"Bir adamı tanımak için düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmeniz lazım.
Hayatın maddi olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji aptalların tarihi."
Cemil Meriç
“Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla.. Ben kalemle doğmuşum” diyordu Hüseyin Cemil Meriç kendi doğumu için. Çocuk denecek yaşta kitapların büyülü dünyasında kendine inşa ettiği kuleden uzun bir müddet çıkmaması aslında kendi tercihi de değildi. “İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım” diyordu. “Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyorum. Şikâyet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor.. Ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var… Kendimden utanıyorum.”
Cemil Meriç
hayatının ilk döneminden itibaren cemiyette üvey avlat muamelesi görmüştür.
Kısa pantolon ve dört derece miyop gözlükler, poturlu kasaba çocukları olan,
arkadaşları arasında farklı ve öteki olması için zahirde verilecek örneklerden
yalnızca birkaçıdır. Arkadaşları top koştururken, ip atlarken, seksek oynarken
kendisi düşüncenin farklı âlemlerinde gezinmesi arkadaşlarından iç âlem olarak
da farklı kılmaktadır Meriç’i. Ona “Her büyük adam kucağında yaşadığı cemiyetin
üvey evladıdır.” sözünü söyleten şey de küçüklükten itibaren yalnız olması ve
bu yalnızlığı bir ömür yaşamış olmasıdır. Bu yalnızlık Cemil Meriç’e ötelere
kanat açmaya ve yarınlarda gelecek nesillere yol göstermeye olanak sağlamıştır.
Yine bu yalnızlık Meriç’i sığınak ve mevzi olarak kitaplara, kütüphanesine
yönlendirmiştir.“12 Aralıkta doğan çocuk itilmiş kakılmış, düşman bir dünyada
dostsuz büyümüş. Daima başka, daima yabancı… Hasta bir gurur, pencerelerini dış
dünyaya kapayan bir ruh…
…
Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve
edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya
inşa etmek zorundayım. Böyle bir kaçışı kolaylaştıran tesadüflerde var: Babam
akşamları aileyi toplayıp kitap okuyor, ablam fenn-i terbiye ve ruhiyat gibi
konularda uğraşmaktadır. Amcam Hamit Bey’in kitapları genç tecessüsümü alevlendiren
bir hazine. Anlıyorum ki, zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi,
reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.”
Çocukluk
dönemindeki arkadaşları ile anlaşamaması, ötekileştirilmesi kitapların ve
kelimelerin dünyasına sığındırmıştır Cemil Meriç’i. Tabi ki bu itilme ve
sonucunda meydana gelen cemiyetten uzaklaşma yine cemiyetin kendisi içindir.
Çünkü O, insanlardaki düşmanlıkların ebedi dostluğa çevrilebilmesi için
çabalamış ve bu uğurda gözlerinden dahi vazgeçebilme cüretkârlığını gösterebilmiştir.
İleride vereceği büyük eserlerin doğum sancısını çocuk denecek yaşta yaşamaya
başlamıştır. “Büyük eserler, uzun doğum sancılarının mahsulüdür. İnsanlığa
yepyeni dünyalar kazandıran yaratıcıların zaferinde, vefanın ve sabrın hissesi
pek büyüktür… Yeni ahenkler veya hakikatler müjdeleyen mücahit… kinin
kargalaştırdığı alınlarda aşkı çiçeklendirmekte senin vazifen. Unutma ki tavan
arasında yaratacağın büyük sanat eseri, milyonların şuurundaki zinciri
kırabilir… Uykusuz geceler, iftira, sefalet, doğum sancıları… İşte dünyamızda
hakiki sanatkârı bekleyen akıbet.” İnsanların çıkarları için birbirlerine
gösterdiği düşmanlığı daha çocukluk devrinde idrak eden Meriç “Kelimelerle
munisleştirmek istedim düşman bir dünyayı” demiştir.
Sonraki
dönemlerde kavramların içinin boşaltılaraktan beyinlerin iğdiş edilme
faaliyetinde bulunulması, Üstad’ınkavramlara-kelimelere niçin bu kadar önem
verdiğini daha iyi anlamamızı sağlamıştır. Diline sahip çıkamayan milletlerin
Dini olmayacağı gibi kendisi olarak kalabilmesi de neredeyse imkânsızdır.
“Kamus bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla hassasiyetiyle,
şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız
İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: Kamusa.”
Hüseyin
Cemil’i kendi döneminin fikir ve edebiyat alanında bulunan şahsiyetlerine
nazaran farklı ve şanslı kılan önemli bir özellik vardır ki, o da doğduğu
yerdir. Hatay ve çevresi henüz Cemil Meriç doğduğunda Türkiye sınırları
içerisinde değildi. Fransız mandası altında bir ülkenin, Suriye’nin toprağıydı.
Antakya’nın bir özelliği hala Osmanlıcanın ve Osmanlı Edebiyatının okutulduğu
nadir köşelerden birisi olmasıdır o tarihlerde. Çocukluk ve ilk gençlik
dönemini Cumhuriyet baskısına maruz kalmadan, fikirleri iğdişe maruz kalmadan
geçiren Meriç kendi dönemindeki şahsiyetlere nazaran hür düşünme yetisine daha
fazla sahip olabilmiştir. Tam Osmanlı gibi değil ama Türkiye ile
kıyaslandığında Osmanlı kültürünün son nefes aldığı deliklerden, onu en son
devam ettiren kalelerden birinde, böylesine benzersiz bir toprakta düşünenlerin
düşüneceği Cemil Meriç dünyaya gözlerini açıyor.
Normalde
eğitim, çocukların belli bir beceri kazanması için, içtimai istidatların neşv-ü
nema bulması için yapılması gerekirken; Cumhuriyetin ilk kurulduğu günlerden bu
zamana eğitim sisteminde tam tersi bir durum söz konusudur. Çocukların
becerilerinin bir kenara bırakılaraktan rejimin kutsallarına tapınan ve bu
kutsalları yüceltmekten başka gayesi olmayan ufuksuz ve mefkûreden yoksun, ders
kitaplarını ezberleyen, haricinde okuma ve düşünme kaygısı gütmeyen milyonlarca
papağan…Eğer Hüseyin Cemil Cumhuriyet döneminin ilk onlu yıllarındaki bu torna
tezgâhından geçmiş olsaydı; gözlerini, hayatını, hakikat uğruna feda ederek
nesl-i ati destanlarına bir zafer ve fedakârlık numunesi olacak hakiki bir
insan olarak değil de; Reyhaniye kahvelerinde ömür çürüten, vaktiyle lisede
okuyan ve çalışan fakat istidadı olmadığı için vazgeçen,
basit, adi bir genç olarak yaşayıp gidecekti.Tıpkı doğduğunda mücevherden de
kıymetli olan ama istidadı mucibince yönlendirilmeyen ve sonunda keşfedilmeden
giden nice insanlar gibi.
“Türkçem
zengindi, çok okumuştum. Bu temrinler yazı kabiliyetimi bir kat daha
geliştirdi. Şiir ezberlemekten hoşlanmazdım, gramere ısınamadım. Ama liseyi bitirene
kadar kompozisyondan hep birinciydim. Lisem üniversitemdir” diyor Meriç.
Dönemin şartları itibarıyla ders kitaplarının bulunmaması dersi takip edebilmek
için not alınmasını zorunlu kılmaktadır. Aslında bu zorunluluk küçük Cemil’in
fikir hayatına daha sistemli bir çalışmayla o yaşlarda vesile olmuştur. Çünkü
bazı zorluklar insanların belini kırmadığı müddetçe onu kuvvetlendirir. İşte
Cemil Meriç bu zorluktan da ileride de çıkacağı gibi başarıyla çıkmıştır.
Hatay’ın
Fransız mandası altında olması münasebetiyle “Türkçe, Arapça tarih dışında
bütün dersler Fransızca okutuluyordu. On, on bir, on ikinci sınıflarda tarih de
Fransızca okutulmağa başladı. Memleketin kayıtsız şartsız efendisi
Fransızlardı. Fransızca bildiniz mi önünüzde bütün kapılar açık demekti.”
Cemil
Meriç’in entelektüel hayatı üzerinde etki yapan hocalarından bahsetmeden geçmek
elbette olmaz: “Lise üç’teBazantay Fransızca hocamız oldu. Bazantay, edebiyat
fakültesi mezunu ve edebiyat doktoru idi. Bir ara müdür de oldu liseye. Yazı
hayatımda ilk gurur darbesini ondan yedim. Tarihle ilgili bir kompozisyon söz
konusuydu, konuyu çok iyi hatırlamıyorum. Kendimden emin on beş yirmi sayfa
karalayıp takdim ettim. Kâğıtlar geri verildi, yine de en iyi numarayı ben
almıştım: Yirmi üzerine yedi. Yazdıklarımın dörtte üçü silinmiş, kenarına
‘gevezelik, konu ile alakası yok, uyuyor musunuz’ gibi iltifatlar döktürülmüştü.
Dayak yemekten daha ağır bir hakaretti bu. Ama ilk ciddi yazı dersi idi.
Anladım ki aklına geleni yazmak yazı yazmak değil.”
“Sanıyorum
ki Mesut Bey’den(onuncu sınıf edebiyat hocası) tek öğrendiğim bu bibliyografya
zenginliği ve her filozofun hakikati kendine göre ele aldığının şuuruna
varıştır.”
“Kitap
bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım ve kitaplardaki insanları
sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun
sınır taşları kitaplardı. Bir kanat darbesiyle Olemp, bir kanat darbesiyle
Himalaya. Ayrı bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla. Gurbetteydim. Benim vatanım
Don Kişot’un İspanya’sıydı, EmmaBovari’nin yaşadığı şehir. Balzac çıktı
karşıma, Balzac’ta bütün bir asır yaşadım, zaman zaman Votren oldum, Rastinyak
oldum. Dört bin kahramanda dört bin kere yaşamak.” Ve has bahçem dediği
kitaplar: “Entelektüel hayatım üzerinde etki yapan bazı kitaplardan da söz
edelim. Önce senelerce sürecek bir merakı tutuşturan Rıza Tevfik’in Kamus-u
Felsefi’si.
Sonra
Selim Sırrı’nın Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı. Bu kitap yalnızca tecessüsümü
alevlendirmekle kalmadı, sağlam bir kafanın sağlam bir vücutta olabileceğini
telkin ederek, jimnastik yapmağa da zorladı beni.
Kaderimi
tayin eden bir başka kitapta İbrahim Ethem’in Terbiye-i İrade başlıklı
eseridir. Disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim.”
“Fransızcanın…
karanlık dehlizinde ışığına güvendiğim tek fener Şemsettin Sami’nin Kamus’u
idi.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder