En
güzeli sabahlardı. Sabah ise hep ihmal edilen bozuk bir çeşme gibi, çiyleriyle
yağardı muşambanın üzerine. Bunun adını biraz yoksulluk koyabilirdik. Biraz da
alışkanlık vardı işin içinde. Emeğinden başka yapacak ve konuşacak bir şeyi
olmayanların en büyük alışkanlığıydı fıstık sökmek. İşte, sabah çiyleriyle
yıkanan o muşamba çadırların sasımış fıstık saplarının kokusunu bile bastıran
kesif kokusuna ancak böyle katlanıyorduk. Birazdan demlenecek olan çayın ve
ortalık ışımamışken alınıp getirilmiş çarşı ekmeğinin kokusu da karışacak bu
ağır kokuya. Ve biz çocuklar, bu maceranın en güzel locasında yer tutmuş gamsız
seyirciler olarak yüzümüze işeyen şeytana söylenerek bidondan bile daha fazla
bidon kokan sularla yıkayacağız yüzlerimizi. Sofranın en güzel misafiri olan ve
gram hesabı alınmış kara zeytinin sevinciyle koşturacağız. Ama zeytin yalnız
ekmekle yenmelidir. Hatta her şey ekmekle yenmelidir bu büyüklerin de tükenmez
bir heyecanla katıldıkları güzel oyunda.
Güneş,
bayat bir simit gibi yükselip gözleri kamaştırıncaya kadar herkes uyuşukluğun
tadını çıkarmaktadır. Dünden kalan bir iki parça çepel, belki onlardan daha
kirli bir bezle yıkanırken, teklifsiz yakılan tütünün ağırlığı hepimizin aç
karnına dolmuştur çoktan. Şimdi çalışmak zamanıdır. Uzakta, kanatlarının tozunu
alan bir turacın sesi çalınır kulaklara.
Fıstık
işinin en itibarlı kısmını tırmıkçı almıştır. Büyük bir savaşın kritik
kararlarını alırcasına belirler evleklerin sıralamasını, bu sefil ordunun hangi
yöne doğru ilerleyeceğini, nerede mola verip nerede saldıracağını onun acı
kuvvetiyle giriştiği mücadele belirler. Hızlı ilerlemişse bu yıkıcı güç, bir
dut gölgesinden artçı kuvvetleri büyük bir keyifle izler. Eski zamanlar, eski
insanlar konuşulur mutlaka.
Ordunun
piyade kuvveti ifitçilerdir. Onlardır asıl hırsla sarıldıkları salkımlarda
emeğin ve terin meyvesini nasırlarıyla toplayanlar. “Güzel Ayçiçek Yağı”
tenekesini bir piyade tüfeği gibi yanlarından ayırmazlar hiç. Dolar ve boşalır
tenekeler, harman yerine götürülmek üzere. Belki yüzlerce kez anlatılmış
hikâyeler elleri işten koparmaz. Boşta kalmış bir tırmığın sapına geçirilen
birkaç fıstık sapıyla gölgelik yaparlar kendilerine.
Meydanın
en zorlu vazifesi ise yere bakanlarındır. İstenmemiş bir utancın mecburi
taşıyıcıları gibi sırayla yapılan angaryadır yere bakmak. Çünkü tırmığın
ardından fıstık kalır çünkü ifitlenen yerlerde fıstık kalır çünkü yerde hep
fıstık kalır. Küçük bir kazma ve tükenmez bir sabır gerekir onların vazifeleri
için. Eğilip kalkarak gün boyu tırmıkçının ve ifitçilerin arkalarında
bıraktıkları ölüleri toplama onların görevleridir. Evleklerin bitmesi için en
çok dua eden onlardır.
Ve
akşam yaklaşırken asıl şölen de yaklaşır biz çocuklar için. Hiçbir yaraya
derman olmayan ama o küçük savaş alanında gözlerden ıratılmadan kollanan
çocuklar, uzaktan yaklaşan traktörün homurtusuna odaklanır akşam yaklaşınca.
Çünkü birazdan 640’lık turuncu traktör ve muzaffer bir ordunun düşen şehre ilk
giren zırhlısını sürüyormuşçasına gururlu sürücüsü bir kaybolup bir görünerek
gelecek meydana. Hazırlanan fıstık sapları ve yıkanıp kurutulmuş fıstık
hararları yüklenecek traktörün naylonuna. Ve çocuklar biraz azarlanarak biraz
da sevinçlerini görmek için itilerek bindirilecek sapların üzerine.
Uzakta
usul usul ışıldayan şehir, Düldül dağının karanlığa karışan mor silüeti ve
akşam ezanı yaklaşır gittikçe. Arada bir gökyüzüne bakarlar, dünya küçük,
yaşamak güzel.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder