Gözler
dış dünya açılan perdeler. Uyanıp da gözlerimi diktiğim ilk gerçeklik, tavanın
ortasında pervasızca sallanan avize oluyor. Seyre dalıp da benim için hiçbir
anlam ifade etmeyen, boş bakışlarımdan nasibini alan bu oda ve diğer tüm
eşyalar düşüncelerim kadar manasız, zihnimdeki boşluk kadar derinlerde. Dünyada
kendime biçtiğim değer oranında değersiz onlar. Sanki odayla ve diğer tüm
eşyalarla ruh bütünleşmiş, kendi hayatıma olan bakış açım onların değeriyle
ölçülür olmuştu. Hayatta benliğimin var olma amacı kadar onların varlık amacı
şekilleniyor, kısaca ‘insan nasıl düşünürse öyle görüyordu.
Annemin
küçük Keriman’ı, bütün tatlılığı ile güneşin aydınlattığı o bukleli altın
sarısı saçlarını savururken, karış karış talan ettiği sokak, izbe bir köşesinde
gölgesiyle yaladığı bu yıpranmış fotoğrafın siyah beyaz renkleriyle gözlerini
buğulamasıyla, kime ait olduğunu tasvir edemediği simayı bizlere tanıtmak
amacıyla, cebine koyduktan sonra günü, akşamın ilerleyen saatlerine kadar sokaktaki
diğer çocukların şen şakrak cıvıltılarıyla harmanlayarak geçirmişti. Ta ki
yorgun argın eve döndüğünde, resimdeki yabancıyı evin sakinlerine takdim etmesi
kurulu yemek safrasına nasip olmuştu. Meraklı bakışlarla el değiştiren, mekân
ve yabancı hakkında yapılan birkaç yüzeysel tartışmalardan sonra yıpranmış bu
eski fotoğraf ev ahalisinin ilgisini uzun süre üzerine de barındıramadı.
Gündelik telaşların rutine bağlanmış cümlelerle her zaman ki ağız yordamıyla
sıradanlaşan muhabbet akşamlarını, aynı hayatın yeni bir gününe uyanmak üzere
ilerleyen saatlerin gecesinde, derin bir uykuyla sabah alacasına bırakıyordu.
‘Heybetli
bir dağın tepesinde bir rüzgâr gibi eserdi tanrının siyaha boyadığı saçlarında
dalga dalga güneşin rengi. Alabildiğine derin, bir atmacanın çığlıkları kadar
keskin mavilikte ki ‘dış dünya’ya açılan penceresi’ gözleri ummanlar gibi
dipsiz ve dingin.
Görünenin
ötesinde sarıp sarmalayan bu bakışlar anlamsız bir ürperti ile titretiyordu
insanın vücudunu. Bu sert hatlara inat, ömründen silinen yılların yüzünde
bıraktığı çizgiler yaşanmışlığın verdiği hüzünlü ağırlıkla bütünü tamamlayan
köklerin yazgıları gibi okunmaktaydı dillendirilmesi tarifsiz
acıları. İhtiyar bir delikanlının siyah beyaz fotoğrafı, bir dostun
samimi anısı, bir kadının kocası, bir çocuğun babası dahası bilmediğim ve
tahminim onun da teferruatlarını unuttuğu bir tarihin silinmiş, saniyelerin
ucuz bir hamura hapsolduğu, bana göre elimde ki bir bilinmezin karelerini
şimdiki zamana gelişinin tahminleriyle kelimeler dünyasında kendimi
boğmaktaydım. Bu anlık zaman yolculuğundan kurtulup, tekrar kendi saatlerime
irkilerek uyandığım dakikalarda insanoğlunun geçmişi ile geleceği arasında ki
uçurumun farkına varan ilk şahidi benmişim gibi şaşkın bir edayla
seyretmekteydim bana ait olan bu zamanın yabancı misafirini’.
Ertesi
sabaha baharın hoş kokularıyla uyandığım saatler de ayakucunda duran bu
yitikliği parmaklarımın arasına kilitlediğim de resmin, ruh’a çaktığı
şimşeklerle, sessizliği delip geçen bu keskin bakışların tesiri altında beyin
zarımda yeni fikir kümecikleri oluşuyordu. Ekili şüphe tohumlarının filiz veren
gölgesinde acaba mı? diyen fısıltılar eşliğinde tatlı bir uyuşukluğa teslim
olan benliğimin adı ‘hiç’lik yaftasından kurtulup, şüphe denizlerine doğru
çoktan yol alıyordu. Hiçte yabancısı olmadığım bu surete bakışlarım
derinleşmişti.
‘Kar
tanelerinin kırağı toprağı sarması gibi sarmıştı saçlarını beyazı, tıpkı ölümü
kefenleyen hüzün gibi gözleri ufukta görülmeyen uzakları kilitleyip
kayboluyordu bakışları. Zihninde saklı hatıraların ruhu ile bütün olmasıyla
başlıyordu içindeki yolculuklar. Bu gitmelere artık yollarda yetmiyordu. Saf
çocukluğu, günahkar gençliği ile ruha giydirdiği pişmanlığın ihtiyarlık
oluyordu son durağı. Asırlık çınarlar gibi heybetli bedeni şimdilerde iki
büklüm gezinmekteydi kaldırımlarda. Seken bir ayağında sürüdüğü gölgesiyle
uzayıp gidiyordu köşeyi gören kırık beyaza boyalı evin sokağına. Alnında, çatık
kaşlarıyla izlediği hayatın yığılmış katları ve göğsünü delercesine aldığı
nefesiyle soluyordu keskin havayı. Adım adım tüketiyordu evinin güllerle
çevrili bahçesinden görünen kapının arkasındaki yalnızlıkla örülü boş odanın
menzilini. Titreyen yorgun bedeniyle sabitlediği orta noktayı ağrılı boyun
hareketleriyle, sırtında taşıdığı kamburuyla ve uzun zamandır giydiği
siyahlarla seyre dalmaktaydı ‘derin çatlakların kaynaşıp, beyazımsı badana’nın
pul pul yüzünü döktüğü, küf kokan yeşilimsi duvarların içini dolduran bu ağır
kasvet kokusunu. Derin bir iç çekti. Sürüdü ayağını tam köşeyi gören aynada ki
solun bir yanı kırık, renginin ise ne olduğu tam olarak anlaşılmayan koltuğun
yanına. Boşluğu dolduran çuval edasıyla, çıtırtılar eşliğinde sarmaktaydı
koltuğu beden kitlesi. Seslerin bu yıllanmış varlıkların hangisinden geldiği
ise bu saatten sonra pekte anlaşılmıyordu’.
Tüm
bu olanları kirin buğuladığı bir pencere camından ‘kulağımda’ ben istemediğim
halde ürkekliğime ritim tutan kalbin resitali eşliğinde izlemekteydim.
Mahallenin diğer çocuklarıyla oynadığımız bir sokak oyunun sonunda
bakışlarımıza şüpheli gelen bu ihtiyarın sessiz adımlarla hergün yokuşu
tırmandıktan sonra gizemin süslediğini düşündüğümüz bir edayla evini
arşınlaması, belki de sevimli bir yavrucağın saçlarını dahi okşamamasından da
olacak ki uyandırdığı körüklü meraka birlikte eşlik eden yarı alaycı tavırlarımızla
takibe almıştık. Ne büyük tesadüftür ki şimdiler de gençliğine ait bir parça
yatak odam da masanın üzerindeki manasız boşluğu doldurmaktaydı.
Bu
yitik ‘an’ gerçekte neydi? Ben on iki yaşında ki bir çocuğun hayal dünyasına
giden yolun sokaktaki önemsizmiş gibi görünen resmin, siz farkına varmasanız da
işlenmesi gereken cevherlerin ütopyasına açılan bir kapı olduğunu
anlatmalıydım. Bir zamanlar herkes gibi gençliğin şerbetini tatmış bu gizem
şimdiler de yaşadığım evin iki sokak arkasında oturan kimsesiz yaşlı bir adama
aitti. Sıradan bir öykü gibi görünüyor olsa da bir yabancıya ait avucumda saklı
anı, geçmişle yüzleşmek istenmediği için atılmış olabilirdi. Kim bilir? Henüz
on iki yaşındaydım fakat kalbim ve duygularım dünyayı anlayabilecek büyüklükteydi.
En azından ben öyle sanıyordum. Yinede beni şaşırtan yılların insanlara nasıl
acımasız davrandığıydı. Gözlerimi boşluğa diktiğim bu saatlerde hayatı daha
fazla nasıl farlı kılabilirim diye fikirler kovalarken, aklımın bir köşesi
resimde ki ihtiyara takılıyordu. Merak ediyorum benim anılarım da pis bir sokak
köşesinde yitirilip, yabancı evlerin yemek sofrasından geçip evin küçük
çocuğunun zihninde hayat bulabilecek miydi? Maceram tıpkı bu bilinmezin
heyecanıyla kıvrandıracak çocuk ruhu bulabilecek miydi? Bu kadarını düşlemek
dahi bana ayrı bir haz sunuyordu. Anlıyorum ki hayatta hiç bir şey önemsiz diye
geçiştirilmemeliydi. Küçücük görünen ayrıntı, insanlıkta büyük fark
yaratabiliyor. Çocuk bedenim siz olgunların dünyasına ait olduğunda ki ruhum
sizin dünyanıza asla ait olmayacak; Hayatımda bir kez olsun kadeh kaldırma
ayrıcalığına sahip olursam farklılıkların, bilinmeyenin, ayrıntıların ve
unutulmaya yüz tutulmuşların şerefine olurdu. İşte tam da bu yüzden ruhumu kâğıtlara
karalıyorum. Belki bir gün ihtiyacı olanın hayatına küçük dokunuşlarla
ayrıcalık katabilirim diye…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder