya
hali işte tam masadan çayı alıp arkama yaslanacaktım ki bir kurşun kulağımın
dibinden geçip masaya saplandı. Kurşunun geldiği tarafa çevirdim yüzümü o anda
evin penceresinde lise arkadaşım Elif'in elinde tuttuğu silahın namlusunu bana
çevirip ateş ettiğini gördüm hemen eğildim neyse ki yine kurşun masaya denk
geldi, gerçi masaya değil de bana isabet etseydi kurşun bir şey olmazdı ya,
sonuçta bir rüyaydı ama rüyanın hikmeti değişir miydi bilmem? Neyse, ben hemen
kaçmaya başladım bir anda kendimi nenem gile giden yokuşun ucundaki köprüde buldum.
Arkama bakmamla bir kurşunun, köprünün taşlarına saplanması bir oldu. Ben hemen
köprüden aşağı atladım ve koşmaya başladım birden hava karardı, derenin içi
bana yabancılaşmaya başladı. Elif ise hâlâ beni takip ediyordu elindeki
tabancayla. Ben koştum, kaçtım, yoruldum bir anda Elif'in arkamda olmadığını
fark ettim hemen ileride sarmaşıkların arasına saklandım. O anda Elif'i elinde
silahla beni aradığını gördüm. Ve bir sarsıntıyla gözlerimi açtım. Gözlerimi
açtığımda nenem gilin çardağında yatıyordum... ''
* * *
Gözlerini açtığında
kendisini odasında buldu. Saat sekize on beş vardı. Okullar kapandığından beri
ilk kez bu kadar erken kalktığını fark etti, gülümsedi. Pencereye gidip dışarı
baktı. Karşı evin duvarındaki delikte kendilerine yuva yapmak isteyen
serçelerin çabasını izledi, bir süre sonra gözlerini kapadı serçelerin
söylediği türküyü, ana caddeden geçen bir arabanın sessini, annesinin evin içindeki adım seslerini, kapı
gıcırtılarını dinledi. Ufak tefek seslerin dışında şehirden, başka ses gelmiyordu
kulağına. Bir an, yaz boyunca şehrin kendisiyle aynı anda uyuyup, uyandığını
düşündü. Gözlerini açtığında aklına iki gün önce köyde gördüğü rüya geldi. Lise
arkadaşının kendisini bir silahla kovalayışı ve kendisinin kaçışı... Rüyanın
hikmetini çözmeye çalıştı. Ama olmadı.
''Hayırdır inşallah '' dedi.
BEN YANARIM
Halim yamandır, vakit tamamdır
Kim ağlasa kim söylese ben yanarım
Bilinmez hangi dertte hangi derman vardır
Kim ölse kim kalsa ben yanarım
Bilinmez hangi dertte hangi derman vardır
Kim ölse kim kalsa ben yanarım
Söylerse dost doğru
söylesin
Düşman elini gül eylesin
Aşık maşukunu böyle bilsin
Söylenen kötü sözden ben yanarım
Düşman elini gül eylesin
Aşık maşukunu böyle bilsin
Söylenen kötü sözden ben yanarım
Bir dağda bir adam varmış
Aşkı büyük gönlü yüce dağmış
Gücü az imanı fazlaymış
Aşılmayan engelden ben yanarım
Aşkı büyük gönlü yüce dağmış
Gücü az imanı fazlaymış
Aşılmayan engelden ben yanarım
Aslan güçlü ceylan
hızlıdır
Sevenin gönlü çok nazlıdır
Bülbülün ömrü gül kadardır
Diken varsa yoksa ben yanarım
Sevenin gönlü çok nazlıdır
Bülbülün ömrü gül kadardır
Diken varsa yoksa ben yanarım
Söyle yar sen neredesin
Seni görmeyen göz neylesin
Sana bakan yollar meyletsin
Uzaktan yakından ben yanarım
Seni görmeyen göz neylesin
Sana bakan yollar meyletsin
Uzaktan yakından ben yanarım
Mevlam ne dediyse dinledim
Aşk yoluna fidanlar ektim
Ne ettiysem kendime ettim
Kimi bilir kimi bilmez ben yanarım
Ne ettiysem kendime ettim
Kimi bilir kimi bilmez ben yanarım
***
GÜL ÇOCUK
Çınlarken kulaklarım gözlerimin yorgunluğunda
Duyuyorum ok atımı uzağa
düşen mermileri
Her baş bir taş atarken
gün doğumuna
Dinliyorum sessizliğin
gölgesinde doğan türküleri.
Su uyur kandil uyanır bir
sabah firarında
Ya Berat kandili ya da
Miraç ne fark eder ki?
Çocuklar öksüz, aç mı aç
sokaklarda
Yetmez mi binlerin
sessizliği?
Duvarda bir iz var,
altında imza
Ansızın bulutlar
şimşeklere varınca
Bir çocuğun gözleri kadar
derin
Yükselen bir bahar var
silahların altında.
Gözler ürkektir, uzağa
bakar belli
Akıllar yitiktir
mermilerin gölgesinde, kader mi?
Söyleyin nedir, onca dilde
dolaşan
Yoksa, insanlığın elindeki
keder mi?
Ah! Çocuk, hayallerin
vardı senin
Bir gün batımı kadar
gerçek
Çöpten atın, kâğıttan
gemilerin
Bir gün doğumu kadar
gelecek.
Söyle çocuk: ''Silah nedir
?''
Elinin üstündeki akrep
Başka memleketlerde belli
midir?
Savaşa neden olan onca
sebep…
Gül çocuk sen yeter ki gül
Sen gülünce açılır bülbüle
gül
Mermiye karşı silahı boş
ver çocuk
Sen mermiye dön de öyle
gül.
***
HASTALIK
Bir hastalık dünyanın pençesinde
Kartal gibi keskin gözleri
Yaşlanmış, yorgun,
yorulmuş yaşamaktan
Sessizliğin gölgesinde
matem
Yurt tutmuş yüreği
Yeşermekte bir umut var
madem
Niçin ağlıyor sessizlik
gölgede
Akıtıyor kan dolu sözleri
Sanki kurşun, havada ağır
Hüküm cübbesi altında
hükümsüzlük
Kaplıyor damarları
Damarlardan sıcak kan
akacak
Kalemdir bu yüzü çizen
Puslu, kırık bir kalem
Şiirin tuttuğu dem
Bozulmaz bu boşlukta
Bozulmaz şiir olur her şey
Sallanır durur bayraklar
göklerde
Gözlerde karanlığın izi
Hastalık sarmış, kaplamış
benzi
Kıyıya vurur kelimeler
Kelimelerde düşünce
Düşüncede dil
Dilde kerpeten, çivi
üstünde incir
Çekirdeğinin her birinde
fikir
Zikir olur gönülde
Ey Şeyhşamil!
Yeter ki sen kendini bil.
22/05/2014
***
HÜZÜN VE DÜĞÜN
Lambanın karanlığı çağırıyor beni
Taş kesilmiş duvarlar
Toprak dam üstünde devler
Devden insanların oturduğu
evler
Her yanından yara almış
dökülüyor toprak
Cinler uykuda, insanlar
rüyada
Kerpiç evlerin gözünde
ışık
Hüzün ve mutluluk
birbirine karışık
Karanlık kör gözlere
çekerken sürme
Cinler bile yoksulluğa
alışık
Düğün alayı uykuları
sarmış
Gözlerde kanlı şafak
Akrep yelkovanı geçmiş
Kim nerede uyuyacak bu
gece
Ve nereden kalkacak?
Sözler, dikeni battıkça
kanar
Hangi bülbül gülün
güzelliğinde yanar
Aşk deyince içimdeki
hüzünlü düğün
Benim gördüğüm
Çözülmesi zor bir kördüğüm
Şafak kızarır utancından
Saklanacak yer arar
Bir çay sıcaklığı yükselirken
ufuktan
Güneş geceyi ışığıyla
sarar
Lambanın karanlığı
çağırıyor beni
Yüreklerde deprem
Deprem üstünde düğün
Taş kesilmiş duvarlarda
hüzün
Hüzün üstünde yaş süzüm
süzüm
Duman yükseliyor saçaktan
Ayın gölgesinde gözüm
Gözüm, özüm ve son sözüm
Bu gece dağılacak kanlı
şafaktan
GECE
Göz kapakları yorulur insanın.
Karanlık
ansızın gelir.
Bir
tespih tanesi üzerinde saf tutar yıldızlar.
Ay
sessizce geceye masal okur.
Güneş
saygıyla eğilerek çekilir dağların ardına.
Siyah
bir perde kusurları örter.
Bekçinin
can yakan ıslığı kaplar sokakları.
Bir
baykuş matem olur karanlığa.
Çaylar
hazırdır. Sohbettir güneşi doğuracak olan. Kaybolur selamlar, kelamlarda. Aydınlığa
daha çok var. Huzur aheste aheste yükselirken afaka; yüreklerde bir şüphe, ya
güneş erken uyanırsa…
Çayın
demi kadar koyu bir sohbet, tütün dumanı gibi iz bırakır boşlukta.
Tespihin
her tanesinde zikir, her zikirde fikir kaplar karanlığı. Dostun sözlerinde
kaybolur dertler. Dert yüklüdür mısralar, mısralar tespihe gece dizilir.
Bilinmez
daha kaç tütüne mezar olur zift kaplı perde. Kaç bardak daha boşalır kelamların
üzerine. Gözler melül melül bakarken boşluğa insanların kalbinde sukut. Bir
daha ne zaman buluşacak alın ile seccade? Çayların kızıllığı ısıttıkça
yürekleri esen rüzgâr ürperecek. ''Ey sevgili'' nidaları arasında kelama Necip
Fazıl eşlik edecek.
Dert
üstüne dert eklenirken bir türkü yükselecek çayın dumanından.
İnsanlar
ağlamayacak, gözler sulayacak kelamları.
Hüzün
üstüne ağıtlar selam duracak göğe.
Ansızın
yıldırımların kükreyişinden korkacak bulutlar.
Ağlayacaklar
bir Yemen türküsü üzerine.
Yaşlı
bir çınar izleyecek olanları, ses etmeyecek.
Karanlıktan
saklayacak gözyaşlarını.
Etraf
kızılıkla kaplanacak çayın son demini aldığı vakit. Türküler susacak, karanlık
susacak, tespih taneleri taşıyamayacak bu yükü, kırılacak. Selamın sahibi
kelama başlayacak minarelerde, yoksa güneş doğmayacak, kızıllıkta yanacak.
Gölgeler gecenin ardından el sallayacak. Son tütünün dumanı iz bırakırken
boşlukta güneş sessizliğin üstüne sessizce doğacak.
Ve
gene güneşi çay deminde kelamlar ve tütün dumanı doğuracak.
KELAMSIZ KELAMLA SÜKÛTA VARDIM
Susardım, sessizliğimi
içime atardım
Tartardım konuştukça, yine
de batardım
Bilmem düşünsem ne
cümleler kurardım?
Hangi şiirde, hangi hayale
dalardım?
Ben bir devdim!
Her şeye yetecek gücü
sevdim.
Sevdim;
Güneşi, ayı, yıldızı
sevdim.
Ben kendimi yıldız bildim
Lakin hep yerdeydim
Yerildim, yenildim,
kendimi bildim
Sildim yıldızları,
sevmedim.
Büküldüm yerlere kadar,
eğildim
Eğildikçe yükseldim,
yükseldikçe eğildim
Ben, beni, onunla bildim
Kelamdan sükûta açıldım
İnsandım yolumu şaşırdım
Batıydım; imkân olsa Ay'ı
satardım
Katardım bin bir zulme,
zulüm katardım
Doğuydum; zulmü gül
sanırdım
Güle, dikene, bülbüle
yanardım
Cana, canana, tatlı söze
kanardım
Ben insandım,
mahlûkattan yanaydım
Kelamsız kelamla sukuta
vardım.
***
HANÇER
Hançer yüreğimin ortasında
Derinden derine
Bir türküdür dilimde dolaşan
Bilmediğim bir türkü.
Rüzgârın terkisinde yol alan
Gözlerde yaş yok
Ağlama vakti bu an
Rüzgâr sinirli
Rüzgâr hırçın
Rüzgâr güçlü
Ben güçsüzüm.
Ses tellerimin peşinde
Dalga dalga yol alan gelecek
Gelecek olan sevgili…
Boşluk, sadece boşluk
Hissetiğim anda ölüm
Bülbül olmasaydı anlamı neydi gülün
Elemim, kelamım, anlatılan hikâyem
Virgülle biten tek hecem.
Hissetmek nedir?
Gökyüzünde uçan kelebeği
Düşünceyi, namaz vaktini…
Hançer yüreğimin ortasında
Derinden derine
Bir türküdür dilimde dolaşan
Bildiğim tek türküdür
***
YOLDAKİ GENÇLİK
Gökten bir ses geldi ilk önce
Çırpındık, zamanı
bilemedik
Korkumuz ecelin gölgesinde
Unuttuk, geçmişte
neredeydik?
Düş’tü her şey, geldi ve
geçti
Bir film şeridi ecelin
perdesi
Gördük orada kendimizi
Göremediğimiz her şeyi.
Mısralar kilitli
Hani anahtar, hani sandık?
Biz her şeyi gönlün
anahtarı sandık
Gördük baktığımız şeyi
Göremediğimizde her şeyi
İşte mimar, işte gençlik
Geleceği inşaya geldik.
***
GÜNDEN KALAN GÜL:SOHBET
GÜNDEN KALAN GÜL:SOHBET
Destanlar yazıldı, ne gerçek, ne yalan
Gönlümde bir çare, bîçare
kalan
Uzaktan yakın, yakından
uzak duran
Günü gün eylemiş, dünü gün
sanan
İçimdeki kalabalık,
yalnızlıktır inan.
Huzur ahenktir, dünya
mihenk
Anladım; İslam, ahirete
denk
Sözler gönülde bir çelenk
Cefa mı? Sefa mı? Bulunduğum
zaman?
Harf uzun, söz uzun, kısa
olan nedir?
Aynaya baksam gördüğüm ben
miyim? Kimdir?
Dünya dediğin dünden
kalmış bir matemdir
Hangi sevinç söyleyin,
uzakta duran?
Öykü uzar, gece uzar, yar
uzar
Çaydan çıkan misafir,
durmaz uzar
Sohbetten gelen bir ah
uzar
Yakın, uzak değil, uzayan
zaman
Harfler cümle oldu gün
devrildi
Uyku sohbete yenik düştü,
serildi
Günden gelen gül
devşirildi
Bir huzur hatırasıdır
dünden kalan.
***
TEK MISRADA SEN
Ben, uykusuz sabahlar gibi tek hece uyanırken, sonsuzluğa dalan gözlerde bir tan yeri ağırlığındaki kurşun misali sözde, bin bir zahmete girip, bir güle ulaşmaya çalışırken kaybettiğim virgülleri hesaba katmayarak hecelere vurulan tüm kilitleri kırar gibi işlerime hazır gülüşlerle devam ettiğimi göstermediğimi düşünürken, göklerin birden ezan sesleriyle dolduğu anda hakka yürüyen, hakta hakkı arayan bir secde uğruna can veren ruhumla kıtalara nur damlatan bir sultanın eteğinde nur tasını doldurmaya talip olmuş, tüm cümlelere inat kırlarda dolaşan kelebekler gibi narin, tek günlük ömrümde aşka ulaşmaya yanıp tutuşan, gönüllerdeki üç harfe sığdığını sandığım cesaretimin çöldeki kum tanesi kadar küçük olduğunu anlarken yükselen ilahi sesin nefesinde kalmış huzur alevlerinin içindeki bir çiçek gibi yavaş yavaş eriyen, erirken benliğini kaybedip, bensizliğe ulaşan sen gelirken aklıma bir köşede kıvrılmış gibi bekleyen, soğuk kışın habercisi yüreğin yerine getirdiği görevle ısınan, tertemiz kar tanesinin o soğuk gecelerde bir köşede sessizce kıvrılan hayvanların hakka şükredişi gibi ruhu hasta insanların şömine başındaki dualarına aldırmayan kalbimle, tek bir elif harfiyle başladığım gecede soğuğun rüzgârla dans edip beni ısıttığı vakit, anladım ki sen tek bir dünyaya sığmazken küçük bir toprak kapta insana sığıyordun.
NOKTA, BEN VE SEN
Noktalar yorgun, gözleri uykusuz, başları ağır. Takır tukur yürüyor, yollar harflere sağır. Noktalar zamanda, zaman ağır. Geceler devran olur. Günler harflere nazır. Nazar değmesin harfler bir arada, hazır. Sohbet iki kelime önce selam, sonra kelam… Bir araya gelen cümlelerde heceler harman. Uykusuz başlarda taş, ağır söz kadar sesiz duran kaş. Virgül her cümlenin devamı; sözler bir araya gelse cümleler reva mı? Yeter dediğin vakitte başlayan düşünceler, sorsa cümlelere harfler heba mı? Koridor uzun, yara uzanan hangi adımlar küçük kalır. Nokta harfte, harf hecede, hece cümlede devran… Kaç devir daha gerekir bitmez, sonu hüsran.
Acep kaç harfte kazılıdır benim mezarım. Ben diye
başlayan kaç cümleyle sona varırım. Son var mıdır, noktanın sonuna açılan
parantez varken. Ben hangi paranteze sığarım acep bu düşünce beynimde
kudururken. Hislerim hissizleşiyor zamanla.
Uykusu yeni dağılmış bir zamana bakarken, acep ne düşünür insan şu âlemde.
Saf durmuş hecelerim hislerime ağır. Düşüncelerim
bende benden ağır. Hafif kalır ben, senin yanında sağır. Aşk üç harfte ağır,
kurşun misali, toprak yürekli insanda… Açılsa harfler bir bir bilmem hangi
gönül alır. Benim halim hicran, gönlüm hüsran, olmuşum ben dünyamda figüran.
Sahtelikler içinde sahteyim belki bir kaç nefeste ahesteyim. Arayıp duran,
gönlü deli divaneyim. Bilmem ben hangi sesteyim.
Kes! Hey! Sessizlik sesini kes! Bak geliyor
göklerden yere tek nefeslik bir ses. Belki damla, belki göl, belki derya ama
ruha ruh katan gıda... O ruhta huzur bulan bin bir hece bir kıta; tek kıtası
İslam. Tası nurla dolan. Su gibi aziz ol yavrum. Dünyada hazır duran parantez
içinde bir gece, cümleler kelimelere çevrilince... Dümeni kıran bülbül, dikeni
gül zannedince. Hayal beni götürür ısız âlemlerde bir düşünce.
Her gözde sen varsın her gönülde sen...
Bitmeyen bir şiir gibi başlarsın her hecenle sen.
***
AĞLAMA ADEMOĞLU ADEM OLMADIKTAN SONRA
Kuşlar tellere dizilmiş
perde perde
Ruhumu alıp götürüyorlar
bir yerlere
Gönül bahçem yalnız, öksüz
kalmış bir çocuk...
Kime tebessüm etsem
Bakıyorum, arkamdakiler
nerede?
Dertler, dert içinde
harman olmuş
Dalar düşlere rüyasız.
Kuşlar ağlar, ağlar
umutlar...
Umutsuz kalmış insanlar
yeryüzünde güneşi arar
Bir sestir deryaları bir
damla suyla taşıran:
Allah bir, tekdir,
gönüllerde çağlayan
Kuşlar bir neyzendir, nesin
sen der
Ney’sin sen âdemoğlu ve
çöller misali bir kum tanesi
Yüreğin ikiye ayrılmış
birinde çağırıyor ezan sesi
Vav gibi diz çökmüş,
bekliyorsun sonun sonsuzluğunu...
Sonsuzluk harf harf, hece
hece gönülden dökülmedikçe
Nesin sen âdemoğlu bir
damla âdemde
Yalnız gözler ağlamaz
yürekler ağlamadıkça
Bir sor bakalım cerrahlara
kalp var mı insanlarda?
Aradın onu; gökte, yerde,
taşta, yağmurda, gözyaşında, kalp denilen organda
Aklın almadı senin o nasıl
sığardı oralara
Yerini söylüyor halbuki
sana, şah damarının attığı noktada
Ağlama âdemoğlu, kuşlar
ağlamadıktan sonra
Göller derya olup, bu
ateşte yanmadıktan sonra
Ağlasan ne fayda, Nuh’un Gemisi’nde
toz olmadıktan sonra
Ney’sin sen, sesini üfle
dualarına
Belki bir rüzgâr çıkar,
götür seni uzak diyarlara
Ağlama taş toprak
ağlamadıktan sonra
Ağlasan ne fayda organa
kalp dedikten sonra
Ağlama âdemoğlu âdem
olmadıktan sonra.
***
YOL UZUN, UZUN YOL
H. Ahmet ERALP Ağabey’e
Yol uzun
Evlerin bacasından çıkan
ince alevler
Hava soğuk, dualarla
ısınıyor ümitler
Arkada set çekmiş nefsime
dağlar
Yüreğimi dağlar
Otobüs uzun
Hızla içiyor ufka kanat
açmış yolu
Ağaçlar selam salıyor yol
boyu
Selamları işaret ediyor
Güneşin yorgun kolu
Yol uzun
Günah işlediğim günün
ertesi
Tatlı bir ses dostun sesi
Gel diyor dünün ertesi
Gidelim yollar bize dar
gelsin
Bu cihanda misafiriz,
misafirler bizimle gelsin
Yol uzun
Misafir miyim bu yolda?
Yoksa ev sahibi mi gelecek
umutlara
Ak bulutlar arkamda
Misafirliğe gidiyoruz Fahr-i Cihan dostuna
Uzun yol çağırıyor sohbete
Sohbet kaçınılmaz sor
sualleri suallere
Dağlar sıra sıra uzanmış
göğe
Gökleri tutuyorlar dualar
ile
Ey dağlar! El açın göklere
Bırakın bensizliğimi
benimle
Tekbir getiriyor bülbüller
güle
Salâvatlar bu yolda
bizimle
Dostun dostuyuz gönülden
gönüle
Uzun yol... Çabuk bit ne olur?
Düşünceler sıra sıra
bizimle
Sıralanıyor nefsim
günahlarım ile
Allah'ım affet beni
dualarım ile
Gidiyoruz nur yüzlü
sevgiliye
Zaman geçti paragrafı
unuttun
Virgülü arayıp durdun
günlerce
Sözler uzadı kelimeleri
unuttun
Elindeki tek şeydi soru
işareti
Kıymetini bilemedin virgül
gibi
Vazgeçtin
Yaşamaktan vazgeçtiğin
gibi
Noktaya verdin kendini
İki noktayı üst üste
koyamadın
Bir parantez açtın hayata
her şeyi oraya sığdırdın
Sığdırdığını sandın
kapatamadın parantezi
Ağladın günlerce ALLAH'a
el açtın
Gökyüzüne baktın bulutlar
toplandı
İnce bir yaş süzüldü
yukardan aşağı bulutları ağlattın
Sonra bağırdın göklere,
yere, geceye ve gündüze
Haykırdın kaybettiğin
zamanı kendince
Birden sustun hatırladın
ünlem koydun
Tire çektin hayata son
noktayı koydun
Çok şükür ALLLAH'ım sen
vardın
Sonunda bulmuştun noktayı
noktaların bittiği yerde
Ama hiç bir şeye nokta
koymadın noktaların yanında
Son olarak bulduğun üç
noktaydı yan yana...
***
SEN NERDESİN
Hislerim dökülür mü
dilimden, bilmem
Sarardı yapraklar anla,
bahara çok var
Gökyüzü aydınlık, yer
karanlık
Çoğu insana sorsan ne
anlar, yaşamak nedir?
Azrail anlar mı gülün
dikeninden
Gündüz geceden bu kadar
farklıyken
Ay'ın Güneş'e âşık olduğunu
Bir gül düşse yüreğine,
ecel kapıyı geçse
Dikeni delse bağrını,
ürkek gözleri düşse
Gül Bülbül'ü bırakır mı
son nefesinde?
Sevmek nedir bilir misin
sen, Elif sureti
Toprağa dokunmak gibi bir
şey, yumuşak
Gecenin gündüzü boğduğu
bir zaman
Anlarsın güneş tekrar
doğacak
Ya Sevgili nedir cana can
katan
Can var mıdır ki canan
olmadan
Şiir kadar güzel mi
hislerin
Hissettiklerini anlar mı
dilin
Hakka yürümek varmış
kısmet, kader zamanı
Yaşam zincir kadar kısa
düşün sen neredesin?
***
ŞEKER TADINDA
"Şeker Hastalarına"
Alçak tavanlı odada geçirmek varmış hayatımı
Gökyüzüne matem tutmuş gibi
Haykırmak içimde eksik kalan yanlarını
Kalabalıkta yalnız kalmak gibi
Şeker tadında hayat
Tavan alçak, oda tek pencereli
Baş ucumda serum şişesi
Ruhum teslim secdeye uzanmış gibi
Doktor bana bakar endişeli
Gözümde yaşmı var ne?
Şeker tadında
Doktor sessizliğin ardından seslenir
Ağzında birkaç sözcük latince
Yanındaki çırak kaydediyor elindeki deftere
Sonra farkediyor çırak yaptığı şeyi
Çocuğun elinden alınan şekeri
Şeker tadında
Ruhum ağlıyor yıldızları seyrederek
Ağzımda sakız gökyüzünde bir dilek
Damlıyor elmaslar gözümden süzülerek
Şeker tadında
***
DOST
Elif GÖK
ve Mustafa AVŞAR’a
Kıvrım kıvrım yol uzanıyor önümde
Hayaller düşlerimin eninde
Aklım kalbimin emrinde
Çağırıyor birkaç kelimelik
sözümde
Ey
dost neredesin? Çabuk gel
Gökler bana Elif miktarı
uzakta
Heyecanım Mustafa’yla en
ön safta
Sevgisiz sevgili olmaz bu
tarafta
İşte dünya dediğiniz bu
safsata
Ey
dost neredesin? Çabuk gel
Hayaller ufkunda bir inci
İnci, incilikte birinci
Bulmuş dostunda sevinci
Kaybetmiş sevgiyle bilinci
Ey
dost neredesin? Çabuk gel
Kıvrım kıvrım uzanır
yollar
O yollarda tükendi adımlar
Artık bu dünya bana dar
Bekletme yeter bu kadar
Ey
dost neredesin? Çabuk gel
Mecalim kalmadı artık
İşte gözümde yaşlar
Geriye kalan şu artık;
Seni çağırdığım mısralar
Ey
dost neredesin? Çabuk gel
***
ÖKSÜZÜN GÖZÜNDEKİ YAŞLAR
Bir anneler günü
Bombalar dolduruyor göğü
Kırlangıçlar nerede?
Bahar, kelebekler;
çocukların oynadığı misketler
kalmış gönüllerde.
İmtihan edilirken açlıkla çocuklar
Hayatı noktalıyor zamansız mekânlar.
Bir anneler günü
Fırtınadan önceki sessizlik
Uğulduyor sokaklarda
Gökyüzündeki hüzün
Gölgesinde sevincin
Bir anneler günü
Bomba sessizliğiyle dolmuş her yer
Bedensiz ruhlarda ağlarken çocuklar
Soğuk bedenlere dökülüyor yaşlar
Okunuyor zalim ellere lanetler
Bir anneler günü
Umutlanıyor umutlar umutsuzlukta
Ağlıyor bulutlar, güneşin gözünde nem
Yeter! Diye feryat ediyor ay sonsuzluğa
İmanla imtihan, iman açlıkta…
Bir anneler günü
Kırdaki çiçek sevinçli
Hangi anneye hediye olacak şimdi
Bir heyecan dolduruyor kalbini
Sarsıyor bir feryat narin bedeni
Anne!
Cennet ayaklarının altında
Ama gitme kal yanımda
Söz sallanıyor boşlukta
Bir ruh daha eriyor huzura.
***
YUSUF-U ZÜLEYHA
Yusuf (Ben)
Kendimi ararım
Havada asılı kalan tüyde
Sorarım: Derdimi ne bilsin
Kendimi ararım
Kumrunun sesinde
Sorarım: “Yusuf’u bilir misin?”
Kulaklarımda yankılanır kendi sesim
Gerdanlığını bana ver Yusuf’u getireyim
Kendimi ararım
Dağların yüreğinde
Sorarım: Ferhat nerede
Hey dağlar Ferhat nerede?
Kendimi ararım
Leyla’nın feryadında
Sorarım: Mecnun nerede?
Kendimi ararım
Aşkın dehlizinde
Taş hafiftir yüreğimin izinde
Sorarım: Ben neyleyim?
Züleyha (Şiir)
Senin neyine uçmak
Yürümek varken dünyada
Engin uç be şair
Çarparsın bir dağa
Kuş kadar gönlün var
Yetmez mi sana dünya?
Hayallerin dururken
Ne gerek var semaya?
Taş kadar hafif sözlerin
Yaramaz mı bir baş daha?
Bir gül koysan hayata
Dağılmaz mı dört bir yana?
Bir şiir ver bana
Deryalar senin olsun
Okyanusa yelken aç
Gökyüzünde kaybolursun
Rüyamı anlatsam sana
Yetmez mi bir mısra?
Yürürüm ardınsıra
Bir kumrunun gözyaşına
Ağlama kumru
Yusuf gelmez bir daha
Aşk ateşiyle yanmış
Aşık olmuş Züleyha’ya.
***
SONSUZLUK HİKAYESİ
Haykırsam sessizliğimi gökyüzüne
Arasam yankısını
yeryüzünde
Rastlar mıyım bir daha
bilmem.
Vakte hazırlanmış her an
Adım adım koşarken
peşinden
Neden kaçarsın benden
Ey zaman…
Zaman…
Geçmişe dair düşüncem
Kalem ile kâğıt arasında
İnce bir çizgi
Meydan okur sana inan
Beynimde sisli hayaller
Gözümde uzak gelecekler
Yakınken bana
bilinmezlikler
Sen kaçabilecek misin
benden?
Zaman…
Başını secdeye koyunca
başlar hayat
Önce karanlık kaplar
geceyi
Sonra bir ışık bozar
sessizliği
Çözüverirsin en çözülmez
bilmeceyi.
Zaman…
Yıldızlar tespih tanesi
Ay ise imam
İşte cemaat
Peki sen nerdesin?
Neyde ney sesi var bilir
misin?
Zaman…
Elifle başlayan sonsuzluk
hikâyesi
Bulur kalbinde son nefesi
Kulağında kur’an sesi
Sonsuzluğun efendisi
Gönülden uyanınca başlar
Bu hayat hikayesi.
***
"MUHTEŞEM YÜZYIL"
“Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir.”
Kitapların
avcıyı övmesinden daha kötü şey de var. Hayatta o şey de aslanların kendi
tarihçilerine kavuşup da kendi tarihlerini geleceğe yanlış aktarmalarıdır.Ya da
aktardıkları bilgilerin gelecekte bazıları tarafından değiştirilerek doğru diye
başkalarını kandırmasıdır.
Osmanlı
tarihçileri zamanında padişahın yanında yer almış padişahlarının iyiliklerini,
kötülüklerini, yenilgilerini, zaferlerini, kılığını kıyafetini her şeyini bir
bir not etmiştir. Onlar kendi görevlerini layıkıyla yerine getirmiştir. Peki ya
biz onların bu aktardıkları bilgileri koruya bildik mi? HAYIR. Eğer
koruyabilmiş olsaydık şu an Türk bir televizyonunda(!) “MUHTEŞEM YÜZYIL” adında
sözde OSMANLI DEVLETİ’Nİ anlatan dizi olmazdı.
Ustura
Kemal Dizisi yayınlanınca Ermeniler ayaklandı.
Kurtlar
vadisi dizisi yayınlanınca PKK ayaklandı.
Peki
ya Muhteşem Yüzyıl Yayınlanınca NE OLDU?
Derin
bir sessizlik… Zaten kendi tarihini bilmeyen Müslüman halkın tarihini
değiştirerek işte gerçek bu diyerek kandırdılar.
Sizce
OSMANLI DEVLETİ gerçekte öylemi?
Yavuz
Sultan Selim Han zamanında Hasan Can a söylediği şu sözler doğru çıktı. Şöyle
diyordu hazret:
“Bunca
güçlüğü, bunca sıkıntıyı, bunca dostun kaybını birlikte yaşamadık mı Hasan can?
Şimdi tüm bunları basit bir alkış sevdasıyla yele mi verelim. Bırak bundan
sonra gelenler hakkımızda ne derlerse desinler, ancak bizim amacımız ALLAH’ın
rızası olsun. Buda aramızda kalsın.”
MÜSLÜMAN
TÜRK HALKI BU GİDİŞE NE ZAMAN SON VERECEK?
***
SESSİZCE SESSİZ OL VE SUS
Bak, akıyor günler
Sessizce dokunsa güle kader
Haydi, sıra sende deseler,
Hissetmezsin yağmurun yağışını
Dikkat et!
Olmasın o yağmur bir gözyaşı.
Sessizce eğil suya
Sus ve dinle sesini suda
Yağmur, göl, deniz, fark
etmez
Bir su olsun; ölüm yemin
istemez
Sessiz ol, bak geliyor
ecel.
Haydi, sıra sende
Ne diyeceksin zamanın
gelince.
***
ZENGİN DİLENCİ
Hayaller
Hayaller
Gözlere Sürme çekerken
uyanır
Ancak gece kuşları
Kaldırımdaki yalınayak
takırtıları
Yürekteki huzuru arayan
Huzur sarsıntıları.
Sokak ortasında diz çökmüş
beklerken
Soğuk damarlarına kadar
işler
Soğuk bir rüzgâr eser kışı
haber eden.
Açlığa açıklığa tahammül
eder
Namaz vakti geçmeden
Bir abdestlik su bulsun
yeter
Boş ver aç kalsın beden
Ruhun tokluğu ruha yeter.
Karanlığın sahipsiz
dostları
Gece kuşları
Haykırır sessizlik içinde
sessizliğe.
Ancak yürekleri dağlayan
bir ses gelir karanlıktan
“Allahü Ekber, Allahü
Ekber”
Sanki Bilal-i Habeşî
Karanlığa nur damalatan
nurun sesi.
Şimdi sokağın ortasından
kalkacak
Abdest alıp namaz kılacak
Eyvah! Eyvah! Su yok!
Su nerede? Nerede çare?
Çare, çare ve çare yine
teyemmüm
Adımlar birkaç adımlık
viraneyi
Adımlarken tüketir
yıllardan arta kalan nefesini
Vurur elini duvara
teyemmüm eder
Çağrıları ulaşır duyurur
sesini
Son kez çaldığı kapıdan
ilk kez girer
Son nefesini secdede
teslim eder.
O maddiyat fakiri gönül
zengini
O karanlığı aydınlatmış
zengin bir dilenci.
***
AŞK VE ŞİİR
Ferhat taşa vurdukça çıkan alev
Yürekleri serinleten bir şiir parçası
Mecnun aşkından yanarken alev alev
Leyla’nın hali içler acısı.
Bir zaman gülen gözler, sevinen gönüller
Şimdi mendil sallamaktan kopmuş bilekler
Cennet mekân olmuş yar yardan geçer mi?
Ya istikbali bekler, ya maziyi özler
Yar an için yaş dökmez mi?
Kâğıda dökülen sözlere aşığım
Kalemden dökülen mürekkeptir hasretim
Ne şiir, ne de bade içtim
İçimde kavrulan sözleri, kendimce biçtim.
***
SON İSTASYON
Yalnızlık trene binince
Zaman yalnız kalır; ay
yalnız, yıldız yalnız
Sessizlik kıldan ince
Yıl yalnız, il yalnız, dil
yalnız.
Ölüm pamuk ipi
Kalem ile kâğıt arasında
Fermana yazılacak söz
yalnız
Darağacındaki ip yalnız.
Yol uzar sonu görünmez
Tren ufka gider kimse
bilmez
Söz yolda, tren rayda
kalır gidilmez
Son istasyon nerede
bilinmez.
Sevgi paylaştıkça çoğalmaz
Çünkü ortada sevgi kalmaz
Erken kalkan yolda kalır,
menzile varılmaz
Savaş istersem şanım
kalmaz
Bilirim ki trenle
savaşılmaz.
Ezan ile namaz arasında
Dost dosta darılmaz
Yiğitlik mertlikle bitmez
Zira yürek taşla
bilenmez.
(Eğer bunlar olmazsa) İşte
o zaman
İnsan vagonda çırpınır
yalnız
Denize düşer salsız
Bak ki;
Yalnızlık, yalnızlığın
yanında yalnız.
6 Temmuz 2012
***
H A Y A L
Köşe başındayım
Bilmiyorum menkıbemin hangi yaşındayım
Yükseliyor apartmanlar
etrafımda
Her apartmanın her katında
Çıkılan her basamakla
hayal oluyor oyun.
Bir çocuk…
Başını uzatıyor camdan;
karanlık zindandan
Bakıyor sokağa:
gülümsüyor, özgürlüğe kanatlanıyor yüreği
Hayalinde kıvrılan yollar,
arkadaşlar, parklar…
Serap oluyor umutlar,
sonra hayal.
Kalın bir ses dolduruyor
sokağı:
“Dondurmam Kaymak”
Çocuk kayboluyor camdan
Ses azaldıkça uzaklaşıyor
sokaktan
Çocuk tekrar camda;
yanında annesi…
“Anne dondurma!”
Boşlukta kayboluyor
çocuğun sesi
Başını uzatıyor boşluğa
annesi
Ve annesinin sesi, yorgun
gözleri, azar dolu sözleri.
Üzüldü çocuk
Bir köşeye büzüldü çocuk
Öfkesini içine attı
Yaşadığı her şey hayaldi
Fakat hayalin acısı içinde
kaldı.
Helal olsun kardeşim güzel olmuş sayfan da şiirlerinde :-)
YanıtlaSil