At soluğu değmiş yüzüne
Demirciler çarşısında kırk yıldır
Atlar incinmesin diye nal döven
Alın teri döken Nalbant Ökkeş
Ekmek, emek ve besmele…
Dörtnala koşan atların sesinden tanıdım seni
Seni bir kez devletle konuşurken görmüştüm
Demiri terinde eriten sabrını
Görmüştü devlet: nal ve mıh demiştin
Demirciler Çarşısı’nda…
Çekiş sesleri serilmiş yerlere
Koca çınar devrilmiş, dervişler çekilmiş
Ahilerin çeşmesinde kesilince suyun sesi
Kesilmiş bileği Nalbant Ökkeş’in
Demirciler Çarşısında sakar bir çıraktım
Durmadan su taşırdım ustama
Yeni terlemiş bıyıklarımda demir tozu
Çocuk yorgunluğu, dostluğu, muhabbeti
Demiri erimiş su gibi akarken görmüştüm
Sesin paslı sızısı karışmış sesime
Demirciler Çarşısında…
Kılıçtan keskin sabrın ustası bugün
Para pul istemez hiç kimseden
Veli nimetimizdir müşteri bizim
Kırılmayı hak etseler de kırmadım hiçbirini
Son sözüdür bu Nalbant Ökkeş’in
Çifte su verilmiş elindeki keskin bıçak
Son işidir Bekri Mustafa’nın
Son günüdür Demirciler Çarşısında
Gidecek yeri olsa toplamış tası tarağı
Bekri Mustafa yılların keskin ustası
Kolundaki saat dönse de
Zaman durmuş demirciler çarşısında
Demiri altın terazide tartan ustalar
Elleri nasırlı yürekleri demir
Kalpleri ipek gibi ince ve serin
Bu ellerin hüneridir sazın teli
Kapının kilidi, evin iğnesi, türkülerin sesi
Tarihin mührüydü Kapalı Çarşı
Maraş’ta kalenin dibinde
Şu koca çınarın önünde durmadan akardı bir ulu çeşme
Önce çeşme sonra çınar kurudu
Kubbeler, minareler, Taş Mescit, Katiphan
Kurumuş çınarın dalında dağılmış kuş yuvası gibi
İnsanın hilesini gizleyen ne varsa
Saçılıp dökülmüş yerlere…
Demirciler çarşısında Nalbant Ökkeş
Söylenir durur siz kuşları ürküttünüz
Gökyüzünü küstürdüğünüz
Siz Allah’ın övdüğü atları öldürdünüz
Bilenmiş öfkesi nalbant Ökkeş’in
Elinde kocaman bir çekiç
Kimseyi kırmamak için
Parmaklarını dövüyor bugün…
***
HATAY’DAN DÜNYAYA UZATILAN ZEYTİN DALI: ZİFİR
Şimdilerde Afrin ve “Zeytin Dalı” harekâtı
ile gündemde olan Hatay’da savaşın yanı başında “Zulmün İrfan ve Fikir ile
Reddi” sloganı ile yayımlanan Zifir Dergisi’nin 5. Sayısı okurla buluştu. Taşrada
çıkan ve bir süre sonra dergiler mezarlığında kaybolan, bir mezar taşı bile
olmayan dergilerin görüntüsünü anımsatıyor; ama derginin sayfalarını çevirdikçe
Zifir’in kararlı, istikrarlı ve çıktığı yolu, taşıdığı yükü bilen bir çabanın
ürünü olduğu fark ediliyor.
“Zifir” daha ilk bakışta adıyla, tasarımıyla
dikkat çekiyor. Derginin adı “Zifir” ve kapağın alt kısmında “ZİFİR” ters
yazılmış bir şekilde tasarlanmış. Dergide iletişim adresi dışında herhangi bir
isim, editör, sorumlu veya (sorunlu müdür) künye bulunmuyor. Benim gibi fısıltı
gazetelerini takip etmiyorsanız dergiyi bir süre takip etmeden Zifir’i kimin ya
da kimlerin çıkardığını öğrenemezsiniz. Dergilerin ilk sayınında heyecanla ve
coşkuyla sunulan sunuş, önsöz ya da manifesto yazıları genellikle ilk sayfada
ya da ön kapakta yer alırken Zifir’de “Kimlik Beyanı” başlığıyla yer alan arka
kapakta yer alan manifesto metni oldukça iddialı. “Zifir, büyük bir mahallenin genç kabadayısıdır. Tecrübesiz ve heyecanlıdır. Lakin olgundur. Zaman zaman
taşkınlık yapıp yüksek desibelde naralar atabilir ve gerektiğinde racon kesip
asayişi sağlamaya kalkışabilir. Olur öyle gençlikte. Zifir, mahallenin
hem önemsenmeyen hem de korkulan külhanbeyi” Zifir klasik edebiyat
dergilerinden ve fanzinlerden farklı olarak açık açık rocan keseceğini ifade
ediyor. Herkesin gizli gizli yaptığını açıktan yapacağını ilan ediyor. Bu
noktada Zifir’de yer almak isteyenlerin şahsiyet ve kimlik sahibi olma şartını
koşuyor.
At izinin it izine karıştığı, çürük raporu
almak için hastahane-pastahane gezenlerin kimseye söz bırakmadığı zamanlarda Zifir’in
“Kimlik Beyanı” manifestosu oldukça önemli. Şahsiyetsizliğin çağdaşlık olduğu
bir dönemde çağ dışı bir dergi olmak için yola çıktığını beyan eden Zifir; bütün
bunları normal gören ulusal ve yerel edebiyat dergilerine karşı bir itiraz
olarak sesleniyor.
Zifir Dergisi Hatay’da öğrenci harçlıkları
ve asgari ücretle ailesinin iaşesini temin etmeye çalışan birkaç güzel insanın
fedakârlıklarıyla çıkıyor. Devlet desteği yok, banka desteği yok, kanka desteği
yok. Reklam tekliflerini (kitap tanıtımları hariç) şiddetle ret ediyor. Savaşa,
yaşam telaşına rağmen 5. Sayısına ulaşan Zifir Hatay’da yetişen Gazi Balcı,
Muhammet İbrahim Balcı, Yakup Ünsal, Halit Aslan, Ahmet Menteş, C.
