Deliler gibi bir aşka sahip olduğunu düşünen uzun
boylu delikanlı, diğer bir delikanlıya dönerek, acı bir tebessümle birlikte
şöyle dedi:
”Çok sev Samet!...”
Evet, diğer delikanlının adı Samed idi… Amma Samed’in
de söyleyecek sözü vardı:
”Doğru dersin de ağabey; amma insan bu dünyada neyi
severse başına imtihan olur. O yüzden boşver sevmek istemem bu dünyadan hiçbir
şeyi…” dedi.
Hiç aşığa denir miyidi bu laf. Amma yalan mıydı
aşığa söylenen bu laf? Onlar öyle göz göze bakadursun, bir zat çıkageldi;
kimsenin tanımadığı bir zat… Bir vakit sonra çekip gideceği gelişinden belli
olan bir zattı bu…
”Bir insan sevsin de, varsın masivayı sevsin.
Hiç sevmemekten evladır bu… Bugün masivayı sever, bakarsın yarın Hakk’a rücu
ediverir sevgisi de, doğru olanda karar kılmış olur… Amma kalpleri taşlaşmış
olup da, sevebilmek işi sinelerinden silinmiş olanlar neylesin? Gönülde sevgi
zerresi yok ki, başka bir vakit onu Hakk sevgisine iltica ettirsin… Amma
ilkincisinin kalbinde sevebilme istidadı diri durur; sevebilmeye karşı
kabiliyet sahibidir. Bakın Mecnun’a Leylasını aramaya çıktığı vakit Mevlasını
buldu da döndü. Ya Leylayı sevebilecek gücü olmasaydı, Leyla’yı kim arardı? Mevlayı
kim bulurdu?” dedi…
Dedi ve bir daha hiç gelmeyeceği gidişinden belli
olan bir gidişle döndü arkasını ve gitti…
***
İĞDE KOKULARI
Sıcak bir ikindi üzeri usulca yağan yağmur
yüzümü serinletirken, nasıl geldiğimi anlamadığım bu sokakta buluverdim
kendimi. Eski, hatta tarihi bir mahallenin iğde kokan izbe bir sokağındayım.
Yağmur yüzümü serinletse de kalbim yanıyordu. Evet, kalbimyanıyor, ciğerlerimin
tam orta yerinden ara ara ince bir sızı iniyordu aşağılara. Beynimi tam olarak
kontrol edemiyordum ama içimi yakıp kavuran o şeyi de hiç unutamıyordum.
Görüntüler geçiyordu gözümün önünden sürekli. Dışarıya dair hissettiklerim
sadece iğde kokuları ve yüzümü serinleten yağmur damlaları iken içimde olan biteni
ise ifade edebilecek bir tek kelime bulamıyorum. Tüm alem üzerime yıkılıyordu
sanki. Yaptıklarımın pişmanlığı mıydı beni bu hale getiren yoksa umutsuzluğun
kıyısına kadar yanaşmış olmam mıydı bilemiyorum. İçimde bunlar olup biterken,
orada öylece ne kadar dikildim kaldım hatırlamıyorum. Ama sonra nerede
olduğumu, bu sokağın hangi sokak olduğu çıkartabildim. Uykudan uyanmış gibi
hissettim kendimi o anda. Bir daha uyanmamak üzere uykuya dalıp, başka bir
yerde, bambaşka bir dünyaya uyanan birisi gibiydim sanki. Evet, nerede
olduğumun tamamen farkındayım şimdi: NakşiDergahı’nın kapısındaydım işte.
Deminden beri içime çekip durduğum iğde
kokuları, hafifçe esen rüzgârlarla beraber içeriden geliyormuş meğer. Kokunun
cazibesinden midir, yoksa başka bir şeyden midir bilemiyorum, ruhum, eski bir
yapı olan fakat dipdiri duran ve bahçesinde iğde ağaçlarını barındıran bu koca
dergâhın içine doğru çekiyordu beni. Bu dergâhın, insanın içini mest eden bir
atmosferi vardı gerçekten. Daha önce defalarca geçmiştim önünden. Buranın
büyülü yapısını, sanırım dikkatsizliğimden olacak ki hiç fark etmemişim bu güne
kadar. Belki de nasipsizliğimdendi fark edemeyişim. Ama şimdi önündeyim ve
içeri girmemem için hiçbir sebep yok.
İçeriye girmek üzere tam asmalı kapının
ağzına gelmiştim ki iğde kokularını taşıyan hafif esintilerin ruhumu okşadığını
hissettim. Asmalı kapıdan girip, iğde ağaçlarıyla dolu bahçenin tam ortasından
uzanan taşlı yolu takip ederek işlemeli ahşap kapının önünde durdum. Kapı
açıktı aslında. Ama daha önce hiç gelmediğim ve hiç kimseyi tanımadığım bu
yerde nasıl davranmam gerektiğine karar verememiştim. Ne yapacağımı düşünürken
birisi belirdi kapıda. Orta yaşlarda, hafif sakallı ve mütebessim bir
çehre…”Buyur!” dedi ve eliyle içeriyi işaret edip yol verirmişçesine kenara
çekildi. O anda, yaşadıklarım gözümün önünden geçmeye başladı tekrar, göğsüm
yine yangın yerine dönmeye başlamıştı işte.
Bir köşeye geçip oturdum. Beni içeriye alan
zat, sayıca pek az olan insana çay dağıtıyordu. Sayıca az dediğim yirmi kişi
falandır. Ama sayabileceğimi zannetmiyorum. Zira aklım başımdan gitmeye
başlamıştı bile çoktan. Hiçbirşeye yoğunlaşamıyordum. Aklımın başımdan gitmesi
değil de, içimde ki yangınların gitgide dehşetini arttıracak gibi durması idi
beni korkutan. Ve kısa bir müddet sonra korktuğum şey başımda idi işte. Birisi
elini göğsüme dokundursa elini yakacakmış gibiydi sanki içerilerim.
O halde ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Sonra
bir ses işittim. Bu ses, ulvi bir yüreğin en derininden gelip arşı kaplıyordu
sanki. Uzun sakalı kar tanesi gibi bembeyaz olmuş bir piri faniye aitti gönlümü
kavuran bu ses:’ ’Ya Rabbii! Ben pişmanım!...’’
İçimdeki yangın, sıcak yağmur damlalarına
maruz kalmış gibi sönüyordu sanki. İçimdeki yangın sönse de yerini başka bir
ateşe bırakıyordu. Ateş, ama sadrımdan taşıp tüm bedene akıp giden bir ateş… Su
gibi akışkan sanki… Su gibi; izini bırakarak yürüyen bir ateş; zihnimin
bulanıklığını gideren ama sanki zihnime bile ulaşan bir ateş. Su, sanki ateş
almış ve bütün bedenime yayılmaya çalışıyor.
İçimde bütün bunlar olup biterken, o
aksakallı ile göz göze geldik. Gözleri ile gülümsedi bana. İşte o anda tüm
vücudumu kaplayarak beni yakıp duran şey daha da bir coştu. Asıl kalbimi
sormalı. Kalbim güneşten kopmuş bir parça gibiydi. Ama o aksallının gözlerinden
bana bakan bir başkası idi sanki. Hissedebiliyordum bunu. Ve sanki onlarca yıl
mahpus yatmış ve özgürlüğüne dakikalar kalmış bir mahkûm gibi hissettim
kendimi. Sankibirazdan çok uzaklarda ki sevdiğimin yanına uçup gidecektim.
Gidecek ve bütün olan bitenleri geride bırakacaktım. İçimde bütün bu olanlar
devam ederken ‘gel!’ diye işaret etti bana o aksakallı.
Beni yanına oturttu, daha sonra Leyla ile
Mecnun’un aşkından bahsetti sayıca pek az dediğim kalabalığa.
—Mecnun, var
mıdır bir sözün Leyla’ya? Biz onun köyüne gideriz.
—Yoktur.
—Ama biz
biliriz ki sen Leyla’laşıksın, maşukundur O senin. İnsanın maşukuna hiç sözü
olmaz mı?
—Leyla öyle
bir maşuktur ki, onun yanında benim anca yokluğum mevzu-i bahis olur…
-…
Leyla ile mecnunun birbirlerine olan
aşklarının, daha sonra kendileri için ilahi aşka nasıl vesile olduğunu anlattı…
—Gözün
gördüğü birisi lazımdır, gönlün âşık olup toparlanması için. Gönlü boş
bırakıverdin mi gider ne var ne yok sever. Hiç aşkın sahibine bir şey bırakmaz.
Dağıtmıştır, parçalamıştır sevgisini, hak etmeyen şeylere… Ama insan âşık
olursa, maşuğunda toplanır sevgisi. Ama maşuka bakmak lazım, onda ki aşkın sonu
nereye çıkacak. Leyla ve Mecnununki Hakka çıktı ama her zaman öyle olmaz. Bu
şekilde Hakka rücu eden aşk pek nadir olmuştur. Hele ki bu zamandaki karşı
cinse olan aşkların varacağı yer pek hayırlı değildir. Ama insan Hakk Aşığı,
Veli bir zata gönlünü verirse, Allahü Teâlâ’nın nizamıdır bu, o aşk Hakk aşkına
götürür insanı. İşte bunun örneği sayılamayacak kadar çoktur. Bakın Sahabe
Efendilerimize, onlar ne kadar değerli idiler. Çünkü onlar En Değerliye (sav)
gönül verdiler. Allahü Teâlâ da onları değerli kıldı. Biz de O’na gönül
vereceğiz (sav) ama göz görmezse kolay olmuyor. O’nun varisleri vardır, görünce
Allah’ı(cc) hatırlatan, onlarıseversek, bu sevgi Hazreti Resulullah’ın
sevgisine götürecektir bizi inşallah…
Bunlar nasıl kelamlardı böyle, gönle nakış
gibi işleniyordu adeta… Başka bir diyara, başka bir hayata yolculuktaydım
sanki. Ruhum bedenimde mi idi acaba, kontrol edebilir miydim bunu…
O anlatıyordu, ben eriyordum. Aşkın
hakikatini anlatıyordu, ben dinliyordum ve ruhum faveyla da geziniyordu.
‘’Tut elimden’’ dedi sonra,’’tut ve
söylediklerimi tekrar et, et ki bir Velî’ye bende olasın… Bir Mürşid-i kâmile
varmaz isen olmaz dememişler mi, varasın ki aşkı bulasın, varasın ki gönlünü
ihya edesin, nefsini alt edesin, şeytana galebe çalasın. Varasın ki
Sühreverdi’nin de işaret ettiği gibi: ’’Kimse ben Peygamber zamanında
yaşasaydım demesin, zamanında yaşayan Mürşid-i Kâmile olan ölçüsüne baksın.
Peygamber zamanında yaşasa idi peygambere olan ölçüsü de o olacaktı…’’
düsturunda geçen ve Hazreti Resulullah’ın (sav) haber verdiği ’’Âlimler
peygamber varisidir.’’ hadisinde de işaret edilen, kendini ölçülmeyebileceğin bir
rehberin olmuş olsun. Varasın ki Akabe’deki Sahabe Efendilerimiz gibi bir
biatin olmuş olsun. Yarın herkesin yüz çevireceği günde tövbene şahit birisi olsun.
Tövbene ’Ya Rabbi bu kulunun tövbesini kabul et!’ diye bir dua edenin,
yakaranın olsun. Tut bu elden, benim elim değil de O’nun eliymiş gibi tut. O ki,
yaşayan bir Hak Dostudur, o ki bu zamanın kutbudur.’’
Ansızın gelen ama izahatı açık bir teklif; kabulüne
bir itiraz yok bu teklifin ruhumda, kalbimde, varlığımda…
‘’Ya Rabbi! Yapmış olduğum bütün günahlardan
ben pişmanım, keşke yapmasaydım…’’ bunlar benim sözlerimdi. Bu sözler ağzımdan
çıkarken, gözlerim çağlayan olmuştu sanki. Daha önce bu kadar ağladım mı
bilmiyorum. Ağladıkça omzumdan yükler kalkıyordu. İçim bir şeylerle doluymuş da
sanki o doluluk yapan şeyler boşalıyormuş gibi hissediyordum gözyaşlarım
akarken. Yenileniyordu kalbim sanki bütün bedenim yenileniyor ve hafifliyordu…
Bu halde, başım göğsüme yapışmış bir
vaziyette bir müddet oturdum ve ağladım. Ben sakinleşene kadar dergâh nerdeyse
boşalmıştı. Çayları dağıtan zat ile o aksakallı dervişten başka birkaç kişi
kalmıştı sadece. O aksakallı derviş bana dedi ki: ”şimdi git, ama her zaman
gel. Burası senin yeni dünyalara açılan kapındır… ”Geleceğim elbette gene.
Geleceğim, çünkü gidecek başka bir yer bulabileceğimi sanmıyorum…
Oymalı kapı kapalı idi bu sefer. Gitmemi
istemezmiş gibiydi. Sonra, birkaç saat evvel bu kapının önünde bekleyişim
aklıma geldi. Kapı açıktı, girmemi ister gibi. Gel ama bir daha gitme der
gibi... Bu düşüncelerim biraz tebessüm etmeme sebep oldu.
Oymalı kapıyı açmak için elimi uzattığım
vakit o aksakallının sesi geldi arkamdan: ‘’Bakma şimdi kapalı gibi durduğuna,
nasiplisi gelince muhakkak açık bulacaktır o kapıyı…’’
Dışarıya çıktığımda hava kararmıştı. Usulca
yağmaya devam eden yağmur serinletti yine yüzümü. İğde kokuları geldi burnuma,
hafifçe esen rüzgârların taşıdığı. Ruhumu okşayan iğde kokuları…
Başarılarının devamını dilerim emrah kardeşim.
YanıtlaSilYüreğine sağlık kardeşim
YanıtlaSil