dostsuz, dildaşsız geçen gecelerimi
teselli etmeye çalışıyorum
teselli olmuyor geceler...
her gece bir yalnızlık
bir dost hüznü çökünce
bir gönül ağrısı ve dükkân hikâyesi
tâ yüreğime iniyor
bir sancı, bir hasret sarıyor her yanımı
geceler ah geceler!
***
MODERNİZMİN YALNIZLAŞTIRMASINA KARŞI DOSTLUĞA SARILIN
Modernlerin dostu yoktur, “partner”leri, yâni ruhsuz hayatlarının ortakları vardır. “Tanrılarından” koptuklarından bu yana dostluğu ve dost olmayı unuttular. Ulvî olanı terk ettikleri içindir ki modernler birbirlerine dost değildir. Homoekonomikus, yâni ekonomik insan anlayışıyla bir aradadırlar.
Modernizm yalnızlaştırıcı, menfaatçi ve bölücüdür. Dostluğu ve yakın olmayı engelliyor ve öldürüyor. Bu sebeptendir ki asrın büyük âfetlerinden biri olan modernizme mağlûp olmamak için dost ve dostluğa sarılın. Dost olamayanlar, dostu olmayanlar kalben malûldür.
Yalnızlaşma, yalnızlaştırılma, yalnızcılık modern bir tehdittir. Modernliğin kıskacına düşen insan yalnızlaştığı gibi, yalnızlaştırıcı bir tavır takınıyor. Yalnızcılık, fertleri ve toplumu içten çürüten modern-kapitalizmin doğurduğu bir davranış, bir yaşayış biçimi. Aslında bir hastalık. Günümüzde çığ gibi büyüyen modernliğin saldırılarından biri olan yalnızcılık, yalnızlaştırma, ferdiyetçilik sosyal bir tehlike olarak toplumu ve fertleri çürüten bir hayat görüşü olarak hızla yayılıyor.
Modernizmin “özgürlük” ve “bireyselliği” bir ideoloji gibi öne çıkarması gelenekli ailevî değerleri tahrip ettiğini izaha gerek yok. Daha kötüsü mesuliyetten kaçan, kendi başına bir hayat yaşamayı arzu eden fertler yaratıyor ve diğerkâm olmayan, bencil fertler üretiyor. Fertlerin yalnızcılığı tercih etmesi gittikçe sosyal yalnızlığa doğru gidiyor. Tüketim ve hazza hitap eden modern-kapitalist sistem, “düşenin dostu olmayacağı”, yâni dostluğun gereksiz bir zaman kaybı olduğu düşüncesini yerleştirdiği gibi dostluğu, arkadaşlığı, akrabalığı anlamsız hâle getiriyor.
Dostluk insanı kalbinden tutup diriltiyor
Dost ve dostluk ne sıcak kelime; insanı kalbinden tutup diriltiyor. Dine dayanır, dinden alır gücünü. İnsanlığın kurtuluşu dost ve dostluktadır. Çünkü kalbi vardır; bölücülüğe, sevgisizliğe, ayrılığa karşıdır.
Dost ve dostluk derece derecedir; vehbî olanı var, kesbî olanı var. İstikâmet dost olmak ve dostluk akidesine sarılmaksa kesbî de olsa güzeldir. Bunun içindir ki dostluk üstüne tâlim yapmak gerek. Dostluk, Allah’a kul olmaktır, sonra da kuluna muhabbet. Kendini bilmek ve diğerine gönülden hissedilen ihtiyaçtır. Bu sebepledir ki Müslümanın vasfıdır dostluk. Tasavvuf terbiyesinde dostluk insan olmanın en temel ölçüsüdür.
Bu ülkenin insanları Yunus Emre Hazretlerinin âhiret vuslatı için söylediği “Düştü özüme hubbü’l-vatan / Gidem hey dost deyu deyu / Anda varan kalır heman / Kalam hey dost deyu deyu” mısralarını gönlüne çeke çeke ve “Gel gidelim dosta doğru türkülerini” dinleye dinleye millet oldular. Dahası bu topraklar bin yıldır dostluk akidesiyle vatan kılındı.
Dostluk akidesine sarılmak
Bütün peygamberler ve veliler dost olmayı öğretmek için geldiler. Dostluk akidesini yaşatanlar, insanı kâmillerin öğrettiklerine sâdık kalanlardır. Dostuyla dilleşince sürur ve şifa bulanlar, dostluk akidesine sarılan bahtiyarlardır. Dostluğun amentüsünü Efendimiz aleyhisselâtüvesselâm buyurmuşlar: “Ruhlar âleminde birbirleriyle tanışmış olanlar, dünyada da birbirleriyle uyuşurlar. Kişi dostunun dîni ve ahlâkı üzerinedir.”
Hz. Ali Efendimizin “Dost edinin, onlar sizin için dünya ve âhiret sermayesidir” sözüne inananlar, dünyada ve âhirette rahat etmek istiyorlarsa dostlarını çoğaltmalıdırlar. Dünya imtihanını savuştururken ekmek ve su gibi dostu olan kârdadır. Bundandır ki, üç çeşit dosttan gıda gibi olanı tercih edin, diyor âlimler: “Bir dost vardır; gıda gibidir, insan onu her gün arar. Bir dost vardır; ilaç gibidir, gereğinde aranır. Bir dost vardır; hastalığa benzer, o seni arar.”
Bir nasiptir dostluk, hesaba gelmez
Hesap yaparak falan kişiyle dost olmak istiyorum derseniz dost olamazsınız. Bir nasiptir dostluk, hesaba kitaba gelmez. Çevrenin, akrabanın, maddî münasebetlerin tayin etmediği kalbî bir emekle, gönül ve meşrep benzerliğiyle neşvünema bulur.
Hesapta olmayan biriyle dost olunabileceğini İmam-ı Gazâlî asırlarca önce söylemiş: “Bâzan iki kişi arasında sûret ve ahlâkta güzellik olmadığı halde ülfet ve ünsiyeti gerektiren bâtınî bir münasebet sebebiyle en kuvvetli samimiyet rabıtası da kurulabilir.” (İhyau Ulumiddin, Cilt:2, s. 404)
Bir dostlukta ter dökülmüşse o dostluk helâldir
Dostluk zorla olmaz; kerhen yürünecek bir yol değildir. Hâlini sorduğumuz, her dem yüreğimizi yolladığımız, birbirimizin derûnunu paylaşıp cezbeye kapıldığımız, hasbıhalinden huzur bulduğumuz, olmazsa olmaz dediğimiz, varlığına kalben “râzı” olduğumuz, yâni gönül yoluyla tanış olup gönlümüze ayna olan insan dostumuzdur. Bir dostlukta ter dökülmüşse, o dostluk helâldir, hilesizdir, hak edilmiştir.
“Kâinat dostluk üzere halkedilmiştir”
Dostsuz insan taş misâli kupkuru ve soğuktur. Vaktin de bir eceli var, vakit geçip gidiyor. Vakit geçmeden dostluk ateşini yakmak, hayatı dostluk üzere kurmak istiyorsak, dostluğun pîri Fethi Gemuhluoğlu’nun “Dostluk Üzerine” kitabından dostluk akidesini tâlim etmek gerek:
“Dost, ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatan, O’na Şâh-ı Velâyet denir. Dost, ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr’dır. Kucağındaki mübârek bir emanet vardır: Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Oradan Ebûbekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır. Önce yoldaş, sonra yol. Ezelde aşk vardı. Demek ki kâinat aşk üzere, dostluk üzere halkedilmiştir. Fikre dost, ağaca dost, komşuya dost, insana dost, dosta dost olunuz.”
Yanan yüreğimizle bir daha söyleyelim: Gemuhluoğlu’nun dostluk akidesince yargılananlardan, gönül üstüne kavilleşmiş olduğu dostlarını terk edenlerden olmayın. Dostlarını terkedenler, âhirette dostluk üstüne sual vereceklerdir. Dost ve dostluk sualini veremeyenlerden olmak ne hazin!
Modern hayatın, paranın ve konforun fayda vermeyeceği zamanlar gelmeden önce dost olmak, dostluğu çoğaltmak gerek. Bezm-i elest’te tanış olup dünyada da dostluğunu devam ettirenlerden olmak bahtiyarlıktır. Yunus Emre Hazretlerinin sözüyle “Dost yüzünü göremezsem, bu gözlerim nemdir benim” diyen gönül olmalı. Dosttan gayrı gönle şifa var mıdır?
***
DOSTLUK SUALİNİ VEREMEYENLERDEN OLMAYIN
Dostluk nazdır biraz. Vefadır,
hâl hatırdır, arayıp sormaktır. Bir tenhada, bir çayhâne duldasında hasretle
çay içmektir, bir gece yarısı bir elektrik direğinin altında buluşup
halleşmektir. Dildaşlıktır bunun adı. Birbiriyle dost olanlar dilini konuşanları
arar ve özlerler. İnsan aylar geçer de dilini bildiği, dildaşı olduğu dostunu
aramaz mı?
Aylardır gönül dostlarını arıyor
Refik Hüzünkâr. “Korona var, hele bir geçsin…” diyerek hüzünkâr dostlarını
gecenin hüzünlü vakitlerinde aylardır yalnız bırakanlar, aramayanlar rûz-ı
mahşerde kurulacak dostluk mahkemesinde sual edileceklerdir. Gönül dostlarını
sürekli bir bahaneyle savuşturmanın vebali ağırdır.
Gönle şifa bir dost Yâ Rabbi!
Günler geçmek bilmez. Hele de
gece sardı mı etrafı, dostlarını arayan Refik Hüzünkâr’ı düşünün… Telefonla
dostlarını bir bir arıyor. Yok, yok, kimse yok…. Gönlüne şifa olacak bir dost
Yâ Rabbi diye inliyor sessizce. Caddenin karanlık, sâkin yerlerinde adım adım
kıvranarak yürüyor… “Bu mu benim yaşadığım şehir? diye bir “ah” çekiyor ve
arıyor… arıyor… Dermân arayan yaralı gönlüne bir dost sesi arıyor…. Yok… Yok…
Kimseler çıkmıyor… Dilleri bağlanmış, telefonları kilitlenmiş sanki….
O gün o gece bir dost dilinden
şifa bulsa ölmekten kurtulacak. Fakat heyhat! Bir dostu Karadeniz turuna çıkmış,
habersiz ve rızâsız… Allah’ım, insanlar bir tuhaf olmuşlar. Yaralı gönlüne şifa
olacak ve kaç zamandır bahanelerle görünmeyen “hatip” bir dost, Refik
Hüzünkâr’ı ve çoluğunu çocuğunu bırakıp “gezmeye” gitmiş. Vay yalan dünya!
Gecenin koynunda sokaklarda dost
dilini arayan Refik Hüzünkâr’ın yüreğini bir dost türküsü yaktı geçti: “Ah o
dostun firakına / kalmışam hasret çağına / dost elin hüsnü bağına / bir ömür
verdiğim yeter…”
Az gitti uz gitti, caddenin
karanlık ve tenha taraflarında “Böyle mi olacaktım âhir ömrümde” dedi. Bir dost
aradı nasibine kim düşerse. Hayret! Dedi. Uzaya mı gitti dostlar? Kiminin
işleri var, kiminin sokağa çıkmaya cesareti yok… Kiminin telefonu kapalı… Kimi
de yatsıyı kılıp üstüne bol tatlı yiyip yatmış… Vay dünya yalan dünya! Böyle mi
olacaktı dostluk imtihanı…. Kimi bu tarafa, kimi şu tarafa çekmiş… dar
dünyalarına hapsolmuşlar herhalde…
Ah, dostlar! Nerdesiniz,
buharlaştınız mı?
Kalbi sıkıştı… Ah, dostlar!
Nerdesiniz? Öldünüz mü, gaflet uykusuna mı daldınız? Aylar geçti, korona
morona, dediniz… hepsi mazeret… Birinci kuşak, ikinci kuşak dostlar!
Evlerinizde çürüdünüz mü? Diliniz şişmedi mi? Gönlünüz yanmadı mı? Türkiye’nin
meseleleri ve çözüm yollarını unuttunuz mu? Türk fikir hayatının durumu ne
olacak? Mes’uliyet ve dâva şuurunuzu koronavirüs mi vurdu?
Gece ilerledi, “dost dost” diye
inleyen hüzünkâr bir köşeye çöktü, bir sarma tütün yaktı ve mâzi bir film
şeridi gibi gözünün önünde akmaya başladı. “Hocamgil” dedi, bir “ah! çekti. İki
hocası vardı. İlkini gurbet çekti götürdü. İkincisinden râzıyım dedi, fakat o
da köyüne gitti, cumaları gelir oldu. Bir de kendisi gibi gecelerin garibi
tercümanı Ferhat’tan râzıydı. “Eski Dükkâncı dostlar” dedi bir “ah!” çekti.
“Buharlaştınız mı? Öldünüz mü?”
İlk göz ağrısı vardı, tam dört
buçuk aydır görmedi. “Hastaya kar lâzım, nerdesiniz?” dedi. Utanmasa nârâ atıp
içini boşaltacaktı. Bir ân topladı kendini, “muhit ve gelenek…” dedi. Hocaları
aklına düştü. “İtidal… İtidal…” diyorlardı.
Ah, bir dost bir çay olsaydı!
Caddenin bir yanı ışıklı, bir
yanı karanlıktı. Karanlık leylî idi, hüzündü. Severdi geceyi, karanlığı
hüzünden dolayı… “Ah, bir çay ve bir dost olsaydı! Dilimi bilen, Türkçe
konuşan, Dükkân dili, yâni hâl dili bilen biri olsaydı…” dedi, başı döndü,
gözleri çakmak çakmak oldu… Başına bir iş gelmeden binanın önündeki kanepeye
zar zor oturdu.
Fethi Gemuhluoğlu’nun dostluk
akidesince yargılananlardan, gönül üstüne kavilleşmiş olduğu dostlarını ihmal
edenlerden olmayın. Dostlarını ihmal edenler âhirette dostluk üstüne sual
vereceklerdir. Dost ve dostluk sualini veremeyenlerden olmak ne hazin!
Bezm-i elest’te tanış olup
dünyada da dostluğunu devam ettirenlerden olmak bahtiyarlıktır. Yunus Emre
Hazretlerinin sözüyle “Dost yüzünü göremezsem, bu gözlerim nemdir benim” diyen
gönül olmalı. Dosttan gayrı gönle şifa var mıdır?
***
Korona Günlerinde Dost Şiirleri Okumak
Zâlim ve insafsız koronavirüs dostlardan ayrı düşürdü. Yüreği ve kalbi yokmuş, dostluk nedir, firak nedir bilmezmiş koronavirüs. Sokakları işgal etti, yasak koydu, eve hapsetti. Dost yüzü ve sesine hasret koydu. Yavaş hayata geçtim ve geceler yârim oldu. Dost hasreti gönlümde demlendi de demlendi, dost hüznü çoğaldı çoğaldı da. Bundandır ki dostların şiirlerini kıraat ederek şifa buluyorum.
“Nefes”
Fikir cephesinin yaman savaşçısı, medeniyet müdafii ve “Ben Bilge Kişi’nin dilencisiyim” diyen İsmail Göktürk’ün meftun olduğum hocasına yazdığı “Nefes” şiiriyle başlıyorum gece yarısı dostluk tâlimime. -Ali Yurtgezen Hocama hürmetle- “Merhamet et hâlime, her şeye agâhım Ali Var mı senden başka söyle, ilticâgâhım Ali” Neyzen Tevfik
“Ehli hâl değilim, esrârı kapalı semânın / Esmâya muhatap âdem olamadım Ali / Pür kusurum hem pişman, şâkisiyim daru’l emânın / Dünyaya yüzüstü düşmüşüm, doğrulamadım Ali / Bunca yıl kapındayım, yine ağyârım Ali / Nâçârım, eşiğinden geçmedi âhu zârım Ali / Rind-i Kerbelâ iken dilencisiyim dergâhının / Ahvâli arza ne hâcet, müşkilim sana âyandır / Meczûbuyum, hayrânıyım ilm-i ledün mâhının / Ahâlî ta’n eylemiş, hâlim ehl-i irfâna tuğyandır / Kuşatılmış sadrım, hem zebunum dermânım Ali / Nedâmetten melâmete kalbet fermânım Ali / Mâsivâ pazarında rüsvâyım, gönül âyinem kırıldı / Azatsız köleni gör, kaç efendiye satılmışım Ali / Unuttum erkânı, sıdk u sıfatım özümden ayrıldı / Yüzgeri etmeden sor, kaç kapıdan atılmışım Al / İkrârımdan hezâran dönmüşüm, arsızım Ali / Aramam senden gayrı melce’, umarsızım Ali.”
“Marallar oymağında bir ceylanla oturup ağlamak”
Seher vakti derûnuma iyice işliyor, tâlime devam… Merhametli yüreğine kuş, çocuk, ağaç, anne, baba, dede ve nineler yuva yapan, onların sevgisini mısralara çeken ilk göz ağrım Hasan Ejderha’nın “Marallar oymağında bir ceylanla oturup ağlamak” şiirini gözyaşlarımı tuta tuta okuyorum:
“Hüznünü dağlara savuran / senin kırılgan ürkekliğin yok mu ceylan / ruhumu kanatlandıran /an be an kaçmaya hazır hâline / ne aşklar susadı / Ah ceylan!/ ürkek aşkların zarif sultanı / karanlıkları silen aydınlığını / saklama dağlardan senin gözlerinden kopan / bir deniz boğulur bende /merhametin ziyası sende parlar / güzellik sende kanat açar göklere / Beni böyle koşturan arkandan / bir avcılık hâlidir sanma n'olur /aşka uçan turnalar içimde kanat vurur /denizler içimde kudurur / okyanuslar içimde durulur /sana âşık her avcı içimde vurulur / İn ovalara ceylan! / bu yürekle sana haykıran / en soylu ağıtları sunmalıyım / Bir tel hıçkırır derinden / gözlerinden kopan bir damla yaş aşkına / bir yiğit ölür pusuda haybeden / yapılar yükselir göğe şehirlerden / ağır yükler altında sokaklar erir / binlerce insan binlerce yalnızlığı emzirir / İn ovalara ceylan! / buralarda yaşanmaz sensiz / şehirler kurmalıyız ceylanlar gezinen / kuşlar uçmalı göklerinde şehrimizin / marallar olmalı sokak başlarında / körpe yavrularını emziren / şaşırıp kalmalı avcılar iz sürerken / Ay ceylan! / Boynumda bir vebaldir çağın insanı / kirlerinden oluşmuş zamanın lisanı / her şeyin üstünde işgal var / bunalıyorum ay ceylan / içinden çıkamadığım bir hâl var / ya sen balalar balası / yüreğinde ateş, gözlerinde hilâl var / Sen ve ben ceylan / cerenler bizi izlerken yükseklerden / asrın çizgilerini çizmek üzre / hayatı hüzn’olan turnaların / aşkına denk bir aşkla / çeteleler tutmalıyız yine aşklara dair / Ceylan ceylan! hüznünde beni an / senden aldığım yaralardandır / yüreğimden sızan kan / Sen sultansın nazlan ceylan / Yürekler kanatan naz var sende / Kıtalara yayılan yaz var sende / Bir kurşunla hazan olan güz var sende / Her hücremde gezinen iz var sende / Yüreğime sürekli batan biz var sende / Sen sultansın nazlan ceylan / Senden aldığım yaralardandır / Yüreğimden sızan kan”
“Yola Koyulan”
Sahur bereketi, seher vaktinde ince ve ulvî bir sızılarım hâlâ var, seviniyorum. Bu sızıyla, uzak Batı gurbetinde çile çeken şair-i âzamım Mehmet Narlı’nın “Yola Koyulan” şiirini okuyarak devam ediyorum:
“Hıra kadar Müslüman Tanrı Dağı kadar Türk / olduğumu unutarak daha doğrusu unutturarak / bekledim gökte kara yerde haki bulutların dağılmasını / iskambil ve ciğer dürümü ile çocuk bahçesinin oralarda / kırılmış yoksul hançeri fersiz göz harcanmış son para / olarak mı kalacağım dedikten dört mevsim sonra / durdum patlıcan çuvalı yün yorganla kapısında müftü okulunun / kendimce şair herkesçe mahcup ve daima köylü olarak / ışık ne doğudan ne batıdandır dedi öfkesi boyunu aşan kişi / Allah’ın ışığı âlemleredir ve vardır müslümanca ölmenin bir yolu / ablak yüzlünün elinde bir kitap: Atatürk’e göre Kur’an nasıl okunur / su kaynatan bir motoru göreniniz çoktur işte öyle / taşıp koridorlara taşıp caddelerine çiftliğin / bütün bildiklerim dolanarak ayağıma / ne oluyor Ahmet dedim ne çok şey biliyor insanlar / anamın duasını törenin devletini Osman’ın rüyasını / sonradan Maturidî olduğunu öğrendiğim aşklarımı / öyle emin öyle mağrur nasıl küçümsüyorlar / yahu genetik izin vermez dediysem bile / dostum ısrarcı oldu devrimci olalım diye / üç kişilik odada toplanıp on beş kişi ve iki yedek / bastık tütünü bastık türküyü kekremiş dilimize / ‘yaprak döker bir yanımız bir yanımız bahar bahçe’ / daha da konuşmam artık çekildi derler ne güzel / ne güzel küçük ve lüzumsuz dünyamla / dolaşırım ben de şiirin parmak uçlarında / başparmak Sezai ortası ismet küçüğü Attila / ‘başım eğik dilim kapalı gözler kan çanağı’ / geçtim müftü okulundan edebiyat sahanlığına.”
“Tütün ve çay”
Dost deyince gecenin ikinci yarısı, Sivas’ın fikirli soğuğu, yufka yürekli çoban, günde beş vakit şair ve fakîre “anam” diyen Memduh Atalay’ın “Tütün ve Çay” şiirini okuyarak gönül tâlimimi hızlandırıyorum:
“Aşk şiiri yazamazdı Hasan Hüseyin / Çünkü aşk şiirden önce gelirdi / Ben adını ağaca yazdığım günden beri / Bir ileri iki geri ama sen hep şiirden içerisin / Adam aldırma demeden tam ortasında savaşın / Cihadın derdik eskiden eskimeyen dâvalar zamanında / Şimdi yedeğindeyiz karşı çıktığımız das kapital dâvasının / Ve savaşımızın tam ortasında das kapital / Şiirini de yazarız aşkın resmini de çekeriz gözyaşının / Gel merhamet rozeti satın alalım kadın uğultulu bir kermesten / Üzerinde az fikir de olsun eskiyi hatırlatan / Dergilerde adımız protokolde yerimiz sağlamlaşsın / Eskinin anısına / Severken de çocuktuk kavgada muzafferken de / Ağladık hep emellerin boş kalan avuçlarına / Bizi bulutsu gözlerimizden tanıdı tarihin tüm Hüseyinleri / Namlular bizi gösterdiğinde aynı sesin yankısı / Bıçaklar keskinleştiğinde bizdik yine Allah’ın aslanı /Ali’den gelen bir damarımız var ki hep dimdik korkusuz / Ölümü güzelleştirdik ve ismimiz yaşadı çocuklarda / Adam gibi ölmesini bildik şükür / Kâra tahvil etmeden / Şimdi aşktan ayrı görünen yüzümüzü çok katlı bir muska gibi / Ağaran saçlarımız örtüyor hal ehli bilir / Tütün gibi sarıp yaktık dünyayı / Çay gibi ikram ettik tüm dünyalıkları / Neyimiz var boş bardak ve bir içimlik tütünden başka / Belli yerimizi yadırgadık bizi yadırgadı tüm kartviziti olanlar / Biz bir gölge gibi geçtik / vicdanlarınızın ve eşyalarınızın arasından / Ve dünyayı bir katır gibi tutup yularından / Dünyalıkları dünyaya sığmayanlara / Musalla kardeşlerine ve iz süren avcılara /Bıraktık”
“Çöl uyandıran yağmur”
Seher vakti kalbin uyanış saati… En çok tâlim ettiğim ve kendim olduğum ânlar. Bu geceyi dost şiirleriyle yollamak istiyorum. Kelimelerin en nariniyle, en sessiz ve yumuşağıyla şiir yazan şair Yasin Mortaş’ın “Çöl uyandıran yağmur” şiirinin 1. bölümünü okuyup saadet asrına kanatlanıyorum:
“Sıcak su / buza keser mi? / Ey Nebî / bu ne garip bir ateştir / kalbim, kendi çölünde ateş ateştir!... / Kendi kavıyla yanan kibrit / ve suyu çekilmiş sünger gibiyim /40 dereceyle duruyorum hayat ortasında / Saatler ateş aldı yine Ey Nebî!... / Hangi gözümle baksam yüzlere, putperest / Sağımda kâhin panayırları / solumda şeytan kabileleri/iyilik cesetleri / Karaya oturmuş bir deniz gibi kalbim / denize tutunmuş bir dağ gibi ellerim / Bir kandil rüzgârı / büktü de boynumu / gelmedin Ey Nebî!... / Kanımda ateşgede / süvarilerin nal çıngıları / günümü tutuşturur ve üstüme döker gece küllerini / sesimi içer kinim/rengimi tutar çöl / yatsılara yaslanan ay saklar ışığını / Sen, ‘açıl!’ dediğinde açılan ay / ‘kapan!’ dediğinde kapanan ay / şimdi gözlerimde / gece lekeleri / (Yoğun aşk yağmurları özetliyorum sabrıma / rengim yıkandıkça açılıyor Habil yanlarım) / Gel desem / kalbime ışık tut desem /gelir misin Ey Nebî?... / Beni kurtar Ey Resûl! / Gök bir yağmur kasidesi gibi hüzün içiyor / ‘O’ kâinata güneşten bir elbise biçiyor / bir çocuk anne sütünden geçiyor / anne çocuğun aşkından geçiyor / ırmak deniz küskünü / yol kendine uzak bir menzil / güneş üzerine güneş çekiyor / ağaç baharı özlüyor / çöl / Medine kuşuna su oluyor / Mekke / bir hurmanın dalında / Peygamber ağlamaları saklıyor / (Ey kalbimde Hacerü’l Esved dokunmaları büyüten Mekke! / Seherin melek kanatlarından incinmiş yel! / ütülenmiş şafak gibi takıl sızılı tüllerimize / bir Medine tebessümüyle açılsın Ensar pencereleri.) / Sen / İkindi gölgesini tutmadan / ve akşam geceye tutunmadan / niçin gelmiyorsun / Ey Nebî?... / Bir gözümüz diğerine muhalif / aynalarda uzayan yalnızlık gibi elif / Hıra aydınlığında sertliğini unutan taş metaneti / Cibril yağmuruyla telaşlaşan çöl harareti / dağlarda bir peygamber titremesi / bir Hatice sessizliği yağmurlarda / soğumamış azığın ahret çözülmesi / gözlerimizden sağanak bulut terlemesi / kalemlere sonsuz mürekkep çekilmesi / (İçimde taşan hayatı / bir balçık özetiyle kuruttum toprakta / aynada tozlanan bakışları not tuttum / öyle baktım alnıma sıvanmış utançlara) / Sen / Allah’ın elçisi / rüzgârsız yapraklarımız döküldü / neden gelmedin Ey Nebî?... / Bu çağda / mumu kurutmuş ateş, bu ateş nasılsa? / taşa dadanmış bir acı, bu acı nasılsa? / şeytana akan bir kan, bu kan nasılsa? /çıngıya dokunmuş bir bulut, bu bulut nasılsa? / gölgeye tutunmuş ikindi, bu ikindi nasılsa? / kuşa tutulmuş cıvıltı, bu cıvıltı nasılsa? / kelime çağıran bir lügat, bu lügat nasılsa? / kaşıntı tutkunu bir yara, bu yara nasılsa? / harf unutan bir kalem, bu kalem nasılsa? / anne büyüten bir çocuk, bu çocuk nasılsa? / rüzgârı eğen bir başak, bu başak nasılsa? /sesini arayan bir ses, bu ses nasılsa? / kurdu çağıran bir kuzu, bu kuzu nasılsa? / geceye seğirten bir gün, bu gün nasılsa? / olta çağıran bir balık, bu balık nasılsa? / aslana bürünmüş bir ceylan, bu ceylan nasılsa? / akbaba çağıran bir leş, bu leş nasılsa? / bulutu unutan bir yağmur, bu yağmur nasılsa? / Nasıl olursa olsun EY RESÛL!”
Hülâsa-yı kelâm; şiirle gönlünüz âbad oluyor, şifa buluyorsanız, mübarek ramazan ayında korona kâbusuna karşı siz de şiir okumayı bir deneyin, derim.
http://www.yenisoz.com.tr/korona-gunlerinde-dost-siirleri-okumak-makale-46344
***
SÖZÜ OLAN KİTAP: “BEN Mİ? SEN Mİ? BİZ Mİ?”
Kalem ehli, tanbur ve ud çalar, Gönül mesleği udî… Bağlamaya dosttur. Nebatattan hayvanata, topraktan biyolojiye uzanan Gâzi Üniversitesindeki derslerinden din-i mübin ölçülerine göre yepyeni bir düşünce ve bakış ortaya koyan, hâl diliyle yazdığı yazılarını kalp ve dimağımızı cezbeye kaptıran adlarıyla kitap zarfına sokan, tasavvuf mûsikîsi ve türküler söyleyen, şair, bestekâr, hâl ehli ve biyoloji-zooloji-botanik profesörü Prof. Dr. Suat Kıyak hocadan bahsediyoruz.
Âhir ömründe akademisyenliğini teknik, ceberrut ve bürokratik bir titre dönüştürmeden, Halk içinde Hakk’la beraber yaşayan modern zaman dervişidir Suat Hoca… Modernizmin ve kibrin en kesif olduğu Ankara’da Elazizli mertliğini sürdüren bir gönül adamıdır.
“Ben mi? Sen mi? Biz mi?” adlı son kitabını imzalayarak göndermiş ve fakîri bahtiyar kılmıştır. Daha önce, “Bir Nefes, Bir Kelâm, Bir Kitap…” , “Bir Bak… Bir Gör… Bir Oku..!”, “Bir Harf… Bir Hece… Bir Kelime...!” ve “Bir An… Bir Gün… Bir Ömür…!” adlarıyla kalp ve dimağa dokunaklı güzide kitaplarını okumuştum. Her biri birbirinin mütemmim cüzü olan bu kitaplarda tabiat, eşya, fen, modern bilim ve hayat tenkidi ve kirlenen dünyâya temenna eden insanın âhreti unutuşuna kadar âfete uğrayan kalbine, gönlüne, îmanına dair her mesele icazlı ve üsluplu kısa nesir ve şiirlerle dile getiriliyor.
Son kitabı “Ben mi? Sen mi? Biz mi?” yi (suat.kiyak@gmail.com) okumaya devam ediyoruz. Kitapları hakkında daha önce söylediğimi, kalbe ve dimağa dokunaklı bu kitabı hakkında da söylemeliyim: Tasavvufî öğütlerden hikmetli sözlere ve kendi yazdığı irfan yüklü şiirlere kadar, kalp ve dimağa faydalı yazılar kitap zarfına girmiş. Suat Kıyak hocanın melâmî ve hasbî bir tarafı daha var ki, modern kapitalizmin ticarî alışkanlıklarına kapılan yazar ve aydınlara hiç mi hiç benzemez. Başucumuzda olan son kitabı da dâhil yayınladığı beş kitabının arka kapağında, yapıştırma değil, baskıyla yazılı “ücretsiz” ibaresi ancak Suat hocadan sâdır olur.
“Ben mi? Sen mi? Biz mi?” kitabı dünyâya bel bağlamış, yüreğini modern hayatın dişlilerine kaptırmış Müslümanlara şiirlerle ve kısa icazlı yazılarla öğütler veren, ikaz eden, düşündüren, gönül dilinden ve mânevî damardan giren yazılarla dolu… Hemen her yazı ve şiirin yanında mevzu ile alâkalı bir resim, figür, işaret mevcut… Ortalama okuyucu mevzua çekmek için anlamlı olabilir.
Diğerleri gibi bu kitabın da mevzuu hayli zengin. Kirli çağın bunalımından kalp ve kafası karışık insanın her meselesine dair yazı ve şiir içiçe… Kitabın arka kapağındaki metin, Suat Kıyak hocanın nefis Türkçesini, üslûbunu ve derin bir tefekkür sonucunda ortaya çıkan yazıların sahibi olduğunu göstermeye yeter kanaatindeyim. Okuyalım:
“Birazcık tefekkür ile ne ufuklar açılır! (…) Evet! Mevzu insan, mevzu dünyâ, kâinat… Okumayı sökme derdindeyiz… Kendinden başlayarak heceleme demindeyiz! (…) Mevzu; çıkar beklentisi içindeyken bir serçe kadar ürkek, şımarıp azgınlaştığı zaman kızgın boğa ikliminde yaşayan ‘ben’ ve ‘öteki’ ile başlayan çetrefilli yolculukta ‘biz’ e erişebilmek. ‘Sen’ ve ‘Ben’in olduğu yerde olmazsa olmaz ötekileştirilmiş ‘sen’… İnsana giden yolun ağır yükü altında, bildiğini zanneden câhil, olgunlaştığını zanneden ham, iblisi ile yarışan kibirli, hükmümü sürdürüyorum zannındaki ahmak, kazandığını zanneden müflisler ikliminde yol almaya çalışırken, yol kesicileri uğrular çok… (…) Ne kaybeder insan azıcık tefekkür ile… Bunalımın menbaı ‘ben’ den akıl ipi yardımıyla gönül iklimindeki huzura, ‘biz’e gitme yolculuğu basamaklarını adımlamaya başlamalı insan! (…) Ya Hû, terakki et, geliştir ‘ben’ini, biz yoluna yürü; zıpçıktı olma, şımarıklık yapma, aşırılığı terke niyet et… Marjinal olmamalı insan demek istiyorum… Yâ’ni teenniye, itidale, orta yola dâvet çağrısı bu! Gün olur devran döner, keser döner sap döner… Yapmam dersin yaptırır, sapmam dersin saptırır, unutma! Acele de, meşguliyetsizlik de şeytan işi…İlerle, hedefin hoşnut olmak ve olunmak ise. Atacağın adım rıza için değilse dur! Hakikatı sarıp sarmalama, örtüp gizleme sakın… Hastalıklılık hâli bu! Nereye sondaj yapacağını iyi hesapla, yoksa su bulamaz da havanı alırsın… ‘Has’ta olan da var, hasta olan da var. ... Sen nerdesin? ‘Ben’ de mi?, ‘Bizde mi?”
Ortalama bir okuyucu yukarıdaki cümlelerin Türkçesinden, mâna ve fikrinden ve dahi mesajından dolayı sarsılmamışsa, içine bir ateş düşmemişse, yüreğinde ulvî bir sızı duymamışsa, o kişiye diyeceğimiz şudur: Önce Türkçe öğren, sonra kalbini ve dimağını tezkiye et ve cilala… Yâni bin yıllık irfanımıza sahip hazret-i insan olmaya çalış…
Kitap okumayanlara, okuduğunu zannedip anlamayanlara, böylesine iksirli kelimelerden cezbeye kapılmayanlara ne diyelim? Allah taksiratını affetsin!
Ah, kitaplar! Dijital, görsel ve modern-seküler sosyal medyanın ifsad ettiği hayat içinde seni başucuna koyan kaç kişi kaldı?
***
DÜKKÂN MEKTUPLARI-23
BİR HOCAM’A DÜKKÂNNÂME
Bir Hocama Dükkânnâme, Peygamber
Efendimiz’in “Sevdiklerinize sevginizi izhar ediniz” hadisinden ilhamla,
mâsivadan arınmış bir yüreğin hüzün dolu nidâlarını, Bir Hocam’ın yârenlik ve
hasbihallerine doymak bilmez bir muhabbeti, ârif ve âlim vasıflarıyla bânisi
oldukları Fikir ve Gönül Dükkânı’nı anlatır. Âhir ömrümde yazmak istediğim “Bir
Hüzünkârın Ömür Defteri” nin dibâcesi ve dağları eritecek, suları yakacak bir
samimiyetin kelimelere dökülmüş dostnâmesidir.
İkinci hayatım Bir Hocam’la
başladı. Gençliğini “kırık ayak adamı” olarak yaşamış bir fânî iken, Bir
Hocam’ın fikirli ve mânevî sohbetleriyle eski, yâni câhiliye hayatımı terk
etmiş, kafası ilme ve irfana susamış iki tarafı kesen bıçak gibi olmuştum.
Büyük kalp dostluğumun kahramanları Bir Hocam’la, gönlümde ve zihniyetimde
inkılâp yapan hayırlı sohbetlerinde tanışmamış olsaydım kalp âfetlerine uğrar,
kötü yollara düşer, bedbaht olurdum. Beyâzid-i Bistâmi Hz.lerinin “Kimin üstadı
yoksa şeytan ona üstad olur” sözünü şiar edinerek, Bir Hocam’la ünsiyetimi
cezbe ve azimle devam ettirdim.
Amansız kış gecelerinin cam
kırığı soğuklarında gönül adamlığı üstüne sohbetlerini dinledim. Nice seher
vakitlerine kadar derûnî sohbetlerinden cezbe hâlinde geldim evime. “İçeri”
sohbeti ederlerdi ve “İçeri” den uzun müddet çıkamazdım. Fikirli ve bedîi
yârenliklerinin neşvesinden mânevî sıkıntılarım yok olur, dünya kirlerinden
arınırdım. Meramımı sözle anlatamaz, “Dilâgâh Hocam” diye mektuplar yazardım.
Yürek dostluğumuzun ilk
sohbetinde bin yıllık sızı ve fikirler taşıyan sözlerle cezbetmişlerdi.
Yüreklerinden sâdır olan sızılar mukaddes bir dâvanın ateşi gibi sarıyordu her
yanımı. “Dünyayı duvara asmak” ve mâsivaya eyvallah etmemek tâlimine ulvî sızı
ile başlıyorlardı. Hayatı sızı ve saf fikirle değerlendiriyor, bir ömrün
başlangıç ve bitişini bu iki mefhuma bağlıyorlardı.
Dükkân bir sızı…
Fikir ve gönül tâliminin
esaslarından olan Dükkân bir sızı, fikir bir sızı, yürek bir sızı, türküler bir
sızı, dost bir sızı, bu ülke ve millet bir sızı diyorduk her sohbetin başında.
Fikirli sızılarıyla dostlarına tâlim ettirdikleri sızılar birleşince Fikir ve
Gönül Dükkânı meydana geldi. Fikir, gönül ve meşrep birliğinin terkib olduğu
bir dostluktu bu.
Bir Hocam hem bir hem iki kişidir
Dükkân müdavimleri bu güzel
insanlara “Bir Hocam” diye hitap eder. Bu hitapta bid’at sayılabilecek bir
yüceltme düşüncesi yok. Onlara duyulan ziyadesiyle bir sevgi ve hürmetin
sembolleştirilmesidir. Âlim ve ârif şahsiyetleriyle, sabır ve hasbîlikleriyle
bu sıfata lâyıktırlar.
“Bir Hocam” makamı aynı mâna ve
hususiyetlere sahip iki hocama aittir. Yâni Bir Hocam hem bir, hem iki kişidir.
Sîretleriyle birbirine benzeyen iki hocamın mânevî unvanıdır. Bir mevzuda “Bir
Hocam” birincisidir, bir başka mevzuda “Bir Hocam” ikincisidir. Dükkân
haricinde “Bir Hocam” bir kişi olarak bilinir. Dükkân müdâvimleri bu makamı
hiyerarşik bir düzene oturtmazlar. Edep ve tevazularından dolayı bu makamı
kabullenmeseler de şâkirdleri onları böyle yâd edeceklerdir.
Müslüman Türk irfanını hazmetmiş
olanlar bilirler ki “Bir Hocam” makamı millet târihimizin her kademesinde var
olmuş, cemiyetin bütününe şâmil bir şahsiyet ve bugün de herkese lâzım olan
mânevî bir önderdir. Milletimizin irfanî ve kalbî terbiyesinde daima bu
hususiyetteki zatların gayretleri var. Günümüzde de ilmî, fikrî ve edebî
faaliyetlerin başında bir bilge kişi yahut yaygın ifade ile bir “hocanın”
bulunması elzemdir. O muhterem insanlar ki fakirin ve diğer şâkirdlerinin şahsiyetlerinde
emekleri ziyadedir.
Bir Hocam’ın birincisi ehl-i
maarif, âlim ve de tam mânasıyla ediptir. Cümle Müslümanlar için kalbe ve ilme
faydalı kitaplar telif etmiştir. Bir Hocam’ın ikincisi dünyalık kitap okumayan
ve hurufatla meşgul olmayan ârif bir kişidir. Şâkirdlerinin seyr u sülûklarını
balık tutturarak tabiatla da sulh ve muhabbetlikılar. Dükkân ehli şair ve
edipler üstünde tasarruf sahibidir ve üstad şairlerin şiirlerini okutturur.
İdarecileri ve aydınları hicvetmek için alaylı, nükteli şiirler kaleme alır ki,
Defter-i Dükkân’a kaydedilir ve sohbet üstü olarak Dükkân hatibince okunur. Bu
sâyede gönüller coşa gelir, sohbetlerin her ânı cezbe ile geçer.
Bir Hocam makam, mansıb dâvası
olmayan ilm ü irfan sahibi ve mütedeyyindirler. Vecd ü hâl sahibi ve kalb-i
selim zâtlardır. Nefislerini terbiye etmiş ve evvelinden nefs-i mutmainne
makamına ulaşmışlardır. Kalabalığı ve gösterişi sevmez, tenhayı, yâni halvet ve
hasbıhâlı severler. Kendi aralarındaki yârenlikleri kalbe ve gönüllere şifa
olup, hikmeti içinde gizli bedîi nüktelerine doyulmaz.
Gayeleri gönüller yapmak ve kalbi
yanık Dükkâncı yetiştirmektir. Lisanları, yâni Türkçeleri vakarlı ve tefekkürî
olduğu kadar, pek nükteli ve şirindir. Cümle Dükkân müdavimlerinin tek tek
hâl-hatırını sorar ve gönüllerini alırlar. Sohbet ve irşadda gönülleri gani
olduğu gibi yedirip içirmekte ve ikramda da cömerttirler.
Dükkâncıların meşrebi melâmî ve
lisanîdir
Dükkânın mânevî tasarrufu Bir
Hocam’a ait. Bundandır ki Dükkân dârül-menfaat değil, dârül-gönül ve
dârül-aman’dır. Dükkâncıların fikir ve amelleri İslâmca olup, meşrebleri melamî
ve lisanîdir. Kirli çağa karşı mütemadiyen dost hâlleşmesiyle sâlih bir insan
olmaya, Müslümanca bir yüreği kuşanmaya, nefsi bedenini yâni “dükkânını” yağma
etmeye çalışan âcizlerdir. Kaygıları “buğday” değil, “himmet” dir. Cuma günleri
Bir Hocam’ı görmek için Kulağı Kutlu Câmiinde saf olurlar. Onlar da câmi
çıkışında şâkirdlerine tebessüm ve yârenlik ederek söz ikramında bulunurlar.
Her Dükkâncının gayesi gönlünü
biraz daha parlatarak Allah aşkının yer bulmasına çalışmak ve Bir Hocam’ın
etrafında dilsaz olmaktır. Onların ilm ü irfanı sâyesinde alınları pak,
gönülleri cilalı, niyetleri hâlis ve işlerinde râzıdırlar. Birbiriyle bağları
siyasî ikbal ve nüfuz edinme maksatlı değil, kalbî ve hasbîdir. Üç nesil için
fikir ve irfan saçan bir ocak olan Bir Hocam Dükkân ehlini hâlen irşad
etmektedirler. İkinci ve üçüncü nesil, Bir Hocam’a yakîn olmaktaki marifet ve
muhabbetleriyle, Dükkân dilini ve âdâbını yaşatmaktaki azimleriyle daha
şahbazdırlar.
Dükkân fikir ve gönül
talimgâhıdır
Bir Hocam’dan neşet eden tarzla
Dükkân müdavimlerinde dil ve üslûp birliği vardır. Fikir ve gönül tâlimi bu dil
üzere yapılır. Modern, akademik ve aydın dili kullanılmaz. İrfan dilimizi ihya
etmek gayesi de taşıyan edebî dil ile sohbet edilir. Gönül ve fikir tâliminden
maksat, müdavimlerin ete kemiğe bürünmesi ve tefekkür gücünün artırılmasıdır.
Sohbet altı ve sohbet üstü olarak
cezbe verici, vecde geçirici tasavvufî türküler dinlemek müdavimlerin baş
tâlimlerindendir. Türkülerin vehbî mânada cezbe vermesi, hüzün, gurbet ve
ıstırap unsurları taşıması gönül tâlimi için şarttır. Bu sebeptendir ki Dükkân
müdavimleri arasında daima bir Türküdar bulunur. Türküleri bazen hafî usul gibi
sessiz, bazen de kıyamî, yâni itidalini kaybedip kendinden geçerek dinleyenler
var.
Hülâsa-ı kelâm, Bir Hocam
gönüldür, fikirdir. Dükkân onların gönül ve fikrinden doğan bir bedendir.
Dükkâncılar önce bedene alışma tâlimi yaparlar, sonra gönlüne…
***
HÜZÜN ŞİFADIR DİYEN ÂLİM,
HÜZÜN HASTALIKTIR DİYEN ÂLİMDEN GÜZELDİR
Bu dost kelimenin İslâm
düşüncesindeki mânasını ürkerek araştırdım. Araştırmalarım sathî olsa da
endişeye mahal olmadığını anladım. Düz mânasıyla hüzün, kalp üzüntüsü, gam ve
keder gibi iç ve dış sıkıntının tesirinden dolayı hissedilen ruhî ve fizikî
acılardır. Hüzünden muradımız ise, mânevî kayıp ve eksiklerden dolayı
hissedilen ıstırap ve hasretlere istinat eden tasavvufî hâllerden bir “hâl”dir.
Tasavvuf ehli hüznü, neşe, sevinç ve sürûr gibi gönlün hallerinden sayar.
Hüzünle ahbap olmak isteyenler
lügatimizde hüzünden meydana gelen şu kelimelerle akraba ve hâldaş olması
gerek: Hüzn-âlûd: Hüzünlü, kederli, kaygılı. Hüzn-âmiz: Hüzünle, gamla, kederle
karışık. Hüzn-âver: Hüzün getiren, hüzün veren. Hüzn-efzâ: Hüzün, gam, keder
artıran. Hüzn-engîz: Hüzün koparan. Hüzzâm: Türk mûsikisinde koyu hüzün arz eden
bir makam.
Günümüzde Mutezilî anlayışla
hüzünden âzade yaşayanlara ve hüznü lüzumsuz görenlere, “Hüzün, iffetin timsâli
Hz. Meryem’in kucağındaki bebekle halkın arasına gelişidir, hüzün asildir,
üzüntü sefildir” diyen ehl-i irfanın sözleriyle karşılık vermeyi ve İmam
Gazâlî’nin, “Kur’an-ı Kerim hüzün ile inmiştir” sözünü hatırlatmayı bir vazife
sayıyorum.
Gazâlî, “Kalplerin Keşfi”
kitabında “Hüzünlenmenin yolu, Kur’ân’daki tehdit (manevî anlamda korku verme),
mîsak ve ahidleri düşünmektir. İnsan, Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında
kendi kusurlarını düşünerek hüzünlenir ve ağlar. Kalpleri tertemiz olan
kimselerin yaptığı gibi hüzünlenip ağlayamazsa, o zaman hüzünden mahrum
olduğuna ağlasın. Çünkü bu, musibetlerin en büyüğüdür” diyerek, hüzün mevzuunda
akılcıların ve mutasavvıfların nerede duracağını işaretlemiştir. Böylece imanla
bir problemi olmadığına inandığım hüzne tam teslimiyetle sarıldım.
Bu noktadan sonra müracaat
ettiğim Hucvirî’nin görüşleri sevindiriciydi. Prof. Dr. Erol Güngör’ün “İslâm
Tasavvufunun Meseleleri” adlı kitabından okuduğum Hucvirî’nin hüzne bakışı
hüzün ilgili tereddütlerimi yok etti:
“Hüzün, mâşûkun kaybıdır”
“Vecd ve vücud isim-fiillerdir,
bunlardan birincisi hüzün, öbürü ise bulma mânasına gelir. Bu tâbirler sûfiler
tarafından sema’ (işitme) sırasında tezahür eden iki hâle işaret etmek üzere
kullanılır. Bu hâllerden biri hüzünle, diğeri ise arzu edilen şeyin elde
edilmesiyle ilgilidir. Hüznün gerçek mânası Sevilen’nin (ma’şûk veya mahbûb)
kaybı ve murad edilen şeyi elde edememe demektir; bulma’nın gerçek mânası ise
arzu edilen elde edilmesidir. Hüzn ile vecd arasında şu fark vardır ki hüzn
tâbiri bencil keder için kullanılır, hâlbuki vecd, muhabbet yolunda bir başkası
için duyulan hüzün demektir; Vecdin mahiyetini izah etmek imkânsızdır. Zîra
vecd gerçek görüş (keşf) deki elemdir.”
Gönül huzuruyla ifade etmeliyim
ki, yaşadığım hüzün, Hucvirî’nin “muhabbet yolunda bir başkası (Cenab-ı Hakk)
için duyulan hüzün” ifadesiyle aynı mânadadır ki, hüznüm bencil bir keder
değil, vehbî bir hâldir. Hucvirî’nin hüzne bakışı, kalbimi daha da rahatlattı:
Hucvirî’nin şu sözleri de, bir
“hâl” olarak hüznü tercih edişimde bir sakınca olmadığını teyit ediyor: “Vecd,
İslâm tasavvufunda gaye olmaktan ziyade vasıta değeri taşır. Hayatın gayesi
vecd değildir, vecd’in götürdüğü yerdir.”
“Hüzün hastalıktır” diyen akılcı
âlimlerin yanılgısı”
Aklı esas alan bir kısım
Kelâmcılar, Selefî ve Mutezilî âlimler hüzne geçit vermiyorlar. Bu anlayışa
göre hüzün, insanın fizik ve psikolojik yapısının duyduğu acı, ıstırap ve elem
olarak târif edilmiş ve kesbî olup bu “hâl”den geri dönülebilen bir “haz”dır.
Bu târifle, hüzne yüklediğim mâna uyuşmamaktadır. İtikadî noktadan “hâl”imin
ifsad edici olup olmadığı vuzuha kavuşmamış olarak görünmekte ve tehlikeli bir
yola girdiğim ortaya çıkmaktadır.
Hüzne karşı çıkanlar akılcı
âlimler, Peygamber Efendimiz’in, “Cübbül hüzünden Allah’a sığının” buyruğunu
öne çıkarırlar. Mutasavvıf âlimlere göre Efendimiz Aleyhissalâtüveselâmın
“cübbül hüzünden” kastı mânevî hüzün değildir .“Cübbül hüzün nedir ya
Resulûllah?” diye sorulduğunda, “Cübbül hüzün cehennemde bir kuyudur. Allah
bizleri oraya girmekten muhafaza etsin” buyurmuştur. Cübbül hüzün, hüzün kuyusu
demektir.
Necip Fâzıl’ın kelimeleriyle
söyleyelim: “Allah Resûlünün en büyük mucizelerinden biri bütün ömrünce bir
kere dahi kahkaha ile gülmemiş olmasıdır. Daima güler yüzlü, mütebesssim. Ama
bir kere gülmemiş. Daimi tefekkür ve hüzün içinde… Mütemadiyen hüzünlü…” (Batı
Tekeffürü ve İslâm Tasavvufu)
Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nin
“hüzün” maddelerine göre, birçok İslâm âliminin hüznün nâmı hakkında görüşleri
var. Zekeriya er-Râzi, haz ve elemi birlikte değerlendirerek hazzın elemden
ayrı bir şey olmadığını, elemin hazdan önce geldiğini, hazzın tekrar eleme
dönüşeceğini ve kısır döngünün mutluluk arayışına esas olamayacağını belirtmiş.
Yâni haz, acı duyan insanın bu hâlden kurtulup tekrar normale dönmesi sırasında
duyduğu bir teessürdür.
Kindî’ye göre, “Hüzün, sevilen
nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi talep olunan nesnelere ise
ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır. Hüznün iki sebebi var: Mahbubâtı
kaybetmek ve matlubâtı elde edememek. Hattâ tedavi edilmesi gereken bir tür
hastalıktır.”
Dücane Cündioğlu, Kindî’nin
târifine, “Ne büyük yanılgı. Çok yazık, mülkiyetin hakikatini idraki, ancak
ölümün idraki kadar uzak insana” diyor. Kindî çizgisinde kanaat belirten İbn-i
Sina, Nasîrüddîn-i Tûsî, İbn Teymiyye, İbn Cevziyye gibi âlimler hüznün vehbî
hâllerden olmadığını, kuldaki iradeyi aşındırdığını, seyr ü sülûk şevkini
kırdığını ve hüzne delil gösterilen âyet ve hadislerin yanlış yorumlandığını,
bir ahlâk ve ruh sağlığı problemi olup, kontrolsüz öfke, acı, ihtiras gibi
duyguların baskısıyla ortaya çıkan taleplerin sebep olduğu mutsuzluklar
olduğunu söylerler ve hüznü “vehbî” hâllerden saymazlar. Hüznün aleyhinde olan
âlimlerin görüşünün özü şudur:
“Sevilen şeylerin elden
gitmesinden ve talep edilenin elde edilememesinden doğan nefsânî elemdir.
İçinde yaşanılan oluşma ve bozulma (kevn ve fesad) âleminde kayıplardan
kurtulmak mümkün olmadığına göre insan, değişen ve elden giden geçici nimet ve
imkânlar yerine her zaman kalabilen ahlâkî ve aklî erdemleri aramalı ve akıl
âleminden seçmelidir. Ahlâk, bir bakıma ruh sağlığı olduğuna göre bu
rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi öncelikle onların akılla bilinmesi
gereklidir.”
El çek hüznümden ey zâhir erbabı!
Tasavvuf ehlinin, “Hüzün hâli
Müslümanın huyu ve hâlet-i ruhiyesidir. Soytarı ile derviş ayıran şey,
hüzündür” sözünü yabana atan ve “hastalık” deyip hüzne müptelâlığımı
horlayanlara büyük hüzün yârânından Fuzûlî’nin “Aşk derdiyle hoşem / El çek
ilacımdan tabib” mısralarından ilham alarak, “ Hüzün ile hoşem / el çek
hüznümden ey zâhir erbabı!” demek geliyor içimden.
Muradım hüzün olunca her kapıdan
hüzün devşiriyor, hüzün soruyorum. Şimdi de Şeyh Gâlib üstadın kapısında fakiri
karşılayan hüznü âcizâne anlatmak istiyorum. Onun “Hüsn ü Aşk”ına göre “İlk
yaratılmış olan akıl, Allah’ı, kendini ve kendinden sonra yaratılmışları
bilmesinden Hüsn, aşk ve hüzün meydana gelir.
Ehli bilir ki, Aşk, Hüsn’ü
bulmaya hüzünle birlikte gider. Hüsn’ü bulmak için hüzün, hasret, yalnızlık ve
vuslat mevsimlerini yaşaması gerek. Aşk, mumdan bir gemiye binerek ateş denizinden
geçerek yola çıkar. Bu yolculukta akılla gönül rekabet hâlindedir. Aşk, Hüsn’ü
aklın değil, gayret ve gönlün gücüyle bulur. Gayret ve gönül, hüzünden yanadır,
ikisi de gücünü hüzünden alır.
Her ne kadar hüzün ikliminden
geçerken evham ve ümitsizlik duygusu yaşansa da, Hüsn’nün diyarına hüzün
ikliminden geçerek varılır ki, hüzün aslında Aşk’ın imtihanının en zorlu fakat
en vefalı iklimidir. Bu sebeptendir ki, fakir hüzün mevsimindendir ve mevsimde
neşv ü nema bulup kendine gelir.
“Hüzün Allah Resûlünün dostudur”
Derûnumdaki hüzün, Hakk’a götüren
vasıtalarla hemhâl olmamı sağlayan ve daima “yolda” olmanın aşkınlığını yaşatan
bir “hâlin adı olduğu için bahtiyarım. Ehl-i dilin hüzne dair sözlerini meşk
ederim her vakit: “Hüzün, Allah Resûlünün dostudur. Mekke, Medine, Hıra,
Hicret, Arafat, ne yana baksak hüzün. Bir hüzünkâra bu hüzün yeter. Hüzün su
gibidir; azizdir, şerefli ve ehl-i hâldir, hüzün gönlümüzün dostudur...”
“Hüzün ki en çok yakışandır
âşıklara”
“Hüzün taze tutar aşk yarasını.
Yaramdan hoşum, yârimden de. Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara. Yandık,
yakıldık; ama hüzünden yana asla yakınmadık. Ne de olsa mahzun bir peygamberin
ümmeti değil miyiz? Hüzün ki, Mevlâ’mın, Mevlâna’mı özlem özlem içime dokuduğu
kamıştır” diyen Şems-i Tebrizî’nin ellerinden öperim.
Bütün hüzünkârlar, modern, yâni
ruhsuz ve süflî kahkahaların yükseldiği bir zamanda âdemiyetimize, yâni bezm-i
elest’teki hâlimize dönmek için hüzne geçit veren âlimlerden yanadır. Onlar
kalbimize ulvî ferahlık veren, dimağımızı maddî dünyadan uzaklaştırıp mânevî
hâllere gark’eden hüznü bize sevdiriyorlar
***
Gönül dostlarıyla Somuncu Baba Hazretlerini ziyaret
Gönül dostlarım fakîrin bir şehir münzevisi
olduğunu bilirler. Biraz sağlık, biraz mistik mizacım sebebiyle Fikir ve Gönül
Dükkânı’ndan, mağaramdan, yâni fildişi kulemden mecbur kalmadıkça çıkmam.
Dolayısıyla şehir dışına seyahatim nadirattandır. Mücavir saham mağaramın
çevresindeki birkaç mahalledir.
Fakîrin haddi değil Evliya Çelebi üstadın
seyahatine imrenmek. Seyahat nasibim o zat gibi açık değil. Ehlinin bildiği
hâdisedir. Evliya Çelebi rüyâsında Ahî Çelebi Câmii’nde kalabalık bir cemaat
arasında Resûller Resûlü Peygamber Efendimizi görmüş. Huzuruna varınca; “Şefâat
yâ Resûlallah!” diyecekken, heyecanla; “Seyâhat yâ Resûlallah!” demiş.
Efendimiz Aleyhisselâtüvesselâmda tebessüm ederek ona hem şefâatini müjdelemiş,
hem de seyahat ihsan buyurmuşlar. Orada bulunan Sa’d bin Ebû Vakkas Hazretleri
de gezdiği yerleri ve gördüklerini yazmasını tavsiye etmiş. Bunun üzerine
cezbeye kapılarak, “Müslümanları kendisine itaat şerefiyle şereflendiren ve
bana dünyayı gezip dolaşma kolaylığı veren Allah’a şükürler, şeriatın yapısını
kurup peygamberlik temelini sağlamlaştıran Muhammed’e (s.a.v.) selâmlar ve
dualar olsun.” diye şükür duası etmiş.
Dostlarım her Cuma günü Fikir ve Gönül Dükkânı’nda
küçük büyük seyahatlerinden bahsederler. Bol bol hâtıraları olur ve
şapırdatarak anlatırlar. Fakîrin hiç hâtırası olmaz. Dostlarımın dinî ve tarihî
mekânlara seyahatlerini melül mahzun bir şekilde dinlerim. Yıllarım böyle
geçmiş ve geçmektedir. Senede birkaç kez yurdumuzu doğudan batıya dolaşıp
seyahatlerini bir fütuhat eri edasıyla anlatan dostlara imrenmişimdir hep.
Seyahat nasibi açık olan dostların yanında sözü olmaz ama birkaç seyahatimi
anlatayım:
Vakti zamanında bin miligramlık tasavvuf işi
türküler eşliğinde evliyalar diyarı Tillo ve Veysel Karanî beldesi ile her yeri
en az bin yıllık sarı taşlardan oluşan eski Mardin ve Hasankeyf ile Diyarbekir,
Batman, Siirt ve Urfa olmak üzere yedi gündüz sekiz gece Güneydoğu’yu dolaştım.
Amma nasıl dolaştım; yanımda “gak deyince ekmek, guk deyince su” yetiştiren ve
bilgileriyle rehberlik eden öğretim görevlileri İsmail Göktürk ve Mehmet Yılmaz
adlı iki fikirli dost var.
Yine aynı dostlar vakti zamanında yine bin
miligramlık türküler eşliğinde altı ilçe bir vilayet olmak üzere Çukurova’yı
bir baştan bir başa dolaştırdılar ve ardından Andırın, Göksun, Afşin ve
Elbistan memleketlerini “Anadolu nasıl bir yer?” gezdirip anlattılar.
Üçüncü büyük seyahatim (bu ifademden dolayı fakîre
gülmeyin) yine İsmail Göktürk dostumuzun fakîri zar-zor ikna ederek götürdüğü
Mevlânâ Hazretlerinin memleketi Konya’dır. Nezdimde çok fikirli bir seyahatti…
Anlatmama gerek yok, ehl-i dil bilir nerelere gittiğimi ve neler yaşadığımı…
Bin yıllık tarihî ve hüzünlü hülyalara dalıp kendimden geçtiğim Selçuklu
başşehrinin bozkırlarını aşıp, yaz sıcağında yamaçlarında kar bulunan meşhur Toros
dağlarının zirvelerinden türkü türkü dinleye Akdeniz’in kıyısına eriştik. Bir
de baktım önümde masmavi deniz. Deniz görmeyeli belki kırk olmuştu.
“Ruhumda bir
sızı” türküsüyle gönül sultanının mekânına seyahat
Yıllar sonra ömrümün âhirinde aynı dostun
rehberliğinde Somuncu Baba’nın, yâni Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerinin
(Miladî1331-1412) tasarrufunda bulunan gönüller ve gâziler diyarı Darende’yi ziyarete
gidiyoruz. Bu seyahatimi mânevî cihetten anlamlı ve fikirli kılan iki temel
ayağı var: Ârif ve ehl-i dil oluşlarıyla, bediî yârenlik ve lisanlarıyla Ali
Hocam ve Muzaffer Hocam… Tabiî ki yine bin miligramlık tasavvuf menşeli
türküler eşlik ediyor. Şehr-i Maraş’ın çıkışında başladı hüznüm. Hüzün
dediysem, öyle arabesk hüzün değil, vehbî hüzün.
Hüzün meşrebimdir. Muzaffer Hocamla ortak
türkümüz “Ruhumda bir sızı” türküsü
kalbimden girip bütün âzâlarımı sarıyor. Bir şehir münzevisi olan fakîr “Ruhunda
bir sızı” türküsünü dinleye dinleye gönül sultanının mekânına seyahat ediyor.
“Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur /
Bedenimde değil ruhumda sızı / Görünmez bir yara acısı çoktur
/ Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy…”
Vecde geçmiştim, arkaya dönüp Muzaffer Hocam’a
baktım. Sîmasını çizgi çizgi hüzün ve
dert kaplamıştı. “Aman” ı, “efendim”i ve
“sızı” sı bol tekke türküleri peş peşe yüreğimin üstünden geçiyor. Uçtuğumu
hissediyorum, hissetme değil, basbayağı uçuyorum. Pozitivistler inanmazlar
buna. Vasıtamız gönül sultanı Somuncu Baba Hazretlerine vâsıl olmak için
asfaltta değil, yerden yüksekte gidiyor. İster inanın, ister inanmayın; fakîr
kendini böyle hissediyordu.
Öteden beri vecd ve cezbe fazlası var fakîrde.
Vehbî midir, kesbî midir, orasını Allah bilir. Amma o ânı yaşadığım samimidir.
Hocamgilin yanında duygularımı pek dışa vuramam. Hâl ehli oldukları içindir,
bâzı nâralarımı veya şathiyelerimi, buna bediî nidalar da diyebilirsiniz, hoş
görürler, hattâ tasdik edercesine tebessüm ederler. Bir ara, Muzaffer Hocam’a
dönüp, “Hocam uçuyorum!...” diye nâra attım. Tebessüm etti.
Yol gidiyor,
biz gidiyoruz, yerde değil, semâda gidiyoruz
Bu şehir münzevisi yıllar sonra dağlar, ovalar,
tüneller ve vâdilerden geçiyor. Yol gidiyor, biz gidiyoruz, yerde değil, semâda
gidiyoruz, sanki uçmağa gidiyoruz. İster inanın, ister inanmayın, fakîr kendini
böyle hissediyordu. Dünyâ değişmiş. Kehf ashabı gibi hissettim kendimi. İki
Hocamın yârenliği ve lisanı türkülere karışıyor. Türküler türküler! Gönlümüzden
tutup havalandırıyor bizi.
“Seherde bir bağa girdim / Ne bağ duydu ne
bağbancı / El sundum güllerin derdim / Ne bağ duydu ne bağbancı /
Bağın kapusunu açtım / Sayın ki cennete düştüm / Yar ile tenha
buluştum / Ne bağ duydu ne bağbancı”
Vecd ve cezbe fazlasından başım dönüyor,
erenlerden şiirler terennüm etmek istiyorum. Hocamgil var, itidalli olmak
gerek. Böyle hâllerde itidal tavsiye eden gönül dostum ve tercümanım Ferhat
Ağca yanımda yok.
Somuncu
Baba’nın dervişi olan kayalar ve “Hû” çeken sular
Bozkırı andıran ovalardan hâlden hâle geçerek
Somunca Baba Hazretlerinin mekânına yaklaştığımız söylendi. Tuhaftır, düz ovada
görünen bir yok. Az daha gidince düzlük birdenbire bitiyor. Dört yanı dümdüz
bir ovanın ortasında, kuzey ve doğu cephesi gri ve dik kayalarla çevrili bir
vâdinin içinde yeraltı şehrini andıran mistik, fikirli ve mânevîyatlı bir
beldenin girişindeyiz. Kayalar azametli, fakat debdebeli ve kibirli değil.
Koynunda asırların mânevî faaliyetlerine ev sahipliği yapmış, dış çizgilerinde
mânevî esrarlar bulunduran yüksek gri kayaların, korkutucu değil, bilakis
emniyet verici duruşları vardı. Oraları mekân tutan gönül sultanlarının
ünsiyetinden ve dokunuşlarındandı kayaların bu asil duruşları. Kayalar ve sular
Somuncu Baba Hazretlerinden el almışlar. Kayalar “kıyam” hâlinde, sular “Hû”
çekiyor.
Hülâsa ifadeyle Darende, yâni Somuncu Baba
Hazretlerinin mekânı kayalardan ve kayaların her karesinden akan berrak sularla
yemyeşil ağaçlardan mürekkep âsûde bir yer. Aşağı doğru inince sarp ama asil
duruşlu kayalardan akıp gelen kar rengi şelâle karşılıyor bizi. Şelâlenin
havzasındaki ahşaptan yapılma çay bahçesi gelenleri tebessümle bekleyen bir
insan gibi hoş geldin diyor. Tabiî ki hâl ehli olan ve fikirli çayda muhabbet
bulanlar için böyledir.
İki hocamın
bin miligramlık bediî yârenlikleri
İki Hocamın bin miligramlık bediî yârenlikleri
gırla gidiyor. Fakire muhabbet zarfı atıyorlar. Ayaklarım yerden kesiliyor,
cezbe hâlindeyim. Ali Hocam “Bir çay daha için” diyor ve Muzaffer Hocama
“Hocam, kendinizi belli etmeseniz de siz bu zatlarla aynı merkezdensiniz,
dolayısıyla bilirsiniz; kayalar ve sularla veli zatların arasındaki rabıta
nedir?” diye soruyor. Muzaffer Hocam “Ben düz adamım, bu sualin cevabını sen
bilirsin, sen kendini gizliyorsun, kendini gizleme artık…” diye karşılık
veriyor. Kayalar ve ağaçlarla çevrili yolun daha aşağısına doğru gide gide
Somuncu Baba Hazretleri Külliyesi’nin girişindeki otoparka durduk. Ücretini
vermek için üçümüz hamle yaptık. Görevli kişi şöyle bir baktı, Muzaffer Hocamı
göstererek “Hocamın parası bereketli olur, onun parasını alacağım” dedi. Biz
üçümüz donup kaldık. Anladık ki adamın gözünde perde yok.
Külliyenin kuzey ve doğu cephesi esrarlı
sûretleriyle kıyamda duran kayalarla çevrili. Her köşesinden yine berrak sular
akıyor. Tohma Çayı’nın yanına halvethânesini kuran Somuncu Baba Hazretleri
miladî 1412’de bu mekânda Hakk’a uçar. Cenaze namazını halifesi Hacı Bayram-ı
Velî Hazretleri kıldırır ve halvethânesinin bulunduğu mekâna defnedilir.
Türbeye çevrilen bu mekân câmi vazifesi de görüyor. Türbe mekânında
halifeliğini sürdüren evlâdı Halil Taybî Hazretlerinin türbesi de burada.
Ali Hocamın rehberliğinde velî zatların silsilesi
hakkında çok şey öğreniyoruz. Ehlinin malûmudur; Yıldırım Beyazıt Han’ın
Niğbolu Savaşı’nın kazanılmasına “Allah’a şükür nişânesi” olarak yaptırdığı
Bursa Ulu Câmii, Osmanlı Devleti’nin ilk selâtin câmiidir. Çilehânesinin yanına
yaptığı ekmek fırınında somun pişirerek çarşı pazar dolaşıp “Müminler,
Somunlar” diyerek ekmek dağıtan Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri Ulu Câmiin
inşası sırasında işçilere ve halka somun dağıttığı ve mânevî yönünü gizlediği
için halk arasında “Somuncu Baba” lâkabıyla biliniyor.
Sırrı fâş
olan Somuncu Baba yolculuğa çıkıyor
Câmiin açılış gününde Yıldırım Beyazıt Han ilk
hutbeyi okuması için Bursa’nın tasavvuf büyüklerinden Emir Sultan Hazretlerini
vazifelendirir. Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerini Bursa’da ilk keşfeden Emir
Sultan Hazretleri; “Padişahım bu beldede benden daha âlim kimseler var. Onlar
aramızda iken hutbe okumak bize düşmez” diyerek bu vazife için Şeyh
Hamid-i Veli Hazretleri’ni işaret eder. Padişahın huzurunda bu vazifeyi
reddetmeyen Şeyh Hamid-i Velî, yâni Somuncu Baba Hazretleri hutbede “Fâtiha Sûresi’ni
yedi farklı şekilde yorumlar. Bu olağanüstü hutbeyi dinleyen cemaat Somuncu
Baba olarak bildikleri Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerinin mânevî büyüklüğünün
farkına varır. Mânevî büyüklüğü ortaya çıkan ve kendi ifadesiyle “sırrı fâş
olan” Somuncu Baba Hazretleri talebeleriyle Bursa’dan ayrılır. Ulvî aşkın sırlı
yolculuğunda “kendi sırrı nerede ortaya çıktı ise oradan uzaklaşır.”
Çilehâne’de
“keyif yapmak”
Âlim ve ârif insan Ali Hocam yanımızda olunca
gönlümüz ve dimağımız mutmain ve emin… Nasıl davranılacağını, usul, âdap her
şeyi o sessiz ve vakur hâliyle öğretmiş oluyor. Ali Hocam Somuncu Baba
Hazretlerinin “Çilehâne” sini ziyaret ediyor ve namaz kılıyor. Muzaffer Hocam
“Haydi siz de keyif yapın” diyor İsmail’le fakîre. Dünyânın geçiciliğini hissettiren
ve daracık bir mağarayı andıran bu mekânda ulvî cihetiyle “keyif yaptık.” Ehli
bilir; çilehâne veya halvethâne dar, kapalı ve karanlık bir mekândır.
Somuncu Baba Müzesi, Çilehâne, Hamidiye Çarşısı
gibi her mekânı ziyaret esnasında Ali Hocam nükteli ve bediî lisanıyla Muzaffer
Hocama zarf atmayı ihmal etmiyor ve “Hocam mübarek zattan harçlığını aldın mı?”
diyor ve fakîri hoşnut etmek için Muzaffer Hocamın mânevî vasıflarını nükteli
bir üslûpla anlatıyor. Somuncu Baba Hazretlerinin beyaz mermer üzerine nakşedilen
hâlnâmesini okurken, metnin sonunda
“Balıkların yaşatılması…” na dair sözlerini okumamı istedi ve “Muzaffer
Hocamın balıklarla ünsiyeti bu mânadadır…” dedi. O ânda cezbeye kapıldım.
Muzaffer Hocamın, talebelerini ve dostlarını balığa götürmesindeki mânevîyatı
şimdi daha iyi anladım. Ali Hocamın anlattığına göre câmi ve çilehânenin
yanındaki balıklı kuyulardan çıkan balıklar Somuncu Baba Hazretlerinden
“yâdigâr olarak asırlardır varlığını korumakta ve yaşatılmaktadır.” Dik ve
esrarlı kayalarla çevrili Tohma Çayı’nı temaşa etmek pek mâneviyatlıydı.
Somuncu Baba ve ahfadının ve dahi talebelerinin bu talihli ve bereketli suya
dokunan ayaklarının izlerini görür gibi oldum.
İkindi öncesi Külliyenin doğusundaki tepeyi aşarak
Hazret-i Peygamber Efendimiz’in soyundan Seyyid Hüseyin Gâzi’nin kardeşi ve
çocukken sarı saman kağıtlı kitaplardan destanını okuduğumuz Seyyid Battal
Gâzi’nin amcası ve kayınpederi Seyyid Hasan Gâzi Hazretlerinin türbesini ve
Şehitlik Anıtı’nı ziyaret ettik. Külliyeye döndüğümüzde Ali Hocam “Çay içelim”
diyerek bizi sevindiriyor. Hamidiye Çarşısı’ndaki çayhânede muhabbetli bir çay
içtik. Hocamgil ücretini vermek istediklerinde “Parasız” dediler. Muhabbet
kaynağı olan çayın parasız olması çayın dostluğuna büyük bir hürmettir. Muzaffer
Hocam çay veren kişiye “Somuncu Baba ekmeği var mı?” diye sordu. Kısmetimizde
yokmuş ki o gün ekmek çıkmamış.
“Aşk
ateşiyle pişen ekmekler”
Ehlinin malûmudur ama yeri gelmişken anlatalım.
Emir Sultan Hazretleri, Bursa’dayken Somuncu Baba Hazretlerinin nâmını
duyar ve fırınında onu ziyaret eder. Fırında ateş olmadığını görünce bu işin
sırrını sorar. O da: “Aşk ateşiyle pişer” diyor. Çünkü bu fırında
“ekmekler gönül ateşiyle pişmektedir.”
Asırlardan bu yana “zengine fakire gönülden hediye” babından
herkese parasız dağıtılan ekmekler “hediyeleşmeyi ve karşılık beklemeden
ikramda bulunmayı” anlatmaktadır. Çarşıdan ayrılırken Muzaffer Hocam Darende
hâtırası olarak hepimize hediye aldı.
Velhâsıl, dördüncü büyük seyahatimin zarf ve
mazrufu böyle. Bu mânevî mekândan ayrılırken vehbî bir hüzün çöktü içime. Şehre
dönüşümüz başlayınca yüreğime sızı düştü… Ulvî bir sızı değil bu,
modern-seküler şehrin verdiği sızı… İçimi burkan şehir de, erdemli şehir değil,
câhil şehir... İki Hocamın merhametli ve müsamahakâr sîmasına bakarak “Keşke
hep buralarda yaşasaydım!” “Keşke hayatım bu ânları ile sürüp gitse!” diye
inleyip nâra attım yine. Türküler gittik, türkülerle döndük vesselâm.
****
“Ben tellâlım pazarbaşım Ali’dir”
Fakîre sorarlar: Bu dükkânda ne alıp satarsın, ne
iş işlersin, kimi beklersin yıllardır? Fikir ve gönül tâlimi yapılan ve
eşikliğinde yıllardır beklediğim bu dükkânda tellâlım ben, pazarbaşım Ali’dir…
Bütün işim Ali isminde bir âlimin, bir irfân sahibinin, bir yârenin gönül ve
dimağımıza ektiklerini, yapıp ettiklerini hakiki müşterisine satmak…
Bu abd-i âcizin ilmi ve behresi yok,
pazarbaşı’ndan öğrendiklerini alıp satar. Türküde söylendiği gibi eksik alsam
artık satsam yine kâr fakîr için… Hesap yapmam, sayı bilmem, çünkü pazarbaşım
(bazarbaşım) Ali’dir Ali…
“Bir ulu şehirde tellâllığım var
Ben tellâlım pazarbaşım Ali’dir
Eksik alsam artık satsam gene kâr.
Ben tellâlım pazarbaşım Ali’dir”
Muradım fikir ve gönül alınıp satılan bu dükkânda
iyi bir tellâl olmak. Ehli bilir ki pazarbaşı kâmil mertebede ahî, yâni
fütüvvet ehlidir. Çarşı pazarın başıdır, müfettişidir. Uyulan, sorulan,
danışılan kişisidir. Fikir ve gönül alınıp satılan, dolayısıyla irfân tâlimi
yapılan dükkânın başı da o kâmil dosttur.
Herkes gönlüne sorsun: “Pazarbaşım kim? Eğer
aklınıza kâmil bir kişi gelmiyorsa, gönlünüze böyle bir adam (İslâm
tasavvufunda adamın târifi bir sayfadır) düşmemişse vay hâlinize!
Pazarbaşı bildiğimiz Ali irfânımızda,
edebiyatımızda nasıl anlatılır? Ali kimdir?
Ali’den haberi turna kuşu getirir
Turna kuşu tasavvuf şiirinde haberci, fedakâr ve
iyiliğe karşılık veren mânasına gelir. “Yeşil başlı turnam şimdi buradan uçtu
gitti”, “Turnalar sevdiğim ol”, “Allı turnam bizim ele varırsan / Şeker söyle,
kaymak söyle, bal söyle” gibi birçok tekke şiirinden olma türkümüzde sıkça
kullanılan bir motif olarak turna, gurbet ve sıla arasında gönüllere bâzan
müjde, kimiz zaman hüzünlü haberler getirip götüren sadakatli, zarif yürekli,
akıllı, her hareketi doğru, mübarek bir kuştur.
Bu sebeple ki uçuşları dervişler gibi bir
istikâmet ve nizam içinde olur. İnsanların yeryüzünde yaptıkları fena
hareketlerden üzüntü duyarak, zaman zaman yollarını şaşırırlar.
Anadolu’da bâzı beldelerinde inanılan bir anlayışa
göre yere bıçakla bir dâire çizildiğinde ve üç İhlâs, bir Fâtiha okununca
yolları açılır ve yeniden “katar bağlarlarmış.” Bir rivayete göre eşi öldürülen
turna yere iner, eşinin ölüsünün başından ayrılmaz ve vurulana kadar beklermiş.
Sadakat ve aşkın hakikisi böyle olur.
“Ali’nin âvazı turna derler bir kuştadır”
Tasavvuf kültüründe önemli bir sembol olan Turna
kuşu Hz. Ali Efendimiz’le aynileştirilir ve sesinin güzelliğini, yardıma
koşması gibi faziletlerini ondan aldığına inanılır. Pîr Sultan Abdal’ın
mısraları böyle söylüyor: “Hazreti Şah’ın âvazı / Turna derler bir kuştadır /
Âsası Nil deryasında / Hırkası bir derviştedir.”
Bu özelliğindendir ki “Turna Semâhı”nın ilham kaynağıdır. Erbabının
ifadesiyle, “Turna, Anadolu insanının, âşıkların, ozanların dert ortağı, gönül
nağmesidir. Sual ona sorulur, haber ondan
alınır. Semah dönülürken yapılan figürler turnaların gökyüzündeki devranına
benzetilir.”
“Yemen ellerinden beri gelirim turnalar Ali’mi
görmediniz mi?
Tasavvuftaki dostluk şiarını bilmeyenler, aklını
ve yüreğini modernizmin dişlilerine kaptıranlar bu mısraları okuyunca
kendilerinden geçemezler. Gönlünü tasavvufun aynasına tutanlar, kalbini ehl-i
dilin dostluğuyla cilalayanlar, “Yemen ellerinden beri gelirim / turnalar
Ali’mi görmediniz mi?” mısraları karısında vecde geçer ve cezbeye kapılırlar.
Yürek dilinizle birkaç kez “Turnalar Ali’mi görmediniz mi?” diye nâra
atın bakalım, gönlünüzde neler olacak? Sonra da kalbinizi kavî tutarak
yüreğiniz koparcasına “Turnalar Ali’mi görmediniz mi?” diye bir de turnaya bir
seslenin bakalım size ne söyleyecek? Yürek rabıtanızla ne göreceksiniz? Turna
mı Ali, Ali mi turna olarak görünecek?
Hiç fark etmez. İkisi de dosttur; ikisi de birdir.
Resûller Resûlü Efendimiz’in istikâmetinde Müslümanca gönlünüz “çağdaşlıkla”
kirlenmemişse bütün vecdinizle şu mısraları kalbinize çekin:
“Yemen ellerinden beri gelirim / Turnalar Ali’mi
görmediniz mi / Hava üzerinde sema ederken / Turnalar Ali’mi görmediniz mi /
Şah’ım Hayber Kalesi’ni yıkarken / (…) Muhammed Mustafa Hacca çıkarken /
Turnalar Ali’mi görmediniz mi.”
Mersiye ve firakiyelerde turna mazmunu Hz. Ali
Efendimiz’le birlikte kullanılır, mânevî sevgi ve yüceltmenin en cezbeli ve
âhenklisi mısralara dökülür. Bunu şöyle de anlayabiliriz:
Gönüllere taht kurmuş âlim ve fâzıl bir gönül
dostunun gurbeti iç evinize düşüp yakıp kavurursa vecd hâlinde dilinize gelen
kelimeler neler olabilir? Nasıl bir nâra ile dostunuzu ararsınız? Kaç derecelik
ateş içinde bir sevgiyle onu gökte uçan ve yerden gezen her yaratılmışa
sorarsınız? Sonra da yüreğiniz dost sevdasından titreye titreye en cezbeli
türküleri söylemez misiniz? Bu dost Hz. Ali Efendimiz veya bu ahlâk ve güzel
ismi taşıyan bir kâmil dosttur, bir yârandır.
“Aman turnam aman, Ali’misin sen”
“Ali sevilmez mi” deyişini kalp kulağıyla
dinlediğimizde Turna ve Ali benzetmesi gönlümüzü mâna âleminde dolaştırır:
“Gitme turnam gitme / Dağlar sağımda dağlar
solumda / Hakkın selâmını hey dost kesme dilinden / Sevdiceğim kalmış Kenan
elinde / Turnalar o şahı görmediniz mi / Aman turnam aman, aman Ali’misin sen.”
Turna evliyalara kılavuzluk yapan bir kuştur.
Turna ve Ali benzetmesini Pîr Sultan’dan dinleyelim: “Seyredelim Horasan'ın ilini / Gördüm
iki turna güzel turnalar / Tavaf ettim imamların yerini / Gördüm iki
turna güzel turnalar / Muhammet bizimdir Ali bizimdir / Pir Sultan
Abdal'ım kendi hâlinde / Kalmadılar evliyanın yolunda / Kalkıştı da
gitti Ali gölünde / Gördüm iki turna güzel turnalar.” (Unutulmaz Türküler
Antolojisi / Safinaz Yalçın. Bu Kaynağa göre Âşık Bosnavî 19. yüzyılda yaşamış
Bektaşî bir ozandır. Asıl adı bilinmiyor)
“Muhabbet kapısını açan da açtıran Ali’dir”
Muhabbet
kapısına nasıl varılır? Kimden sorulur muhabbet kapısının adresi? Hazret-i Ali
Efendimizin turna sembolüyle dostluk timsali oluşuna inanıyorsak, muhabbet,
yâni dostun kapısı olan Ali kapısına bizi bir turna kuşu götürebilir ancak. Ol
vakit kalp kulağınızı Âşık Bosnavî’nin deyişlerine verelim:
“Muhabbet kapısın açayım dersen / Açan da açtıran
da Ali’dir Ali / Hakk’ın cemâlini göreyim dersen / Gören de gösteren de Ali’dir
Ali / Muhammed Mustafa cihan serveri / Miraçta açıldı bu yolun sırrı / Kimse bilmez
idi Ali’den gayrı / Bilen de bildiren Ali’dir Ali / Derviş ol hey kardeş düşme
inada / Safi kıl gönlünü olasın sade / Benliği terk edip eriş murada / Eren de
erdiren Ali’dir Ali.” (Unutulmaz Türküler Antolojisi)
“Seversen Ali’yi değme yarama”
Turnalar kimi zaman coşkunun ve hüznün, bâzan da
mutluluğun habercisidir. Birçok tekke şiirinde ve tekke türkülerinde duyguların
ifade vasıtası olarak turnayı görürüz. Turnanın türkülerde bu kadar geniş yer
alması, Türklerin gönül dünyasının İslâm tasavvufuyla hemhâl olmasındandır.
Turnayı Ali sembolüyle seviyor ve gönüllerin muştucusu olarak kabul ediyorsak,
kalp kulağımızı bir daha Pîr Sultan Abdal’a vermemiz gerek:
“Çeke çeke ben bu dertten ölürüm / Seversen Ali’yi
değme yarama / Ali’nin yoluna serim (başım) veririm / Seversen Ali’yi değme
yarama / Ali’nin yarası yâr yarasıdır / Buna merhem olmaz dil yarasıdır /
Ali’yi sevmeyen Hakk’ın nesidir / Seversen Ali’yi değme yarama…”
İrfânı olmayan kalpsiz modern hayatın zulmü
altında gönülleri kuruyan nesiller derya-dil olan tasavvuf edebiyatını okusalar
ve gönüllere şifa bu edebiyattan mülhem türkülerimizi dinleseler, turna ve Ali
sembolleriyle gönülleri âbâd olur, dostluğun kıymetini öğrenirler.
***
DÜKKÂN MEKTUPLARI-18
Ey azizan!
Daha önce anlattım, fakir bir şehir münzevisi
olduğu içindir ki çok hâtırası omaz. Nasip oldu, bu hafta gözlerime iyi gelen
güneşsiz ve gri bir havada KSÜ Kütüphâne Müdürü, üniversite talabelerinin
“Hasan abisi” şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’nın yayınevine benzeyen bürosunda
kitapseverlerin ziyareti için misafir edilen seksen santim uzunluğunda, kırk
santim eninde ve 18 kg. ağırlığında “Osmanlı Fotoğraflarıyla Haremeyn” adlı
muhteşem kitabı bohçasını çözerek yavaş yavaş açtılar. Önümde Osmanlı
cesametinde bir kitap duruyordu, cezbeye kapıldım. Kitabın asaleti karşısında
Cumhuriyetin mahvettiği nesle mensup biri olarak mahcup oldum. Hasan
Ejderha’nın rehberliğinde kabartma ciltlerine dokunarak ilk kapağı açıldı,
sonra ikinci farklı cilt kaplamalı kapağı açıldı, daha sonra üçüncü farklı cilt
ve tezhipteki kapağı açıldı. Her kapağın açılışında soluk alıp veriyor,
ciltlere dokunuyor, sûertinden sîretini görmeye çalışıyordum. Ne kadar zaman
geçti, bilmiyorum, bir rüyadan bir rüyaya geçe geçe nihayet dördüncü kapağından
kitabın mündericatına vâsıl olduk. İçinde neler var neler… Anlatmaya ilmim
yok, vecd ve müptelâlığın saikiyle
seviyorum kitabı.
İslâm Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi
(Ircıca) tarafından bastırılan bu muhterem kitap Sultan İkinci Abdülhamid
Han’ın albümleriyle Hicaz müdafiî ve kahramanı Fahrettin Paşa (Türkkan)’nın
koleksiyonundan seçilmiş fotoğraf albümü ve Haremeyn’le ilgili tanıtım
yazılarından müteşekkil olduğunu gördüm. En sonunda bu muhterem ve muhteşem
kitabı, ahdettiğim üzere kucaklamaya hamlettim, fakat masadan ancak on santim
kadar kaldırabildim. Ah, o bel disklerim ve fıtıklarım! Vakarlı bir Osmanlı
âlimine benzeyen kitabı kucaklamama mâni oldu. Fotoğraf çektirmeye düşkünlüğüm
yok ama hürmete şayân bu kitapla fotoğraf çektirmeyi unutmuşum.
Bu anlamlı hâtırama ortak olan güzel dost Mehmet
Yaşar ile doktor adayı ve şair dost İsmail Sağır’la nükteli ve edebî kısa suhbetler
ettik. Şairden doktor, doktordan şair olması ne güzel. Türkiye’nin şair
yüreğiyle insanına hizmet edecek doktorlara ihtiyacı var. Geleceği ve her şeyi
Allah bilir ki, istikbâlin pırıltılı bir edebiyatçısı olarak gördüğüm genç şair
Şeyhşamil Ejderha’yı da görünce sevindim. Hasbıhalimize bir talebe gelip dahil
oldu. Sordum ona “Nerede talebesin?”
“Kamu Yönetim’inde okuduğunu” söyledi. “İsmail Göktürk hocanız dersine
giriyor mu?” “Evet” deyince, “Senin işin tamam” dedim.
Kütüphânenin âşina olduğum fakat şu an ismini
unuttuğum müeddep çaycısının çay sunuşuna ve duruşuna hayranım. Onun çay
sunuşuna meftun olduğum için ayağa kalkarak aldım çayımı ve dedim ki: İrfan
meclisinde çay yapan ve çay sâkisi olan insan, türküdarlar, şairler ve âlimler
mesabesindedir…
Hâsılı, bu hafta fikirli ve bedii bir hâtıra
sahibi olarak döndüm mağarama…
***
DÜKKÂN MEKTUPLARI-16
Ey
azizan!
Fakir,
postadan gelen zarflı mektupları çok sever. “El yazısıyla yazılmış mektup çağı
çoktan kapandı. Elektronik msn’ler, twittir’ler, face’ler zamanındayız artık”
dediğinizi duyar gibiyim.
Fakir
eski zaman adamıdır. Zarfla gelen el yazılı mektupların ruhu, gönlü ve
mahremiyeti var. Yazanın gönül teri ve kalbî emeği sinmiştir. Twitter ve
face’ler modern ve seküler resepsiyonlara ve âmâ üstadım Cemil Meriç’in
sözleriyle, birbirinin mahremiyetini, bacadan evin içini dikizleyen Batı’nın
romanlarına benziyor, mahremiyet yok. Herkes sizi görüyor ve dinliyor. Yetmiş
iki buçuk karakter ve zihniyetteki insanlar iki kişinin hâlleşmesini,
mektuplaşmasını, bazıları mütecessis, bazıları da sûi ve süfli kulaklarıyla
dinliyor.
Hâsılı,
içi ve dışı kişinin el yazısıyla yazılmış ve zarfa konmuş mektup geleneği
internet ve dijital muhaberat karşısında yenik düştü. Gönlünden damıttığı
sözleri kendi kalemiyle yazmanın değerine inananlar buna çok üzülmelidirler.
Sadede
geliyorum. Fakir bu hafta, içi dışı el yazısıyla yazılı bir mektubun postacı
tarafından kapısına bırakılma saadetini yaşamıştır. Süssüz, solgun ve hüzünlü
zarfı elime aldığımda inanınız pek duygulandım. Zarfın üst sol tarafında insan
eliyle yazılmış ve gönderen diye başlayan kısma baktım önce. Sonra alt sağ
tarafta gönderilen kısma baktım. Üst sağ tarafta bulunan, postanenin gönderme
damgasındaki bilgileri okudum. Fakiri yadırgamayın, bu kısmı bile okumaktan
bediî bir haz duyarım. Mektup zarfının üzerinde neler olur, kompozisyonu
hatırlayanınız var mı? Dost mektubu kokladınız mı yakın yıllarda?
Mektup,
“Hapishâne Risâleleri” yazmama vesile olan şair Fazlı Bayram’dan geliyor. Gönderen
kısmı şöyle: “Gülhan Kültür Merkezi, Yenişehir Mah. 22. Sok. No: 22 / K. Maraş.
Mektubu,
Yemen gurbetlerinde kalan dostun gönderdiği mektup duygularıyla açtım. İçinden,
ince hastalığa tutulmuş hüzünlü bir insana benzeyen tütün kağıdına sarılmış bir
sigara ve tütün kâğıdı kabuğu ile bir el büyüklüğünde beyaz kağıda yazılmış bir
mektup çıktı. Cezbe hâlinde olduğumdan zamanı karıştırdım. Mektubun, al yeşil
bayrakla Yemen Seferleri’ne gidip de dönemeyen Mihrali Bey’in redif’iyle “Zalım
Yemen’i” kurtarmaya giden dört kuşak önceki ceddimden geldiğini sandım. Bu
hâlet içinde mektubu Yemen Türküsü eşliğinde okumaya başladım:
“Değerli
ağabey,
Ey hüznü
bilmez iken bizi hüzün deryasına salan; türkü bilmez iken bizi türkülerle
yoğuran aziz ağabey! Gönderdiğim tütün kâğıdı kabuğu parçacığı bükülüp atılmak
üzere iken üç-beş cümlenizle tarihe şahitlik edecek kıymette bir eser
olacaktır. Bu yüzden bu nâçiz kâğıda cümlelerinizi yazıp tekrar adresime
göndermenizi istirham eder, ellerinizden öperim.”
Ey
azizan! Bu mektup üstüne hüzünle dost olmayıp da ne yapayım? Gurbet ve dost
türküleri dinlemeyip de öleyim mi?
***
DÜKKÂN MEKTUPLARI - 14
“Ey azizan!
İnsan ki bazen aslî vazifesi olan dost
sohbetlerinden, fikrî meselelerin teati edildiği meclislerden âri kalır. Fakir
de şu sıralar pek ağır maişet mesaisi dolayısıyla yetişemediği fikir ve gönül
dükkânındaki sohbet ve fikir teatilerinden geri kaldığı oluyor. Teşrik-i mesai
eylediğim halkım şahittir ki zaman fırsatı tanımayan ağır mesai eylemek icap
eden işyerindeki vaziyetim, din gibi sevip inandığım fikir ve irfan
sohbetlerine her daim iştirak etmeye mâni teşkil etmektedir. Bendeniz bundan
târif edilmez bir dozda mutazarrırım. Ne yapalım; bir dostun ifadesiyle rıza
makamı vardır, râzıyız…
Hâl böyleyken, bir kısım kadîm dostlar
tarafından aleyh salvolarına tutuluyorum. Aleyhimize atan atana. Güya AVM
işletiyor, çok para kazanmak için gecenin ikinci yarılarına kadar müşteri
bekliyor, dolayısıyla dostların fikir ve gönül tâlimine katılamıyormuşum.
Dükkânın en fikirlisi İsmail Göktürk ve
H. Ahmet Eralp dostlarımız fakir hakkında mükâlemede bulunmuşlar. İsmail
Göktürk’e göre devrimci meşrebimden (bu sıfat İslâmî mânadadır) vazgeçmişim,
kocamışım, seferlere katılamıyormuşum. Bununla kalmamış, seferlere katılmakta
geç kaldığımı, hattâ imtina ettiğimi, dahası yaşlandığımı ima etmiş ve H. Ahmet
Eralp dostum da (hocası olmasına rağmen) onu tekzip etmeden fakiri savunup
umudunu kesmemiş. İki dostun da canları sağ olsun. Ne dedilerse başımın üstünde
yeri var.
Dahası var; edebî hayatımda ilk göz
ağrım olan şair ve hikâyeci Hasan Ejderha dostumuz da ‘Ahmet Çavuş'ta iyisi var...’ başlığıyla
aleyhimizde yazıp zarf atmış. Türk fikir hayatından çekilebileceğimi, ehl-i
ticaret olmaya doğru kayıp gittiğimi, özgeçmişime ‘avm işletmecisi ve esnaf
odaları birliği üyesi” yazılacağını ima etmiş.
Atılan bu aleyhlerin zerresi fakirle
uyuşur mu? Fakir ne işletmecidir, ne de çalıştığı yerde Nasranilerin âdeti olan
yılbaşı hindileri satılır. Orası gecenin tamamında gariban hastaların
ihtiyacını yanıbaşında ucuza bulabileceği bir avm’dir ki, ahî anlayışıyla
hizmet verir. Fakirin maişet yeri işte bu ağır şartlarda halkına hizmet eden
bir mekândır. Aşağıdaki aleyhi elinizi
vicdanınıza koyup okuyun:
“İsmail Göktürk: Ne yapak karar verin. Ölen ölür kalan sağlar
bizimdir mi diyelim?
Ahmet Eralp: Başka çâre yok gibi hocam, Dostun Davetine Zaman Olmaz
demekten yeğdir.
İsmail Göktürk: Seferim var Gürcistan'a / Benim ile göçen gelsin / İnmesin
namert meydana / Candan serden geçen gelsin.
Ahmet Eralp: Ahmet Abisiz sefer mi olur? / Hüzünsüz göçe hazırlık mı olur? /
Canımız sefere serimiz göçe feda olur.
İsmail Göktürk: Hani koç Köroğlu hani? / Dost ile düşmanı tanı / Kılıcından
akan kanı / Şerbet edip içen gelsin / Aha bunu da Ahmet beye iletesin /
Ahmet Eralp: Tamam hocam.
İsmail Göktürk: Bir gün kocayınca ben devrimciyim diyenlere sesleniriz /
Karlı dağların ardından / Yel olup estiğin var mı? / Tek başına bu çöllerde /
Ordular bastığın var mı / Kargıyı ucundan salla / Düşman deme eyvallah Her
taraftan üç beş kelle / Terkiden astığın var mı / Köroğlu söyle şanından / Kuş
uçurmaz divanından / Avuçla düşman kanından / Doldurup içtiğin var mı?
-Ahmet abi koca bey gibi seslenebilir mi sence bize:
Aldı Koca Bey:
Senin o tektirin bize abestir / Bu yiğitlik sana kimden mirastır / Eğer ki
kulluğan verirsen destur / İnan üçten beşten senden / Geride kalan değilem oğul
oğul / Kavga görmeyince açılmaz aynım / Benimle beraber Mustafa kaynım / Eğer
ki kavgada kızarsa beynim / İnan üçten beşten senden / Geride kalan değilem
oğul oğul / Koca Bey'em çok diyarlar gezmişem / Nice nice alayları bozmuşam /
Bin kelleyi bir cidaya dizmişem / İnan üçten beşten senden / Geride kalan
değilem oğul oğul.
Ahmet Eralp: Gönül seslenir demek ister amma.
İsmail Göktürk: Böyle işte. Aslında sonunda diyeceğimuz şudur:
-Acep şu yerde var mı ola / Şöyle garip bencileyin / Bağrı başlı, gözü yaşlı /
Şöyle garip bencileyin / Gezdim Rum ile Şam'ı / Yukarı elleri kamu / Çok
istedim, bulamadım / Şöyle garip bencileyin / Bendeler garip olmasın /
Firkat oduna yanmasın / Hocam kimseler olmasın / Şöyle garip bencileyin /
Bir garip ölmüş diyeler / üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin / Söyler dilim ağlar gözüm / Gariplere göyner özüm
Meğer ki gökte yıldızım / Ola garip bencileyin / Nice bu dert ile yanam / Ecel
ere bir gün ölem / Meğer ki sinimde bulam / Şöyle garip bencileyin / Emrem
Yunus biçare / Bulunmaz derdine çare / Var imdi gez şardan şare / İste garip
bencileyin / Meğer ki sînimde bulam /
şöyle garip bencileyin.
Ahmet Eralp: Gençliğimi, enerjimi, sıhhatimi ve delikanımı Ahmet abiye
verebileydim de şu mübarek nidalarınızı karşılıksız bırakmaya inşallah.”
***
DÜKKAN MEKTUPLARI-2
“Pek aziz tercümanım,
Hasan Ejderha: “Ferhat nergis getirdi. Kütüphâne burcu burcu nergis kokuyor. Ömrüne bereket Ferhat’ım.” Demiş.
Hasan abine mis gibi kokan nergis götürüyorsun, bu fakire, bu abd-i âcize, bu mazlum ve mazrur emekli münzeviye de hocamgilden bin miligramlık aleyh getirsen, sevap kazansan olmaz mı?
selâm ve muhabbetlerimle...”
Ahmet Doğan İlbey
***
“Kıymetli ağabeyim.
Bendeniz tercümanınız olarak Hocamgilin bin miligramlık aleyhlerinin, sizin için ne mânaya geldiğini az çok bilirim. Zat-ı âliniz için bu aleyhlerin mânası bir top nergisten daha derin ve pek kıymetlidir. (Burada belirtmeliyim ki, bir top nergisin mânası da Hasan emmim ve biz Semerkand Türkleri için en az size getirdiğim aleyhler kadar değerlidir.)
Denizler ortasında boğulma tehlikesi geçiren biri için can simidi ne ise sizin içinde bir aleyh o demektir. Fakir de bilir ki; siz günlük telaşlarınız içerisinde boğuşurken bir can simidine ihtiyaç duyarsınız ki o bir aleyhtir ve can çekişen birine can simidi nasıl yetiştirilirse fakir de aleyhleri öyle yetiştirmeye çalışır. Kör kuyulara düşmüş biri için bir ip ya da merdiven ne ise, sizin için de aleyh odur.
Fakir de bilir ki çay ve sigara içilmeyen bir yere düşmüşseniz, bir aleyh sizin için çay ve sigaradır. Uykusunda karabasanlara yakalanan birisi korku içerisinde uyanınca ona su vermek ne manaya gelirse, size de aleyh vermek o manaya gelir. Fakir de bilir ki siz yolda bir 'mayın'a yakalandığınızda size aleyh vermek gerekir.
Kimyasal bomba atılan bir yerde oksijen maskesinin kıymeti ne ise, sizin için de aleyh o kadar kıymetlidir. Fakir de bilir ki birisi size cebir ile hacı yağı sürmüşse, size aleyh getirmek gerekir. Zulmetin ve kargaşanın bol olduğu bir beldeye bir tekke açılmasının tedaileri ne ise, sizin için de aleyhlerin tedaileri odur.
Fakir de bilir ki Dükkânda ziyaretçi görüşleri armış, nahıröğrüleşme temayülü oluşmaya başlamışsa size aleyhleri aktarmak gerekir. Yolda oluşan çamur göletinden hızlı bir şekilde geçen bir arabanın tepeden tırnağa ıslattığı bir adam için, temiz havlu ve temiz elbise ne ise, sizin için de aleyh o dur. Askerlik lafı gibi, tarhanalık yoğurt lafı gibi gereksiz laf konuşan biri dükkâna gelip gitmişse, size aleyh söylemek gerekir.
Hâsıl-ı kelâm, aleyhlerin sizde ne mânaya geldiğini anlatmak 3,5 gün, yazmak 72,5 gün sürer... Aleyhler sizin için; yağmurlu günde bir şemsiye, güneşin bağrında bir çınar gölgesi, çölün ortasında bir sudur... Tercümanınız fakir-i hakir de bu aleyhleri, çobanlık yapan bir çocuğun dağ başında doğan bir kuzuyu abasının altına alıp eve getirişi gibi getirir. Harmanı alevlenen bir köylünün yangına su taşıması gibi taşır. Çocuğu olan bir adamdan şadenlik almak isteyen bir ebenin, çocuğu kucakladığı gibi babasına getirmesi gibi getirir. Sizlere layık olabilirsek biz de aleyh duymuşluğunuz gibi olacağız. Hürmet ve Muhabbetle...”
Ferhat Ağca
***
Mektubunuza cevabım gecikti, affola.
Mektubunuz gönlüme cidden şifa verdi.
Haddim değil, ama söylemeliyim.
İyi yazı açısından da birçok unsuru taşıyor.
Dolayısıyla arşivime koydum.
Üdeba, Mehmed Yaşar ve bâzı dostlar sizi kıskanacaklar.
İnşallah sağ çıkarsam, bu mektubu dükkânda çok şapırdatırım
Ey azizan!
Modern-kapitalist hayattan bunaldıysanız, televizyon, internet, sosyal medya, akıllı cep telefonu ve günün en çok paylaşılan ve ‘fenomen’ videolarını izlemek, face ve twitter sayfaları gönül ve dimağınıza merhem olmaz. Modern ve postmodern bunalımlarınızdan kurtulmak istiyorsanız gönle şifa veren dost mektupları okuyunuz. Tabii ki gönül dostlarınız olmalı önce.
Bendeniz böyle yapıyorum. Modern-kapitalizmin saldırıyla dermansız kaldığımda hemen bir dost mektubunu açar okurum. İsmail Göktürk’ün ve şair-i âzamım Mehmet Narlı’nın mektupları meşhurdur. ‘Üdeba’ nam Mehmet Raşit Küçükkürtül de arada bir gönderiyor fakat gönle şifası az. Kimse alınmasın yârenlik ediyorum. Hâsılı, tercümanım ve aziz dostum Ferhat Ağca’dan böyle bir mektup geldi dün gece. Hemen şifa buldum.”
***
MARAŞ MARAŞ DERLER KAHRAMANLIĞIN ADINA
Asırlardır kâfir ayağı
değmemişti İslâmların yurdu Maraş toprağına. Fransız ve ellik gâvurunun şeameti
kol geziyordu sokaklarında. Semâlarında kara bulutlar dolaşıyordu. Düşman gelip
dayanmıştı şehr-i Maraş’ın kapılarına.
Fransız kâfiriyle ellik
gâvurunu kovmak için cümle Maraşlı gazâ aşkına, vatan aşkına tutuldu. İstiklâl
Harbi’nin ilk kıvılcımı olacaktı Maraş. Dua etti Şeyh Ali Sezai Efendi.
İlk kutlu müjde Uzunoluk’tan
geldi. Sütçü İmam, din ü namus üzere sıkmıştı ilk kurşunu kâfirin küstahlığına
karşı.
İşgalci Fransızlar, bin yıldır
Maraşlı İslâmlara, yâni Maraşlı Türklere ait olan kaleden ay yıldızlı bayrağı
indirince, yüreği cihad aşkıyla yandı Maraşlının, ateş topuna döndü ve Ulu
Câmii’de saf oldular.
Rıdvan Hoca'nın “Hürriyeti
olmayan bir milletin Cuma Namazı kılması câiz değildir” sözü âyet buyruğu gibi
yüreklerinin üstünden geçti. Şerbetçi oğlu Mehmet “Sancağı çıkarın, bayraksız
namaz kılınmaz” diye ünledi. Bu ünleyiş câmiin içinde ve dışında sayhalaştı ve
Maraş’ın kalbine oturdu. “Bayraksız namaz kılınmaz” diye bir daha haykırdı
Maraşlılar.
İman ve cihad aşkından mürekkep
birer hilâl ordusu oldular, sancağın altında toplanandılar. Dillerinde
“Allahüekber” nidaları, dillerinde “Uy Maraş Maraş da
bu nasıl Maraş / Kara
gözlerinde yaş, bağrında ataş” türküsü… Maraş Kalesi’ne uçmağa gittiler.
Celâdetli ve şuurlu duruşundan
dolayı her Maraşlının meftûn olduğu gencecik şehit Âşıklıoğlu Hüseyin’in
Fransız komutanın karşısına çıkıp:
“Ben anamdan doğdum kalede
bayrağımı gördüm. Ölünceye kadar da göreceğim. Biz bütün Türkler (İslâmlar)
böyleyiz. Onu görmemek için ya kör olmak ya da ölmek lâzım. Kör değilim. O
halde onu görmezsem öldüm demektir. Bayrak için ölmek biz de şehit olmaktır ve
en büyük şereftir. Yalnız ben değil, küçük büyük, kadın-erkek bütün Maraşlılar
her Cuma sabahı uyanınca ilk önce kaleye bakar, bayrağımızı görürüz…” dedikten
sonra bir nâra attı. Bu cihad nârası bütün Maraşlının yüreğini sardı ve alev
topuna döndü.
DİNİNİ SEVEN YÜRÜSÜN FRANSIZ
KÂFİRİNİN ÜSTÜNE…
Bu kıyamın, bu sönmez ateşin
üstünde toplandılar Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde. Başlarında Şeyh Ali Sezai
Efendi ve Arslan Bey gibi büyükler:
“Arkadaşlar harp başlamıştır.
Allah’ın inayeti, Peygamberin ruhaniyeti, din kardeşlerimizin fedakârlığı ile
her şey göze alınmıştır. Vatanımız tek kişi kalana kadar düşmana teslim
olunmayacaktır. Gayret bizden yardım Allah'tan.”
Cihad çağrısını duyan
Maraşlılar, “Allahüekber!” nidalarıyla cezbeye kapıldılar. Yüreklerindeki millî
öfke Uzunoluk’tan Şeyhâdil’e kadar yayıldı. İçtima oldular din ü vatan üzere.
Dinini seven, vatanını seven yürüsün Fransız kâfirinin üstüne dediler.
Hocalar, âlimler, zâbitler ve
hoyrat delikanlılar yekpâre oldular gâvura karşı. Yürüdüler Fransız kâfirinin
üstüne. Maraşlılık neymiş gösterdiler. Şehr-i Maraş’ın şerefini kurtardılar.
Târihini ve ulularını utandırmadılar.
Maraş’ta mağrurluk ve öfke var
diyenler Maraşlılığı bilmeyenlerdir. Kahramanlık ve yiğitlik şiarındandı
Maraşlı Türklerin. Asâleti târihinden geliyordu. Mukaddeslerinin ve imanlarının
emrinde oldular hep. Ne İngiliz, ne de Fransız kâfiri Maraşlı İslâmları korkuya
ve yeise düşüremedi.
MARAŞLI TÜRKLER FRANSIZ’I
KOVUNCA…
Maraş’ın istiklâline Maraş
Kalesi’ndeki bayrak sevindi önce. Ulu Câmii sevindi, Uzunoluk sevindi, Göllülü
Yusuf, Çuhadar Ali ve bütün Maraşlı şehitlerin ruhu sevindi. Abdal Halil Ağa
“din bahsi” üzere bir daha davul çaldı yüreğinden.
11 Şubat1920’nin soğuk gününde
Maraş Maraşlılara gülzar, kâfire mezar oldu. Maraşlı Müslümanlar, yâni Maraşlı
Türkler Fransız’ı kovunca, Vatan-ı İslâmiye üzerine başlatılan Maraş müdafaası
bütün Anadolu’ya yayıldı. Maraş, Anadolu’nun kahramanı oldu. Maraş’ta görülen
İstiklâl rüyâsı devlete inkılâp etti.
Şimdiki zamandan sıyrılıp,
ruhum ve düşüncelerimle konuk oldum Maraş’ın Kurtuluş (İstiklâl) Bayramı’na.
“Maraş Maraş derler de uy amman amman” türküsünün yüreklerden söylendiği 12
Şubat 1920 günü Fransız’ı kovan Maraşlıların arasındayım.
Selçuklu’dan, Dulkadirli’den,
Osmanlı’dan bu yana İslâmlaşmış Türk yurdu olan Maraş sokaklarında yürüyorum.
Üzerinde Maraş işlemeli ahi hırkası olan bir ehl-i Maraş elimi tutuyor,
dolaştırıyor beni.
Târihteki Maraşlıların
“Alaüddevle Câmii” dediği Selçuklu mimarisine sahip Ulu Câmiin taşlarında
hissettim Maraş Kalesi’ne hücum eden mücâhitlerin ellerini. Giriş cephesindeki
mihrabiyelerin içine işlenen bezemeler, kemerler ve içerideki mihrabın
çevresindeki kabartmalar İslâm medeniyetinin taşa vurduğu güzelliği yaşattı
ruhuma. Taşa ruh verilen, taşın nakış gibi işlendiği, kabartma bileziklerin
sardığı üç bölümlü gövdeden oluşan minaresine vecdle dokundum.
Taş Medrese’nin hücrelerinde
Maraşlı şeyh efendilerin Maraş müdafaasına katılanlar için hatim indirdiklerini
gördüm.
Çarşılarını, hanlarını
geziyorum. Harbin üstünden bir gün geçmişti. Bundandır ki, Taşhan’ın,
Katiphan’ın daracık meydan ve odaları tenha idi. Selâm alan, selâm veren
Maraşlıların hasbıhâl ettikleri Saraçhâne Câmii Çarşısı’nda dinlendi ruhum.
Maraş müdafaasının en cesur liderlerinden İbrahim Evliyâ Efendi’nin şehit
düştüğü Bedesten’i gezerken hüzünlüydüm.
Asırlardır târih rüzgârlarının
estiği, Millî Mücadele’nin şiarı olan, kahramanlığından emin şehir Maraş’ın
Kanlıdere Yokuşu’ndaki barut ve duman kokan sokaklarında dolaştım. Maraş
müdafaasının önünde yer alan, yaralanıp Alman Hastanesi’nde yatırıldığında zehirlenerek
şehit edilen Muallim Hayrullah’ın, avlusunda dut ağacı olan, kapısı kevgirli
ahşap evini ziyaret ettim.
Divanlı sokaklarında kesme taş
ve ahşabın hâkim olduğu evlerin gönlüme verdiği târihî duygularla dolaşırken,
Kuyucak’ta pusu kuran Fransız elbiseli Ermenilerle göğüs göğüse çarpışıp
ardından Kümbet Kilisesi’ndeki çarpışmada şehit düşen Maraş kahramanlarının en
gözükarası Mıllış Nuri’nin celâdetli sûretini görür gibi oldum.
Sütçü İmam’ın fahrî imamlık
yaptığı, Alaüddevle Bey tarafından yaptırılan Bektutiye (Çınarlı) Câmii
bahçesinde 1870’de boy veren bir buçuk asırlık ruhaniyetli “Doğu Çınarı” nın
altında mütevekkil Maraşlı ecdadımla sohbet ettim.
Evliyâ Çelebi’nin, “Şehrin
cümle erbâb-ı ma’ârifi anda cilvelenirler”, yâni sohbet ve muhabbet ederler”
dediği Pınarbaşı’na uzandım. Mihmandarım ehl-i Maraş, yönümü Ahır Dağı’na
çevirmemi istedi. Sonra elini kulağına atıp “Yörü bre Ahır Dağı / Ne dumanlı
başın varmış” türküsünü söylemeye başladı. Uzun hava tarzı bu Maraş türküsünü
cezbe hâlinde dinledim.
Ertesi gün 13 Şubat 1920’de
mihmandarım ehl-i Maraş, Eski Hükümet Konağı’na, yâni Mutasarrıflık Binası’na
doğru yürüyeceğimizi söyledi. Mutasarrıf Vekili Cevdet Bey, güneş ve soğuğun
bir arada olduğu öğle üzeri Mutasarrıflığın avlusunda, Erzurum 15. Kolordu
Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa’nın Maraşlılara hitaben gönderdiği kutlama
telgrafını okuyordu. Toplanan Maraşlıların arasına karıştım ve vecd ile
dinlemeye başladım:
MARAŞ’IN ŞÂNI VAR, MARAŞ’IN
YÜREĞİ VAR
“Maraş kahramanlarının Türklüğe
(İslâmlara) has olan celâdet ve fedakârlıkları neticesinde sevgili
bayraklarımızın yine Maraş üzerinde dalgalandığını haber almakla bütün kolordum
en büyük sevinçler duymaktadır. Öldünüz, fakat Türklüğü (İslâmlığı)
öldürmediniz. Târih-i millîyemize kanınızla ve hayatınızla emsalsiz bir
menkıbe-i celâdet yazdınız. Maraşlıların ve sizin alınlarınızdan öper,
kolordumun hissiyat-ı samimesini arz eylerim” diye biten ifadelerden Maraşlı
Müslümanlardan, yâni Maraşlı Türklerden biri olarak yüreğim kabardı.
İstiklâline dokunulamayacağını
Fransız Harbi’nde gösteren ve kâfire karşı duran Maraş’ın şânı var, Maraş’ın
yüreği var. Ah, kahramanlığın ve yiğitliğin şehri! Bu ne saadet böyle?
Maraş’ın ilk İstiklâl
Bayramı’ndan ve elimi tutup beni dolaştıran ehl-i Maraş’tan ayrılırken, arkamda
gücünü târihinden ve imanından alan bir şehir duruyordu.
***
HAYAT YAVAŞTI YAVAŞ YAŞARDIK ESKİDEN
Hayat yavaştı. Yavaş yaşardık
modern olmadan önce.
Hız nedir bilmezdik. Bundandır ki
herkes birbiriyle dilleşir huzur bulurdu.
Yavaş yaşamalıydı Müslüman. Çünkü
yavaş hayat Müslümanca hayattı.
Dinimiz emrettiği için yavaş
yaşardı ceddimiz. Gün doğumundan gün batımına kadar Allah’ın her gününü yavaş
yaşadıkları için âsûde ve huzurlu olurlardı.
Yavaş yaşandığı için dünya
güzeldi eskiden. Hızlı yaşandığı için modern dünya çirkin ve gürültülü.
Yunus Emre Hazretleri yetmiş iki
millete bir göz ile bakmayı ve gönüller yapan dervişliğini yavaşlığın
dergâhında kazandı.
Hacı Bayram-ı Veli yavaş hayatın
sükûn ikliminde yetiştirdi müridlerini.
Mimar Sinan yavaş yaşadığı için
hayâl ve tasavvur etti yavaşlığın ve sükûnetin muhteşem eserlerini.
Bir insan düşünün. İşine yetişmek
için hızlıca kalkıyor.
Hızlı bir şekilde def-i hâcet
ediyor ve son hızla giyiniyor.
Yemeğini çok hızlı yiyor.
Dolayısıyla hıçkırık tutuyor.
Dakikalar bitmek üzere. Asansör
her defasında olduğu gibi geç geliyor.
Kalbi tekleye tekleye nihayet
iniyor yola. Durak yolun karşı tarafında.
Hızlıca akan arabaların arkası
kesilmek bilmiyor. Tükenen dakikalar napalm bombası gibi inmeye başlıyor
beynine.
“Ah yavaş hayat!” diyerek inliyor
adam. Ve olduğu yere yığılıyor.
Hazret-i insan olarak yemeği
yavaş yemek, def-i hâcetimizi yavaş yapmak, abdestimizi yavaş almak, yolda
yavaş yürümek ve hayatı yavaş yaşamak istiyoruz. Yavaş hayatı özledik.
***
BATI TANRISIZ BİR MAĞARADIR
Âmâ üstadım Cemil Meriç, Tanzimat’tan
günümüze kadar Batı’nın düşüncelerinden gözleri kamaşan “Türk
intelijansiyası”nın zihniyetini “Mağara” ya benzetiyor ve bu düşüncelerin
müstağriblerine de “Mağaradakiler” diyordu.
“Mağaradakiler” bu ülkeye yüz elli yıldır
“Mağaranın” karanlığını, yâni Avrupa’nın düşüncelerini, Allah’a inanmayan
filozofların felsefelerini taşıyarak, dört nesil mekteplinin dimağını
zehirlediler.
Ona göre, vahiyden kopuk mağaranın içi de
dışı da birdir. Maddeleşmiş Avrupa’nın inançsız idea’lar dünyasıdır.
Batılılaşmış insanlar için kullandığı “Mağaradakiler”in zihniyetini Platon’un
mağara teşbihiyle târif eder:
Bazı insanlar karanlık bir mağarada,
doğdukları günden itibaren mağaranın kapısına arkaları dönük olarak oturmaya
mahkûmdurlar. Başlarını arkaya çeviremeyen bu insanlar mağaranın kapısından
içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvardan, kapının önünden geçen başka
insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini görmektedirler. İçlerinden biri
kurtulur. Dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girerek
gördüklerini atlatmaya başlar. Duvara yansıyan gölgelerin gerçek olmadığını
içeridekilere inandıramaz. İçeridekiler zincirlere bağlı olduklarını fark
edemezler. Gerçeği değil, yansımaları görürler.(Mağaradakiler)
BATI’NIN İDEOLOJİK MAĞARALARI
Bu mânada mağara hakikate ulaşmayı
engelleyen ideoloji ve düşünceleri sembolize eder. Mağaraya zincirlenmiş insan
bu anlayışın parçasıdır. Bu mânada mağara Allah’ın ahkâmından kopuk dünyâ
demektir. Allah’ın varlığını reddeden, maddeci aydınlanma görüşünün dünyâ
tasavvurudur. Hakikatlerin ışığını değil, Allah’ın âyetlerine muarız olan sahte
hakikatleri yansıtır. Nûrun değil, karanlığın, yâni materyalist düşüncenin ve
kendi insanından kopanların mekânıdır.
Din ve insan rabıtası yoktur bu mağarada.
Gözlerini hakikate, yâni ışığa kapatan aydınların, âmâ üstadın ifadesiyle Türk
intelijansiyasının sığınağıdır. İnkârdan doğan materyalist ve pozitivist
aydınlanmacı mağaradır. Descartes’den Marks’a, Sartre’den Camus’a kadar Batının
“Tanrısız” filozoflarının mağaralarıdır bunlar.
Böyle olduğunu Sezai Karakoç’un “Mağara”
târifinden anlıyoruz. Ona göre “Mağara” Batı’nın Mutlak Hakikat’ten koptuktan
sonraki maddî ve metafizik olarak gölgenin ve sahtenin mekânıdır:
“Soluk alır bir nesne bulamadım / Bir gün
daha öldü / Ey Batı’daki mağaralar / Beni afyonunuz bağlasaydı da / Uyusaydım /
Bu katı bu sert kente gelmeseydim.”
SEKÜLER MAĞARA AYDINLARI
Sözün sadedi; bu ülkenin insanları
tanrısız ithal mağara aydınlarından çok çekti. Bir başka mağara da var ki,
maddeci ve vahyin muarızı değil, fakat Allah’ın hakikatleriyle irtibatında
zayıflık olan benlik ve indî düşünce mağarasıdır bu. Müdâvimleri çokça entelektüeller,
sanatçılar ve şairlerdir ki kendi mağaralarında trajiktirler. Mutlak hakikatin
önünü kapatan, derûnlarını meşgul eden mağaralarında oyalanıp kıvranırlar ve
ulvî mağaraya iltica edemezler.
Bu ülkede nice düşünce adamının, şair ve
münevveranın İslâmî tefekkür ve sanatla tevhid olamamış kendi seküler
mağaralarında yaşadıkları acı bir gerçek.
Hülâsa; herkesin ulvî ve ulvî olmayan bir
mağarası var. Fakat Batı’nın “tanrısız” mağaralarında yaşayanlar bu
mağaralardan çıksınlar! Batı’dan ithal ve taklit edilmiş mağaralar bizim
tefekkür ve muhayyilemizin neşv ü nema bulacağı mağaraları değildir.
***
MAĞARA YILLARI
Çok severdi Mağara’yı. “Hikmet
Mağaramız” diyordu. “Fikir ve Gönül Dükkânı” nın, yani Mekteb-i İrfan” ın
mistik adıydı. “Medeniyetimiz ve irfanımız üstüne fikir ve gönül tâlimi yapılan
saadetli bir mekân” adını koymuştu.
“Azat kabul etmez kölesiydi”
Mağara’nın. Gurbet duygusu yaşatmazdı ona. Mağara dışındaki mekânlar gurbet
hissî verir, ağyar kalırdı gönlüne. Aynı sohbet ve fikir tâlimleri yapılsa da
Mağara kadar mekân şuuru vermez ve derûnunu sarmazdı. Bunca yıl dergâh ve
uzletgâh kokusu veren Mağara gibi bir mekâna rastlamamıştı. Nice sohbet ve
fikir mekânlarının hiçbiri Mağara’nın mânevî ve mistik havasını
hissettirmemişti.
Mağara münzevîsiydi. Mağara’dan
çıkıp modern mekânlara gitmek bir eziyetti ona. “Ancak Ali Hocam için çıkarım
Mağara’dan” diyordu. Onun fikir ve gönül vatanıydı Mağara. Bir süre uzak
kalması, kalpgâhından kopması gibiydi. “Zor ayrılırım buradan, kalbim buraya
bağlı, vaktin oğlu oluyorum Mağara’da” diyordu.
Onun mağara benzetmesi, Platon’un
ve aydınlanmacı pozitivist felsefecilerin mağara istiaresine benzemezdi.
Duvarlarında gölgeler hareket etmez, sahte ve dünyevî gerçekler bulunmazdı. Batı’nın
mağaraları gibi lâdinî düşüncelerle Allah’a olan hürriyet inancı zincirlenmiş
mağara değildi. Ruh ve mânaca düşük olan modern mekânların fikirsizliğinden
kaçanların dervişâne ve tefekkürâne yaşadığı bir mekânın ismiydi.
Mağara’dan koparılışımız vatandan
uzaklaştırılmışcasına elemler yaşattı ona. Son zamanlarda “Ah Mağaram!” diye
inliyor ve acı çekiyordu. Şehrin idarecileri modern mekânlarını genişlete
genişlete Mağara’ya gelip dayanmışlardı. İstilacı düşman kuvvetleri gibi mağarayı
dört tarafından çevirmişler ve “kamu adına” istimlâk ederek modern mekânlarına
katmışlardı. Fikirli ve mistik Mağara kum ve moloz yığını hâline gelmiş, Ahır
Dağı’nın dibinden silinip gitmişti.
“Hüzünkâr” nâmıyla bilinen o,
dostlarına belli etmeden gözyaşlarını içine akıtmıştı. Mağara’daki hâtıraları
kare kare yüreğinin üstünden geçtikçe “ah Mağara’mız!” diyerek hasta olmuştu.
Mağara hülyalarına daldığında,
bir gönül dostu “Mistikliğin tuttu yine. Mağara! Mağara! Yıllardır Mağara’yı
âlemin merkezi olarak nakşettin insanların dimağına. Mağara’dan çıkmalısın
artık. Hicret etmelisin, yüreğinin gözleriyle görmelisin medeniyet
coğrafyamızı. Bir âlimin sözleriyle ‘Akıl sahipleri bir yerde oturup kalınca
rahat edemezler. Öyleyse odunu, ocağını bırak da dışarılara çık; seyahat et.’
Mağara gibi güzel mekânlar bulacaksın ” demişti de içine kapanmıştı bir müddet.
Sonra şu hüzünlü yazıyı yazmıştı dostlarına:
Mağara’mızda fikir ve irfan tâlim
ettiğimiz onca yıllar bir solukta geçip gitti. Derûnumuzun ve fikrimizin her
vakit cezbeye kapıldığı, bediî saadetler içinde zaman mefhumunun olmadığı bir
dosthâneydi, darülsaadetimizdi Mağara. Bir Hocam meydana getirmişti
Mağara’mızı. Bir Hocam’ın şâkirdlerinin seher vakitlerine kadar hasbıhal ettikleri,
tefekkür tâlimi yaptıkları, memleket meselelerimizi ve mukaddeslerimizi
konuştukları fikirli ve dost bir mekândı. Kalp ve fikir karanlığı yoktu.
İnsanı, hazret-i insan kılacak felâh bir kalbin üstüne her türlü tâlim
yapılırdı.
Yıllarca sohbethânemiz oldu
Mağara. Nice hüzünlü ve neşveli hasbıhallere, memleket dâvası için en koyu
kelâmlara, şairlerin en yakıcı şiirlerine, Bir Hocam’ın (Bir hocam iki kişidir)
ilim ve irfan üstüne yaptıkları nükteli ve mânalı sohbetlerine şahitlik etti.
Müdavimlerinden bir gün olsun karşılık beklemedi bu mağara, vefalı ve hasbî
idi. Lüksü ve israfı olmazdı. Müdavimleri gibi mütevazı ve sade bir yapısı
vardı. Dünyevî mekân duygusu vermez, mânevî duygu ve düşünceler ihsas ederdi.
Ahır Dağı’nın dibinde nice yağmur boran gördü, karlar içinde kaldı. Yine de
“yeter artık, beni kendi başıma bırakın” demedi.
Mağara’mıza duhul ettiğimiz vakit
dilimiz, gönlümüz inşirah bulurdu. Safiyetini kaybetmemiş mektep çocuklarının
heyecanıyla koşa koşa giderdik her Cuma akşamı. İlk kim varmışsa ona
imrenirdik. İlk varan fikirli çayın suyunu koyardı ocağa, sonra gözü Mağara’nın
kapısında olurdu. Yemen seferlerinden ve gurbetlerden gelenleri bekler gibi
beklerdi dostlarını.
Mağara’mıza girdiğimizde dünyevî
düşünceler kapıda bırakılırdı. İlk gelenler sonra gelenleri selâmlardı. Önce
sükût edilir, sonra diline bakılırdı gelen dostların. Fikirli ve bediî ilk
cümle kimden sâdır olacak diye beklenirdi. Zarf atan ilk dost sohbet sofrasını
açmış olurdu. Fikirli zarflar peşpeşe atılmaya başlardı söz meclisinde. “Gök
kubbenin altında söylenmedik söz kalmadı” sözü Mağara’mız için söylenmişti
sanki.
Fikir ve gönül tâlimi yatsıyı
müteakip başlar, sabah ezanı vakti girince biterdi. Vaktin bitmesini istemezdik
Mağara sohbetlerinde. Mağara gecelerini çok severdik. Sohbetlerin üstüne hüzün
türküleri söylenirdi. Tasavvuf menşeli türküler çalınmaya başladı mı cezbeye
kapılır, vecde geçerdik.
Mağara’mızda dostluk ve dost yüzü
olurdu yalnızca. Her dost hem sükût eri, hem dildaştı. Her bir Mağara dostu
gönlümüze şifa veren, dostluğa güç katan, dostluk terini helâlinden döken ehl-i
dildi, yol oğlu’ydu, ilk göz ağrımızdı.
Mağara emzirdi bizi ilk kez ilim
ve irfânla. Mağara adam etti bizi. İslâmî aşk iksiri Mağara’da düştü gönlümüze.
Cezbeye kapılıp mâveraya kanatlanışımız Mağara’daki gönül tâlimiyle başladı.
Mağara’da yankılandı sesimiz dünyaya karşı. Mağara büyüklerinin dizleri
dibindeyken çıktı ikinci kuşağın bıyıkları. Çoğumuzun “sökük kalbi” tamir oldu,
kalbindeki kirler döküldü. Kalp ve dimağımıza yerleşen modernizmin putlarını
burada kırdık.
Ah, Mağara’mız! Seni çok özledik.
***
SİZİN DÜKKÂNINIZ NERESİDİR?
Üstadlar, “sorulunca konuşun” demişler. Gönlüme sürur geldikçe çokça kullandığım “Dükkân” yahut “Cuma Kapısı” ifadelerinin ne mânaya geldiğini soranların sayısı artınca anlatmak vâcib oldu.
“Aşıksızları gördüm ise, yolda kaldı / O sebepten aşk dükkânını kurdum ben işte” diyen Ahmet Yesevi Hazretleri gönül alışverişine çıkanlar için gönlünü ve dergâhını “aşk dükkânı” yapmış. Bu sebeptendir ki dükkân kelimesi nezdimizde muteberdir.
Herkesin gittiği bir dükkân vardır elbette. Alıp satılan şeyler farklı. Her dükkânda cem olunmaz, gönül alınıp satılmaz. Bu dükkân neresidir? Avamın dükkânı bakkal, kasap türündendir. Meselâ, Üsküdar'da bir "Attâr Dükkânı" vardı. Okuyanlar bilir ki orası âriflerin sohbet edip gönüllere şifa dağıttıkları bir dükkândı.
“Her dükkânın ayrı bir sanatı ve kârı vardır. Mesnevî yokluk dükkânıdır oğul. Kunduracıda deri olur. Terzide kumaş olur. Mesnevimiz vahdet dükkânıdır. Orada tevhidden başka ne görürsen puttur” diyen Hz. Mevlânâ’nın dükkân târifi bizim boyumuzu aşar, fakat dükkân fikrimizin en temel ölçülerinden biridir.
Şiirlerimizde gönül dükkâna da benzetilir. Bu mânada dükkânın merkezinde bir ehl-i dil, yâni bir ârif kişi vardır. Dolayısıyla böyle bir dükkânın mânevî merkezi ârif kişinin gönlüdür, gönlünden sâdır olanlardır. Dükkânı halkın ihtiyacı olan mal ve eşyanın satıldığı bir yer olarak bilenler dükkânı bu mânada bilemezler.
“CEVAHİR BAHŞEDEN DÜKKÂNI BULUN”
Erbabının şerhlerinden öğrendiğimize göre gönül dükkânı nefsi temizlemekle açılır. Kibir ve kin bu dükkânın kilididir. Bu kilidi kırıp açmak gerek.
Ulularımızdan Emir Sultan Hazretlerinin dediği dükkânı açıp bulanlar elbette bahtiyardır. “Açılmış dükkânlar kurulmuş pazar / Canlar mezad olmuş tellalda gezer / Oturmuş ümmetin beratın yazar / Cevahir bahşeden dükkânı buldum.”
Allah dostlarının dediği üzere cevahir bahşeden dükkânı bulmak lâzım. Fakir gibi daha ham olanlara şimdilik fikir ve gönül tâlim ettiren dükkân yetiyor. Anlatmak istediğim bu dükkândır.
Dükkânda birkaç zaman eğleşip sohbetlere dâhil olunca, yüzünüze karşı demezler ama kendiliğinden doğan bir sual içinizde kıvranmaya başlar: Fikir mi, gönül mü, yoksa ikbal mi istemeye geldin?
Dükkân ehlinin diline vâkıf olduysanız “fikir ve gönül” dersiniz. “Fikrin ve gönlün tâlibiyim” dediğinizde dükkânda bahtınız açıktır, seyr ü sülûkunuz devam ediyordur. Fikir ve gönül tâlimine tâlib değilseniz bir müddet sonra kendiliğinizden uzaklaşırsınız.
Müdavimler Bir Hocam’ın tâlipleri, yâni talebeleridir. Bir talebeye, “Dükkâna geleli kaç yıl oldu?” diye sorarsanız, vaktinin dolup mezun edileceği endişesiyle, intisap ettiği günden çok sonraki bir tarihi söyler ki Bir Hocam’ın (Bir Hocam iki kişidir) irşad ve sohbetinden istifadesi kesilmesin. Bundandır ki, Dükkânda mezuniyet yoktur.
Sâdık müdâvim olanların gönül kilidi dükkânda açılmış, kendim de dâhil ham gelip sabredenler dükkânda pişmiştir. Kiminin nasibine ilim ve şiir, kiminin nasibine gurbet ve dükkân bekçiliği düşmüştür bu mekânda.
KÂRDAN ZİYANDAN GEÇİLEN DÜKKÂN
Fikir ve gönül dükkânı müdavimlerinin gayeleri Yunus Emre Hazretlerinin “Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun / Assı ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun” sözünün istikâmetinde yürümektir.
Yürüyebilirler mi, muradlarına erebilirler mi? Allah bilir. Elbette bu mânada “Dükkânını yağma etmek” herkesin harcı değil. Çünkü tasavvufta “Dükkân” beden, nefis ve can mânasına gelir. “Dükkânım yağma olsun” sözü nefs-i emarenin, yâni bedenin Allah aşkı yolunda heba olmasını istemenin cezbeli hâlidir.
“Assı ziyandan geçmek” yâni kârdan ziyandan geçmek için bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde tâlim etmek gerek. Tasavvufta kâr-ziyan, dünyada kazandığı her şeyden vazgeçip nefis perdesini kaldırarak Allah aşkına ulaşmak isteyen dervişin bir mürşid-i kâmile biat etmesi, yâni onunla alışverişe girmesi ve nefsî varlığını atarak aşkla dolu gönlünü verip karşılığında mânevî değerler kazanmasıdır.
Gönülden ve muhabbetten vermeden olmaz. Zâhirî mânada nasıl karşılıksız bir şey alınmıyorsa mânevî âlemde de karşılıksız bir şey alınmaz. Yunus Emre Hazretlerinin söylediği mânada kardan-ziyandan geçmek şüphesiz çok derin bir seyr u sülûk ve amel işidir, haddimiz olamaz. “Al gider benden benliği / doldur içime Senliği” demek gerek.
ALIŞVERİŞİ FİKİR VE GÖNÜL OLAN DÜKKÂN
Ali Yurtgezen hocanın “Aşk Olsun!” yazısındaki Şemseddin Sivasî Hz. lerinin “Dükkân-ı anâsırda ettirme sivâ bey’in / Kurtar beni hüsrândan bâzârımı aşk eyle” mısralarının şerhi, dükkân kelimesine yüklediğimiz mânayı anlamamızı kolaylaştırıyor:
“Yâ Rab! (Beden denilen şu) unsurlar dükkânında alışverişimi aşk eyle. (Senin aşkından) başka şeyleri alıp sattırma. (Böylece) beni zarara uğramaktan kurtar.”
Bu şerh, fikir ve gönül tâlimi için bulundukları mekâna “Dükkân” diyenlerin maksadını ve duruşlarını tam tamına ifade ediyor. Dükkânın maksadı makam, mevki ve dünyalık ikbâl değil, muhabbettir. Dükkâncılar birbirine muhabbet eder. Dükkânlarını gönül evine çevirerek kar ve zarar düşünmezler. Her şeylerini yağma ederek varlıklarını Hakk’a vermek, yâni ”bedenden” vazgeçip “ballar balını bulmaktır” gayeleri.
Çünkü, “Bu dükkân’da yalnızca fikir ve gönül alışverişi olur, başka şeyler alınıp satılmaz” diyerek çıkmışlardır yola. Yunus Emre Hazretlerinin sözüyle “Virdi birlikden şarab kıldık dükkânı harab / cümlesini terk ettik assı ziyanımızı” demeye niyet etmişlerdir.
Ehli bilir ki “şarap” tasavvvufta “ ilahî aşk ve âb-ı hayat” mânasındadır. Dükkân ehli haddini bilerek kendisini “âb-ı hayat” mertebesinde görmez, bu seviyeyi menzil bilir ve bu gaye için Allah yolunda fikir ve gönül tâlimi yapar. Dükkân bir beden iken aşka, yâni hakikate götüren “şarap” olmuştur. Bu mânada dükkâna şarap içilen meyhâne de denilebilir. İçilen şarap fikir ve mâna şarabıdır.
Dükkânımıza “Cuma Kapısı” da denildiği için bu suali de sarahate kavuşturalım. Cuma, Kur’an-ı Azimmüşşan’dan hediye bir kelime. Toplanma, bir araya gelme, cem olmadır ki, buna toplu dostluk mânasını da katalım. Dinimizde Cuma gününün bir bayram olduğu buyrulduğundan, Dükkânda Cuma akşamları cem olunduğundan Cuma Kapısı da denilmektedir.
Bir dükkâncı için “Cuma Kapısı bu hafta açıktır…” haberi en sevindirici haberdir. Çünkü gönüllerde dem olmuş dost hasreti o gün vuslata erecektir. Bir dükkâncı için Cuma Kapısı’nın açık olmaması hayra alâmet sayılmaz ve o gün gönüllere zifiri karanlık ve elemlerin düştüğü gündür. Cuma Kapısı maddî mekân olarak kapansa da meşk edilen tâlim gereği gönül kapıları kapanmaz. Cuma Kapısı’nın “sırlanması”, yâni vaktinin dolup kapanması bilgisi dükkânın bâni ve efendisi “Bir Hocam’a” aittir.
HÂSIL-I KELÂM; BİR BÖLÜK DÜKKÂNCIYIZ…
İşte bu dükkânın vasfı ve vazifesi budur. Birinci kuşak için dükkân, fikir ve gönül, türkü ve hüzün, sohbet ve yârenlik arasında geçen bir ömürdür.
Her kim ki fikirli ve gönlü cezbeli değil, bu dükkâna lâyık değildir. Böyle bir dükkâna, “Bir derdim var bin dermana değişmem” diyenler, din ü millet ve fikir sancısı olanlar gelir.
Hâsıl-ı kelâm, bir bölük dükkâncıyız, fikir ve gönül tâlim ederiz. Âliyyülâlâ bir dükkâncı olmak dünyada bir saadet…
***
Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri
Bir Hocam ve Dükkânnâme,
Peygamber Efendimiz’in “Sevdiklerinize sevginizi izhar ediniz” hadisinden
ilhamla, mâsivadan arınmış bir yüreğin hüzün dolu nidâlarını, Bir Hocam’ın
yârenlik ve hasbihallerine doymak bilmez bir muhabbeti, ârif ve âlim
vasıflarıyla bânisi oldukları Fikir ve Gönül Dükkânı’nı anlatır.
Dahası, âhir ömrümde yazmak
istediğim “Bir Hüzünkârın Ömür Defteri” nin dibâcesi ve dağları eritecek,
suları yakacak bir samimiyetin kelimelere dökülmüş dostnâmesidir.
İkinci hayatım Bir Hocam’la
başladı. Gençliğini “kırık ayak adamı” olarak yaşamış bir fânî iken, Bir
Hocam’ın fikirli ve mânevî sohbetleriyle eski, yâni câhiliye hayatımı terk
etmiş, kafası ilme ve irfana susamış iki tarafı kesen bıçak gibi olmuştum.
Büyük kalp dostluğumun
kahramanları Bir Hocam’la, gönlümde ve zihniyetimde inkılâp yapan hayırlı
sohbetlerinde tanışmamış olsaydım kalp âfetlerine uğrar, kötü yollara düşer,
bedbaht olurdum. Beyâzid-i Bistâmi Hz.lerinin “Kimin üstadı yoksa şeytan ona
üstad olur” sözünü şiar edinerek, Bir Hocam’la ünsiyetimi cezbe ve azimle devam
ettirdim.
Amansız kış gecelerinin cam
kırığı soğuklarında gönül adamlığı üstüne sohbetlerini dinledim. Nice seher
vakitlerine kadar derûnî sohbetlerinden cezbe hâlinde geldim evime.
“İçeri” sohbeti ederlerdi de “İçeri” den uzun müddet çıkamazdım. Fikirli ve
bedîi yârenliklerinin neşvesinden mânevî sıkıntılarım yok olur, dünya
kirlerinden arınırdım. Meramımı sözle anlatamaz, “Dilâgâh Hocam” diye mektuplar
yazardım.
Yürek dostluğumuzun ilk
sohbetinde bin yıllık sızı ve fikirler taşıyan sözlerle cezbetmişlerdi. Yüreklerinden
sâdır olan sızılar mukaddes bir dâvanın ateşi gibi sarıyordu her yanımı.
“Dünyayı duvara asmak” ve mâsivaya eyvallah etmemek tâlimine ulvî sızı ile
başlıyorlardı. Hayatı sızı ve saf fikirle değerlendiriyor, bir ömrün başlangıç
ve bitişini bu iki mefhuma bağlıyorlardı.
Fikir ve gönül tâliminin
esaslarından olan Dükkân bir sızı, fikir bir sızı, yürek bir sızı, türküler bir
sızı, dost bir sızı, bu ülke ve millet bir sızı diyorduk her sohbetin başında.
Fikirli sızılarıyla dostlarına tâlim ettirdikleri sızılar birleşince Fikir ve
Gönül Dükkânı meydana geldi. Fikir, gönül ve meşrep birliğinin terkib olduğu
bir dostluktu bu.
Dükkân müdavimleri bu güzel
insanlara “Bir Hocam” diye hitap eder. Bu hitapta bid’at sayılabilecek bir
yüceltme düşüncesi yok. Onlara duyulan ziyadesiyle bir sevgi ve hürmetin
sembolleştirilmesidir. Âlim ve ârif şahsiyetleriyle, sabır ve hasbîlikleriyle
bu sıfata lâyıktırlar.
“Bir Hocam” makamı aynı mâna ve
hususiyetlere sahip iki hocama aittir. Yâni Bir Hocam hem bir, hem iki kişidir.
Sîretleriyle birbirine benzeyen iki hocamın mânevî unvanıdır. Bir mevzuda “Bir
Hocam” birincisidir, bir başka mevzuda “Bir Hocam” ikincisidir. Dükkân
haricinde “Bir Hocam” bir kişi olarak bilinir. Dükkân müdâvimleri bu makamı
hiyerarşik bir düzene oturtmazlar. Edep ve tevazularından dolayı bu makamı
kabullenmeseler de şâkirdleri onları böyle yâd edeceklerdir.
Müslüman Türk irfanını
hazmetmiş olanlar bilirler ki “Bir Hocam” makamı millet târihimizin her
kademesinde var olmuş, cemiyetin bütününe şâmil bir şahsiyet ve bugün de
herkese lâzım olan mânevî bir önderdir.
Milletimizin irfanî ve kalbî
terbiyesinde daima bu hususiyetteki zatların gayretleri var. Günümüzde de ilmî,
fikrî ve edebî faaliyetlerin başında bir bilge kişi yahut yaygın ifade ile bir
“hocanın” bulunması elzemdir. O muhterem insanlar ki fakirin ve diğer
şâkirdlerinin şahsiyetlerinde emekleri ziyadedir.
Bir Hocam’ın birincisi ehl-i
maarif, âlim ve de tam mânasıyla ediptir. Cümle Müslümanlar için kalbe ve ilme
faydalı kitaplar telif etmiştir. Bir Hocam’ın ikincisi dünyalık kitap okumayan
ve hurufatla meşgul olmayan ârif bir kişidir. Şâkirdlerinin seyr u sülûklarını
balık tutturarak tabiatla da sulh ve muhabbetli kılar. Dükkân ehli şair ve
edipler üstünde tasarruf sahibidir ve üstad şairlerin şiirlerini okutturur.
İdarecileri ve aydınları hicvetmek için alaylı, nükteli şiirler kaleme alır ki,
Defter-i Dükkân’a kaydedilir ve sohbet üstü olarak Dükkân hatibince ara sıra
okunur. Bu sâyede gönüller coşa gelir, sohbetlerin her ânı cezbe ile geçer.
Bir Hocam makam, mansıb dâvası
olmayan ilim irfan sahibi ve mütedeyyindirler. Vecd ü hâl sahibi ve kalb-i
selim zâtlardır. Nefislerini terbiye etmiş ve evvelinden nefs-i mutmainne
makamına ulaşmışlardır. Kalabalığı ve gösterişi sevmez, tenhayı, yâni halvet ve
hasbıhâlı severler. Kendi aralarındaki yârenlikleri kalbe ve gönüllere şifa
olup, hikmeti içinde gizli bedîi nüktelerine doyulmaz.
En temel gayeleri gönüller
yapmak ve kalbi yanık Dükkâncı yetiştirmek. Lisanları, yâni Türkçeleri vakarlı
ve tefekkürî olduğu kadar, pek nükteli ve şirindir. Cümle Dükkân müdavimlerinin
tek tek hâl-hatırını sorar ve gönüllerini alırlar. Sohbet ve irşadda gönülleri
gani olduğu gibi yedirip içirmekte ve ikramda da cömerttirler.
Dükkânın mânevî tasarrufu Bir
Hocam’a ait. Bundandır ki Dükkân dârül-menfaat değil, dârül-gönül ve dârül-a
man’dır. Dükkâncıların fikir ve amelleri İslâmca olup, meşrebleri melamî ve
lisanîdir. Kirli çağa karşı mütemadiyen dost hâlleşmesiyle sâlih bir insan
olmaya, Müslümanca bir yüreği kuşanmaya, nefsi bedenini yâni “dükkânını” yağma
etmeye çalışan âcizlerdir. Kaygıları “buğday” değil, “himmet” dir. Cuma günleri
Bir Hocam’ı görmek için Kulağı Kutlu Câmii sokağında saf olurlar. Onlar da
şâkirdlerine tebessüm ve yârenlik ederek söz ikramında bulunurlar.
Her Dükkâncının gayesi gönlünü
biraz daha parlatarak Allah aşkının yer bulmasına çalışmak ve Bir Hocam’ın
etrafında dilsaz olmaktır. Onların ilm ü irfanı sâyesinde alınları pak,
gönülleri cilalı, niyetleri hâlis ve işlerinde râzıdırlar. Birbiriyle bağları
siyasî ikbal ve nüfuz edinme maksatlı değil, kalbî ve hasbîdir.
İki nesil için de fikir ve
irfan saçan bir ocak olan Bir Hocam Dükkân ehlini hâlen irşad etmektedirler.
İkinci nesil, Bir Hocam’a yakîn olmaktaki marifet ve muhabbetleriyle, Dükkân
dilini ve âdâbını yaşatmaktaki azimleriyle daha şahbazdırlar.
Bir Hocam’dan neşet eden tarzla
Dükkân müdavimlerinde dil ve üslûp birliği vardır. Fikir ve gönül tâlimi bu dil
üzere yapılır. Modern, akademik ve aydın dili kullanılmaz. İrfan dilimizi ihya
etmek gayesi de taşıyan edebî dil ile sohbet edilir. Gönül ve fikir
tâliminden maksat, müdavimlerin ete kemiğe bürünmesi ve tefekkür gücünün artırılmasıdır.
Sohbet altı ve sohbet üstü
olarak tasavvufî manzumelerden bestelenmiş cezbe verici, vecde geçirici
türküler dinlemek, müdavimlerin baş usullerindendir. Türkülerin vehbî mânada
cezbe vermesi, hüzün, gurbet ve ıstırap unsurları taşıması gönül tâlimi için
şarttır.
Bu sebeptendir ki Dükkân
müdavimleri arasında daima bir Türküdar bulunur. Türküleri bazen hafî usul gibi
sessiz, bazen de kıyamî, yâni itidalini kaybedip kendinden geçerek dinleyenler
var.
Hülâsa-i kelâm, Bir Hocam
gönüldür, fikirdir. Dükkân onların gönül ve fikrinden doğan bir bedendir.
Dükkâncılar önce bedene alışma tâlimi yaparlar, sonra gönlüne…
“HOCAMIN KAPISI”
Ey azizan!
Ayasofya, BirNokta ve Yoldaki
Kalemler gibi edebiyat dergilerinde yazan şair ve Türkçe muallimi, fikir ve
gönül dostum Enver Çapar’ın “Hocamın Kapısı” şiiri yukarıda mensur dille
anlattığımızı manzum dille anlatıyor. Siz Dükkân ve hocamı bir de bu şiirden
gönlünüze koymaya çalışın.
“Kimisine sen yaz dedi
Kimisine sen gez dedi
Önce nefsi bir ez dedi
Biz kapıyı çaladurduk
Kimisine etti nazar
Dükkânına kurdu pazar
Ali alır veli satar
Biz kapıda bekler olduk
İnsanlardan kaçıp durdu
Tabiatta huzur buldu
Dünya onu fazla yordu
Biz kapıda eşik olduk
İncitme der Âdem’i
Yoluna serilen âlemi
Bırak gitsin kalemi
Biz kapıda bir yol bulduk
Hakikat ondan gördük
Rüyamızı erken böldük
Dünyamızı sözden ördük
Şol kapıda bir sır olduk”
DOST MÜJDESİ ALMAK
Ey azizan!
Tercümanım, fikir ve gönül
dostum Ferhat Ağca, fakire yazmış:
“İsmail hocam, Hasan abiye
yazdığı bir şiirinde ‘Sana baharın geldiğini söylemeliyim’ diyordu abi. Belki
biliyorsunuzdur ama ben de size Ali hocamın geldiğini söylemeliyim.”
Zevk ve meşrebim uyuşmasa da
(bilirsiniz ki fakir Hazret-i Fuzûlî kolundandır) Dîvân şairi Nedim, “Müjdeler
gülşene kim vakt-i çerâgan geldi” (Gül bahçesine müjdeler olsun, Çırağan sefası
zamanı geldi)”deyip kendinden geçmiş.
Tercümanım Ferhat’ın müjdesi de
dostperest yüreğime can suyu serpip şifa verdi.
Ehli bilir ki, tasavvuf
edebiyatında insanlara müjde veren semânın habercisi olarak görülür. Müjde
vermek gönül yapmaktır, dolayısıyla sevaptır. Gönlümü sıkan, yüreğimi daraltan
ruhsuz ve modern çağa karşı müjde verin dostlar müjde!
***
KÂŞGARLI MAHMUD'UN TÜRKLERİ
Ilık ve lacivert bir geceydi. Yeşil, mavi ve
erguvanî renkte çiçeklerin insanlara şifa verip tebessüm ettiği yazlık çay
bahçesinde Kâşgarlı aksakalla aynı masada sohbet ediyoruz. Birkaç yıldır
mülteci olarak yaşadığı Türkiye Türkçesini iyi konuşuyordu aksakal. Doğu
Türkistanlı ve doğma büyüme Kâşgarlı. Yetmiş beş yaşında dinç ve coşkulu biri şair.
İlim ve edebiyat çevresi onu çok seviyor, sohbetlere dâvet ediyorlardı.
Kâşgarlı aksakalın çay tiryakiliği çok hoş. Çay
semaverinin musluğundan onun çay bardağını doldururken fikirli keyfime diyecek
yok. Sektirmeden içiyor çayı. Buğday teni, kavruk ve kemikli yüzü, bembeyaz
seyrek sakalı ve başında Uygur Türklerinin millî başlığı “doppa” denilen kare
şeklinde el işi işlemeli, renkli takkesiyle sanatlı bir tabloyu andırıyor.
Aksakal elindeki çaya bakarak, “Çay, insana en
yakın hayvan at gibi insanın yakın dostlarındandır. Kâşgar’da bir de yeşil çay
var. Fakat ben gara çayı tercih ederim” diyerek, bitirdiği çayın tekrar
doldurulmasını söyledi.
Türkiye Türkçesini iyi öğrendiğini kelimelerinden
anlıyordum. “Yır” yerine koşma, türkü, manzume, şiir, gazel diyordu. Kent ve
balık yerine şehir, tağşut yerine şiir veya manzume, otacı yerine hekim,
tenrilig yerine dindar, eçi yerine ağabey, bakşı yerine hoca ve üstad, şastır
yerine eser, yağı yerine düşman, ilig yerine hükümdar diyordu. Şairin bizdeki
gibi yalnız şiir yazan bir edip değil, meydana çıkıp toplumu siyasî, dinî ve
tarihî meselelerle aydınlatan, çok yönlü içtimaî vasıfları olan ulu bir kişi
olarak târif ediyordu.
“Kâşgar’ı özlüyor musunuz?” dedim. Hüzünlendi. Ufka
ve göklere baktı, altında oturduğumuz çınar ağacının gövdesine dokundu. “Çok
hasretliğini çekerim Kâşgar’ın. Tenri Dağları’nın eteklerinde Kâşgar Nehri’nin
kenarına kurulmuş, Kızılsu ve Tümen nehirlerinin sularıyla bereketlenen şâd
olmuş bir şehirdir. Her gece Iydgâh Câmii düşüme girer.”
Bir şiirini okumasını istedim. Uygur Muhebbet
Koşakları (Aşk Şiirleri) adıyla yazdığı şiirlerinden bir şiirini okudu ve şiir
bitince gözlerinden yaşlar boşandı:
Kara çırağ altında uçar pervâne / Yârim senin
ışkında oldum divâne / Divâne olup inleyip, çalarım rebap / Gözyaşlarım yağmur
oldu yüreğim kebap / Ay yüzünü gördüğümde çekinip bakamam / Kaşlarını
çattığında güven miydin benden / Sana güvenim tamdır, umut kesmedim senden /
Sözünde durur yâr diye başkasına bakmadım / Sevgilim, seni var diye gidip
mahallende oynarım / Mahallende gözükmezsen sabaha kadar düşünürüm
“Kâşgarlı Mahmud’ın ilmî mirası ne durumda, Doğu
Türkistanlı gençler Divânü Lûgat’ît-Türk”ü okuyor mu?” diye sorduğumda sâkin
bir eda ile “Mahmud Kâşgârî atamız benim akrabam olur, hemşehrisiyim onun” deyince,
Aksakal benimle alay ediyor galiba, diye düşündüm. Fakat sonra bu düşüncelerim
boşa çıktı. Kâşgarlı Mahmud’a uzanan derin köklerinin bulunduğunu, onun mânevî
ve ilmî silsilesinin onikinci göbekten şâkirdi ve yazıcısı olduğunu anlattı.
Sohbet ilerledikçe aksakalın bir irfan adamı olduğunu anladım.
Anlattığına göre, Kâşgarlı Mahmud’un Türkçe dîvânı
Dîvânü Lûgat’it-Türk’ü yazıp bütün Horasan, Fars ve Arap illerine göndermesinden
ilham alınarak Kâşgar’daki yazıcılar ve aksakallar tarafından soylu bir gelenek
oluşturulmuş. Günümüzde yaygınlığı azalmış olsa da bu gelenek yüzyıllardır
devam etmiş. Kendisi de bu geleneğin son kuşak yazıcısıymış.
Bu geleneğe göre her yıl Kâşgar’ın birçok
beldesindeki yazıcılar Dîvânü Lûgat’it-Türk’den seçtikleri dörtlükleri ve bu
dörtlüklere yazdıkları nazireleri bir deftere kaydederek yörelerindeki
beldelerin aksakallarına teslim ederlermiş. Defteri alan aksakal kendisinin de
hazırladığı defteri gelen kişiye verirmiş. Bu defterlere yazılanlar, bütün safiyetiyle
İslâm’ı yaşayan Uygur Türk halkının toplandığı bir şölende defalarca okunurmuş.
Kâşgarlı Mahmud’un Karahanlı sülalesinden bir
şehzâde olduğunu, onun zamanında Kâşgar’ın merhametli, adaletli ve ilim sahibi
Türklerin yurdu hâline geldiğini, yazmış olduğu Türkçe lügatın yayılmasıyla bu
yurtların Türklerin ortak rüya görebildikleri büyük bir yurda dönüştüğünü, bu
yurtlarda yaşayanlara Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri dendiğini, bu dîvânın “Türk
Dillerini Toplayan Ulu Kitap” olarak yâdedildiğini anlattı. Anlattıklarından
cezbeye kapılmıştım. “Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri” ifadesinin anlamını sordum.
“Nereden başlasam, hangi faslını anlatsam size Kâşgarlı
Mahmud’un Türkleri menkıbesinin?” diyen aksakalın bakışlarında ve sesinde derin
bir hüzün oluştu. O ân’a kadar neşeli
bir dille konuşan aksakal kendi içine çekildi sanki. Yorgun ve yuvasının içinde
küçüldükçe küçülen hüzünlü gözleriyle yüzüme baktı ve sâkin bir dille anlatmaya
başladı:
Yalçın ve kara dağlardan düze inip şehir kuran,
ev, han ve medrese yapan, bitek ovalarda at yetiştirip buğday eken, Kâşgarlı
Mahmud atamızın Türkçe’yi yayarak Kâşgar’dan Horasan’a kadar şehirler kurmaya
ve medeniyet olmaya dâvet eden sözlerini baştâcı eden, onun merhametli
huylarını, adâletli davranışlarını sürdüren boylara Kâşgarlı Mahmud’un
Türkleri, bunların okumuş yazmışına da Kâşgarlı Mahmud’un Yazıcıları denir. Bu
adlandırma onun ölümünden birkaç asır sonra yapılmaya başlanmış.
Ceddimiz asırlar evvel kıtlık, kuraklık ve
kabilelerin birbirine düşmanlığıyla sebebiyle bozgun yıllar yaşamışlar. Bâzı
kabileler talan ve kapkaççılığa başlamış. Uzun yıllar bu topraklarda huzur ve
rızık kalmamış. Atalarımızdan anlatılagelen menkıbeye göre Kâşgarlı Mahmud
atamızın silsilesinden gelen şair bir bey varmış. O kişi söyledikleriyle bütün
kabilelerin kötü huy ve talanlarına son veren yürekli ve ulu bir şairmiş. Aynı
zamanda yüzlerce atlıları, sürüleri ve ekinleri olan biriymiş. Öyle kılıç sallayan,
ganimet toplayan bir bey değilmiş. Tenri-dem şiirleriyle halkına
er-dem ve yiğitlik aşılayan, gönüllerini âbad eden, rıza ile kendine
bağlayan bilge bir bey imiş.
“Kavim kardaşlar birbirinin yurdunu talan etmemeli
/ Karanlık dağlardan inip aşağı / Kâşgar Suyu’nun kenarlarına yayılmalı /
Karındaşlar birbirine bitişik olmalı / Bereketli ovalara inip Kâşgarlı Mahmud
atamız gibi ev ve medrese kurmalı / Yüreklerini Kâşgarlı Mahmud atamızın yüreği
gibi / Merhametli ve yumuşak kılmalı / Huyları ve töreleri onun gibi âdil
olmalı…”
Bu bey öyle bir beymiş ki, bir gün Kâşgar’ın çok
uzağında oturan bir obayı ziyarete gitmiş. Ona at sütü ve koyun eti ikram
etmişler. “Benim karındaşlarım da böyle at sütü içip, koyun eti yiyebiliyor
mu?” demiş. Obanın ileri geleni “Nerede o bolluk beyim? Buralarda kıran oldu,
halkımızın çoğu yoksul” deyince, “Ben karındaşlarımın yemediğini yemem,
içmediğini içmem. Götürün bu süt ve etleri obanızın yoksullarına verin!
Karındaşları açken tok gezen bey olmak istemem” diyerek oba halkına hediyeler
vermiş.
İşte bu bey şiirli nutuklarıyla göçebe kabileleri
il kurmaya, medenî olmaya dâvet etmiş. Bütün boyları Kâşgar ovasına toplayıp,
‘Burada yeniden il kuracağız, at, ekin ve koyun yetiştirip paylaşacağız’ demiş
ve Kâşgarlı Mahmud’un dâvasını âhir ömrüne kadar sürdürmüş.
O âsûde gecede Kâşgarlı aksakal kitaplarda
okumadığım birçok menkıbeyi tatmadığım bir dil lezzetiyle anlattı. Sohbetinin
tesirinden kurtulamadım. Aksakalı evine yolcu ettikten sonra, “bu menkıbeleri
bana niçin anlattı?” diye uzun uzun düşünüp tâbir etmeye çalıştım. Evimden,
fildişi kulemden, mağaramdan çıkıp güneşin doğduğu yerlere, yâni ceddimizin ilk
medeniyet diyarlarına gitmemi istediğine, Kâşgarlı Mahmud’un yazıcılarından
biri olmamı ima ettiğine yordum.
Ben değil miydim, merhametli yüreği olan Müslüman
Türk ecdadımın her yerde dilini arayan? Ben değil miydim, ceddimizin ve
dilimizin damarları nereye kadar uzanıyorsa oraya hicret etmeliyiz, diyen?
Cezbe hâlindeydim. Kafamı büyük düşünceler sarmış,
ateş basmıştı. “Gideceğim işte! Kâşgarlı
Mahmud atamızın yurduna hicret edeceğim, Opal’deki türbesine varıp diz
vuracağım, Kâşgarlı Mahmud Türklerinin arasına karışacağım” diyerek nâra
attığımı, etrafımdaki masalardan bana tuhaf tuhaf bakanların bakışından
anladım.
Ey azizan! Okuduğunuz bu yazı gönlümde demlenen ve
gerçek olmasını arzu ettiğim bir hayâlin mahsulüdür.
***
CAN KUŞUMUZU AHRETE UÇURACAK
NEFESİMİZ VAR MI?
Tasavvuf düşüncesinde kuşlar, uçmaları sebebiyle
cennetle dünya arasında irtibat kuran varlıkları sembolize eder. “Ruh kuşu”
mânasına gelen bir teşbihtir bu. “Ruhu kuş gibi uçmak” misâli bundandır. Bu
mânadan dolayıdır ki “can” kuş motifiyle ifade edilir.
Kuş, ruhun ölümsüzlüğüne kinayedir. Vakti
geldiğinde can, yâni ruh, kuş gibi ahrete uçup gider. Bir insan vefat ettiğinde
“can kuşu uçtu” denir.
Ali Yurtgezen hoca, kuşun “can” mânasına
geldiğini, bedene üflenen ilâhî soluk olduğunu yazıyor
“Tasavvufta kuş ile kastedilen muhteliftir. ‘Can’
yahut ‘ruh’ olabilir. Ağaç ‘beden’i, kuş ise bu bedene üflenen ‘ilahî nefha’ yı
ifade eder. Nitelenen beden ‘kafes’e, ruhun da bu kafesteki ‘kuş’a teşbihi
yaygındır. Cennetin tasvir edildiği bir hadîs-i şerif’te de müminlerin ruhlarının
‘yeşil kuşlar’ şeklinde cennet ağaçlarının dallarında tutundukları beyan
buyurulmuştur. ‘Başa kuş konması, Mecnûn’un başına kuşların yuva yapmasına
telmih olunabilir. Böylece ‘Senin başına kuş konmamış’ demek, o kişinin
aşksızlığına işaret olur. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri kuşun, husûsen de
güvercinin ‘kemâl-i efâl’ remzi olduğunun söyler. Yâni ki güvercinler ve
turaçlar Sâlih amellerdir, güzel işlerdir, hayır hasenâttır. Nitekim kuşların
nasiplenmesi dahi ağaç için bir sadakadır. Ağaca kuş konmaması infaktan
imtinadır, bencilliktir, aç gözlülüktür; uzamak, süslenip bezenmek hırsının
neticesidir.” (Gider idim ben yol sora, Gülbang dergisi, sayı: 4, 1999)
Niyazî-i Mısrî Hazretlerinin “Can kuşun her zaman
ezkârıdır vâridat / Akl u hayâlin hemân efkârıdır vâridât” mısralarını
okumadan, canın, kuş gibi bedenden zikir çekerek uçup gideceğini cezbeli bir
aşkla idrak edemeyiz.
Şerhini okuyalım: Vâridât (hatıra gelen, içe doğan
şeyler) her zaman can kuşun zikirleridir ve kulun gayreti olmaksızın gaipten
(Hak’tan) kalbe gelen mânalardır.
Her şeyden önce, Resûller Resûlü Efendimiz’in,
Uhud Savaşı’nda şehit olan Müslümanlar için “Allah’ın onların ruhlarını yeşil
kuş sûretinde şekillendirdiğini” buyurması, ruh kuşunu havasız, yâni ilahî
aşktan mahrum bırakan biz modern zaman insanlarına bir müjdedir, bir ümittir.
Ol vakit bugünden tezi yok, Hz. Mevlânâ’nın “Ey
ruh kuşu! Günahlarından temizlendin, nefsinin kafesinden kurtuldun, mâna
kanatların açıldı. Haydi, geldiğin yere, kendi vatanına doğru uç…!” sözünü dinleyip
hamlıktan olgunluğa, kuruluktan yaşlığa erişip can kuşumuzu ahrete uçurabilmek
için tâlim yapalım.
***
“YOL KESEN DÖRT KUŞUN” BAŞINI KESELİM
Modern zaman insanları olarak nefsimize yenik mi
düşüyoruz? Hırs ve makam içimizi mi kemiriyor? Kibir ehli miyiz? Bu suallere
samimiyetle “evet” diyorsak, yapacağımız ilk iş “Yol Kesen Dört Kuş”
menkıbesini okuyup ders çıkarmak…
Tasavvufî anlayışa göre, yol kesen dört manevi
kuş, insanların gönlünü yurt edinmiştir. Allah’a dost olmak isteyen insan
evvela onların başını kesmelidir. Böylelikle Hak yolunda engeller kalkmış olur
ve ruhun yolu açılır.
Yol kesen bu kuşlar kaz, tavus, karga ve horozdur.
Bunlar insanda dört huyu temsil eder. Kaz, hırstır. Horoz, şehvettir. Tavus,
makam ve kendini beğenmektir. Karga, insanda bitmek bilmeyen uzun emellerdir.
Dört kuşu birden kesmek her insanın harcı değil
elbette. İnsan-ı kâmillerin işidir. Nihayetinde her müminin yapması gereken
nefsini tezkiye, temizleme eylemidir.
Öyleyse er kişi olduğuna inanan herkes gönlünü
istilâ eden, kalp ve nefsinde hâkimiyet kuran bu dört manevi kuşu kesmeyi
denesin bakalım kaçını kesebilecek?
***
“HASTA ANNELER ÜLKESİ” NİN ŞAİRİ-3
Şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’nın “Hasta Anneler
Ülkesi” adlı şiirinde, Annesiz hayat, annesiz çocuk olmaz. Annesiz çocukların
hayatları çok acıklı ve hüzünlüdür. Anneli bir hayat şair için saadet
ülkesidir. Annenin dili dillerin en üstünü ve samimisidir. Annenin eli en
şefkatli eldir. Annenin kucağı, kalbin sıcaklığını taşıyan en merhametli bir
kucaktır. Annenin gözyaşı, Hz. Yakub’un gözyaşına denktir. Anneler gül kokusuna
benzer:
“Yüksek servilerin altında anne cenazeleri beklerken devler / Çocuk
hıçkırıklarıyla dolar, annesi ölen evler / Annem dönecek diye bekleye dursun
çocuklar / Dönmeyen annelere şahittir kabir başındaki serviler / (...)
Essalât-ı hayrın minen nevm’i müezzinle söyleyen anneler / Her geceyi gündüze,
dipdiri dualarla teslim ederler / O günlere erişecek gelinler eleğini duvara
asmış nineler / Bilirler ki birer birer koşacaklar çağrına, erlerine bile
danışmadan / Ey dağlar şahidi sizsiniz, hasta annelerin çağlayan kalbinin.”
“Hasta Anneler Ülkesi” şairinin yakıcı mısraları,
şaire Ayla Aydemir’in “Ben gidiyorum anne / Toprağını öpeyim / Sen de rüyama
gel beni öp / Mutlaka gel anne / Sen rüyama gelmeyince / Sol yanım acıyor anne
/ İşte tam şurası…” mısralarını kalbine düşürüyor insanın. Anneyi anlatan mısralar hiç eskimez
yüreklerde.
Anneyi anlatan şiirleri sırf sanat için yazılmış şiirler sayamayız. Ölünceye
kadar yüreğimizden silinmeyen bir nevi duamız ve mânevî kaynağımızdır anneye
yazdığımız mısralar. Şair Mehmet Narlı’nın annelerin kuşatıcı kalplerine dair
yazdığı mısralar bu mânada dokunaklıdır:
“Varlığın katıksız fısıltısı / Senden öğrendiğim
son büyük aşk / En çok annelerin tanrıyı anladığıdır / Son büyük aşktan
öğrendiğimse / Benim ve senin annesiz yaşadığıdır.”
Şair Memduh Atalay da “Hasta Anneler Ülkesi” nin şairi gibi yaşadığı anne
acısını “Anne Deyişi” şiiriyle dile getiriyor önce: “Ellerin bir melek büyüsü
gözlerin merhamet / Sesin bülbüllerde ağıtın bitmez anne / Her mevsim açan
güllerde ipek yüzün / Her sonbaharda kımıldayan sensin seher yunağında /
Kirlendim temizle beni anne temizle beni anne / Anne denen mabedin dışında
şimdi ben / Başımı okşayacak ellerine hasretim …”
Ve sonra şair Hasan Ejderha’nın mısralarını
iktibas ederek onun derdine ortak oluyor:
“Göz pınarlarımız ebedî vuslat yeri olan elest
bezmi’ndeki ayrılığın bir nişanesi olarak dünyadaki firaklarla seller gibi
akıyor: ‘Annem hasta değildi o zaman / Şimdi düşünüyor babam / Şimdi üzülüyor
babam / Ben de Ağlıyorum babam görmeden…’ Şair Hasan Ejderha dostumuzun dediği
gibi göstermeden, görülmeden ağlayarak biraz daha yaklaşıyoruz öteye. Her damla
yaş ‘Ne acı kaybetmek için sahiplik!’ diye haykırıyor. Omzunda yılların yükü,
verilmemiş hesapların korkusuyla baştan sona bir Fatiha bile okuyamayan baba,
melûl mahzun gözlerle, dünyadaki heyulaya buruk bir tebessümle bakarak,
‘Neyleyim, Allah’ın emri…’ diyerek teslimiyet pınarından içerken, oğlun
yüreğinde volkanlar patlıyor…”
İşte böyledir anne şiirleri… “Hasta
Anneler Ülkesi” nin şairi gibi yüreği annesine ayarlı herkes hayırla yâd
edilmek isteyen bir şair oğul olmak istiyorsa her gece birkaç mısra anne şiiri
kıraat etmeli…
***
“HASTA ANNELER ÜLKESİ” NİN ŞAİRİ-2
Şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’nın “Hasta Anneler
Ülkesi” adlı şiirindeki “ülke” bilinen ülkelerden mahiyeti çok farklı olan, bir
şair oğulun anne sevgisinin, anne ıstırabının ve hüznünün yaşandığı bir yürek
ülkesidir. Bu ülkede doktor, hemşire, hasta bakıcı olabilirsiniz. Fakat “Hasta
Anneler Ülkesi” nin şairi olmak zor.
“Oluruz” diyenlere şu suali sorarak başlayalım:
Yürekten ve merhametten yapılmış “Hasta Anneler Ülkesi” nin şairi olmak için
muamelenizle, fedakârlığınızla, sevginizle, merhamet duygunuzla ve yüreğinizden
fışkıran kelimelerinizle hazır mısınız?
“Hasta Anneler Ülkesi” nin doktoru, hemşiresi,
hasta bakıcısı olmak meslekî ve insanî bir vazifedir. Fakat “Hasta Anneler
Ülkesi” nin şairi olmak Veysel Karânî gibi özge bir oğul olmak demektir. Bütün
hasta annelerin acılarını sahiplenmek, onların hüzünlü kalbinin üstüne
kırkikindi yağmurları gibi gözyaşlarıyla yağmaktır:
“Hasta anneler ülkesinde çocuk olmaktan korkarım / Oyuncaklarımı ne ki annem
olmadan / Annem olmadan artık çocuk olamam ben / Ney gibi inleyen sesi annemin
/ Ah anne... Hep üzerimde olsun isterim ellerin / Türkülerin en acıtan yerinde
/ Sen gelirsin aklıma / Duaların kaplamalı varlığımı / Kanımı dondurmalı ikazla
bakınca gözlerin / Sözlerini takıp kulaklarıma yollar aşmalıyım.”
“Hasta Anneler Ülkesi” nin şairi, insiyakî olarak sadece evlâtlık vazifesini
yapan sıradan bir oğul değildir. Annesinin şahsında ülkesinin bütün annelerine
ağlayan, onların hasta hayatlarını paylaşan, ıstıraplarını yüreğinde hisseden
erdemli biridir:
“Hasta anneler ülkesinden gelmekten korkarım / Yanımda olmadan annem, çıkamam
hiçbir yola / Her şeye hasta annemin gözlerinden bakarım / Korkularım cam
kırığı, bir aşure tası kadar bereketli / Umutlarıma koşmalıyım, haykırmalıyım
sonra habbe habbe / Tesbihi araşınlayan parmaklarım akmalı zaman / Ezana yakın
bağdaş kurarak bekleyen babamın saçları / Karışmalı ruhumun derinliklerine
abdest ıslaklığıyla / Yayla yollarında bıraktığım çobanlığım / Ya da amele
çocukluğuma dönmeliyim belki / Ak çadırların kararan direkleri tarlalara
dönüşürken / Çocukluğumdan dönüşen adam bu mu, ürkek kaygılı / Hasta anneler
ülkesinin sakini, bu adam ben miyim”
Şair, hasta olan ve ölen annelerin çocuklarının duygularını da Türk şiirinde
ilk defa temiz bir Türkçe’yle son derece anlamlı bir bakışla tasvir ediyor.
Mevzuun tasvirlerinde, duygu ve düşüncelerinde asla fantezi ve ham hayâl
mısralar yok. Bütünüyle yaşadıklarımız ve hissettiklerimizdir. İçimizde,
komşumuzda, mahallemizde duyup yaşadığımız hayatın gerçekleridir:
“Nergiz toplamak için yürüdüğüm dağlar / Bir sümbül için tırmandığım kayalardan
ne kaldı / Ah çocuk olsam, sapasağlam olsa annem yanımda / Yürüsem kırlara
baharda, şimdi kitaplarda / Görmek ağırıma gidiyor tüm bunları, bu güzellikleri
/ Hasatı kalkmış harman yeri kadar yalnız kaldı yüreğim / Bir de kitaplarım,
öykülerim, şiirlerim / Elimde kalansa, hasta anneler ülkesindeki prensliğim.”
Şiir, hasta anneye yazılmış bir mersiye de değildir. Abdülhak Hamid’in
“Makber”indeki boğucu, yaradanına sitem eden, mevta olan sevgiliyi idolleştiren
ve bir ucu kapalı trajik simsiyah bir dünya yoktur. Hasta annesinin tam da
belli olmayan akıbeti ve çektiği acılarına rağmen, bağlı olduğu inançlarıyla
hareket eder:
“Na’şına salâlar biriktirir gök, ve toprak ve hasret ve çamur / Hamur pişmiş,
on bir ay kadar yakın sultana ve cana / Hangi yana doğrulup da baksa babam
sefil / Efil efil ezanlar eser minarelerden sabamakamı ve güneş / Diriliş ilk
ışıklarla yatak içinde leğene dökülür abdest suları / Annem kadar bir hüzün
yüreğime akar kollarından annemin / Benim yüzüm haykırır titreyen sesine,
sükûtun tersine bir ağıt / Kağıt kalem kadar soylu bir dimağ bölünen sesleri
arar / Yarar toprağı merhem, muhtaç bana şimdi toprak soğudu /Ağıdı kadardır
yüreği, anneyse okuyan beni.”
Hasta annenin varlığını şiirinde en mânalı duygularla
ifade eden şair için, Hazret-i Peygamberimiz’in buyurduğu üzere “Cennet
annelerin ayakları altındadır” ve eli öpülesi “Fâtıma anamız” gibi sevgili bir
varlıktır. Yerine göre “evin direğidir.”
“Hasta Anneler Ülkesi” şairine göre, insanlar içinde annenin varlığı Hz.
Havva’dan bugüne kalbiyle ve bedeniyle kuşatıcı, doğurucu, büyütücü bir özellik
taşır. Annenin varlığı şair için hayata tutunmanın ve yaşamanın en kuvvetli
dayanağıdır. Ona göre anne şefkatinin eşi benzeri yoktur. “Anne, şefkatin
mabedidir.”
“Çığlığı üşümüş anneler sıcak dualarla ısıttı yavrularını / Karnı burnunda
kurduğu hayâl gerçek şimdi / Aşermiş gibi yakın toprağa ve yaprağa ve ağaca /
Onca yalnızlığın sonunda kalabalık serviler uğuldar / Çocuk oluversem,
biliyorum annem taze gelin olacak / Salıncak, oyuncak hepsi emrime sunulacak /
Yeniden öğrenecek olsam da cüzü / Gecelerinden korktuğum gündüzü / Annemle
yaşamak vardı / Geçirdiğim güzel günlerin hepsi / Annem kadardı / Mevsimler,
annem hastalanınca kış / Annem iyileşince bahardı / Kanadı gözlerim, hadi sil
anne / Ben Afrika’yım, yüreğin Nil anne / Komşun olayım da gittiğin yerde /
Görünce orada beni bil anne / Şiirler söyledim, yazılar yazdım / Her telifimde
sendendir dil anne.”
***
“HASTA ANNELER ÜLKESİ” NİN ŞAİRİ-1
Bâzan bir şiir ve nesir tek başına bir mevzuu
kitap çapında ihata eder ve gayesine sonuna kadar sektirmeden yürür. Mevzuun
ana fikrini ve duygusunu en neşideli, en hüzünlü ve en kesif cümle veya
mısralarla ifade eder, okuyanın yüreğini ve dimağını çepeçevre sarar. Böyle bir
metni okuyan, mevzuun mâna, duygu ve hadiselerini kare kare yaşamanın hazzına
erer.
Şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’nın “Hasta Anneler Ülkesi” adlı şiiri bu
hususiyetleri bütünüyle taşıyan ve adıyla, mevzuuyla, mısralarıyla ilk kez
yazılmış bir şiirdir. Şair, daha önce ifade edilmemiş, birbiriyle bütünlük
içinde tutuk yapmadan, akıcılığını sekteye uğratmadan fikrin ve duygunun
âhenkli bir şekilde tecessüm ettiği hüzünlü bir şiir meydana getirmiş.
Şiir, hasta bir anneye yazılmıştır. Şair oğul annesiyle geçen çocukluğundan bu
yana hâtıralarını, duyuşlarını, hayata bakışını annesinin varlığıyla
bütünleştirerek anlatıyor. Şiir ustaları okuyunca takdir edeceklerdir ki “Hasta
Anneler Ülkesi” şiiri son zamanlarda yazılmış en yeni şiirlerden biri olup,
şiirdeki çağrışımlar ilk defa Hasan Ejderha’nın elemli mısralarıyla ifade
ediliyor. Şiirin gücü, ölümün yoklaması muhtemel olan ânları yaşayan hasta annenin
varlığı, şair oğulun yüreğinden fışkıran merhamet, sevgi ve hüzün yüklü mısra
kalıplarına dökülüşündedir:
“Hasta anneler ülkesinde yetimdir yüreğim / Üşüyeceğim anne baksana yüzüme /
Ellerim ve yüreğim ve aklım üşüyecek / Düşleyecek ne varsa düşledim / Şimdi
hasta anneler ülkesinde bir prensim / Dersim, annemin gözlerini ezber etmek /
Okumak ne varsa orada.”
Hz. Veysel Karâni’nin kavuştuğu bütün ihsan ve manevî dereceler hasta annesine
yaptığı iyilik sebebiyledir. Şair oğul, âdeta Hz. Veysel Karani gibi bütün
hayatını bakıma muhtaç hasta annesinin üstüne kuruyor. Hasta anne, şair oğulun
hayata tutunduğu kuşatıcı bir kadındır. O bakımdandır ki şair, hasta annesi
için bütün fedakârlıklara hazır bir mümin davranışı içindedir. Hasta annesine
bakmak, şair için her türlü dünya lezzetinden ve kendi hususi hayatından
önemlidir:
“Ankara’da bir hastane avlusunda / Biriktirdiğim göz yaşlarıma karıştırmak
okuduklarımı / Dilekçemi sunmak, uyuşan dizlerimden çekilen kanla / Canla başla
biriktirdiğim umutlarıma bir yenisini katmak / Haykırmak içimin derinliklerine
sonra / Annemin elinden öptüğüm duaların üstüne / Tüm bunların umutlarımı, göz
yaşlarımı koymak / Doymak, anne bakışlarının en derinine.”
Şair, “Hasta Anneler Ülkesi” başlığıyla çoğul bir çağrışım yaparak, ülkesinin
bütün hasta annelerini veya dünyanın her yerini kastetmiş de olabilir.
Duygularını keyfiyet ve kemmiyet olarak yalnızca kendi hasta annesi ile
sınırlandırmak isteseydi şiirinin adını “Hasta Annem…” şeklinde koyabilirdi.
Şiirde sıkça kullanılan “Ülke” kelimesi vatan, memleket anlamına gelse de,
şaire göre annelerin hasta olarak yaşadığı hüznün veya ölümün mukadder olduğu
bir süreçtir. “Hasta Anneler Ülkesi” başlığı dar mânada bir hastanedir. Fakat
şairin, yüreğini kanatırcasına kastettiği geniş mâna olarak bütün hasta
annelerin elem ve hüzün zamanını yaşadığı, sevgi ve merhametlerinden
ayrılamadığımız annelerin hasta olarak kaldığı bir mânada ağır dünya ezasına
tâbi tutulduğu acı çektiren zamandır. Şair, şiirin adıyla aynı zamanla bütün
anne ve çocukların sevgi üzerine kurulmuş bir hayata göndermeler yapıyor:
“Zayıf ferine aldırmadan gözlerinin, bebekliğimi görmek orada / Bir tebessümle
büyüyüp, aldığım şefkati iade etmek cömertçe / Mertçe yaptığım sokak kavgaları
dönüşü ve bir bisikletten düşüşü / Dizimdeki yara ile anneme sunduğum acıların
/ İleri ki yaşlarda çektiğim sancıların, anne şefkatiyle tedavisinin / Bedelini
öder gibi, sunmalıyım kat kat şefkati / Bayatî bir şarkıdan alınmış bir mısraı
ya da hüzzam bir faslı / Dinler gibi geçmeli çocukluğum gözlerimin önünden.”
Şair oğul, hasta annesinin başucunda ıstıraplı duygular yaşamaktadır. Yüreği
olan her insanı hüzünlere gark’edecek mısralarla bu duygularını ortaya koyuyor.
Hasta annesinin, bilemediği kaderi karşısında Kur’an-ı Kerim’in “Sizi hastalıkla,
belâ ile imtihan ederiz” âyetlerine ters düşmeden, fakat yer yer çocuk
zamanlarını hatırladığı son derece yüreğe dokunucu duygularla isyanları da
vardır:
“Hasta anneler ülkesinde ölmekten korkarım / Her yer soğuk donarım / Lakin
yüreği sıcak, ıpılık bakar gözleri annemin / Ninemin saçlarını mı almış ne,
apak / Korkarak bakışımdan, ben bile ürkerim, saçlarına annemin / Ninemin
gidişi gibi ele sallamakta beyazlığı / ‘Saçları ak olunca nine olur anneler /
Nine olunca ölür anneler’ diye bir söz duymuştum / Hayır! Ben uydurmuştum, yok
böyle bir söz / Öyleyse içimdeki köz, neden yanar habire.”
Şairin bütün yürek gücü annesinden neşet eder. Hasta annesiyle yaşadığı
çocukluk hâtıraları bir film şeridi gibi çarpıcı, anlamlı ve daha önce
söylenmemiş mısralarla dile getiriyor. Hayatındaki mutlulukları, sevinçleri,
üzüntüleri, yaşadığı çevreyi ve akrabalarını annesi üzerinden tasvir ediyor.
Her şeyi çok sevdiği annesinin eteğine tutunmuş, onun sıcaklığına sığınmış ve
hiç büyümeyen bir çocuk duygusuyla anlatıyor:
“Sedire uzanmış babam neden kaygılı ve üzgün / Dünyanın bütün anneleri hasta
gelir bana / Dayana dayana biriktirdiğim acılar ve sancılar / Birlikte saldırır
bütün azalarıma / Neden acı çekilince bitmez, dayandıkça birikir / Zikir çeker
dervişler gibi kaplar ruhumu cezbe / İzbe bir köşesinden odanın ağlarım göklere
ve yere / Annelere adanmış şiirler söylemeliyim ve bebeklerine hasret
annelerine.”
Şair oğulda mâzi bütünüyle annesinin kuşatıcı varlığıyla aynîlik kazanmıştır.
Şairin mâzisi, anne ve onun etrafında gelişen bir hayattır. Köyde, kırda,
bağda, bahçede ve tarlada annesi, kucağında yaşanılan bir sinegâhtır. Annenin
dili, eli ve gönlü hayatın her ânında bir çekim merkezi durumundadır. Şair, bir
gurbet hastanesinde hasta annesinin başındayken sık sık annesiyle birlikte
geçirdiği mâziyi hatırlar. Çok anlamlı ve ilk kez söylenilen destansı
mısralarla dile getirir annesi üzerinden görüp yaşadıklarını. Zaman zaman
annesinin hasta olmadan önceki neşideli yıllarına gönderme yapar, coşkulu
günleri arar ve hayata çocukça bir duyguyla sitem eder:
“Hasta anneler ülkesinde kalmaktan korkarım / Yakarım yarım kalmış bir şiiri
annemin hatırına / Annemin hasta kartına notlar alan hemşireyi / Kaç mısra ile
yazabilirim ki?/ İki satır reçeteyi on günde yazan doktoru ya da / Rüyada bile
olsa koşsaydım annemle, ayaklarını görürdüm / İşte o zaman annem de hürdü, ben
de hürdüm / Şimdi gördüğüm, varla yok arası ayakları annemin.”
Şairin annesine bağlılığında, Batılı toplumun hastalıklı ve bastırılmış “anneye
dönüş” psikolojisiyle benzerlik yoktur. Annesine olan sevgisinde ve onun
muhtemel yokluğunda hissettiği düşünceler İslâmî akidelere ters deği, bilâkis
inançlarına bağlıdır. Şiirinde, anneleri ölen çocukların duygularını
yansıtırken, varlığına bağlanılan bir insanın ölümü karşısında “hiçlik”,
“çırpınış” ve “çâresizlik” duygusu yoktur.
Duygularını mısralaştırırken ayağını yere sağlam
basıyor ve inanç merkezini kaybetmiyor. Annelerin ölümü ve ayrılığı karşısında
iki ucu açık bir sonsuzluk anlayışı vardır. Yâni çocukların, anneleriyle
ahrette buluşacağına dair sevinçleri mısraların zımnında mevcut. Şair, anneleri
ölen çocukları bu inançla teselli ediyor:
“Amin diyerek sonunda, öğrendiğim duaların hepsi anneme şimdi / Bir Hüseynî
şarkı gibi / Ağıtlar yakar annenin biri / Çalışmaz ayağı ölü ayakları gibi,
oysa yüreği dipdiri / Annem yatar başucumda, bakarım / Annemin yüreğiyle anneme
ağıtlar yakarım.”
***
KUŞ DONUNA GİRMEK
İslâmî veçhe kazandırılan Türk menkıbelerinde
velilerin, erenlerin gökte ve yerde kuş donuyla dolaştıkları anlatılır. Kuş
donuna girmek sûret olarak değil, mâna yönündedir. Değişik mekânlara, yüce
katlara, ulu zatların huzuruna, halkın arasına başsız ve ayaksız varmak
mânasına gelir. Ermiş ve ulu kişilere has bir hâldir.
Ahmed Yesevî Hazretlerinin turna kuşu donuna girip
Türkistan’ı bir uçtan bir uca dolaştığını manzum menkıbelerden öğreniyoruz.
Turna kuşu, Hazret-i Ali Efendimiz’in sembolüdür. Pir Sultan Abdal’ın
mısralarında icazlı bir şekilde ifade edilir: “Hazret-i Şah’ın avazı / Turna
derler bir kuştadır.”
Horasan erenlerinden Abdal Musa’nın “Ali oldum,
âdem oldum bahane / güvercin donunda geldim cihâne” ve Şah Hatayî’nin “Güvercin
donuna giren / Pervaz olup göğe ağan…” mısralarında Hacı Bektaş-ı Veli
Hazretlerinin kuş donuna girip mâna âleminde dolaştığı söylenir.
Şerh ustalarına göre, “Kuru idik yaş olduk ayak
idik baş olduk / Kanatlandık kuş olduk uçtuk elhamdülillah” mısralarında Yunus
Emre Hazretlerinin, şeyhi Tapduk’un kolunda mânevi yolculuğuna kuş donuna
girerek çıktığı anlatılıyor.
Sualimiz şu: Modernizmin ifsadından kalbi ve
dimağı lekeli olan bizler, modern câhiliye donundan çıkıp hangi kuşun donuna
girmeye tâlibiz? Don değiştirmeye, yâni Ali Hocam donuna girmeye cesaretimiz ve
tâlimimiz var mı?
***
EY İNSANLAR KUŞ DİLİ ÖĞRENİN!
Hz. Süleyman tahta geçtiğinde, yâni peygamberlik
ve hükümdarlık makamına çıktığında ilk sözü “Ey
insanlar bize kuş mantıki, kuş dili öğretildi!” olmuştur. Tasavvuf
âlimlerine göre, kuş dilinden kinaye peygamberliğini anlatmış oluyor ve Allah
ilminin yoluna işâret ediyor.
Kuş dilini bilmesi bir mucizedir. Bu sâyede
kuşların hislerindeki münasebetleri sezecek kadar uzaklardaki cüz’i şeylere
nüfuz edecek bir idrakle “uçma” ilmi
öğretilmiştir.
Tasavvufta kuşların her biri insan karakterlerini
temsil ettiği gibi, kuş dilini bilmenin bir başka mânası tasavvuf yoluna
girmektir.
Kuş dilinin sırrı Yunus Emre Hazretlerinin
mısralarında manzumlaşmıştır ki, modernlerin gözünde okumuşluğu olmayan
ninelerimizin dilinden ezbere okunurdu:
Şeriat
tarikat yoldur varana
Hakikat
marifet ondan içeri
Süleyman kuş
dilin bilir dediler
Süleyman var
Süleyman’dan içeri.
Pir Sultan Abdal’ın,
Bir kuş
gördüm ayakları çizmeli
Seyyah olup
şu âlemi gezmeli
Dört kitabın
her ismini yazmalı
Onu bilen bu
cihanı fark eder
Bir kuş
gördüm ayağında nali var
Kendisi bir,
iki tane dili var…
Mısralarında kuş sembolüyle Hz. Süleyman
kastediliyor.
Dîvan ve Tekke şiir geleneğini sürdüren Tanzimat
Dönemi şairlerinden asıl adı Ahmet Edip olan Harabî’nin mısraları kuş dili
üstüne duygularımı mest eder:
Bu sözleri
sanma her insan anlar
Kuş dilidir
bu Süleyman anlar
Bu sırrı
ârifan anlar
Çünkü
câhillerden pinhan eyledi.
Diyor ki: Kuş dilini, yâni mâna âleminin sırrını
ârifler anlar, avam bilmez.
Modern zaman insanları aşktan çok bahsederler
fakat “aşkın dili
kuş dilidir”
diyen ehl-i
irfana kulak vermezler. Kuş dilini bilen âşıkların gönül kuşunun dünya tuzağına
düşmeyeceğinden haberdar mıdırlar?
***
KUDDÜS KUŞU GİBİ MÜJDE GETİRİN,
KARA HABER DEĞİL
Dostlarımıza,
Ali Hocam’ın maddî gurbetten ne zaman döneceğine dair Kuddüs kuşu gibi iyi
haber getirin, müjde verin demiştik. Dostlarımız ise kara haber veriyorlar. İlk
gözağrım şair Hasan Ejderha dostumuz, “Hocam Gelmeyecekmiş…” başlıklı nâmesiyle
yüreği yaralı bu fakirin yüreğine su serpmek yerine, elem ateşleri atmış:
“Hocam
gelmeyecekmiş abi.
O
kadar emekle bir türlü kemalata ulaşamayan bizlerin acınası hâlini daha acınası
duruma düşürmemek için gelmeyecekmiş. Diğer taraftan “suyun öte tarafında
iş yok” sözünüzün aslının olmadığı, suyun öte tarafında, köyden gelip pazarda
yetiştirdikleri ürünleri satan teyzelerin, emmilerin umut verdiği müşahede
edilmiş. Eğer yolun o tarafa düşerse, suyun öte tarafında badem ezmesinden
ciğerin en hasına kadar türlü yiyecekler varmış.
Hocam
gelmeyecekmiş abi.
Hocam,
Selimiye Camii’nin yan sokağından, garp tarafında doğru yetmiş adım gidince
sağdan üçüncü sokağın başından sonra yedinci, sokağın öbür tarafından girilince
de kırkıncı ev olan evi satın almış ve oraya yerleşecekmiş. Eğer o tarafa yolu
düşen olursa, çerçevesi turkuaz, koyu yeşil kapı bu evin kapısıymış. Kemalata
erememiş bizlere o kapı açılır mı onu bilen yokmuş.
Hocam
gelmeyecekmiş abi.
Hep
payitaht da oraya buradan daha yakınmış. Ayasofya açılınca, dünyanın her
tarafından gelecek Müslümanlar saf tutunca, cemaatin tâ oralara kadar ulaşacağı
için, Selimiye’nin yanından safa durup Ayasofya cemaati ile namaz
kılınabilecekmiş.
Hocam
gelmeyecekmiş abi.
Burada
politikayı İslâm’ın helâl siyaseti sanan bizlere doğrusunu bir türlü
anlatamadığı için bizlerden umudu kesmiş.”
***
KUŞ KADAR AŞKIMIZ VAR MI?
Tasavvufta insana ait hâl ve kavramların kuş
sembolleriyle anlatılması edebiyatımızın güzelliğine derinlik kattığı gibi,
mâna dilimizi de derinleştirmiştir.
Tasavvuf şiirinde bülbül âşık, gül de mâşuktur.
Bülbül ilâhî aşkla yanan can ve ruhun timsalidir. Ten kafesinin içinde uzak
kaldığı ilâhî sevgilisi’nin, yâni gülün hasretiyle feryat eden, Allah’a ulaşma
arzusuyla yaşayan bir âşıktır.
İbnü’l Arabî Hazretlerinin, “Kuş Kadar Aşk”
sözleriyle “Hak âşığıyım” diyenlere sorduğu soru her âşığın altından kalkacağı
bir hâl değil. Mânevî ciheti çok ağır olan bu sualin muhatabı olacak mertebede
değilim ama, okurken cezbeye kapılırım:
“Yerde yatan kuşu düşünmem ben. Acıyla havalanan
âşık kuşun kalbine dalarım. Avcılar dişi kumruyu vurunca, bunu gören erkek
kumru kendi etrafında fır dönerek havaya iyice yükselir, gözden kaybolurmuş. En
yükseğe varınca kanatlarını kapatır, başını yere çevirir ve çığlıklar atarak
kendini yere bırakır sonra paramparça olurmuş. Ey âşık, bu bir kuşun
yaptığıdır. Peki, Allah aşkı uğruna senin tavrın nicedir?” (“İlâhî Aşk”
kitabından)
Şeyhülekber’in sualinden anladığımız şudur: Âşık
odur ki, Allah’ın ismini tesbih eden kuşlar gibi aşkında saf ve mert olandır.
Kendimize sormamız gereken şudur: Bülbül, aşkıyla
mâşukunu buldu, ya biz modern insanlar kaybettikleri mâşuklarını bulabildik mi?
“Kuş kadar aşkımız” var mı? Kuşun aşkı uğruna
yaptığı fedakârlığı yapacak bir gönle sahip miyiz?
***
PENCEREMİZE KUDDÜS KUŞU KONSUN
Yusufçuk Kuşu da denilen Kuddüs Kuşu iyiliği,
akl-ı selimi, irfanı, mâsumiyeti sembolize eder. ehl-i irfan, kumru ve güvercin
olarak da bilinen Yusufçuk Kuşu’na “Ya Kuddüs” diyerek öttüğü ve Allah’ın bu ism-i
âzamını tesbih ettiği için “Zikreden kuş” demişler. Kuddüs ismi; Allah’ın her
türlü hatâ ve eksiklikten tertemiz ve arınmış olması mânasındadır.
Bir gün Bediüzzaman
Hazretleri’nin penceresine bir kuş konar. Kuş, üstad hazretlerine dikkatlice
bakmaya başlar. Kumruyu bir mâna habercisi olarak görür. Kendisinden
dinleyelim:
“Dün, birdenbire bir serçe
kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz, uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur
oldum, Ceylan’a dedim: ‘Pencereyi aç; o ne diyecek? Girdi, durdu, tâ bu sabaha
kadar… Sonra odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah kapıyı açtım,
baktım, ‘Kuddüs Kuddüs’ zikrini yapan bir kuşu odamda gördüm. Gülerek, ‘Bu
misafir niçin geldi?’ dedim. Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de
okuyordum, ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakika
sonra geldim, o misafir kayboldu. Bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki: ‘Ben
bu gece gördüm ki, Hâfız Ali’nin kardeşi yanımıza gelmiş.’ Ben de dedim: ‘Hâfız
Ali ve Hüsrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek.’
Aynı gün iki saat sonra
çocuk, ‘Hâfız Mustafa’nın geldiğini, Risale-i Nur’un serbestiyesinin müjdesini
ve mahkemedeki kitaplarımı da kısmen getirdiğini’ söyledi. Acaba emsalsiz bir
tarzda hem serçe kuşu acip bir sûrette, hem Kuddüs kuşu garip bir sûrette gelip
bakmasının, sonra kaybolmasının ve masum çocuğun rüyası tam tamına çıkmasının,
Risale-i Nur’un Hâfız Mustafa gibi bir zâtın eliyle buraya gelmesinin aynı
zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki, bir beşaret-i
gaybiye olmasın?” (Emirdağ Lâhikası, “Burdurlu Hâfız Mustafa’ya Hitabdır”
bölümünden)
“Kuşlar gibi
tevekkül içinde olmak”
Kuşların hallerinden bu mânayı çıkaran Bediüzzaman
Hazretlerinin yaşadıkları, irfan medeniyetimizin zemini olan tasavvufta kuş
motifinin niçin çok yer aldığını anlatmaya yeter. Çünkü kuşlar, ötmesi ve narin
yapılarıyla müminler gibi zikreden yaratıklardır. Elbette bu benzetme maddî
değil, mânevîdir. Kuşlar, rızkına râzı olan, nimette fazlasını aramayan,
dolayısıyla dervişler gibi mütevekkildir. “Kuşlar gibi tevekkül içinde olmak”
sözü bundan kinayedir.
Resûller Resûlü Efendimiz’in, “Sizler Allah’a gereği gibi tevekkül
etseydiniz, sabahleyin aç çıkıp akşamleyin tok olarak dönen kuşu
rızıklandırdığı gibi, elbette sizi de rızıklandırırdı” buyurması, tasavvufî
cihetiyle kuşların rızıklarının kendilerine gelmesini beklemediği, rızıklarına
kendilerinin gittiği mânasına gelmektedir.
Dua edelim de penceremize Kuddüs Kuşu konsun; Ali Hocam’ın geldiğini
müjdelesin.
***
ŞİİRİMİZ KUŞ ŞİİRİ
Kuş sesinden rahatsız olanı duymadım. Çünkü kuş,
at gibi faydalı ve mânen insan gönlüne en yakın varlıklardandır. Sofralarımıza
yalnız kuşlar dâvet edilir. Milletimiz
kuş motifini hem menkıbevî, hem de bir canlı olarak çok sever. İsrâ sûresi 44.
âyetinden çıkarılan tasavvufî yorumlardan kuşların kendi dilleriyle Yaradan’ı
tesbih ettiklerine inanmış ve gönülleri hep kuştan yana olmuştur.
Bu ulvî anlam dünyasından dolayı tasavvufî
şiirimizde, hikâye ve masallarımızda kuş sembolü çokça işlenir. Tasavvuf
edebiyatımız bir baştan bir başa derviş veya sâlik mânasında kuş teşbihiyle
doludur.
Kültürümüzde en çok kuş motifli dinî kıssa,
hikâye, masal ve menkıbeler yer alır. Müslüman ceddimizin menkıbe ve
hikâyelerinde, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Dönemi’nin bir kısım ediplerince
edebiyatımıza sokulan kurt motifleri yoktur. Kimse birkaç göbek önceki
nenelerinin, dedelerinin dilinden kurt motifli dinî bir kıssa ve hikâye
duyduğunu söyleyemez.
Dîvan Şiiri’nde kuş mazmunu hayli zengindir.
Bülbül, Hüma, Anka, Simurg… "Pâdişâhın kolunda gezip, onun elinden yem
yiyen doğan kuşu" olarak adlandırılan Kanûnî döneminim şairi Hayâlî’nin
“Etmezem gülzâr seyrin bülbül-i şeydâ gibi / Meskenim Kâf-ı kanâ'at olalı 'Anka
gibi” beyti, sembol dünyamızda yer alan kuş mazmunlu şiirlerden biridir.
Dünden bugüne gönlü merhametle demlenen
şairlerimizin kuş üstüne mısraları yüreğimin üstünde çokça kanat çırpar.
Bahaettin Karakoç’un kuş üstüne yazdığı “Avcı kuşlar yanlarında azık taşımaz /
Her yerde rızkları karşılar onları / Kış geceleri içime çekilince hayâller
kurarım / Arada bir konuğum olur dostum Puhukuşu / Bilgece büzülüp düşünür,
dinlerken başını sallar” mısraları dilimden düşmez.
“Davet ettik Yunus’u / Soframız kuş sofrası” diyen
“Kuş şairi” Ali Akbaş’ın “Kuşlar geçer katar katar / Katılır ben de giderim /
Kolumu kanat ederim” mısralarını çokça okurum.
Bir zamanlar kuşlara tüfek çeken avcı bir şair
iken, “kuş şairi” olmayı hak eden Hasan Ejderha’nın kuşlarla dost olmak,
onların gönüllerini almak için yazdığı mısralar kuş şiirimizin en dokunaklı ve
sanatlı misallerindendir:
“Bakışların kuş olsun çocuk / Seninle kuşları
konuşalım / Ben küçükken yavrum / Çok kuş yuvası bozdum / Bu yüzden konuşalım
seninle / Bak dinle / Seninle kuşları konuşalım / Koşalım sonra dağ-taş / Yavaş yavaş yapalım /
Yuvalarını kuşların / Bakışların kuş / Yuva olsun kaşların / Çocukların
cümlesine / Kuş diyelim seninle / Belki de kuş olur / kanatlanır bütün çocuklar…”
mısraları irfanımızda kuşun, sevgiyi de aşarak sembol dünyamızda ne denli yer
ettiğini gösteriyor.
Onun şiirlerinde kuş sembolü son derece zengindir.
Yüreğinin bir parçasıdır kuş: “Çocuklar ülkesidir bir yanım / Bir yanım kuşlar
ormanı…”
Kuş sembolünü çocuk diliyle konuşturan mısralar
ilk kez onun şiirlerinde yer almıştır:
“Kuşlar çamaşırlarını nereye asar? / Ağaçlarda mı
uyurlar geceleri?” mısralarıyla çocuğun iç dünyasında duyarlı kuş hayâlleri
oluşturarak kuşlardan affını dileyen bir şairdir o.
Hâsılı, millet olarak kuşu sever, gönlümüzle bir
tutarız.
***
YÜREĞİM YUSUFÇUK KUŞU
Gönlümüzü iyilik ve merhamet yönünde tâlim ettiren
şu kıssayı milletimiz çeşitli veçhesiyle sevmiş ve şifahî kültürümüzün en çok
anlatılan hikâyesi olmuştur.
Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya atılırken
kumru kuşu olanları yüreği kanarcasına görüyor ve zâlim kardeşlerin büyüğünün
“Yusuf’u tutun kuyuya atın” sözünü duyuyor.
Dinî kıssaların içinde kuyu vak’ası olarak
adlandırılan bu hüzünlü vak’ada Hz. Yusuf’un mâsumluğu ve mazlumiyeti sembolize
edilir. Zâlim kardeşin dehşet veren sözü
kumruların dilinde insanlar yaşadıkça ibret olsun diye söylenegelir.
Müslümanlar içinde Türkler kumrulara “Yusufçuk Kuşu” demişler. Kumrunun, yâni
güvercin etinin dinen olmasa da yürek safiyeti yönünden haram olduğuna
inanmışlar.
Yusufçuk Kuşu hikâyelerini dinlerken duygulanırım
hep. Duymayanlar için anlatmak istiyorum:
Üvey ana elinde Yusuf adlı bir çocukla ablası
varmış. Evden uzak yerlerde koyun otlatırlarmış. Bir gün oyuna dalmışlar, akşam
olmuş ve koyunlar kaybolmuş. İkisi de analık korkusundan “Allah’ım bizi ya taş
et, ya kuş” demişler. Koyunları ararken birbirlerini kaybetmişler. Hem kardeşi
Yusuf’u, hem koyunları arayan abla dağ tepe durmadan haykırmaya başlamış: “Yusuf
koyunları buldun mu...?”
Yürekleri dağlayan bir nidaya dönen bu haykırışla
sabah olmuş. Otlakların bir yerinde Yusuf’u ve koyunları birer taş olarak
bulmuş. Abla da kederinden kuş oluvermiş. İşte o hüzünlü zamandan beri kuş olan
ablanın haykırışı hiç kesilmemiş. “Yusuf, koyunları buldun mu?”
Evimin balkonunda ne zaman bir Yusufçuk Kuşu
görsem, Necip Fazıl üstadın “Yusufcuk Hikâyesi” aklıma gelir ve yüreğimi ulvî
bir hüzün sarar:
“Benim ismim Yusuf... Bu ismi bana bir kuş taktı.
Ağaçlık bir yerde oturuyordum. Öylesine dertliydim. Kulağıma bir ses geldi:
‘Yusufcuk, Yusufcuk!’ Ses bana doğrudan doğruya ‘Yusufcuk’ diye hitap
etmiyordu. Dünyada ve benim hâlimde kim varsa her birini ayrı ayrı öz ismiyle
çağıran bir ses: ‘Mehmetçik! Ayşecik! Osmancık! Sonradan bana bu kuşun
‘Yusufcuk’ ismini taşıdığı söylenince, öz adımı tanımaz oldum. Yusuf bendim.
‘Yusufcuk! Yusufcuk!’ Annemi öldürmeye gidiyorum, kuş yolumu kesiyor: ‘Sakın
ha, sakın ha!’ Ne kadar cinayet ve maddî ne çapta perişanlığım varsa muhasebe saatinde
kuş hazır:
‘Çok yazık, çok yazık!’ İçimden bu kadar merhamet,
niyaz ve ihtar tüten bir ses işitmedim. Üç heceli ve her mânaya yatkın bir
çığlık: ‘Gel etme, gel etme!’ Bir parçam, öbür parçamın dizilerine kapanıyor ve
ebedler boyu ağlamak istiyor. Kuş hemen tepemde: Hep ağla, hep ağla!”
Bundandır ki âhir ömrümde saraylara pâdişah değil,
gönüllere Yusuf olmak isterim; dağda kurt değil, kuyu başında Yusufçuk kuşu
olmak dilerim.
***
“GÜNDE BEŞ VAKİT ŞAİR” OLMAK
Şair Memduh Atalay, Türk’ün ruh
köklerini inşa eden Anadolu mutasavvıflarının risâleleriyle hâlhamur olunca,
mısraları hem mazrufuyla, hem edebî zarfıyla kalp ve dimağı bir iksir gibi
kuşatıyor. Sivas’ın türküleri gibi vecd ve hüzün üzere kelimeler devşirince
yürekten, “Günde beş vakit şairim ben” demeyi hak ediyor.
“Günde beş vakit şairim ben” mısraı İslâm’a olan aidiyetin istiğrak hâlindeki
ifadesidir. Şair, hâl ehli olunca “günde beş vakit” şiirle hemhâldir. Bezm-i
elest’ten sonra kendini dünyada gurbetçi bildiği içindir ki şiirin, yâni
“bilme, tanıma, anlama” yolunun tâlimini yapmaktadır.
Şairin tâlimgâhı Şemsi Sivasî ve Sivas’ın yirminci asırdaki fikr ü irfanı,
mürşid-i kâmili, gönüller yapıcısı Gavs-ı âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak
Sivasî Efendi gibi şiirin künhü olan kapılar olunca elbette “günde beş vakit
şairim ben” diyecektir.
“Günde beş vakit şair” olmanın kaynağı, günde beş vakit okunan ezandır, günde
beş vakit kılınan namazdır. Dinimizde bu “vakitler” Müslümanın yerine getirmesi
gereken vecibeler olmasının yanında şuara ve üdebâ sınıfından olanların da kalp
kulağını açık tutup yöneldiği, şiirine çağrışımlar topladığı ve mâveraî
hakikatlerden içine ilhamlar doğduğu ânlardır. Şair dolayısıyla bu “vakit”lere
bağlı bir “hâl” içinde mümin olma vazifesini aynı zamanda şair olarak da yerine
getiriyor. Şairliğinin gücü ve şiirinin ilham kaynağı bu “vakit”lerdedir.
“Günde beş vakit”, mümin için olduğu gibi, şair için de mâsivadan uzak, şuurun
en açık ve kalbin en cilalı bir ayna olduğu vakitlerdir. Bu “vakit”lerde kalbe
ve dimağa yansıyan ilhamlar kesbî değil, vehbîdir. Daha alt dereceden söylemek
gerekirse, bu “vakit”lerde şairin derûnuna denî ve şeytanî ilhamlar gelmez.
“Vakit”, mâzi ile istikbâl arasındaki zaman aralığında insanın içinde bulunduğu
ândır. Gönül dünya ile meşgûl olunca vakit dünyadır, yâni “denî” bir zamandır.
Gönül, ukba ile meşgûl olunca vakit de ukba olur. Öyle ki, insana gâlip gelen
“hâl”, insanın içinde bulunduğu vakittir. “İbnülvakt”, yâni vaktin oğlu, içinde
bulunduğu âna göre mânevî olanla iştigâl edendir. Şair de “ibnülvakt” olmanın
gayretiyle “Günde beş vakit şair”liğini bu istikamette ilerletmeye çalışıyor.
Şair, mâna âleminden topladıklarını terkipleştiren, kalp ve dimağı bütünüyle
aşka kesilen bir ehl-i dildir. Anadolu’nun yanık yüreğine dair heybetli
şiirlerin sahibidir: “Ben yufka yürekli çoban, Osmanlı çıbanı / Senin atladığın
sayfalarda bir soruyum / Ben bir suyun yanan ıssızlığında / Yetim topraklara
akarım, şair gönüllere / Öperim her gece yıldızların alnını...”
“Sen, Ben, O, Biz Hafız” şiiri onun beş vakte ayarlı şair olduğunun
delâletidir. Beş vaktin çağrısından uzaklaşan Müslümanların dünyalaşmasına
dayanamayan vicdanını cemiyetle birlikte âdeta sorgu kapısındaymış gibi
konuşturur: “Kıravatlı bir işgal minberde başlamışken / Ağlayan bir Cuma ne
söyler sana hafız / Melek miydi aradığın, kaçtığın melek senin / Yakanda
Osmanlı tuğrası kanatır içini hafız / Yenilgi budur işte, uzak kalışın özrüdür
/ Sesin sana döner kalbin hesap görür hafız / Eşya bir kötü baykuş haberi
karadır hafız / Hurmalıksa hicretin, yüreğin yaradır hafız / Ellerin uzanırken
kadîm memnu meyveye / Seccaden dürülür yüzünde tırnak yarasa hafız / ‘Ben de
sizden biriyim’ demekle olunmaz ki / Çeşmende tuzlu su, bitmez susuzluğun hafız
/ Her sahiplik yeni bir köleliğin resmidir / Bedeli hâlâ enkazda ışıldayan
aşktır hafız / Bir kez Allah dese aşk ile lisan hani yaprak gibi / Bir Ömür
demeden denmez denmez bir Allah hafız / Gönül kârda dil yârde yenilgi içte
hafız / Biz aşkı kaybetmiş mücrim kullarız hafız / Şehir yıkanır sâla ile
üstümüzde dünya kiri / Dar zamanda dar yerde kirli gideriz hafız / Oyuncaklar
çoğaldıkça ağlayan kalbin senin / Ebedilik mi oyun mu suda kaybolan iz hafız /
Bunca varlık değil mi, gönlün gitmeyen darlığı / Yunus nice derviştir, Ethem
nice sultan hafız / Bir gölgelik yolculuk sırrı paslanmış ayna / Emaneti
değiştin bir anlık bir oyuna hafız / Nasılda benzedin kuruyan bir ırmağa /
Sende yaralarımı kanatmaya geldim hafız / Güvercinler gözyaşını konar câmi
avlusunda / Mağarasında kokar ölüler sen, ben, o, biz hafız.”
Türkmen atalarının geleneklerinden tevarüs eden cezbeli mizacıyla her ehl-i
ilim ve ehl-i irfanın kapısında diz çöküp mâna ve hakikat yolunu soran vecidli
bir fikir adamıdır. Sivas’ın tarihî kimliği, hüzünlü türküleri onun şahsında
tecessüm eder. Dilinden dökülen her kelimeyi işittiğimde, Selçuklu sultanlarına
ikametgâh olmanın verdiği tarihî cerbezenin yanında Moğol haramîlerinin
zulümlerine muhatap olmuş Sivaslı bir alpereni dinlemiş gibi olurum.
Çabucak kanarım onun celâdetli belâgatına ve üslûbuna. İslâm tasavvufunun
imbiğinden geçmiş şiirli konuşmalarıyla onda ehl-i beyt’e bağlılığın izlerini
görürüm. Onunla dili dilimden, dini dinimden, özü özümden bir Müslüman Türk
insanıyla kucaklaşmanın hazzını yaşarım her defasında.
Benliğimi sarıveren ve yücelerden seslenen celâlli bir şairdir çok zaman.
Bâzan, Sivas’ın pîrleri gibi geçmiş zamanlara götürür insanı. Kimi zaman yakın
tarih halk âriflerinin hâtıralarını naklederek, Anadolu insanının vicdanında
yara açmış devletlûnun millete yaptığı zulümleri hafızama nakşeder.
***
MARALLAR OYMAĞINDA
BİR CEYLANLA OTURUP AĞLAYAN ŞAİR
Marallar oymağında bir ceylanla oturup ağlayan
şairin hikâyesini bilir misiniz? Geçmiş aşk çağlarından bir hikâye değil,
şimdiki zamanda yaşayan şair Hasan Ejderha’nın mâna olarak yaşadığı, sonra “Marallar
Oymağında Bir Ceylanla Oturup Ağlamak” adıyla mısralara döküp inşirah bulduğu
bir ceylan aşkının hikâyesidir bu.
“Çok göresim geldi ay ceylan seni” diyecekti şair.
Hıçkırarak ürkek ceylanın boynuna sarılacak, elleriyle zarif yüzünü okşayacak,
yüreğinden sâdır olan gözyaşları ceylanın sabî yüzüne damlayacaktı. Ürkek ceylanın
lâl olan bakışları şairin yaralı yüreğini daha da kanatacak ve "vururlar,
vururlar seni ah ceylan!" diyerek ağlayacaktı.
Şairin marallar yurduna gitmek için tâlim yapması
Yeryüzünde kirli insan medeniyetlerinin ulaşmadığı
uzak dağların ardındaki sahralarda zâlim insanoğlundan ayrı bir başına marallar
oymağının yaşadığını atalarından dinlemişti şair. Yaratılmışlar içinde temiz
fıtratlarıyla kötülük düşüncesini bilmeden yaşayan marallar oymağının sevginin
ve paylaşmanın yürürlükte olduğu yurduna hicret edecekti.
Ceylan masumiyetindeki çocuklara savaş açan
kötülerden uzaklaşarak alıp başını gidecekti. Görklü bir hayat süren maralların
hayatına katacaktı şair yüreğini. Irmaklardan su içecekti ceylanlarla. Pak
kalpli insanlığı katleden kıyıcı ve aşksız insanlardan kaçarak marallar
oymağının konuğu olacaktı.
Bir zamanlar ceylan derisi kaplı kitaplar aşkına
yazmış olduğu "Biz ceylan derisi kitapları kokladık" şiiri yüzünden
kendini helâk etmiş, kırk kere nâdim olmuştu şair. Ceylanlardan af dilemek ve
yok edilen merhamet hissini marallar oymağındaki bir ceylana anlatmak için
gönül tâlim yapıyordu. Rüyalarına giren
ceylanla oturup pak kalpliliğe dair söyleşecekti yürekten; bezm-i elest’te
verilen sözün üstüne ağlaşacaklardı. Kalbini ceylanla arıtacaktı. Rüyalarını
anlatacak ve şiirlerini okuyacaktı hüzünlü diliyle. Marallar oymağı şairi
dinlemek üzere saf tutacaklardı ürkek ve zarif duruşlarıyla.
Şairin marallar oymağına konuk kabul edilmesi
Diz çökecekti bir ceylanın önünde; “Kaçma ürkek
sultan, zarif sultan / hasret kokan şiirlerimle geldim sana, ay ceylan” diye
gözlerine bakacaktı. Ceylanın ürkek ve sabî gözlerinden gözyaşları döküldükçe,
şair tutamayacaktı kendini, hıçkırarak ağlayacaktı. “Ay ceylan, yüreğimle
geldim sana / kötülerden kaçıp senin cemâlinde aşk bulmağa geldim / Yüreğimi
kavî kılmaya, pak kalpli aşklarda pişmeye geldim / sende beni bulmak için sana
geldim ürkek sultan, zarif sultan” diyecekti. Şairin dilinden dökülen mısralar
marallar oymağının yüreğini saracaktı. Onu konuk edecek ve kendilerinden
sayacaklardı. Bunun üstüne şair marallar oymağına şiirler okuyacaktı bir daha.
Şairin maral ana efsanesi’ni anlatması
Af dileyecek, dostluklarını talep edecekti şiar. Kardeşliklerinin
sembolü olarak onlara Ana Maral Efsanesi’ni anlatacaktı: Düşman kabile
tarafından bütün fertleri yok edilmiş bir kabilenin mensubu bir kızla bir
oğlanın yaşadığını gören düşmanlar onları da tam öldürmeye karar verirken, maralların
ulularından Ana Maral çıkıp gelerek çocukların serbest bırakılmasını ister.
Düşman kabile reisi: “Ne yapacaksın bunları?” diye sorar. “İnsanlar ikiz
yavrumu öldürdü, bu çocukları evlat edeceğim, bunları emzirmek istiyorum.”
Düşman kabile reisi: “İyi düşündün mü? İnsan
yavruları bunlar, büyüdükleri zaman senin yavrularını yine öldürürler.” Maral
Ana: “Hayır, büyüyünce benim maral yavrularımı öldürmezler, onların anaları
olacağım, onlar da benim çocuklarım olacak, insan öz kardeşlerini öldürür mü?
Onları kimsenin bulamayacağı uzak bir ülkeye götüreceğim, serbest bırakın bu
çocukları, memelerim dopdolu, sütüm öldürülen yavrularım için ağlıyor.”
Maral Ana çocukları yanına alır ve şöyle der: “Ben
sizin ananızım, siz de benim çocuklarımsınız, sizi ormanla örtülü uzak karlı
dağların koynundaki Isık Göl denilen yere götüreceğim, orada barış içinde
binlerce yıl yaşayın, soyunuz, nesliniz çoğalsın, sizden gelenler ana dilini
hiç unutmasınlar, analarının, babalarının diliyle konuşmaktan zevk alsınlar,
ben gelecek zamanlarda hep sizinle olacağım.”
Peygamber Efendimiz’in ana geyiği kâfirlerden kurtarması
Marallar oymağı, kirli çağın kıyıcı yaratılmışlarından işitmedikleri bu kutlu efsaneyi anlatan şairi yurtlarına konuk ederek yüreklerini açacaklardı şaire. Marallar oymağının bir büyüğü, Peygamber Efendimiz’in maralların yaşlı atalarından bir ana geyiği kâfirlerden kurtarışını ve kefil oluşunu anlatacaktı:
Kâfirler, İslâm Peygamberi’nin, peygamberliğini
âyan etmesini, mucize göstermesini istemek üzere huzura gelirler. İslâm
Peygamberi, bir kâfir atının eyerine bağlı, iki gözü iki çeşme bir ana geyiği
görüp “Şu geyiği çözün, benim peygamberliğimi açıklasın” buyururlar. Kâfirlerin
reisi, “Biz o geyiği ne hallerde yakaladık, bırakalım da kaçsın mı?” der.
Efendimiz, “Kaçarsa yerine beni tutun” diye buyururlar ve geyiği çözdürmeye
râzı eder.
Yavru geyiklerin İslâm Peygamberi’ni görmek
istemesi
Serbest kalan ana geyik, Allah tarafından dile
gelerek İslâm Peygamberi’nin peygamberliğine şahâdet eder: “Yâ Mustafa, bir
kara yüzlüyüm, çok cefa gördüm, Çin diyârından kardaşımı aramaya gelmiş bir
garibim, Mekke dağlarına gelip kuzuladım, iki kuzucağım oldu, gizledim.
Kuzularımı emzirmek için otlamaya çıkmıştım, bu kâfirler benim çevre yanımı
sarıp avladılar, mecalim yoktu, kaçamadım. Bana şimdi bir gün doğdu, dağda
bıraktığım yavrularımı ne yapayım, dişleri bitmemişti ki otlayalar. Yâ
Resûlullah, yavrularıma ulaşayım, onları emzirip doyurayım, durumumdan haberdar
edeyim” der.
İslâm Peygamberi’nin kefaleti ile ana geyiğe belli
bir süre için izin verilir. Ana geyik ise yavrularına ulaşır, başından
geçenleri bir bir anlatır. Bunu üzerine yavru geyikler ana geyiğe İslâm
Peygamberi’ni görmek istediklerini söylerler.
Art niyetli kâfirler, verilen süre içerisinde ana
geyik gelmesin de İslâm Peygamberi sözünden yalan çıksın diye gizlice tuzak
kurarlar. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselâm, Allah tarafından
görevlendirilerek tuzağa düşen geyiği tuzağıyla beraber alıp İslâm Peygamberi’nin
huzuruna getirir. Kâfirler yaptıklarından mahcup olup imana gelirler ve ana
geyik de muradına erer.
Bu kıssayı dinledikten sonra yüreği kavîleşen
şair, “Âh marallar oymağı, ay ceylan! İyiler var, kötüler var. Ben iyi ve görklü
insanların yüreği adına geldim sizlere. Yeryüzünün gökyüzüne bakan gözü Isık
Göl yamaçlarından Anadolu’nun boz yeşil dağlarına kadar saf fıtrat ve güzellik
üzere süren hayat hikâyenizi dinledim atalarımdan” diyerek geçmiş zamandan bir
vak’a anlatacaktı Marallar oymağına:
Gazne sultanının yavru ceylanı bırakması
Zamanın Gazne hükümdarlarından Emir Sebüktegin bir
savaşta yenilgiye uğrar. Gönlü viran, kalbi yaralı bir vaziyette yalnız başına
Gazne’ye dönerken yolunun üzerinde yavrusuyla oynaşmakta olan bir ceylan peydâ
olur. Okunu gerip tam fırlatacağı sırada acıdığı için vazgeçip yavru ceylanı
canlı yakalar. Yoluna devam etmesine rağmen ana ceylan hükümdarı takip ederek
feryat eder. Hükümdar, ana ceylanın yürek parçalayıcı hâlinden dolayı gözlerinden
yaş döke döke yavru ceylanı bırakır. O günden sonra hükümdarın başındaki kara
bulutlar dağılır ve her tuttuğu altın olur.
Daha sonra aynı hükümdarın kudretli ve gaddar oğlu
Mahmud, omuzundaki iflâh olmaz ağrıdan dolayı kasavetini dağıtmak üzere aynı
yerde ceylan avına çıkar. Bir ana ceylan ve yavrusu ile karşılaşır. Ayakları
küçücük, gözleri kocaman yavru ceylanı yakalayıp kucağına alır, fakat ana
ceylanın kımıldamadan durup titreyerek beklediğini gören Gazne Sultanı
babasının başından geçen kutlu ceylan hâdisesini hatırlar ve yavru ceylanı
serbest bırakır. O an vücudunu ilâhî bir titreme ve kalbini ilâhî bir heyecan
sarar. Yüreğinden ılık bir şeyler akıp geçer. Sağ omuzundaki ağrı yok olur ve
gözlerine karanlık gözüken âlem birden parlamaya başlar.
Şair ve marallar oymağının karşılıklı ağlaması
Bu söyleşiden sonra şair güzellikler ve yüce
aşklar üstüne konuşacaktı bir ceylanla: “Kaçma ay ceylan, göğe eren / dört yanı
harlı ateş olmuş aşkımla geldim sana” diyecek ve ağlayacaktı. Şairin yaralı
yüreğine, aşklı mısralarına dayanamayan ceylan da ağlayacaktı. Sonra bütün
marallar oymağı ağlayacaktı.
Bu hicretten sonra o şairin yüreğinde kuş, çocuk
ve ceylanlar yuva yapacaktı. Kuşlar, çocuklar ve ceylanlar için, “Sevgim ve
merhametim o kadar kuşatıcı ve bol olsun ki / hiçbir kötülük onlara uğramasın”
diyecekti bütün şiirlerinde.
***
İKİ NESLİN BULUŞTUĞU DERGİ: YOLDAKİ KALEMLER
Semerkand
Yayınları’ndan çıkan “Sokakbaşı” romanı ve Sage Yayıncılık’tan çıkan “Maraş’ın
Cezbeli Gülleri”(otobiyografi) ile “Marallar Oymağında Bir Ceylan Oturup
Ağlamak” (şiir) kitaplarıyla tanınan, Anadolu insanının hikâyecisi ve şair
Hasan Ejderha’nın sahipliği ve yayın müdürlüğünde çıkan, daha önce söylediğimiz
ifadeyle şirin mi şirin, samimi mi samimi, güzel mi güzel kültür, sanat,
edebiyat ve fikir dergisi YOLDAKİ
KALEMLER elektronik yahut internet dergiciliğinde beşinci yılını doldurdu.
İstanbul
dergiciliğinin hâlâ merkez olarak kabul edildiği bir vasatta şiir, deneme,
hikâye, makâle gibi edebî türlerin yer aldığı bu istikrarlı derginin
okuyucuları ve kadrosuyla samimi bir birliktelik kurduğunu görüyoruz. Başarısı
ve istikrarı bundandır.
Kıdemlilerle yola
yeni çıkanlar, yâni iki kuşak bir arada YOLDAKİ
KALEMLER’de yazılarını, şiirlerini, denemelerini okuyucu huzuruna
çıkarıyorlar. İstanbul ve taşrada çıkan dergilerde pek görülmeyen bu
birliktelik çok önemli. Derginin mümeyyiz vasfı da budur.
AĞAÇ VE ÇİÇEKLERİN İÇİÇE OLDUĞU BAHÇELERE BENZEYEN
DERGİ
Düşünün ki kıdemli,
yâni birinci kuşak kalem erbabından Memduh Atalay, İsmail Göktürk, Prof. Dr. Suat Kıyak, Yasin
Mortaş, Mehmet Mortaş, Hüseyin Gök, M. Akif Şahin, Musa Yıldız, Hasan Keklikçi,
Mustafa Günalan, Şaban Sözbilici, Enver Çapar, Fazlı Bayram, Mehmet Raşit Küçükkürtül,
Muhammet Nacaroğlu, Teyfik Karadaş, Murat Türkmenoğlu, Mehmet Muharremoğlu,
İbrahim Gökburun gibi isimlerle;
İkinci kuşaktan, Mehmet
Yaşar, Gün Sazak Göktürk, Ökkeş Alper Taşlıalan, Ufuk Türk, Bekir Büyükkurt, H.
Ahmet Eralp, Ferhat Ağca, Mehmet Akif Şen, Süleyman Kılıçbay, Nurcihan Kızmaz,
Merve Söyler, Şeyhşamil Ejderha, İsmail Sağır, Bilge Doğan, Sibel Kök, Hidayet
Bağcı Köse, Hilal Ejderha, Merve Söyler, Levent Nergiz, M. Alper Taş, Metin Acar, Meltem Kızmaz, Nigar Yağcı,
Senanur Çam, Alirıza Akkale, Gizem Aktürk, Hasan Can Bitti, Mustafa Cihan
Alliş, A. Enbiya Uzdil, Melih Erdem, Rıdvan Tanır, Miraç Doğantekin, H. Akbay,
Hasan Bazı, Esra Balcı, Muhal Rüya, Âşık Ali Yüce, Mehlika Rana Arıkmert, Ebrar Akkaya, Süleyman
Kara gibi edebiyatın yolunda şevkle yürüyen isimlerin bir arada yazdığı,
dolayısıyla İstanbul dergi dükalığını kıran anlayış ve kadrosuyla YOLDAKİ KALEMLER Anadolu evlerinin ağaç
ve çiçeklerin içiçe olduğu hormonsuz bahçelerine benzeyen bir dergidir…
***
SAHAF HASAN EFENDİ
Ekim ayının güz kokusu hissedilse de hava
açık ve güneşliydi. Evinden yarım saat önce çıkan Refik Hüzünkâr yorulmasına
rağmen adımlarını daha da hızlandırdı. Gittiği yer Sahaf Hasan Efendi’nin
dükkânı olunca kuş gibi uçarak giderdi. Oraya varmak bir menzile ulaşmak gibiydi.
Kadıköy ve Beyoğlu semtlerinde sahaf
dükkânları açılsa da bir türlü ısınamamıştı. Onun bir sevda gibi tutulduğu yer
Bayezid Câmii civarında nadirattan bir sahaf olan Hasan Efendi’nin dükkânıydı.
Sohbet ve yazılarıyla üzerinde çok emeği olan Bilge Kişi’nin sâyesinde tanımış,
dükkânına o alıştırmıştı.
Kitap sohbetine olan aşkını bu gün de
vuslata erdirecekti. Kim bilir neler konuşulacaktı? Hangi kitap tiryakileri
gelecekti? Kitaplar üstüne gün görmemiş sözler duyacaktı yine. Ne çok şey
biliyordu Sahaf Hasan Efendi? Eski ve yeni kitap kurtlarıyla olan hâtıralarını
dinlemeye doyulmazdı. Bir sohbetinde İbnülemin Mahmud Kemal’in son yıllarına
yetiştiğini, ünlü yazarlarla muhabbetine şâhit olduğunu anlatmıştı.
Ârif meşrebi ve güzel lisanıyla İstanbul
beyefendisi mütevazı bir insandı. Eskilerin deyimiyle çok laf vardı onda. Hangi
kitapları okuyacağı hakkında fikir verirdi. Açık tenli, uzun köşeli yüzü ve
bembeyaz sakalıyla cezbeli bir pir-i fâni idi. Yaşı yetmişi geçmesine rağmen
zihni berrak, hâfızası sağlam, zengin hâtıraları olan bilgili biriydi.
Modern eğitimin yanında medrese eğitimi de
almıştı. Osmanlı Türkçesini iyi biliyordu. “Gençliğimden bu yana başka işler
yapma imkânım olduğu halde, Allah hilkatimi kitaplarla meczettiğinden
sahaflıktan başka iş yapamıyorum” demişti bir sohbetinde.
Refik Hüzünkâr onun müdâvimlerinin
çokluğundan rahatsız olurdu. Çünkü hususi sohbet etmesine fırsat vermezlerdi.
Gereksiz kitap hastaları gelir, bereketli vaktini öldürürlerdi. Buna çok canı
sıkılırdı. Boş vakitlerini kollamaya çalışır, dükkândaki kitap tiryakilerinin
eşkâline şöyle bir bakar, lafebesi, kendini beğenmiş kitap psikopatı varsa,
Bayezid Meydanı’na doğru tur atar, daha sonra gelirdi.
Sahaf Hasan Efendi yıllanmış ahşap
masasında bir kitabı inceliyordu. Hayret, kimse yoktu! Çok sevindi Refik
Hüzünkâr. Onu yalnız başına dinleyebilecek, sorular sorabilecekti. Selâm
vererek elini öptü ve kitap istiflerinden arta kalan, ancak dört kişinin
sığabileceği daracık mekânın bir köşesine oturdu. Duvarları yüzlerce kitap dolu
orta büyüklükteki dükkânın her karesinden kitap kokusu geliyordu.
Hâl hatırdan sonra, sahafların “kitap
muhabbeti çayı” dedikleri çaylar geldi. Sohbeti bölücü kimselerin uğramadığı
bir gündü bugün. Sıkılmadan oturuyordu. Bir soru sorsa ayıp mı olurdu? Utangaç
bir eda ile “Efendim, sahaflığın geçmişini sormak istemiştim…”
Sahaf Hasan Efendi, “çayın olmadığı yerde
kitap sohbeti etmek caiz değil” dediği çayından bir yudum aldı ve zaman
tüneline girer gibi başladı anlatmaya:
ESKİDEN SAHAFLARIN ŞEYHİ OLURDU
Kitapların sahife sahife olmasından dolayı
sahifelerin çoğulu olan sahaf denilmiş bu işi yapanlara. Kelimenin aslı
sahhaftır. Zamanla telaffuz değişti. Eskiden sahaflar çarşısının bir şeyhi
olurdu, tellâlları ve kâhyaları vardı. Sahaflar arasındaki anlaşmazlıkları
çözmek ve devletle irtibatı sağlamak bakımından vazifesi çok mühimdi. Yanında
hattatlar çalışırdı. Her kitaptan bir tane, sahife sahife ciltsiz olarak
dururdu. “Şu kitabı istiyorum” diye sipariş verildiğinde, hattatlara bu kitabı
verir, onlar da bir numunesini yazar, getirirlerdi. Sonra sayfalar kitap hâline
getirilip sahibine verilirdi.
Sahaflar şeyhinin ilki on dördüncü asırda
Bursa’da Mahmut Şeyhi, sonuncusu İstanbul’da Hacı Muzaffer Ozak Efendi’dir. İlk
sahaflık Orhan Gâzi zamanında Bursa’da kuruldu. Sonra Edirne’ye, ardından
İstanbul’a geldi, Fatih, Eyüp ve Bayezid’de devam etti. Sahaflar padişaha
memleketin kültür ve kitap okuma seviyesi hakkında bilgi sunarlardı.
SAHAF MEKTEPTE YETİŞMEZ
Eski kitap alıp satan herkese sahaf demek
yanlıştır. Sahaf mektepte yetişmez; ne kursu vardır ne de hocası. Okuyup yazma
ile değil, kitapların içinde çalışa çalışa kazanılır. Daha iyiyi iyi olandan
ayırır; yâni hangi kitabın birinci, hangisinin ikinci kaynak olduğunu bilir.
Ticaret değil, gönül ve ilim işidir. İyi bir sahaf kitap doktorudur; bir
kitabın ilmini, kime verileceğini bilir ve ehline yol gösterir.
Arapça-Farsça-Osmanlıca bilmesi, hat ve
tezhip gibi kitap sanatlarından anlaması şart. Kâğıt ve cilt konusunda da bilgi
sahibi olmalı. Kitabı erbabına satma âdabını da bilmek gerek. İyi bir sahaf,
kitabı çok para verene değil, içinde bir şey arayan sevdalısına verir. Parayı
sevmez, parada onları. Elinde üç beş kuruş oldu mu hemen gider kitap alırlar.
Bir huyları da var ki kitaplarını çok kıskanırlar. Varsa yoksa dünyaları
kitaplarıdır. Kitaba âşık adamlardır. Kitaplarımı sattığımda üzülüyorum. Camda
görünen kitap, kitap değildir. Kitap selülozdur elinize alacaksınız ve o
selüloz kokusunu duyacaksınız.
Ellili yıllara kadar bohçacılar vardı,
mahalleleri dolaşıp aldıkları eşyalar arasındaki eski kitapları sahaflara
satarlardı. Ölen bir âlimin varisleri, kitapları önceden vakfedilmediyse çoğu
zaman sahaflara getirip mezata vermek sûretiyle sattırıyorlardı. Bu nesil
kesilince eski kitaplar da kesildi. Cumhuriyetin otuzlu, kırklı yıllarında çok
kitap imha edildi. El yazma eski eserler kalmadı. Kıymetini ve nasıl muhafaza
edileceğini bilen de yok.
Osmanlı zamanlarında müellif binbir
zahmetle telif ettiği kitabının korunması için kapağına “Yâ Kebikeç” yazarmış.
Kitapların kurtlardan güvelerden korunması için yazılmış bir nevi muskadır,
duadır; efsun diyenler de var. “Ey kurtçuk, bu kitap sana ait değil, başkasının
malına zarar verme!” ikazıymış.
Kebikeç’in, kitap kurtlarının meleği yahut
cini olduğuna inanılırmış. Kitap haşeratları, efendilerinin ismini kitabın
üzerinde görünce “Bu kitap efendimizin himâyesinde” diyerek yaklaşmazlarmış. Bu
söyleyeceğim bir fıkra olarak anlatılır ama inanın benim de başıma geldi. Bir
kütüphâne memuruyla birlikte elyazması bir kitaba bakarken, kitap kurtlarının
hususen “Ya Kebikeç” yazısını yediklerine şâhit olmuştum.
ERMİŞ SAHAF MENKIBESİ
Meşrutiyet Dönemi’nin son yıllarında
sahaflık yapmış bir zâttan dinlediğim “Ermiş Sahaf” menkıbesi var bu şehrin
mâzisinde. Sultan Abdülaziz devrinde, değerli kitaplarının sayısını kendisi de
bilmeyen bir sahaf yaşarmış. Bir gün aklına şöyle bir fikir gelmiş:
“Şu fâni dünyada elde etmediğim kitap
kalmadı. İstanbul’dan Şam’a, Mısır’dan Bağdat’ a kadar herkes bana istediğim
kitabı getirdi. Çok kitap alıp satarak zengin oldum. Bundan sonra ahret
hazırlıkları içinde olup boşuna geçmiş günahlı günlerimi telâfi etmeliyim.
Kitaplarımı önce ihtiyaç sahibi kitap müptelâlarına, sonra ilim sahibi olanlara
dağıtıp paylaştırmalıyım. Belki bunun sevabıyla cennete girebilirim” demiş.
Dediğini de tastamam yapmış. Zamanın
İstanbul’undan, Bursa’sından, taşra şehirlerden duyup gelen onun kitaplarından
nasiplenmişler. Bu hasenatı yaptıktan sonra bir gün karşısına aksakallı bir
eren çıkmış. “Ben senin bahtının kuvvetiyim. Sen bütün kitaplarını
kitapseverlere dağıtıp onları sevindirdin. Senin sonun hayırlı olacak; bu
günlerde abdestsiz gezme. Azrail âleyhisselâm seni yoklayacak, haberin olsun”
demiş ve kaybolmuş.
O sahaf üç gün sonra vefat etmiş.
Cenazesine onun hayır hasenatını gören çok sayıda ilim erbabı ve kitap
tiryakisi katılıp ta’zimde bulunmuşlar ve mezarını türbeye çevirmişler. Bir
müddet sonra bu türbeye “Ermiş Sahaf Türbesi” demişler.
“İşte böyledir sahaflık” dedi Sahaf Hasan
Efendi. Soluklandı ve çırağından çay söylemesini istedi. Refik Hüzünkâr
“Efendim, müsaadenizi istesem…” dedi ve elini öpüp kalktı…
Akşamın ucu görünmeye başlamıştı. Öğle
üzeri güneşli olan hava değişmiş, hafif yağmur yağıyordu. Evindeki kitaplarına
doğru cezbe hâlinde yürüyordu bugün. Sevinçliydi. “Ne çok şey dinledim Sahaf
Hasan Efendi’den, ah, kitaplar!” dedi.
***
KİTAP VE DİL
Dil, âciz derûnumda hâşâ bir mâbed gibidir yahut dinimizin mânalar âlemine götüren büyük bir vasıtadır. Dîvân şairi Taşlıcalı Yahya Bey şu mısralarını haddimiz değil ama fakir için yazmış sanki: