Mülâkât: Ferhat
Ağca - Mehmet Raşit
-
İkinci Bölüm -
Osman Nalbant ile sohbetimizin ikinci bölümünü
sizlere takdim ediyoruz. Sohbetle alâkalı birkaç notu daha ilâve etmek istedik:
Görüşmelerimiz Osman Abi’nin evinde, onun kıymetli misafirperverliğinde geçti.
Sohbet müddeti içeresinde Osman Abi bizlere merhum Erdem Bayezıt’tan şiirler
okudu, sohbetin vuku bulduğu 2016’nın Ocak ayında dinlediği İran müziğinden
bize de örnekler dinletti. Bu sohbet, esasında, 2015 güzünden beri çeşitli
vesilelerle bir araya gelişlerimizin hasılâsı oldu. Bosna-Hersek milletvekillerinden
Mirsad Topçagiç’in iki ayrı Kahramanmaraş seyahatinde ve daha başka birkaç
vesile ile Ali Yurtgezen, Ahmed Doğan İlbey, Hasan Ejderha, İsmail Göktürk,
Mehmet Ceran, Mehmed Yaşar, Hacı Ahmet Eralp, Ferhat Ağca, Mehmet Raşit
Küçükkürtül gibi Yoldaki Kalemler’in âşinâ olduğu kişiler Osman Abi’nin evine
misafir olmuşlardı. Bu misafirliklerdeki sohbetin, ünsiyetin neticelerinden
biri olarak bu mülâkâtın ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Mehmet Raşit:Osman abi siz
Bosna’ya nasıl alâka duydunuz? İlk defa ne zaman gittiniz? İlk intibalarınız
nasıl oldu? Bu alâkanız nasıl derinleşti?
Osman Nalbant: İlk gidişim
Kültür ve Turizm Bakanı ile.
Mehmet Raşit: Ne sebeple
gittiniz, böyle düşünceler var mıydı?
Osman Nalbant: Hayır.
Mehmet Raşit: Gitmeden önce
zihninizde ne vardı?
Osman Nalbant: Bosna’yla ilgili
90’lı yıllardaki savaş dışında hiçbir şey bilmiyordum. Bütün Türkler gibi
Edirne ile Kars arasında bizim ne güzel vatanımız var. Edirne Kars dışındakiler
bizim düşmanımızdır. Herkes Türklerin düşmanıdır. Türklerin dostları sadece
Türklerdir… Bu anlayışla eğitildik, böyle yetiştik.
İsmail Göktürk: Kültür bakanı
kimdi?
Osman Nalbant: Bakan Erkan
Mumcu’ydu. Ben de Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü görevindeydim. Küçük bir heyet
olarak gittik Bosna’ya. Protokol görüşmelerinden sonra, akşam yemeği için bir
lokantaya davet edildik. Bu yemeği organize edenlerden bir tanesi de sözünü
ettiğimiz Amina Şilyak. Bir tanesi, oranın iyi bir sanatçısı Burhan Şaban ve
Leyla Jusic olduğunu daha sonra öğrendim.
Mehmet Raşit: Özür dilerim,
tarih kaçtı?
Osman Nalbant: 2003. Bir yandan
yemek yiyoruz bir yandan müzik programı devam ediyor. Amina Hanım ve eşi Tarık
Bey ve diğer ev sahibi konumunda olan Boşnaklar; Türkiye’den gelenlerle tek tek
ilgilendiler. Son derece alâkalı, gösterişten uzak ve nazik bir şekilde,
heyettekiler arasında bir ayrım yapmaksızın ilgilendiler. Yani, “önemli olan
Bakan” deyip sadece bakanın etrafında halkalanmadılar. Bizde nasıl olur?
Mehmet Raşit: Bütün teveccüh bakana olur.
Osman Nalbant: Evet, daha sonra
çarşı-pazarı gezdik, Moricahan’da oturduk. Çeşitli
insanlarla muhatap olduk.
Herkes davranışlarında, bakana ve heyete ilgisinde, iltifatında gayet ölçülü
davranışlar sergilediler. Savaş sonrası bütün evler ve kamu binaları yara
almış, duvarları kurşun yaralarıyla sarat gibi delik deşik olmuş olmasına
rağmen ve insanlar savaşta her şeyini yitirmiş olmalarına rağmen kimseden şikâyet
cümleleri duymadık. Herkes güler yüzlü, alnını karıştıran kimse yok. Cebinde on
kuruşu olan ikramda bulunmaya çalışıyor. Bosna ile ilişkim bu seyahatle
başladı. Bu seyahatte gördüklerimden çok etkilendim. Erkeklerinin yarısını
savaşta şehit vermiş, bütün varlığını savaş yıllarında bitirmiş, resmi
rakamlarla nüfusunun %48’inin, gayrıresmi rakamlarla %65’inin işsiz, işi
olanların da çok mütevazı bir gelirinin olduğu bir toplumun, nasıl bu kadar
moralli, güler yüzlü, gözü gönlü bol olabildiği, beni çok etkiledi. Maricahan'da
oturuyorsunuz, garson gelip sizi selamladıktan sonra, siparişinizi soruyor. Siz
de “ Kahve” diyorsunuz. Birazdan garson tepsiyle geliyor. Tepside cezve,
fincan, fincanın kenarında bir lokum, bir sigara bir de yanında kibrit.
Kahvenizi sigaranızı yakarak keyifle içiyorsunuz. Ama boşalan tepsiyi
kaldırmıyorlar. Dört saat orada otursanız, yeni bir sipariş vermediğiniz
müddetçe “boş” u kaldırmıyorlar. Masanızın boş görünmesini istemiyorlar.
Türkiye’den giden arkadaşlar, burada gösterilen inceliği göremedikleri için
“burada hizmet diye bir şey yok. Ne biçim garson bunlar! Türkiye’de olsa bir
gün bile çalıştırmazlar böyle adamları, hemen işine son verirler” diye. İşte
aramızdaki temel farklardan biri daha. İsmail NoviTravnik’e gittik değil mi?
İsmail Göktürk: Evet.
Osman Nalbant: Novi Travnik
nüfusunun yarısı Hırvat olan bir küçük şehir. Daha doğrusu ilçe. Orada kilise
var fakat cami yoktu. Sonradan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın katkılarıyla ama
çoğunlukla kendi halklarından topladıklarıyla çok şirin bir cami yaptırdılar.
Çocukların cami ile barışık büyümeleri için bitişiğine kreş, cami avlusuna oyun
alanı yaptılar. Caminin giriş bölümüne bilgisayar, dil ve Kur’an öğrenme
sınıfları yaptılar. Abdest alma mekânları caminin alt katında. Abdest
alıyorsunuz, kurulanmak için küçük havlulardan birini alıp kullanıyorsunuz,
sonra kullanılan havlular bölümüne atıyorsunuz. Havluların yanında ambalajıyla
deste deste çoraplar. Çorabı kirli olan ya da yırtık olan, oradan çorap alsın
giysin de camiye öyle girsin diye. Çoraplar ücretsiz ama ihtiyacı olmayan kimse
oradan çorap almıyor. Bütün bunları gördüğünüz zaman, 150 yıllık asimilasyondan
sonra bile, hâlâ; şimdi ancak hatıratlarda okuduğumuz o güzellikleri yaşatan bu
insanlara büyük sevgi ve saygı duyuyorsunuz. Ve bunlar gerçek Osmanlı, ya biz
kimiz diyorsunuz?
Mehmet Raşit: Peki Osman Abi,
gidip geliyorsunuz görüyorsunuz, insanlarla tanışıyorsunuz. “Bosna için bir
şeyler yapmam gerek.” diye kendi iç dünyanızda bu cümleyi ne zaman kurdunuz? Ve
sonraki süreç nasıl gelişti?
Osman Nalbant: Emekli olduktan
sonra İstanbul’da “MOSTAR” adında bir kültür-medeniyet dergisi çıkartmaya
başladık. Dört yıl müddetle ilk sayıdan itibaren derginin yayın yönetmenliğini
yaptım. Derginin adının da Mostar olması nedeniyle, mutlaka bir Bosna özel sayısı
hazırlamamız gerektiğine ilgilileri ikna etmeye çalıştım. Belki bu özel sayı
vesilesiyle, insanımıza Bosna’yı bir nebze olsun anlatma imkânı doğar diye
düşündüm. Nitekim öyle de oldu. Bu özel sayı vesilesiyle çok değişik
çevrelerden olumlu tepkiler aldık. Gazetelerde değerlendirme yazıları çıktı,
bazı üniversite hocalarının dikkatinin çektiğini için öğrencilerine bu özel
sayıyı temin etmelerini istediklerini ve derslerinde Bosna’yı konu edinerek,
Bosna’yı anlattıklarını öğrenmek bizi mutlu etti. Böylece Bosna konusunda ilk somut adımı atmış
olduk. Daha sonra her yıl yaz aylarında Bosna’dan evime öğrencilerden misafirler
aldım. Her yaz; bazen 5, bazen 8-10 öğrenci misafir ediyordum. Çocuklarım
onlara İstanbul’u gezdiriyorlar ve onlarla kardeşlik bağlarını
güçlendiriyorlardı. Bu durum, dergiden ayrılıp, Bosna’ya üniversiteye girişime
kadar devam etti
Mehmet Raşit: Hangi
üniversite?
Osman Nalbant: Uluslararası
Saraybosna Üniversitesi. Rahmetli Aliya İzzet Begoviç’in Recep Tayyip Erdoğan
Bey’e kurulması için vasiyet ettiği daha
sonra şimdiki başbakanımızın (Ahmet Davutoğlu) da mütevellisinde bulunduğu
üniversitede.
İsmail Göktürk: Genel sekreter.
Osman Nalbant: Genel sekreter
yardımcılığı yaptım. Daha önce Sosyal işler Daire Başkanlığı.
Mehmet Raşit: İki yıl orada mı
kaldınız?
Osman Nalbant: İki yıl orada
kaldım.
Mehmet Raşit: Hangi yıllar
abi?
Osman Nalbant: Hangi yıllar
oğlum.
Yuşa Nalbant: 2009-2010 muydu?
Osman Nalbant: 2009-2010’muş.
Orada kaldık. Bu süre içerisinde zaten benim daha fazla...
Mehmet Raşit: Derinleşti.
Osman Nalbant: İstanbul’da
kaldığım ve Mostar Dergisi’ni çıkardığım yıllarda, yaz aylarında da Şile’de
oturuyordum. Bosna’dan gelen dostlarla kışın İstanbul’da, yazın Şile’de
bulunup, muhabbetleşiyorduk. O dönem, sağlığı şimdiki durumundan daha iyi
olduğu için, savaşın komutanlarından biri olan Mehmet Foçiç sık sık Türkiye’ye
geliyordu. İsmail iyi tanır onu.
İsmail Göktürk: Srebrenica’da
tanışmıştık. Şehitlikte, öğle namazında bize imamlık yapmıştı.
Mehmet Raşit: Mehmet Foçiç ile
2009-2010’da mı tanıştınız?
Osman Nalbant: Hayır, çok daha
önce tanıştım. Bosna özel sayısını çıkartmak üzere gittiğimizde tanıştık.
Mehmet Raşit: Peki, şu an
siyasetle mi uğraşıyor orada?
Osman Nalbant: Hayır, şu an
kendisinin sağlık problemleri var. Ama ASDA partisinin ciddi destekçilerinden. Tarihine,
medeniyetine, inanç sistemine daha bağlı bir parti ASDA. Bir bakıma onlar için
tam Osmanlı diyebiliriz. İşte o partinin milletvekillerinden biri, inşallah
yakında Maraş’a gelecek, misafirimiz olacak. İsmail onu da iyi tanıyor.
Mehmet Raşit: “Mirsad” diye
bahsettiniz.
Osman Nalbant: “Mirsad” evet
“Mirsad Topcagiç.” Kendisiyle hukukumuz epey eski. Bir ara, Şile’ye Mehmet
Foçiç, ASDA Partisi’nin genel başkanı ve aynı zamanda Cazin Belediye Başkanı
Nermin Ogreseviç ile beraber geldiler. İstanbul Şile Belediye Başkanı Can
Tabakoğlu’da çok güzel bir arkadaş. Gelen misafirlerle ilgilendi ve aralarında
samimi dostluklar oluştu. Bu dostlukların halklar arasında da oluşmasına vesile
olur düşüncesiyle iki Belediye arasında “kardeş belediye” protokolü imzalandı. Bu
anlaşmadan sonra iki belediye arasında ilişkiler daha anlamlı hale geldi,
karşılıklı ziyaretler gerçekleşti, karşılıklı heyet gidiş gelişleri sıklaştı.
Onlar hemen hemen her gelişlerinde misafirimiz oluyorlardı. Bosna’yı
konuşuyorduk, Bosna’nın sorunları ve bu sorunlara bizim katkımızın ne
olabileceğini tartışıyorduk. Ama onların, Türkiye’den beklentileri çok
yüksekti.
Mehmet Raşit: Evet oraya da
geleceğiz ama ne tür faaliyetler oldu, ne tür projeler oluştu. Sizin
üzerinizden ne tür irtibatlar oldu? Bunları tamamlayıp onların Türkiye algısı
üzerine konuşalım.
Osman Nalbant: Savaş sonrası
Bosna’nın ekonomisi çok kötü. İşsizlik resmi rakamlara göre %48, gayrı resmi
rakamlara göre %65. Toplam nüfus 4 milyon. 2 milyonu Boşnak, diğer 2 milyon
Sırp ve Hırvat. Hırvatları ekonomik olarak Hırvatistan ve Almanya, Sırpları da
Sırbistan ve Rusya destekliyor. Aslında hem Hırvatları hem Sırpları, Hıristiyan
olmaları nedeniyle, ekonomik olarak tüm Avrupa destekliyor. Dolayısıyla gayrı
resmi rakamlara göre işsizlik %65 ama bu ortalama bir rakam. Hâlbuki gördükleri
destekler nedeniyle, Hırvat ve Sırplar arasında işsizlik %65’ten daha azken,
Boşnaklar arasında işsizlik oranı %65’ten daha yüksek. Nüfus az 4 milyon. Kişi
başına düşen gelir oldukça düşük. Yönetim problem. Ticaret rejimi karmakarışık.
Bu durumda hiçbir kapital sahibi gidip oraya yatırım yapmıyor, yapmak
istemiyor. Oysa bizi, Anadolu’yu, 500 yıl şehitler vererek bekleyen bu
insanlar, savaş sonrası düştükleri durumdan kurtulmanın yolunun, Türkiye’den
gelecek yatırım ve desteklere bağlı olduğuna inanıyor, ne de olsa aynı
medeniyetin, aynı devletin iki parçasıyız. Dün bu insanlar bey idiler. 150
yıldır asimile ediliyor olmalarına rağmen, 500 milyon nüfuslu Hıristiyan
dünyanın ortasında olmalarına rağmen, hâlâ dimdik biz Müslümanız diye bangır
bangır bağırıyorlar ve adeta tüm Hıristiyan dünyaya meydan okuyorlar. Peki,
bizim üzerimizde en azından 1463’ten 1872’ye kadar, kardeşlerini, eşlerini,
oğullarını şehit vererek bizi bekleyerek, hakkı olan, borçlu olduğumuz bu insanlarla
cebimizdekini, gönlümüzdekini paylaşmak zorunda değil miyiz? Kapital sahipleri,
kârlılığı görmediği hiçbir yere, hiçbir alana yatırım yapmaz. O zaman en
azından gönül ve minnet borcu olduğunun idrâkinde olanların bu yatırımları
yapması gerekmez mi?
Mehmet Raşit: Tıpkı
kolonizatör Türk dervişlerinin vakti zamanında, buraya gelip onlarla kurduğu
hukuk gibi.
Osman Nalbant: Evet o
dervişlerin yaptığı gibi. Ama sahiden derviş olanlar Bosna’yı tanımıyor,
tanıyan dervişlerinde kapitalistlerden pek farkı yok. Ne yazık, aslında hepimiz
biraz kapitalist olmuşuz. Kapitalist bir ruhla yaşıyoruz. Kapitalist bir
zihniyet taşıyoruz. Ekonomik bir kavram olarak kapitalist; para sahibi olan
anlamını taşıyor. Ama kapitalistlik aynı zamanda kapitalin oluşturduğu bir ruh,
bir düşünce, bir yaşam biçimi doğuruyor. O nedenle, sahip olduğumuz kapitalin
miktarı hiç de önemli değil. İster on ister on bin hiç farkı yok. Sahip
olduğunuz kapitalin, sahip olduğunuz zamanın en azından bir kısmının, diğer
insanlara ait olduğunun idrâkinde değilseniz ve bunun gereğini yapmıyorsanız, siz
kapitalin şekillendirdiği ruha sahipsiniz demektir. Miktar hiç önemli değil,
siz batılı anlamda bir kapitalistsiniz. Bu gün ne yazık ki farkında olalım ya
da olmayalım, insanlarımızın büyük bir yüzdesi kapitalist bir ruh taşımaktadır.
Diğer geride kalan az bir yüzde de, nereye ulaşsın? Somali’ye mi, Filistin’e
mi, Suriye’ye mi? Balkanlar’a mı?
Birincisi Bosna’nın önemi yeteri kadar kavranmadığı için, ikincisi; duyarlı
Müslümanların el uzatmaları gereken Müslüman toplulukların sayılarının çokluğu,
belki üçüncüsü Boşnakların hiç de yardıma muhtaç görünmedikleri için Bosna’ya
gerekli katkıyı veremiyor. Gerekli ilgiyi gösteremiyoruz.
İsmail Göktürk: Ağlamıyorlar
çünkü.
Osman Nalbant: Evet o önemli.
Saraybosna’da çarşıda gezerken, insanların giyim kuşamlarına baktığımızda,
onların; Maraş’ın en merkezi caddesi Trabzon Caddesinde gezenlerden çok daha
şık ve bakımlı olduklarını görürsünüz.
Türkiye’den Bosna’ya gidenler. Bosna’da cadde ve sokaklarda gördükleri
insanlara baktıklarında, kendilerinden çok daha şık ve zarif giyinen insanları
gördüklerinde, onların bu durumlarını, kendilerinden daha zengin olduklarına
yorumluyorlar.
İsmail Göktürk: Ağlayan dilenen
yok. Dilenci de yok değil mi?
Osman Nalbant: Dilenci sadece Çingeneler
var. Bir Boşnak asla dilenmez, asla.
Mehmet Raşit: Peki daha sonra
irtibatlarınız oldu. Senatörlerle, milletvekilleriilebelediye başkanlarıyla,
siyasilerle...
Osman Nalbant: 2012’de bir kalp
krizi geçirmiştim. Şile’deydim. ASDA Partisinin Genel Başkanı ve Cazin Belediye
Başkanı Nermin Ogreşeviç, Milletvekili MirsadTopcagiç ve savaştaki
komutanlardan birkaçı ziyarete geldiler geçmiş olsun için. Aradan üç ay kadar
geçmişti. Maraş’a geldim. Bir gün Ahmet Dere, ciğer kebabına davet etti. Kebap
bahane, muhabbet için buluştuk. Konu Bosna’ya geldi. “Abi daha henüz
rahatlamadın ama çok sıkıntı olmayacaksa bir kere beraber gidelim Bosna’ya”
dedi. “Hemen mi?” Dedim. “Hemen” diye cevap verdi. Eve gelip valizlerimizi alıp
akşamdan İstanbul’a, ertesi sabah İstanbul’dan Saraybosna’ya uçtuk. Bir hafta
kadar gezdik. Dönmeden, ameliyat sonrası ziyaretime gelen dostlara iadeyi
ziyaret yapalım istedik. Aradık dostları Cazin’e ziyarete geleceğimizi
bildirdik. Onlar, Zenica’da parti kongresinde olduklarını, kongreden sonra
gece, “vezirler şehri” Travnik’te buluşabileceğimizi belirttiler. Gece geç
vakitte, kongreden dönen kalabalık bir grupla, Travnik’te buluştuk. İçlerinden
çoğunu tanımıyordum, orada tanıştık. Uzun sohbetler sonrasında ayrılma vakti
yaklaştığında -savaş komutanlarından biriymiş- hüzünlü bir eda ile “biz
çocuklarımızın Türkçe öğrenmesini istiyoruz, Yunus Emre’ye de başvurduk fakat
dilekçeye cevap bile alamadık.” siteminde bulundu.
Mehmet Raşit: Yunus Emre
Enstitüsü
Osman Nalbant: Evet. Bunu
üzerine ben; “Eğer siz bunda kararlıysanız ben de sağ
kalırsam, sağlığım
elverdiği sürece yazın ben gelip çocuklarınıza Türkçe öğreteceğim. Fakat bana
en geçMayıs ayında haber etmeniz gerekiyor ki ben ona göre programımı yapayım.”
dedim. Kış mevsimindeydik. Ocak ayı, her taraf bembeyaz kar. Vedalaştık. Ertesi
sabah Türkiye’ye dönüyoruz. Akşam toplantıda olan ve benimle beraber Türkiye’ye
gelecek arkadaşla haber yollamışlar. Travnik’ten ayrıldıktan sonra, sabah ezanı
vakti Cazin’e ulaşmışlar, grup dağılmadan toplantı yapıp, Türkçe kursu ile
ilgili kararlarını vermişler. Arkadaşa da; “Osman beye selam söyle, biz Mayıs
ayını beklemedik, şimdiden kararımızı verdik, yazın kendisini bekliyoruz.”
demişler. Cazin’li dostlarımız vardı ama ben o bölgeye hiç gitmemiştim ve o
bölgeye dair hiçbir bilgim yoktu. Saraybosna’da ki dostlara sordum. Dediler ki
o bölgenin iki temel özelliği var. Birincisi; akşamdan sonra bile kapılarını
çalan bir yabancıyı misafir ederler. Onlar çok misafirperverdirler. İkincisi;
onların lügatinde “korku” kavramı yoktur, “korku” nedir bilmezler. Bu
özelliklerine, ancak o bölgeye gidince vâkıf olacaktım. Malkoçoğlu’nun o
bölgenin insanı olduğunu, Malkoçoğlu ailesinin hâlâ o bölgede yaşadığını, yazın
Türkçe öğretmeye gittiğimde öğrendim. 1 Temmuz itibariyle Türkçe kursuna
başladık. Belediye başkanı, meclis salonunu bize tahsis etmişti. 79 öğrenci
kaydını yaptırmış. Onlar Türkçe bir kelime bilmiyor, bende Boşnakça...
“Bismillah” dedik başladık. Dil yetenekleri inanılmayacak kadar güçlü.
Kendilerine çok güveniyorlar. İlk gün tanışma toplantısında bir öğrenci, en
başarılı olanın, ödülünün ne olacağını sordu. Ben de “bir hafta Türkiye’de
tatil” dedim. Sevindiler. İki ay sonra, öğrencilerin birçoğu Türkçe
konuşabiliyordu. Diğerleri ise en azından ne dediğinizi anlıyordu. Vedalaşma
toplantımızda, aynı öğrenci “tatili kim hak etti” dediğinde benim, öğrenciler
arasından bir öğrenci seçmem gerekti. Ama en iyi öğrenenler arasından kimi
seçsem, diğerleri kendilerine haksızlık yaptığımı düşünecekti. O yüzden, bir
öğrenci değil, tam 14 öğrenci seçtim. Sömestr tatili Ocak ayında. Beş öğrenciyi
Şile Belediyesi misafir etti. Dokuz öğrencimi de ben kendi evimde misafir
ettim. Dokuz öğrencim iki gün boyunca, Maraş’ın adeta altını üstüne
getirircesine gezdiler. Çok mutlu olmuşlar. Cazin küçük bir kent. Dilden dile,
öğrenciler Türkiye tatillerini birazda ballandırarak anlatmış olmalılar ki,
geçen yaz gittiğimde tam 191 kişi kayıt yaptırmış. Beş gruba ayırarak Eylül’e
kadar kursa devam ettik. Sömestr tatillerinde, yine öğrencilerimizin en
başarılı olanlarından 34 kişiyi Türkiye’de 12 günlük tatille ödüllendirdik. 4
kişiyi Şile Belediyesi misafir etti. 30 öğrenciyi Maraş’ta misafir ettik. MADO
(Atilla Kanbur) 10 öğrencimizin bütün masraflarını karşılayarak en güzel
şekilde ağırladı. Gelen öğrencilerle 12 gün boyunca ilgilenmeleri için iki
personel görevlendirdi. 9 öğrencimizi Onikişubat Belediyesi (Hanefi Mahçiçek)
tüm masraflarını karşılayarak, ilgilenmeleri için de üç personel
görevlendirerek ağırladı. 11 öğrencimizin masraflarını Yurtdışı Türkler ve
Akraba Topluluklar Daire Başkanlığı, BİLSEK’teki arkadaşların hazırladıkları
proje çerçevesinde karşıladı. BİLSEK’teki arkadaşlar da 12 gün boyunca,
misafirler için ellerinden gelen ilgi ve alakayı gösterdiler. Her üç grupta,
gelen Boşnak öğrencilerimizin Maraşlı ailelerle tanışmalarını, Maraşlıhemşehrilerimizin
de Boşnak kardeşlerini tanımalarını temin için, onların akşam yemeklerini ve
arkasından sohbet etme imkânlarını sağlamak için Maraşlı aileler organize ettiler.
Bu organizasyonlardan hem aileler ve hem de Boşnak öğrenciler ve öğrencilerle
ilgilenen gençler son derece keyif aldılar.
Mehmet Raşit: Bu Yurt dışı
akraba toplulukları ile ilgili meseleyi siz söyleyince; bazı girişimleriniz
oldu, oranın küçük ölçekli ekonomik anlamda katkı olabilecek mahiyette bazı
girişimlerimiz de olmuş. Onlarla biz konuştuk. Fakat genel çerçeve çizilirse bu
manada, oranın ekonomik durumuyla alakalı ve buradaki insanların çok büyük
sermaye gitmez diye konuştuk ama gitmesi orada siyasi açıdan engelle
karşılaşılabilecek anlaşılan?
Osman Nalbant: Üç tür kanton
var. Boşnak, Hırvat ve Sırp kantonları. Her kanton ayrı bir hükümet, devlet
gibi. Milletvekilleri, Bakanları, Başbakanları var. Ayrıca Başkent
Saraybosna’da ortak bir hükümet var, dönüşümlü yönetilen. Her Bakan için üç
Bakan, üç Başbakan. Yetmiyor bir de Birleşmiş Milletler Temsilcisi.
Mehmet Raşit: Yüksek
Temsilcisi.
Osman Nalbant: Evet. Dolayısıyla
problem bir yönetim şekli! Hiçbir sermayedar, böyle kaotik bir yönetimi olan
ülkeye girmek ve orada iş yapmak istemiyor, haklı olarak. Ancak, kâr düşüncesinden çok Boşnak kardeşlerine
destek olmayı düşünen sermaye sahipleri, en azından Boşnak kantonlarında küçük
ve orta ölçekli, -onlara da ortaklık tesis ederek- yatırımlar yapabilirler.
Türk iş adamlarından bekledikleri yatırımlar yapılmayınca, en azından Krayna
bölgesinde, özellikle Cazin’de aileler bazında ne yapılabilinir, buna dair
alternatifler düşünüldü. Arıcılık, Sütçülük, Seracılık gibi kurslar açıldı. 20
kovan arının vereceği balın, 3 ineğin vereceği sütün, 200 metrekare serada
yetişen ürünün bir aileyi geçindireceği hesaplandı. Bu birimlerin maliyeti
yaklaşık 15.000 TL. Yani 15.000 TL’ lik bir yatırımla, bir Boşnak ailenin
ekonomik yapısı, kendi kendine yeterli hale gelebiliyor. Çünkü onlar bizim gibi
lüx’e meraklı değiller. Gerçekten ihtiyaç duymadıkları şeylere dönüp bakmazlar.
Onlar için önemli olan: 1. Giysileri. Yoksul görünmemek için, giyimlerine son
derece önem verirler. 2. Evleri; yine
yoksul görünmemek ve hatta zengin görünmeye çalışmak için, evlerine, özellikle
evlerinin dışından görülen kısımlarına büyük önem gösterirler. Yedikleri içtikleri,
evlerinin içlerinde ki eşyalar son derecede mütevazıdır. Bir takım kurumlar,
dernekler, vakıflar Bosna’ya gidip şov yapıyorlar. Mesela 5 bin kişiye iftar
veriyorlar. Giderken en az 15 - 20 kişiyle gidiyorlar. Bir iftar vermek için
akıl almaz masraflar yapıyorlar. 15 - 20 kişinin uçak paraları, otel
masrafları, erzakların nakliyeleri vs. Hâlbuki bir iftar programına yapılan
masrafla 30 - 40 hânelik bir köyün, ekonomik problemleri kökünden çözülebilir.
Ama bunda şov yok. Oysa biz şovu severiz, hamasete bayılırız. Hatırlarsanız,
birkaç yıl öncesine kadar, gazetelerde, TV programlarında, haberlerde “zengin”,
“mübarek”, “muhterem” zenginlerimizin ne hayırlar işlediklerini. Bir kamyona yükledikleri
yağ, un, şeker vs’den oluşan kolileri, kamyon üzerinden toplanan kalabalığa
nasıl attıklarını! Ne büyük hayırsever olduklarını cümle âlem de bilsin diye,
TV kanallarından muhabirler çağırıp, röportajlar verdiklerini. Ne çirkin bir
manzara! Ne iğrenç bir yardım şekli! Zenginlerimiz bunu sadece Türkiye’de
yapmadı. Aynı çirkin tabloyu; Filistin’de, Somali’de Myanmar’da ve dünyanın her
yerinde sergiledi. Bu kadar çirkini değil ama benzer versiyonu Bosna’da da
yaptılar fakat son derece bu muhtaç olanlar bile, böyle bir tablo karşısında,
aç kalmayı yeğledi. Bosna’nı Afrika’dan farklı olduğunu bilmediler bizim,
“muhterem”, “mübarek” hayırseverlerimiz. Çocuğunu, eşini ya da babasını,
kardeşini savaşta şehit veren bir kadının, cenaze önünde, insanların ortasında,
gözyaşı dökmenin bile onurunu örseleyeceğini düşünen bir yapıya sahip olduğunu
bilemediler. Onların en az bin yıllık kentli, 600 yıllık kentli Müslüman
olduklarını bilmeden gittiler Bosna’ya. Bu ve benzeri kabalıklar, özellikle
üniversiteye giden Türk öğrencilerin yaptıkları haylazlıklar ve ahlaksızlıklar,
Boşnakların bizlere olan muhabbetlerini örseledi. Önceki yıllarda, Türkiye’den
gelen birine, Evlâd-ı Resul gelmiş gibi adap tutan, öyle muhabbet duyan
insanlar, tüm bu kabalık, haylazlık ve ahlaksızlıklara şahit olduktan sonra,
artık eskisi gibi davranmıyor. Öğrencilere evini kiraya vermiyor. Bizim gerçek,
şovmen olmayan hayırseverlerimizin Bosna için yapabileceği çok hizmet alanları
var. Savaş sonrası her alan boş. Küçük -küçük yatırımlarla- aile işletmeleri
kurulmasına vesile olunması gerekiyor. Mesela bir çorap atölyesi. Onlar
çoraplarını ya İstanbul’dan ya da İtalya’dan alıyor. Bir çorap atölyesi kurmak
için çok büyük paralara gerek yok ki. Yahut havlu. Herkes bunu kullanıyor.
Maliyeti ne ki?
(devam edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder