Yazgısına gitmek düşene;
Beni babana verdiklerinde on beşime yeni girmiştim.
Örgülerim yeni uzamıştı al yazmamın altından. Yanaklarım narçiçeğinin rengiyle
yarışa yeni girmişti. Bizim zamanların âdeti böyleydi işte. Kız kısmı baba ocağını erken terk eder,
kafesinin yeri erken değişirdi. Haklılardı elbet böyle düşünmekle. Kolay mıydı
öyle bir yüreğe sevda, bir yuvaya kadın, bir evlâda anne olmak; emek isterdi,
yürek isterdi.
Babam;
elleri nasırlı, yüreği yaralı, gözleri sevdalı atam yaralı bir ceylana bakar
gibi baktı bana. İncitmeden, ürkütmeden, merhametle… Elini öpüp kapıdan
çıkacağım vakit yere düşen bakışlarımı gözlerine değdirerek:
—Artık bu kapıdan çıkma, yuvadan uçma vaktin geldi
kızım. Gittiğin yer hicret ettiğin yer olacak unutma. Senin hicretin kocanın
evinedir, sana düşen orayı Allah'ın razı olduğu bir yuva yapman, annenin seni
yetiştirdiği gibi senin de evlâtlarını yetiştirmendir. Seni Rabbimden aldığım
bir emanet olarak ben de kocana emanet ediyorum. Allah iki cihanda da saadet
versin yavrum.' demişti. Babamın alnıma değen dudakları gözyaşıyla ıslanınca
gördüm evlat sevgisini.
Beni babana verdiklerinde on beşime yeni girmiştim.
Gözü kapalı bir kuşken atamın evinden uçup babanın evine kondum. Gözümü babanla
açtım. Sevdayı, anam kadının erine baktığı saf, temiz, edep dolu bir çift
bakışta görürdüm. Görürdüm de bilmezdim nedir, nasıldır. Babanın bakışlarına
yakalandığımda tanıdım onu. Bildim. Öğrendim. Anladım ki insan yazgısına
sevdalanırmış bir tek ve sevda bir tek yazgıda rızasını taşırmış Rahman’ın.
Baban beni bir gelincik çiçeğini sever gibi sevdi.
İncitmeden, ürkütmeden, aşkla… Ayağıma değen taştan, canımı acıtacak kederden,
saçıma değen rüzgârdan bile sakındı sakladı beni. Emanete gözü gibi baktı.
Allah ondan razı olsun.
Beni babana verdiklerinin üzerinden birkaç zaman
geçmişti ki o güzel haberi verdim babana: Artık evimizin yuva olma,
bereketlenme vakti gelmişti. Sen müjdelemiştin gelişini yüreğimi saran
heyecanlarla, gözlerimi dolduran, bitmez sandığım deli bir hasretle. Seni,
canımdan can, kanımdan kan katıp dokuz ay bekledim. Bayram geceleri bir türlü
sabahı edemeyen çocuklar gibi, asker yolu gözleyen sevdalılar gibi bekledim. Evlat
sevgisi, varlığını ilk hissettiğim an doldurmuştu tepeden tırnağa her zerremi.
Sen büyüdükçe o sevgi de büyüdü içimde. Onca sancılı bekleyişin ardından
geldin, öyle güzellikler getirdin ki cennet kokuları sardı her yanımızı, evimiz
yuva oldu, bereketlendi, şenlendi. Dedene hürmeten adını onun adıyla çağırdı
baban.
Seni seyrederek saydım zamanları. Ellerin havada bir
takım işaretler yaparken meleklerle oynayıp onlara tebessüm ettiğini gördüm.
Minicik ayaklarınla adım atışlarını hayal ettim günlerce. Sonra yürüdün. O
pamuk ellerinle elimi tutup cennete yürür gibi yürüdün.
Anneydi ilk kelimen. Başka hiçbir kelimeyi
öğrenmene lüzum yoktu bana göre, anne demiştin ya bütün kelimeler hükmünü
yitirmişti artık. Anne demiştin ya başka kelimelere sağır kalmaya razıydı
kulaklarım. Anne; kadının ayaklarının altına cenneti seren kelime... Sen benim
ayaklarımın altına cennetleri seren vesileydin oğul. Nasıl şükreder kadın bu
nimete bilen var mı acep? Ben nasıl şükrederim anne oluşuma, evlât verişine
rabbimin.
Zaman geçti ve eskidi zaman. Babanla benim
saçlarımızdaki aklar arttıkça büyüdün sen de. Delikanlı çağına erdiğinde dağları
bile kıskandıran heybetini yine adımlarında gördüm. Yürüyüşünden bildim sevdalı
halini; başın önde, mağrur ve mahzun yürüyüşünden.
Büyüdün oğul… Büyüdün. Yine de küçücüktün benim
nazarımda. İlk adımlarını attığın, ilk anne dediğin günkü kadar küçük… Bir
evlat anne babasını nasıl sever, nasıl sayarsa öyle sevip saydın bizi bu zamana
kadar. İncitmeden, hürmetle ve edeple... Nice zamanları doldurduk iki göz
odamıza, nice bayramları geçirdim ellerim kınalı, dudağının izlerinden. Bayram
namazını kılar kılmaz koşar gelirdin, öperdin ellerimden her zamanki
hürmetinle. ''evlât kokusu, cennet kokusudur'' diyen güzeller güzelinin sözünü
sende seyrederdim. Ayaklarımın altında hissederdim her gelişinle cenneti. Ne
sen büyüdüm derdin ne de ben büyüdüğünü bilirdim. Ben körpe kuzum diye
okşadıkça başını sen daha sıkı sarılırdın boynuma.
Vakitlerden bir bayram vaktidir şimdi oğul. Gün ağardı,
bayram sabahına uyandı herkes. Ben namaz bitişini yine sabırsızlıkla bekledim
koşa koşa ellerimi öpmeye gelirsin diye. Baban bu bayram yalnız geldi camiden,
gözlerime bile bakmadan usulca bayramlaşıp geçti köşesine. Sakın babalar ağlar
mı diye bir tereddüde düşme oğul. Ben babanın bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra
ağladığını o gün o köşede gördüm. Gelemeyişine yaktığı, onca zaman içinde
biriktirdiği ağıtları o gün duydum. Gittiğin gün bile tevekkülle başını öne
eğip ''veren de O, alanda…'' diye sabrı kucaklayan adam, o gün boşaltmıştı
bütün hasretini. Sensiz sabahına uyandığımız o ilk bayram günü… Bil oğul, hep
babaları giden çocuklar yetim kalmaz, çocukları giden babalar da yetim kalır,
kolu kanadı kırılır. Hep babaları giden çocuklara ağlanmaz, çocukları giden
babaların ağrılarına da ağlanır. Onların sancısı daha derin, yürekleri daha
yaralıdır. Şimdi Baban kolsuz kanatsız, ağrılı, ağlamaklı yine de her daim hamd
makamında.
Ah oğul… Can oğul… Sen bohçanı hazırlayıp gideceğin
vakit: ''soluğu sağken, nefes alıyorken son kez gösterin evladımı bana'' dedim,
dinlemediler. Dayanamazsın, bırakamazsın dediler. Gitmeli dediler. Çağrısı
ötelerden dediler. Sustum. Gözümden akan nehre emanet ettim feryadımı. Sustum oğul…
O yiğit başın koynuma düşerken sustum. Can evim cayır cayır yanarken, Cehennem
yüreğimin orta yerine kurulmuşken, Sabrın selametine sığınıp sustum ben. Hüküm
verilmişti bir kere. Hüküm O'ndandı. Seni bana veren O'yken benden alışına isyan
etmek haddime miydi?
Seni
yolculamak ötelere, ardından Yâsin'lerle, Fâtihâ'larla el sallamak bana düştü,
ölüme düğün gibi gitmek sana… Al yazması başında gelin gideceği günü beklemek
sevdalına düştü, ölümün duvağını açmak sana… Alnın diye şu soğuk taşı öpmek
bana düştü, kara örtüye bürünmek sana… Oğul… Ay oğul… Ey oğul... Üşüme oğul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder