Geceydi ve Susuyordum…
Suskunluğum ve susuzluğum, zihnimi, gözden çıkarılması ve içinden çıkılması zor bir kuruntuya sürükledi. Zorluğu ilkin fark edemedim. Nedeni; gözlerimin, hem sönük fer(yâd) ile isyan ederek kuruyan cüretkâr hem de zamana meydan okurcasına yaşlanmayan cahil olması.
Zorluğu, gözlüklerimi çıkarıp öteleri görmezden geliyorum. Yazdıklarıma uzak olmadığımdan yazarken gözlüğe ihtiyaç duymuyorum. Suskunluğuma sadakatle, yazdıklarımın içindeyim ve içimdekilerden yazıyorum.
Kuraklık zamanı hiç su kalmasa da dört yıldan uzun yaşayabilen balıkları anlatan belgeselin, iki, bilemediniz üç balık hafızası kadarlık bölümü susuz zihnimi nemlendirdi. Bu balıklar su olmadığı halde uzunca bir süre ölmüyor, hâliyle kokmuyordu.
Eskiden beri yazıldığını gördüğüm, söylendiğini duyduğum, “balık baştan kokar” durumu ilk defa bozguna uğruyor! Balıklar için suyun yokluğunu kendi varlığıma dokundurup, susuzluğun tadına varıyorum. Böylece, kapanmış duyu organlarımı, tekrar açıyorum.
Mazime baktıkça, doğanın bu garip gerçeği aklıma yatıyor, bu bilgilere ulaşana dek aklımın başımda yattığı rahatlıkta. Yıllarca ne yokluklarla, aslında neyi beklediğimi bilmeden yaşamışım.
Hazır aklım başımda ve zaman varken, varlığımı yoklamaya başlıyorum. Anı ve düşüncelerimin ortasındaki “yokluk” genişliyor. Kendimi balık varsayıp, yokluğumun içine dalmak için efkârlanıyorum.
Efkâr denizimde bir damla su yok, suya gerek yok, suya yer yok. Yer de yok gök de. Çırpınıp duruyorum.
Bir çırpıda, yaşamaya devam etmek için kendimi muhtaç gördüğüm isteklerimden, yani “sonramdan” kurtuluyorum.
Çırpınışlarım artıyor…
Var olan ve var saydığım her şeyi ve her kişiyi, geriye doğru benliğimden çıkarıyorum.
Her çıkarımda, azdan çok çıkmasına rağmen, netice eksilmiyor, tecrübe ile sabit.
Bu sayede, içlerinde “ben” olmayanların yaptığı iyiliklerle dolu hatıralarım, tekrar canlanıyor.
Hâlık (c.c.) biliyor.
Tekrar diniyorum…
İçimi kurutan ateş, aynı zamanda uyandırıyor beni, ertesi güne eş. Sabah oluyor…
Bir balık, çok şey hatırlatabiliyor, bunu öğreniyorum.
Yine susuyorum!
Suskunluk…
Sesle örtünmeyen, nefese bürünmeyen kelimeler de ruhu incitebiliyor.
Susuzluk…
Kul rahmetten, kâl hâlden, kâğıt mürekkepten mahrum kalıyor.
***
BAĞ
Bağlanamadığını ayak bağı görürsün. Bağ kurmak ise emek ister, bakmazsan dağa dönmeye başlar ve olur. Başkalaşan deyişle; bağ olarak bakmadığını dağ olarak görürsün. Ayaklarında dağ kadar yükle yürürsün. Kendini büyük görür, çok yorulursun, büyük olan sen değilsindir, yükündür. Kimi dağlar volkaniktir, en derinden ateşlerle, birden gelir, yıkar ve yakarsan da o seni yakar.
Bağlarken
sağlama almalı. Yerine koymak gerek. Önce kendini, yerine. Sonra temasta
bulunduklarının yerine kendini. Nihayetinde ise tükettiğinin yerine kendi
türünden veya başkaca bir şeyi koymak gerek. Kendinde vaziyette, etrafına
kendineymiş gibi davranırken üretken ol.
Bu
bağlamda; niyetin üzüm yemekse, ye. Yerine birşey koy. Yok; niyetin üzümde,
gözün asmada değilse, bağcıya ilişme. Seni şimdilik bağlamayabilir ama bağcının
bağından dağ yükselir, altından kalkamazsın. Bundan sonrası da beni bağlamaz.
Bağırsan da boş.
DİLİMİN UCUNDA
Gözü kara ol (/a)madım henüz. Gözümü karartmaya ise az kaldı gördüğüm karalıklardan. Orandan mıdır yoksa oradan yansımasından mıdır bilmem ama yüze bağlıyorum yakınlığı ve karalık yüzde. Yüzsüzlük desen, değil, yüzde yüz. Yüzeysel bir hâl aldı dünya ve yüzeyindekiler de… Kendi ellisine yüz der, elin binini bir eder olmuşuz birader, kızma. Söylenecek sözler dilimin ucuna kadar geliyor dilimi ısırıyorum. Dudak perdesinden çıkarsa dönüşü yok bunu ben de biliyorum.
Tülün
altından güneşliği çekiyorum.
Dışardan
panjuru kilitliyorum.
Panjur
kara.
Çivisi pembe.
Kilidi
bende.
Anahtarı
sende.
İçerim
daha kara olsun istiyorum marifet karadaysa.
Uçurumun
ucundaki ota giderken telef olan canlılar bildik pek çok özlü sözde. Dil ise en
büyük uçurum, ucundaki sözle... Koparmaya giderken söyleyen de düşer, zehir
zemberek sözü yiyen de.
Zormuş.
İnsan olmak zormuş. İnsan kalmak zormuş. Yaşamak da zormuş, yaşatmak da. İnsan
sosyalmiş, sosyoloji diye bilim varmış, hatta bilim başkaca dallarda da varmış.
Ne münasebet efendim? Ne insan sosyal ne bunun için sosyoloji bilimi gerek, ne
de diğer bilimler dallı budaklı.
Bildiği
bütün dillere rağmen insanlık iletişimi kurmayı reddediyor. İletişim kurmak,
kuruntudan ibaret. Sen hiç söylemeden; ben, duyduklarıma inanıyorum. Ben daha
söylemeden; senin ne anladığını, biliyorum. Bu yüzden konuşmak artık sadece
ritüel.
Duygusal olunca spiRİTüel. İnanılmaz telepatik noktaya geldik. Biz;
İnsanlık.
Hadi
canım sende!
***
DÜKKÂN SIRLANINCA
Düşünüyordum. Yazsaydım sığmayacak kadar,
düşünüyordum. Üstelik içinde bulunduğum bu durumu inceden sevmeye başlamışken,
içimdeki hava üşümeye başlamıştı. Soğuktu, ben sevgiye yabancıydım, yalnızken
soğuğu seviyordum, bir de seni, seninle tanışmadık… Ama bu yazmama mâni değil,
bu sevgi bana ahir dağından kaldı, sanki ezelden "Hû!" diyen bir
Hû’muz vardı, ahir zamandı, modernizme yabancılaştı, hepsi içimde canlandı,
dağdaki kar çığ oldu, düşmeden derin bir nefes aldırdı.
Karşımda dağ vardı, dağlara kıyamazdım, içlerinde
bizim dağımız vardı, son dağdı, gök kubbeyi yüklendikleri, sinelerini ana
kucağı gibi bizlere açtıkları yetmezmiş gibi, bir de dünyanın aşıkları delip
geçmişti.
İçimde çöl vardı; son soluğumun rüzgârıyla bir
"of!" çektim, çöle yağmur yağdı. Sevgin yağmurdu, yağmur rahmetti,
sen bu çöle henüz gelmemiştin, senin geçmediğin her yer çöldü, rahmetin seni
hatırlattı, yeşile büründüm. Yeşili sen severdin, bir şansım daha vardı,
seherde gül derebilirdim, Şimdi çölde güller açtı.
Yazma fırsatı olmasaydı; gönlümde kopan bu
fırtınayı işaret eden dilimdeki dua ve şükür fısıltılarını, ancak hiçbir ses
olmadan duyabilirdiniz. Kalbim küçüktü(!), hatta içindeki bir noktaya kâinat
sığardı, şimdi bu küçük kalpte sevgin dolaşmaya başladı.
Sevince, dua ediyorum, duamda şükrediyorum, çok
şükür. Sevmek, en çok, dua etmeyi öğretiyor. Dua, gittikçe güzelleşiyor ve dua
ettikçe sevincim başka, sevgim bambaşka oluyor. Sevgim büyüyüp aşka dönüyor,
tastamam “Aşk” oluyorum. Her şeyi anladığımı sanıp büyü(k)leniyorum, büyüden
kurtulup küçülüyorum. Sonra benden büyük olan aşkın anlam yükünü, tabiatım
gereği, kendimce değerlendirdiğim eşyaya ve tabiata üçer beşer infak ediyorum,
üçe beşe bakmadan, üç aşağı beş yukarı. Paylaştıkça bende kalan anlam büyüyor.
Tecrübe de ediniyorum, bu kâr cabadan.
Paylaşmaya başlamadan evvel dikkat ettiğim 'hassas
bir husus' var; yükte zaten hafif, pahada görece ağır olan dünyalıkları;
isteyenlere bırakmayı unutmuyorum. Yazarken fark ediyorum, bir’i terazi
yapıyorum, hassasiyet ağır basıyor, husus dünyalıkların tarafında kalıyor.
Paylaşımdan;
Bir fırsatla bulduğum kırmızı renkli bir bam
telinin baş parçasını cüzdanıma saklıyorum, kalanına ise Türküdar’ın mızrabı
vuruyor… Artık ben söyleyemiyor ve dinleyemiyor olsam da bam telimin bedeni
titriyordu, baş bendeydi, çalan türküler başta olmak üzere hepsinde biz vardık.
Bu anlam beni, gurbette bile, ehlikeyf yapardı, bam telinin hatırası hâlâ
cüzdandaydı.
“Paylaşmak Nasıl?" Mı?
Size bir pay;
Az önceydi, duyduğum tavırda sen vardın, sana
sevgim vardı, sevgim bambaşkaydı, bam teliydi, telin başıydı, dağın başındaki karlar
yüreğime kaymış, sonrasında yağmur yağmıştı, dağ yerindeydi, tel kırmızıydı. Yüreğimde
kırmızı gül demetlenmişti, kırmızı aşktı, türküler yanıktı, soba diğer tarafta
yanıyordu. Sobanın üst kapağından ateşten bir kuş çıkıp türküye uçuyordu,
Celal’liydi, ben tütüyordum, ateş olmayan yerden duman çıkmazdı, duman
çıkmalıydı. Ben tütün sarıyordum, sol yanımızda elektronik sigara vardı, zaman
değişmişti ve karışmıştı ama duvardaki saat hep ikiye varıyordu, Ferhat da
vardı, önceki gün yüreğimi delmişti, geri kalanlar mecnundu, vecd vardı, herkes
derdini, belki de sevdiğini düşünüyordu, gördüğümüz gözümüzle değildi...
Derince bir nefes alırken, her şey farklı görünmeye
mi başlıyor? Gerçeği yeni mi fark ediyorum? Bilemedim...
Dalmışım yine rast gelen ilk düşünceye. Döngü
yeniden başlamış. Kendime geldiğimde kafamı kurcalayan sorular vardı, tohumunu;
işinin ehli, uygulamalarla eğitilmiş bir ziraatçı atmıştı, köyü de vardı
mektebi de haşerata karşı korunuyordum ama bu bitki daha zararlıydı ve bu
sorular insanı bitkisel hayata sokardı.
"Bütün anlamlarıyla yazabilir miyim?"di.
"Kitaba sığar mı?"ydı.
"Yazsam okunur mu?"ydu.
"Kulağına ismi okunur mu?"ydu.
"İçinde biz olur mu?"yduk.
"Bu kitap sana ulaşır mı?"ydı.
"Satırların arasına gizlensem mi?"ydi.
Cevabım hazırdı...
Gözlerinde bir bende olmaya
râzıydım...
Bu satırlar da gözlerinde ben
olmaya râzı...
***
UFUK ÇIKMAZI
Çıkmaz sokaklardaki evler bir başkadır. Sokağın girişinden itibaren hepsi bir sayılır. Yol bir taraftan çıkmazda olsa da taşları iki taraftan aşınır. Güneş bir yandan vurur, diğerlerine süzüldüğü gibi.
Rüzgâr esmez.
Fırtınaya tâbîdir.
Sakindir geneli.
Yabancısı en azdır.
Oradan bir ev gerek; arka yüzünde
bahçesi olan, uçuk sarı. Sokak girişinin cephesinde evin girişi, sokağın
çıkmazı, ortalı kapı, gök mavi demir…
Bahçeye evin ortasından tünelle
geçilmeli, tünelde karşılıklı iki kapı… Üst katı olmalı evin. En üstte de çatı
katı. Bahçeden girilebilmeli eve, merdiven aşılmalı.
Merdivenler gıcırdayan ahşap…
Trabzanlar afili… Çıkarken türkü gibi efkarlı karşılayıp, inerken musiki gibi
şinas uğurlamalı.
Bahçenin duvarlarına üçer adım
uzağında ağaçlar, akasya, ıhlamur ve iğde. Duvarlar kesme taş… Ağaçlardan beşer
adım içerde, tam ortasında şadırvanlı havuz, mermer zemin. Kubbesinde üzüm
asması. Asma gülü. Akşam, sefası. Evden tarafında somya. Sağından sıralı iki
kenarı şark köşesini oluşturmuş ve şarkı çalan gramafon köşede. Tam da şarka
düşmüş köşe. Şaka gibi.
Ruhumuz gibi solunda tabi girişi
kamelyanın. Yürekli yer yani. Orda mangal var. Her dem közü üstünde. Cezvesi
yanında. Kahveler ömürlük. Fincanlar el emeği, motifler zümrüt yeşili. Orada
ağırlanır misafir ve insan yine orada kütlece en ağırdır yer yüzünde.
En alt katta üç oda. Birinde
kitaplar; raflarda, birkaç kez okunmuş dost yüzlerle, hasbihalli, tertipli ve
duvarda bağlama. Biri atölye; tezgâh, takımlar. Tabii ki zahralık en kuru yer,
girişi tünelde değil, merdiven başında.
Orta katta üç oda bir salon,
bağımsız.
Mutfak küçük, pişirmelik.
Yemek yer sofrasında olur.
Duvarlarda tablolanmış ebru ve
hüsn-ü hat.
Odalardan ikisi hane halkına
diğeri misafire.
Çatıda antikalar, çil, çil altı.
Çok temiz yok denecek kadar az. Orası düşünmelik.
Bu yol bana çıkar, size
çıkmadığına bakmayın.
Ev, benim.
Bahçemden bu salkım.
Son baharında dünyam.
Hayat hepimiz için farklı ve yorgunlukla doludur. Alanımızda oluşan çizgiler çıkmaz sokaklarımız. Her şeye rağmen nefes almak güzel. Güzel olanı anlayabilmek ise görmekle, kalben görmekle daha güzel. Özetle; hayat anlamaktan ibaret. Ökkeş Alper Taşlıalan'ın yazısını okudum; hayatı anlamanın başka bir çerçevesinin olabileceğinin farkına vardım. İçimde arayıp bulamadığım cevapların boşlukları bir bir yok oldu. Sağolasın Ökkeş, kalemine ve iyi yüreğine sahip ol.
YanıtlaSil