Büşra Dokgöz, Yusuf Bedir, Ejder Turan, Meryem Genel, genç kalemlerin sesi
olmakla birlikte Selçuk Küpçük, Orhan Tepebaş, Mustafa Uçurum, Celal Fedai gibi
isimlerde ürünleriyle yer aldı. Selçuk
Küpçük, Zifir’in
5. Sayısında “1970’lerde
Türk Solu ve Ülkücü Hareketin Müzikal Pratiği” adıyla karşılaştırmalı olarak
dönemin politik müzik ortamına dair olduk önemli bir yazıyla yer alıyor.
Hatay Suriye’de yaşananlardan en çok
etkilenen şehirlerimizden biri. Şu anda yaklaşık yarım milyon Suriyeli muhacir
kardeşlerimize ev sahipliği yapan Hatay’ın nüfusunun %30’u Suriyelilerden
oluşuyor. Silahların ve çocukların ağıt sesi şehrin kalbinde duyuluyor. Bütün
bunlara rağmen edep ve edebiyat konusunda düşünen ve üreten bir hareket var
Hatay’da. Hatay’da askerlik yaptım. Askerken şu anda savaşın yaşandığı Afrin
bölgesinde birçok köyü uzaktan da olsa gördüm. Hafta sonlar çarşı izninde ise Hatay’da
bulunan Doğubatı Kitapevi’nin sahibi ve Zifir dergisini kotaran ekibin arasında
yer alan Abdulkadir Şahin beyi tanıdım. Okuyan yazan hayatında kitaba ve
kelimeye yer açan herkesin Hatay’da uğradığı Doğubatı Kitapevi, büyükşehirlerde
kaybolup giden ama özlemle yad edilen mekanları anımsatıyor. Doğubatı
Kitapevi’nde buluşan gençlerin “Belki
birkaç okuru ilgilendirir diye ummak isteyişimizin yansımasıdır, Zifir”.
***
1915 OLAYLARI NEDEN YAŞANDI?
Geçmişte yaşananların doğru bir şekilde anlaşılası için; “yaşananların niçin yaşandığı”[1] zaman ve mekân bağlamında irdelenerek, sonuçların objektif bir yaklaşımla ortaya konulması gerekir. Özellikle tarihi konular; olayın gerçekleştiği dönemin koşulları dikkate alınarak; neden-sonuç bağlamında değerlendirilmelidir. Tarih, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı; ancak bu bağ çok yönlü ve karmaşık nedenler örgüsüdür. Geçmişte yaşanan olayların incelenmesi bir anlamda nedenlerin çözümlenmesidir.
Batının
dilinden düşürmediği, 1915 olayları yüz yıldır Türkiye gündemini meşgul eden bir
konu. Osmanlı Devleti’nin son yılları ve Cumhuriyetin ilanından günümüze 1915 olayları
ile ilgili binlerce kitap, on binlerce makale yayımlandı. Konuyla ilgili
konferanslar, sempozyumlar, bildiriler sunuldu. birçok ülkede binlerce gösteri
düzenleyerek olayları ajite etmeye çalışan Ermeni Diasporası ve emperyalist
Batı; 1915’te “yaşananlar niçin yaşandı”[2]
sorusunu hiçbir zaman gündeme getirmeksizin 1915 olaylarının sonuçları
üzerinden Türk milletini suçlamanın şehvetiyle her türlü yola başvuruyor.
1915
olaylarının 100. yılı vesilesiyle, 2015 yılında suçlama ve iftira
faaliyetlerine hız veren “Ermeni
diasporası Türkiye’yi cezalandırmak, diz çöktürmek istiyor… duygusal
ihtiyaçları gerçekten de bu”[3]. Tarih biliminin temelini oluşturan nedensellik
ilkesini hiçe sayarak olayların sonuçları üzerine siyasi bir söylem kuran Ermeniler;
“Sadece siyasi bir söylem değil,
neredeyse tüm sanat faaliyetleri tek bir konuya, 1915’e odaklandı. Öyle ki bu
alanda sözü olmayan sanatçı ‘milli’ olmaktan çıktı, kültürü temsil etmekten
uzaklaştı. Yaratıcılık tek bir noktada, ortak acının simgesi olan soykırımda yoğunlaştırıldı.
Soykırım Ermeni olmanın ön koşulu haline geldi”[4]. Bu durum ülkemizde de belli bir kesim
tarafından aydın olarak kabul görmenin ön koşulu haline geldi. Eğer şu kadar Ermeni-
şu kadar Kürt kesildi derseniz; size Nobel de verirler, çeyrek altın da
takarlar. Yazdıklarınız vasatın altında da olsa “Bütün akrabalarını 1915’te kasap Türklerin ellerinde kaybetmiş
soykırım zede bir sülalenin torunuyum”[5]
dediğiniz an çok satanlar listesine girersiniz, Bazılarından alkış da alırsınız;
ama şahsiyetiniz ve insanlığınız yaralanır.
1915
olaylarına, Ermeni Diasporası ve işbirlikçilerinden farklı bir bakışla yaklaşan
Etyen Mahçupyan; “1915-2015 Yüz Yıllık Sorun” kitabında “Tarih; tabi ki belgeleri de içerecek şekilde tarihsel bir veri tabanı
üzerinde yapılabilir ancak. Ne var ki bu veri tabanının kendisi tarih değildir.
Disiplinin ilk dönemlerinde geçerli olan ‘ne oldu’ ve ‘kim yaptı’ gibi sorular
açıklayıcı bir tarih metni için yetersizdir. Hatta ‘nasıl oldu’ sorusu bile günümüzün
tarih anlayışı karşısında sadece bir hikâye aktarımına vesile olabilir. Asıl
soru yaşananların niçin yaşandığıdır”[6]. 1915 olaylarının düğümü bu soruda
çözülüyor. 1915 olayları niçin yaşandı?
1915’te
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin ateşin ortasında kaldığı bir
zamanda niçin Ermeniler göçe zorladı. Osmanlının üç kıtada at koşturduğu,
Karadeniz’in bir Türk gölü haline geldiği, Akdeniz’in Osmanlı donanması
tarafından kontrol edildiği dönemlerde değil de niçin 1915’te devletin ateşin
ortasında kaldığı bir anda Tehcir Kanunu çıkarıldı.
XI.
yüzyılda Türklerin Anadolu’yu fethiyle başlayan Türk-Ermeni ilişkilerinde XIX.
Yüzyılın ortalarına kadar yüzyıllarca herhangi bir sorun yaşanmamıştır. Osmanlı
tarihi boyunca devletine bağlı, milletle kaynaşmış olan Ermeniler; millet-i
sadıka olarak nitelendirilmiştir. Osmanlı’nın adil, insani ve hoşgörü
anlayışına dayalı yönetiminde; kendi dinî liderlerini seçme, sosyal
müesseselerini açma ve idare etme, kendi imkânları ve kararlarıyla okul açma,
açtıkları okullarda ana dilleri Ermenice ile geleneklerine ve inançlarına göre
eğitim yapma hakkını kullanan Ermeniler; Osmanlı devletinde huzurlu ve güvenli
bir hayat sürmüştür. Çünkü Osmanlı Devleti coğrafyasında yaşayan herkesin (gayri
Müslimler dahil) inanç, ibadet, eğitim-öğretim özgürlüğü, can ve mal güvenliğini
teminat altına almıştır.
Türk-Ermeni
ilişkilerinde XIX. yüzyılın ortalarına kadar herhangi bir sorun görülmezken;
XIX. yüzyıl sonlarında ve XX. yüzyıl başlangıcında ne oldu? Neler yaşandı?
Tehcir (göç) Kanunu neden çıkarıldı. Konuyla ilgili daha önce yüzlerce
kez farklı platformlarda düşüncelerini açıklayan Etyen Mahçupyan; olayların
100. yılında düşüncelerini bir kitap bütünlüğünde farklı bir üslupla açıklıyor.
Kitabın adını: “1915-2015 Yüz Yıllık Sorun” koyan Mahçupyan; Ermeni Diasporası ve işbirlikçilerini oldukça öfkelendirdi. Kitabının kapağında her ne kadar büyük harflerle “Ermeni Soykırımı” diye bağırmasa da içerikte açık ve net bir şekilde 1915’te yaşananları bir soykırım olarak gördüğünü vurguluyor. Mahçupyan;“1915 tehcirinin Ermenileri hedef aldığı onları kişisel özelliklerinden bağımsız olarak, sırf kimlikleri nedeniyle sürdürdüğü bu tehcirin merkezden planlandığı, yönettildiği ve takip edildiği, konusunda bir görüş ayrılığı zaten yok. …1915’in soykırım olmaması için tehcirin bir kimliğin kısmi imhası kastıyla yapılmadığını savunmak gerekiyor. Ne var ki bu pek de kolay değil… Tehcir 1915 Mayısından başlayarak 1916 sonuna kadar sürüyor ve onlarca kafile gidiyor. … bu durumda 1915 ve sonrasının bir soykırım olmadığını savunmak çok zor gözüküyor”[7].
Kitabın adını: “1915-2015 Yüz Yıllık Sorun” koyan Mahçupyan; Ermeni Diasporası ve işbirlikçilerini oldukça öfkelendirdi. Kitabının kapağında her ne kadar büyük harflerle “Ermeni Soykırımı” diye bağırmasa da içerikte açık ve net bir şekilde 1915’te yaşananları bir soykırım olarak gördüğünü vurguluyor. Mahçupyan;“1915 tehcirinin Ermenileri hedef aldığı onları kişisel özelliklerinden bağımsız olarak, sırf kimlikleri nedeniyle sürdürdüğü bu tehcirin merkezden planlandığı, yönettildiği ve takip edildiği, konusunda bir görüş ayrılığı zaten yok. …1915’in soykırım olmaması için tehcirin bir kimliğin kısmi imhası kastıyla yapılmadığını savunmak gerekiyor. Ne var ki bu pek de kolay değil… Tehcir 1915 Mayısından başlayarak 1916 sonuna kadar sürüyor ve onlarca kafile gidiyor. … bu durumda 1915 ve sonrasının bir soykırım olmadığını savunmak çok zor gözüküyor”[7].
Bu konuda ortaya koyduğu fikirleriyle
dikkat çeken Mahçupyan; “1915-2015 Yüz Yıllık Sorun”u anlatırken, olayları birazcık
incelterek anlatmaya çalıştığı için Ermeni Diasporası ve işbirlikçilerinin
hışmına uğramış gözüküyor. Tarih biliminin nedensellik ilkesini vurgulayarak
konuya giriş yapan Mahçupyan, 200 sayfalık kitabında birkaç kez 1915 olaylarının
nedenlerine dokunmaya çalışsa da açık ve net cümleler kurmaktan kaçınıyor. Çünkü
“Diasporaya hâkim olan ermeni milliyetçiliği, Batı dünyasının siyasetini
kullanarak Türkiye’ye baskı yapmanın peşinde”[8]
Diasporanın baskısı sadece Türkiye’ye yönelik değil; aynı zamanda 1915 olayları
ile ilgili ‘soykırım’ kavramı dışında bir ifade kullanan, 1915 olaylarının
‘niçin yaşandığını sorgulayan herkes bu baskıya maruz kalmaktadır.
1915
olayları niçin yaşandı. Ermeni meselesi 1915’te durduk yere birdenbire mi
ortaya çıktı? Ermeni Diasporası ve işbirlikçileri 1915 olaylarının
sonuçlarına odaklanıp, yaşananlar üzerinden bir siyasi dil kurmayı amaçlayanlar
için her şey; sözde ‘soykırım’…
Türk
tarih tezine göre ise 1915’te yaşanabilecek muhtemel ‘ihanet’ isyanlarını önlemek
ve ermeni mezalimine son vermek amacıyla yapılan rutin uygulamalar. Öncelikle
şu yanlış algının düzeltilmesi gerekiyor. 2015 yılı Ermeni Mezaliminin 100.
yılı değil; 176. yılıdır. Çünkü Ermeni sorunu, Osmanlı Devleti için bir dönem
noktası olan 1839 Tanzimat Fermanı ve bu veçhede yapılan uygulamaların bir
sonucudur.“Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla
Osmanlı İslam kültürü radikal bir kırılmaya maruz kalmıştır”[9].
Çünkü Tanzimat Fermanı, Batının Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahalesinin
yolunu açmıştır.
Bugüne
kadar eğitim sistemimizde, okullarımızda bizlere Türk tarihinde
demokratikleşmenin ilk somut adımı olarak öğretilen Tanzimat Fermanı’nın temel
amacı İngiltere, Fransa, Almaya, Rusya gibi dönemin güçlü devletlerin iktisadî
imtiyazlarını güvence altına almak çabasına karşılık; dış baskıları engellemek
isteyen Osmanlı’nın yöneticileri tarafın ilan edilmiştir. Kısacası Tanzimat fermanı, Avrupa’nın iç
işlerimize yönelik siyasi oyunlarının başlangıcıdır.
Tarih
biliminin ‘nedensellik’ ilkesinden hareketle Tanzimat Fermanı’na zemin
hazırlayan gelişmeler neler? Doğu ve Batı ilişkileri geçmişten günümüze siyasi
ve ekonomik güç dengesi üzerine kurulmuştur. Özellikle Sanayi Devrimi
sonrasında; hammadde ve pazar sorunuyla başlayan sömürgecilik; uluslararası
rekabeti doğurmuştur. Avrupa’da yaşanan gelişmeleri takip edemeyen Osmanlı
Devleti; Avrupa için hammadde ve Pazar alanı olarak görülmüştür. Rusya sıcak
denizlere inmeyi amaçlarken, İngiltere ve Fransa hammadde ve pazar alanlarını
korumaya çalışmakta… Böylece Osmanlı toprakları üzerinde Rusya ve İngiltere
arasında mücadele daha çetin bir sürece girmiştir.
Rusya’nın
sıcak denizlere yönelik tarihi emellerini etkisiz kılmak için denge siyaseti
izleyen Osmanlı; İngiltere ile iyi ilişkiler kurmayı planlarken Osmanlı’nın bu
zor şartlarını kullanan İngiltere; siyasal tehditlerle 1838’de Balta Limanı
Antlaşmanı imzalatmıştır. İngiltere’nin elde ettiği bu imtiyazlar, kısa sürede
Fransa, Almaya, Rusya’ya da verilmiştir. Osmanlı’nın giderek artan dış
borçlarına Baltalimanı rezaleti eklenence devlet ekonomik olarak iflasa sürüklenmiştir.
Balta
Limanı Antlaşması’yla elde ettiği hakları güvence altına almak isteyen “Avrupa ülkeleri, Osmanlı Devleti’nde can,
mal, ırz güvenliğinin bulunmadığı kanaatini de taşıyordu. Bu ülkede güvenli
ticaret yapılabilmesi, Avrupa hukukuna uygun bir hukuk devriminin
gerçekleştirilmesini gerektiriyordu. Bu devrimde Tanzimat Fermanı adıyla hayata
geçirildi. 17 yıl sonra (1856) Islahat Fermanı adıyla yenilendi. 1876 yılında
II. Abdülhamit marifetiyle ilk Osmanlı anayasasının kabulüyle Meşruti yönetim
biçimi benimsendi. Bütün bunlar beklenen ve umulan sonucu verdi mi? Buna sadece
heyhat demek gerekiyor”[10].
Ekonomik gücü tamamen Batılı devletlerin eline geçen Osmanlı’nın zayıflamaya
başladığı bu süreçte Batı; hemen her konuda ıslahat adı altında Osmanlı
devletinin iç işlerine müdahale etmeye başlamıştır. Başta Ermeniler olmak üzere
Osmanlı yönetimine karşı azınlıkları isyana teşvik eden Batı’nın baskısıyla
imzalanan Tanzimat Fermanı; aynı zamanda Türk-Ermeni ilişkilerinde kırılmanın
başlangıcıdır.
Sadık
millet olarak bilinen Ermeniler; Tanzimat sonrasında, hemen her konuda
Avrupa’nın müdahalesi ve yönlendirmesiyle hareket etmiştir. “Avrupalı büyük güçler Osmanlı azınlıklarını
korumaya soyunuşlar ve tabii ki Ermenilerin içinde de bir bölüm insan onların
yandaşı olarak siyaset yapmıştı”[11].
Tanzimat döneminde Mahçupyan’ın dediği gibi Ermeni nüfusun çok az bir kısmı Osmanlı’ya
karşı tavır almıştır; ancak Osmanlı kan kaybettikçe “modernliğin en kolay tarafı olan milliyetçiliğin cazibesiyle, her
toplumun kendi milli devletini kurma hakkı olduğu”[12] düşüncesiyle
örgütlenen Ermeniler; zamanla Osmanlı devletine karşı yapılan her türlü yıkımın
ve katliamın içinde yer almıştır. Maraş’a bağlı Zeytun bölgesi, Ermeni isyanı
ve Ermeni mezaliminin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Ermeni Diasporası tarafından
tehcirin ilk uygulandığı yer olarak sunulan Zeytun bölgesinde Ermeniler;
1782, 1786, 1808, 1825, 1842 yıllarında defalarca Osmanlı devletine karşı
ayaklanmıştır. Zeytun ve civarında yaşayan Müslümanlar, Ermeniler tarafından
katledilmiştir.
Kahramanmaraş’ın
72 km kuzeyinde bulunan Zeytun; kaplıca sularıyla ünlü olup doğal güzellikleri,
iklim özellikleri ve şifalı sularıyla geçmişten günümüze önemli bir yerleşim
alanı olmuştur. Ermeniler yüzyıllarca Zeytun’da yaşamıştır. Sarp coğrafi konumu
nedeniyle “yöre halkı; İşhan (prens)
sanını verdikleri bir başkanın eliyle yönetilmiştir”[13].
Dağlık konumu, şehir merkezine uzaklığı nedeniyle Osmanlı’nın merkezi gücünün
zayıfladığı dönemde; ‘İşhan’ denilen Ermeniler, Zeytun bölgesinde, isyan
çıkarmıştır. Osmanlı devleti Zeytun ve çevresinde asayişi sağlamak amacıyla
aldığı önlemlere karşı Rusya’dan silâh ve mühimmat alan Ermeniler; Zeytun ve
çevresinde 1862 yılında büyük çaplı yeni bir isyan başlatmıştır. Müslüman
köyleri basarak; evleri yakıp, kadın, çocuk, yaşlı ayrımı yapmaksızın herkesi hunharca
kurşunlayıp öldüren Ermenilerin 1862 Zeytun isyanı, Aziz Paşa komutasındaki
Osmanlı birlikleri tarafından bastırılmıştır. Ancak Zeytun ve çevresinde
katliamlara devam eden Ermeniler “Zeytun’dan
Konya’ya getirilmiş”[14]
söz konusu bu olay Ermeni diasporası tarafından tehcirin
başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
1862
Zeytun göçü başta olmak üzere tehcir sürecinde yaşananlar en uç noktasına kadar
ajite edilerek sunulmaktadır. Ancak Tehcir Kanunu’nun çıkarılmasına neden olan katliamlar
ve gerçekler örtbas edilmektedir. Olaylara Ermeni Diasporası’dan farklı bir
bakışla yaklaşan Etyen Mahçupyan; Zeytun olaylarının 1960’larda
başladığını ve Osmanlı topraklarında bağımsız bir devlet kurmayı amaçladığını çarpıtarak
olsa fısıldıyor. “1860’lardan itibaren
türeyen eli silahlı irili ufaklı çeteler, Türk çeteleriyle düşük yoğunluklu bir
savaş yürütmekteydi. Bunlar daha sonra kurulan Ermeni milliyetçisi partilerle
bütünleştiler ve önce bireysel özgürlük, ardından federatif çözümler; derken
bağımsızlık hayalleri kurmaya başladılar”[15].
Bütün bu isyanların sebebinin bireysel özgürlük, federatif çözümler adı altında
Ermenilerin bağımsızlık hayalleri kurma şeklinde incelterek anlatan Mahçupyan; açık ve net olarak Ermenilerin eli silahlı
örgütler kurup Müslüman halka karşı katliam yaptığını söyleyemeye cesaret
edemiyor.
93 Harbi olarak bilinen 1877-1878
Osmanlı-Rus savaşı; Türk ordusunun yenilgisiyle sonuçlanınca İstanbul önlerine Yeşilköy’e
kadar ilerleyen Rus birliklerini karşılayan kalabalık bir Ermeni grup,
Ruslar’dan açıkça bağımsız bir Ermenistan kurulmasını talep etmiştir. Nüfus
olarak Anadolu’da hiç bir yerinde çoğunlukta olmayan Ermenilerin bu talebi
gerçekleşmemiştir; ancak tarihte ilk kez 1878 Yeşilköy Antlaşması ve akabinde
Berlin Antlaşması’yla Ermeni konusu açık olarak uluslararası antlaşmalarda yer
almaya başlamıştır. Bu süreçte İlk Ermeni komitesi olan “Hınçak Komitesi” (Çan
Sesi Komitesi) adıyla bir grup Ermeni tarafından İsviçre’de örgütlenmiştir. ‘Hınçak
Komitesi’nin amacı; Balkanlar’da ortaya çıkan devletçikler gibi bağımsız bir
Ermenistan kurmaktır. Bu amaçla kendini Avrupa’nın piyonu haline getiren
Ermeniler; bu karşılık Batı’nın koruma kalkanı altına sığınmıştır. Ancak
Batı’nın hedefi ‘Bağımsız Ermenistan’ devletinin kurulmasından çok, Osmanlı
Devleti’ni zayıflatmak ve parçalamaktır.
Radikal
ırkçı militarist Ermeni gruplar; 1980 sonrasında toplanarak bağımsız bir Ermenistan
kurmak amacıyla yeniden örgütlenmiştir. Rusya, Fransa, İngiltere ve diğer
devletlerin yardımıyla İstanbul ve Anadolu’da birçok Ermeni örgütü kurulup
isyan çıkarıp, kanlı katliamlar yapmıştır. Özellikle 1890-1895 yılları
arasında; Maraş, Trabzon, Erzurum, Gümüşhane, Edirne, Bayburt, Mersin, Şebinkarahisar, Malatya, Sivas, Tokat,
Amasya, Van, Bitlis, Diyarbakır, Urfa, Adana, Halep vilâyetlerinde Müslümanlara
yönelik kanlı katliamlar yapılmıştır.
Anadolu’da
birçok isyan çıkartan Ermeniler; 28 Eylül 1895 tarihinde Babıali’yi baskın
düzenlemiştir. İstanbul’da Patrik kilisesinde toplanan 2000 fazla Ermeni,
Babıali’yi baskın düzenleyerek bütün nazırları ve görevlileri öldürmeyi ve
Osmanlı yönetimini ele geçirmeyi amaçlamıştır. Ermenilerin bu isyan girişimi bastırılmıştır.
Dünya kamuoyunun dikkatini çekmek ve Osmanlı
hükümetini küçük düşürmek amacıyla 25 Ağustos 1896’te silahlı Ermeni militanlar;
Osmanlı Bankası’na yönelik kanlı bir eylem düzenlemiştir… 1901 ve 1903 yılında
Sason katliamı; 1904’te Taşnakçı terör gruplarının Doğu Anadolu’da uyguladığı mezalim…
10 Aralık 1912’de Taşnakçı Ermenilerin Van’ın Ermeni asıllı belediye başkanı
Bedros Kapamacıyan’ı öldürmesi... Nisan 1915’te Van’da Müslüman halka karşı
yapılan büyük katliam…
Ermeniler
tarafından 21 Temmuz 1905 Cuma günü Sultan İkinci Abdülhamid Hân’a yönelik
düzenlenen suikast. Sultanın camiden ritüel dışarıya çıkış saatine ayarlanan
100 kiloluk saatli bomba; Sultan Abdülhamid Han’ın namazdan sonra cami içinde
Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile konuşması nedeniyle, Sultan, henüz camiden
dışarı çıkmadan patlayan bomba; 26 kişin ölümüne ve 58 ağır olmak üzere
yüzlerce kişinin yaralanmasına neden olmuştur. Ulu Hakan’a karşı planlanan bu Suikast,
başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Ülkenin
dört bir yanında yapılan bu Ermeni mezalimi, bu kanlı eylemler,; Ermeni
Diasporası ve Emperyalist Batı tarafından hiçbir şekilde göz önüne bulundurulmuyor.
Etyen Mahçupyan ise “1915
öncesindeki çete savaşlarının ayrı bir tarihi var. Nedenleri belli… sonuçta her
iki taraftan da kabaca otuz-elli bin insanın hayatına mal olmuş, devletin
doğrudan parçası olmadığı bir çatışma”[16].
1915 öncesinde Ermeniler tarafından yapılan katliamları; ‘çete savaşları’
olarak ifade eden Mahçupyan; bu süreçte
yaşanan Ermeni mezalimini; sanki Sümerler’de yaşanmış bir olay gibi başka bir
yerde ve dönemde yaşanmış tarihi bir vaka gibi geçiştiriyor. Oysa 1915 öncesi
yaşanan Ermeni Mezalimi; açık ve net şekilde 1915 olaylarının nedenlerini
oluşturmaktadır. Ayrıca Osmanlı devleti son yüzyılda Batılı devletlerin tepkisini
çekmemek amacıyla azınlıklara karşı çok hassas bir yönetim anlayışı
sergilemiştir. Özellikle 33 yıl devleti yöneten Ulu Hakan Abdülhamid Han; dış
güçlerin azınlıkları bahane ederek; ülke üzerindeki müdahaleleri önlemek
amacıyla çok dikkatli ve adil bir düzen kurmuştur. Azınlıkların her türlü
hakkını güvenceye almıştır. Bu durumun farkında olan Mahçupyan; 1915 öncesinde
öldürülen binlerce Müslüman halkı; otuz-elli bin kişiye indirerek; her iki
tarafa paylaştırıp konuyu bir iki cümleyle geçiştirmeye çalışıyor.
Özellikle
Batılı tarihçilerin ve bu coğrafyada yaşadığı halde olayları Batı anlayışıyla
değerlendirenlerin ‘niçin’ sorusunu ele alacak olgunluğa ve cesarete sahip
olmaları gerekiyor. “Resmi
tarihin takipçileri ‘niçin’ sorusunu ele alacak olgunlukta ve cesarette olmadıkları
ölçüde, hala ‘Ne oldu, kim yaptı’ meselesine takılmış durumdalar. Tarihsel
verileri değiştirerek yeni bir tarih yazma hayali geçmişin ‘niçin yaşandığı’
sorusunu arkaya atarken, tarihçileri de olanı olamamış kılacak yapay
açıklamalar üretmeye sevk ediyor”[17].
Tarih biliminde nedensellik bağının önemini vurgulayan Mahçupyan; 1915
olaylarının ‘niçin yaşandığı’ sorusunu kendine sormadığı için söyledikleriyle
çelişiyor. Ancak 13-14 sayfa sonra gerçekleri itiraf etmek zorunda kalıyor. “eğer çete savaşlarından söz ediyorsak,
kabaca 1890-1915 arasında her iki taraftan da 30-50 bin kişinin öldüğünü
söyleyebiliriz. Öte yandan Ermenilerin yaptığı kitlesel katliamlar, daha önce
Rusya’ya kaçmış olanların 1916 sonrasında Rus ordusu ile birlikte intikam için
dönmeleriyle ilişkilidir. Daha önceki Rus desteğinin ebadı ise birkaç bin
kişilik bir militan grubun varlığına işaret eder”[18].
Mahçupyan; nerede- ne zaman- neden ve sonuçları gizlese de ilk kez Ermenilerin
yaptığı kitlesel katliamlardan söz ediyor. Kayıpları her iki tarafa paylaştırsa
da 1915 öncesi elli bin kişinin öldüğünü itiraf ediyor. Ancak 1904’te Rusların
silah ve mühimmat desteği ile binlerce Ermeni militan grubun Doğu Anadolu’da
yaptığı katliamların adını dahi anmıyor.
“1915-2015
Yüz Yıllık Sorun”u anlatan Mahçupyan; “Tarihsel
verilerin değiştirerek yeni bir tarih yazma hayali geçmişin niçin yaşandığı
sorusunu arkaya atarken, tarihçileri de olanı olmamış kılacak yapay açıklamalar
üretmeye sevk ediyor”[19]
tarihçilerin ‘niçin’ sorusunu ele alacak olgunluğa ve cesarete sahip olmaları
gerektiğini vurguluyor. “bunlar
‘Niçin’ olmuştu, bu insanlar ‘Niçin’ böyle davranmıştı, böyle davranmayanlar
nasıl bir tutum içindeydi ve bütün bunlar olurken devlet ne yapıyordu. Diye
sormazsak bu meseleyi de gerçek tarihsel bağlımı içinde anlayamayız”[20] diyen Mahçupyan, Tehcir
Kanunun niçin çıkarıldığını hiçbir zaman sormuyor.
Tehcir
Kanunu nedir? Neden çıkarıldı? Kim çıkardı?
İttihatçılar
ile yıllarca birlikte hareket eden, Ulu Hakan Abdülhamid Han’a karşı işbirliği
yapan Ermeniler bu süreçte başta suikast olmak üzere Abdülhamid Han’ı
yönetimden düşürmek için her türlü yola başvurmuştur. Çünkü Abdülhamid Han’ın
yönetimden ayrılması Avrupa’yı ve azınlıkları hedeflerine ulaştıracaktır. Nihayet
İttihatçılar ve Taşnakların oyunlarıyla 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. İttihatçıların
yönetime geçmesi, bir anlamda Taşnakçıların devlet yönetimini ele geçirmesidir.
Bu dönemde devletin hemen her kademesinde görev alan Taşnakçılar; Nisan 1909’da
Adana çıkan Ermeni isyanları nedeniyle İttihatçılar karşı karşıya gelmiştir. Bir
süre sükûnetle ve siyasi oyunlarla hedeflerine ulaşmaya çalışan Ermeniler; yeniden
isyanlara ve katliamlara başlamıştır. Yıllardır cephelerde mücadele veren
Osmanlı Devleti; I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla yeni bir döneme girmiştir.
Traplusgarp ve Balkanlar’da 4 yıldır topraklarını savunan Osmanlı Devleti; aynı
zaman da ülke içerisinde azınlıklarla mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Osmanlı’nın henüz Birinci Dünya Savaşı’na
katıldığını ilan etmediği bir dönemde; gönüllü alaylar kurarak Rus birliklerine
katılan Ermeniler, Rus işgal kuvvetleriyle Anadolu’nun farklı bölgelerinde
Osmanlı kuvvetlerine saldırmaya başlamıştır. Devlet yönetimini elinde
bulunduran İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticilerinin İngiltere, Fransa ve Rusya’ya
karşı 14 Kasım 1914’de Almanların yanında I. Dünya Savaşı’na girme kararını Ermeniler
büyük fırsat olarak değerlendirmiştir. Ermeni saldırıları kısa sürede İstanbul
başta olmak üzere bütün Anadolu’ya yayılmıştır. Ermeni komitelerin isyanları
kontrolden çıkma durumuna karşı 24 Nisan 1915’te Ermeni Komite merkezlerinin
kapatılması, elebaşlarının tutuklanması kararı alınmıştır. Ermenilerin her yıl
sözde “Soykırım” iddialarıyla kutladıkları ‘24 Nisan’ günü bu emrin
yayınlandığı gündür.
Bu
karardan sonra Ermeni mezalimi azalacak yerde daha da artmıştır. Bu süreçte
cephelere asker sevk edilirken; Cephelerde savaşan askerlerin geride
bıraktığı emanete saldıran, kadın, çocuk ve yaşlıları öldüren Ermeniler büyük katliamlar
yapmıştır. Bütün bu yaşananlara karşı daha sıkı önlem alma
zorunluluğunu duyan İttihat ve Terakki yönetimi; 14 Mayıs
1915’te Tehcir (göç) kanunu çıkarmıştır. Sonuç olarak gerekli görülecek
tehlikeli kişilerin, toplu halde veya ferden, başka bölgelere zorunlu olarak
gönderilmesi veya göç etmesi kararlaştırılmıştır.
Tehcir
Kanunu, Taşnaklar başta olmak üzere Ermenilerin yıllarca birlikte
hareket ettiği; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devlet yönetimindeki kadrosu
tarafından çıkarılmıştır. XIX. Yüzyılda Fransa’da başlayan ırkçılık
hastalığının kısa sürede bütün dünyaya yayıldığını belirten Mahçupyan; “1914’e kadar işbirliği içinde davranan
İttihatçılar ve Taşnaklar, bu hastalanmadan bir siyaset çıkardılar. Ve
şaşırtıcı olmayan bir biçimde hastalık kendi çocuklarını yedi. 1914’ün
sonralarından itibaren, neredeyse bütün Ermeniler Taşnakçı oldu. Çünkü devlet
şiddeti Ermeniler’in hak arayışını öfke ve nefrete dönüştürdü. Bir yıl içinde
yaşananlar büyük bir intikam duygusu uyandırdı ve nitekim katliamdan
kaçabilenler 1917 sonrasında Rus ve Fransız ordusuyla birlikte geri dönerek
büyük insanlık suçları işledi”[21].
Birinci
Dünya Savaşı’nda yenilen İttifak devletleri safında yer alan Osmanlı
Devleti’nde yönetimi elinde bulunduran İttihat ve Terakki 30 Eylül
1919’da yönetimden çekilmiştir. Taşnaklar
eski dostu İttihat ve Terakki yönetiminin çıkardığı Tehcir Kanunu;
ittihatçıların yönetimden çekilmesiyle “Osmanlı
Devleti 1919-22 arasında Ermeni tehcirini bizatihi bir suç olarak yargıladı”[22].
1915 olayları son derece karmaşık, psikolojiden ideolojiye uzanan ve Ermeni
Diasporasınca sürekli araçsallaştırılarak bir polemik konusu.
Şimdilerde
Türkiye; anayasal bağlamda değişen çok şey olmasa da; daha yakın bir zamana
kadar demokrat bir bakışa sahip muhaliflerin hayalini bile kuramayacakları bir
noktaya geldi. Türkiye her konuda gelişiyor ve değişiyor. Peki, Ermeni
Diasporası ve Emperyalist Batı neden değişmiyor? Yıllardır neden hala aynı
yerde.
Ermini
Diasporası ve Ermenilerin 1915 olaylarına bakışının değişmediği ve değişmeyeceğinin
en açık göstergesi Mahçupyan; Birinci Dünya Savaşı’nda ve devamında Milli
Mücadelenin sadece Yunanlılara karşı yapıldığını söylüyor. “Cumhuriyet iç ve dış düşmanların bütünleşip
üzerimize geldiği bir ortamda bir anka kuşu gibi tarihe doğmuş bir varlık. Bu
söylemin güçlenmesi uğruna, pratikte Yunanlılara karşı yapılmış olan Kurtuluş
Savaşı ‘emperyalizmle mücadele’ olarak öğretilmekte”[23]
diyen Mahçupyan, biraz tarihi kaynaklara baksa iyi olur. Kurtuluş Savaşı’nı üç
beş yüz kişilik Yunan ordusunun saldırısını durdurmak için yapılan üç-beş
günlük küçük bir savaş olarak gören Mahçupyan; İngilizler, Ruslar, Fransızlar,
İtalyanlar… Osmanlı topraklarını işgal ettiğini elbette biliyor. Bu süreçte
Ermeniler işgalci kuvvetlerle işbirliği yaptığını bilmeyen kimse var mı? Mahçupyan,
bunu neden gizliyor.
İtilaf
devletlerinin İstanbul’u ve Anadolu’yu işgalini görmezden gelen Mahçupyan; “Batılı ülkelerin 1919’dan itibaren
Türkiye’ye silah satışı yaptığı, Fransa’nın Türkiye’yi terk ederken silahlarını
genç Cumhuriyet’e bıraktığını”[24] söylüyor. Fransız askerleri, sanki Anadolu’ya
piknik yapmak için gelmişlerdi. Burada çok iyi ağırlanmış giderken de
silahlarını hatıra olarak bırakmıştılar. Mahçupyan’ın söylediklerinden
anlaşılan bu. Fransızlar, Anadolu’yu nasıl terk etti. Hangi şartlar altında ve neden
terk etmek zorunda kaldı? Mahçupyan bunları çok çok iyi biliyor; ancak tamamen
bilim dışı ideolojik çabalar tarih bilimini ve algısını dejenere ediyor.
Fransızların
Anadolu işgali ve Ermenilerin yaklaşımını anlatmak açısından kısa bir anekdot: 29-30
Ekim 1919 günü Fransız kuvvetleri Maraş’ı işgal etmiştir. Bin Fransız ve 500
Cezayir asıllı asker ile Maraş’a giren Fransızlar; Maraş’ta bulunan Ermeniler tarafından
coşkuyla karşılanmıştır. İşgalcilere çiçek buketleri sunularak “Yaşasın
Fransızlar ve Ermeniler, Kahrolsun Türkler” diye sloganlar atan Ermeniler; 600
yıl boyunca birlikte yaşadıkları Türklerin milli ve dini değerlerine saldırmaya
başlamıştır. Kısa sürede Fransız desteği ile şımaran yerli Ermeniler; her fırsatta
Türklere saldırmaya başlamıştır. Sözde bu saldırıları önlemek amacıyla 26 Kasım
1919’da Maraş’a gelen Guvernör Militeri Andre’e Hırlakyanlar’ın konağında bir
ziyafet verilmiştir.“Andre misafir
olarak, konakta gösterişli bir şekilde karşılanıp ağırlandı. Ziyafette Hırlakyan’ın
torunları Hovsep’in kızı Helena ve Setrek’in kızı Victor ile tanıştı. Andre
yemekten sonra Helena’yı dansa davet etti. ‘sizinle dans etmekten şeref
duyarım. Ancak Fransız bayrağının dalgalandığı bir yerde”[25] diyerek, Governör Andre’yi tahrik etti. Dans
teklifi reddedilen Andre, Maraş kalesinde dalgalanan Türk Bayrağı’nın
indirilmesi emretti. Bu emri duyan
Helena kendini Guvernör Andre’nin kollarına attı. Fransız askerleri kaledeki
Türk Bayrağı’nı indirirken Ermeni kızı Fransız komutanla dansa kalktı. Osmanlı
bu tür olaylar yaşamamak için Tehcir kanunu çıkardığı apaçık ortada..
Ermeni
Diasporası ve Emperyalist Batı kabuk bağlamış bu yarayı niçin kanatıp duruyor. Cevap
açık ve net: Osmanlı Devleti hakimiyet sürdüğü topraklarda, kurduğu yönetim
anlayışı ve uygulamaları nedeniyle hiçbir zaman soykırım, sömürü, mezalim.. vb.
insanlık suçlarıyla itham edilmiştir. Çünkü Osmanlı Tarihinde insan onurunu
kıracak bir olay yaşanmamıştır. Bu nedenle başta Ermeni Diasporası
olmak üzere Emperyalist Batı ve işbirlikçilerinin 1915 olaylarından
başka tutar dalı olmadığı için yüzyıldır bu konu etrafında teneke çalıp
duruyor. Buna karşılık “Her yıl 24 Nisan
tarihi yaklaştığında Türkiye, ermeni meselesi ve soykırımı konuşur. Tarih
niyetine hamasi yazılır. Ve sonrasında sanki rutin ibadetini ifa etmiş müminler
gibi normal hayatımıza döneriz”[26]. Ermeni diasporası ve Ermenilerin 1915
olaylarını ekmek parası olarak gördükleri için yıl on iki ay akşam sabah bu
konu etrafından dolaşıp duruyor.
Ermeni
Diasporası tarafından; her yıl Türkçe, Arapça, İngilizce, Fransızca,
Rusça ve Ermenice, beyannameler, tablolar, haritalar, broşürler, makaleler,
kitaplar yayınlayan Ermeniler, aynı zamanda onur kırıcı şarkılar bestelemiştir.
Tanzimat dönemiyle başlayan ve günümüze kadar devam eden bu yayınlar 1915
olaylarının yüzüncü yılı 2015 ve sonrasında zirveye ulaştığı görülüyor. Etyen
Mahçupyan; “1915-2015 Yüz Yıllık Sorun” kitabı bu yayınlardan sadece biri.
Sonuç olarak 1915 olayları; tarihçilerin, yazarların, şairlerin, müzisyenlerin,
gazetecilerin, eğitimcilerin… kısacası bütün sanatçıların ve aydınların ve
insanlığın tarihle sınandığı bir süreç.
[1] Etyen Mahçupyan, 1915 -
2015 Yüz Yıllık Sorun, Afba Yayın, İst, 2015, s.34.
[2] Mahçupyan, a.g.e, , s.34.
[3] Mahçupyan, a.g.e., s.129.
[4] Mahçupyan, a.g.e., S.172.
[5] Elif Şafak, Baba ve Piç, Metis
yay.İst., 2006, s.63-64.
[6] Mahçupyan, a.g.e., s34..
[7] Mahçupyan, a.g.e., s15-16.
[8]Mahçupyan, a.g.e., S.21.
[9] Rasim Özdenören, Düşünsel Duruş,
İz Yay., İst., 2013,s.110.
[10] Özdenören, a.g.e.,309.
[11] Mahçupyan, a.g.e., s.32.
[12] Mahçupyan, a.g.e., s.92
[13] Halil Metin, Türkiye’nin Siyasi
Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, MEB Yay., İst, 1997,s.100.
[14] Mahçupyan, a.g.e., s.21.
[15]Mahçupyan, a.g.e., s.165-166
[16] Mahçupyan, a.g.e.,s.158-159.
[17]Mahçupyan, a.g.e., s.35.
[18] Mahçupyan, a.g.e.,s.43-44.
[19] Mahçupyan, a.g.e., s.35.
[20]Mahçupyan, a.g.e., s. 32.
[21] Mahçupyan, a.g.e., s.133.
[22] Mahçupyan, a.g.e., s.160.
[23]Mahçupyan, a.g.e., s. 33.
[24]Mahçupyan, a.g.e., s.33.
[25] Serdar Yakar, Maraş Milli
Mücadelesinde Şey Ali Sezai Efendi, Ukde yay., K.Maraş, 2012, s.s.43.
[26] Mahçupyan, a.g.e, s.36.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder