Burada
hayatı roman olan
Bir Hocam
var,
bizimkiler
hikaye…
Bir
Hocam’dan Bir’i
Hocam’a,
hürmetle…
Üniversitenin
ilk senesiydi sanırım Hocam. Birkaç arkadaşla birlikte okula ziyaretinize gelmiştik.
Elimde bilgisayar çantası vardı. Görünce;
“Ne
o Mık Kırığı, mühendis mi oldun?” demiştiniz. Fakir de haddinde olmayarak
sizden satın aldığı cümlelerle;
“Estağfurullah
Hocam, çeyrek mühendisim henüz.” diye gaf etmiştim.
İşte
o günden, sizinle aynı karede ilk kez göründüğümüz bir fotoğrafımız vardı. O
fotoğrafı sanal dünyanın tehlikeli sularına salmıştım. Başkomutan’ın Tercümanı,
fakiri sizle aynı karede görünce, zâtıyla ilk karşılaştığımız yer olan Ziraat
Fakültesi’nin kantininde, tam bu noktada dünyadaki tüm çocukların Emmisi’nin
kulaklarını çınlatmış olalım, kolumdan tutup;
“Lan
ede sen Hocam’ı nerden tanıyorsun?” diye sual ettiydi. Ben de serbest
konuşmanın en serbestiyle;
“Dört
yıl dizinin dibinde yetiştim abi.” diyerek meşhur gaflarımdan birini etmiştim. Sonra
bunla doymadım elbette, Bir Hocam’dan Bir’inin “Kişisel Gelişmeyin” başlıklı
muhabbetinin ardından çay içerken, Udeba’nın aynı suali etmesi üzerine en
serbest konuşmanın da en serbestiyle;
“Dört
yıl dizinin dibinde yetiştim Hocam.” demiştim.
Bu
söz tuttu ensemden, Dükkân’da, kapının arkasındaki köşeye, kapı zilinin altına
oturttu. Köyden “yarın” gelmiş gibi oldum oraya oturunca…
Çok
şey öğrendim…
Hüzün
diye bir şey varmış. Başkomutan, Hüzün’e, Yunusleyin Anlamak dedikten sonra,
Hüzün: Bir Çıtırık Yol diye de ekler.
Dert
varmış: Bir Hocam’ın uyanınca kurtulacak memleketin derdini çekmek varmış.
Gurbeti yalnızca memleketinden uzakta kalmak
diye bilirdim. Fakat Hocam, bir gördüm ki yakın gurbet, uzak gurbet varmış.
Hele bir de dost gurbeti varmış ki, azapmış. Dostu olan bilirmiş tabi, olmayan
hissetmezmiş, yalnızlık konulu zâtınıza ilettiğim mektubuma ithafen...
Sahiden
dost diye bir şey daha varmış.
Dostperest
olmak varmış.
Dostun
kapısını aşındırmak, dostun çayını, tütününü içmek varmış. Dostun tütünüyle
yanmak diye bir şey varmış ki hayatımda bunu yaşamamı nasip eden Allah’a bir
kez daha şükürler olsun.
Fikir
diye bir şey varmış…
Çoğulu
efkârmış.
Efkârlanınca
hüzünlenirmiş insan, derdinin dermanını bulduğu şol hüzne kavuşurmuş.
Yüreğim
varmış; ama o zamana kadar hiç yanıma almazmışım. Oraya oturunca yüreğimi de
yanıma almışım.
Türkü
varmış. Sadra şifa olan, Türküdâr’ın bağlamayı parça parça edermiş gibi çaldığı
bin miligramlık türküler… Acaba parça parça olan bizler miydik de bağlamayı
kendimize siper mi ettik? Hançere kelimesinin insan vücuduna bürünmüş hâlini
oraya oturduğumda gördüm. Hatîb-i Dükkân, “Türk babaları kahramandır.” sözünün
sahibi, hançeresiyle Dükkân’ın sesi, hançeresiymiş. Onun sayesinde şiir neymiş,
yazı neymiş, konuşmak neymiş, gözümüzle gördük, kalbimizle inandık, dilimizle
tasdik ettik. Sadece elimizle amel etmedik. Aynı zamanda zât-ı âlileri GDH’nin
ve H.O.Ş.T.’un şeyhi olurlarmış.
Daha
çokça şey gördüm, çokça şey yaşadım da Hocam, kötü kalemimle o bahtiyarlığımı
ziyan etmek istemem. Ama şunları demezsem de içim rahat etmez; Çürüklerimin
tedavisi bulundu ama tedaviyi hak edemedim Hocam. Dükkân hak edenlerin
yeriymiş. Demek ki sen de Dükkân’mışsın ki senin de taleben olamamışım. Dükkân
hak talebelerinin yeriymiş.
Başkomutan’ın
deyişiyle;
“Hayat
bir sızı, Dükkân bir sızı, çay bir sızı, fikir bir sızı, yazı ve şiir bir sızı,
yürek bir sızı, türküler bir sızı, dost bir sızı, bu ülke ve millet bir sızı..”
Hasret
ve muhabbetle…
***
ESKİDEN BİR HOCAM ANAHTARLA GİRERDİ DÜKKÂN’A-2
“Biz Müslümanın itini bile severiz.”
Bir Hocamdan Bir’i
Eskiden Anadolu Lisesi deyince
insanlara ferahlık verirdi. Tabi bu benim dönemimden de çok önceleri.
Büyüklerin arasındaki şu diyaloğu öz kulağımla duydum;
“Şeref, senin oğlan ne yaptı?”
“Liseyi kazandı abi, okuyacak.”
“Allah esirgesin, düz mü Anadolu
mu?”
“Anadolu abi.”
“İyi iyi maşallah. Efendi çocuk
zaten orda da hayatı öğrenir.”
“Allah razı olsun abi, doğrudur.”
Bıyıkları yeni terlemiş veya fakir
gibi tüy bile olmayan, delikanlılar yazın sezonluk işi bırakıp geleceklerini
ilim öğrenerek inşa etmek için liselere gelirdi. Düz liseye gittiyse eğer
liseyi bitirirse ne âlâ! Bitiremezse, yazları çıraklığını yaptığı dükkâna çırak
olarak döner, ustası müsaade ederse o işi kendine bilezik eder, yaşı gelince
askere gidip gelir iş kurardı. Fakat Anadolu Lisesi ise iş başka olurdu. Evvela
o liselerde eğitim sadece müfredat derslerini öğretmek için olmaz, adam olmak
için de yapılırdı. İşte bu yüzden çocuğunu Anadolu lisesine yazdıran ebeveynler
rahat ederlerdi. Bilirlerdi ki orda sadece ilim öğrenmeyecek, aynı zamanda adam1
da olacaktı. Ancak gün geçtikçe Anadolu Lisesi bu özelliğini yitirerek yalnızca
müfredat derslerini öğretmek için eğitim vermeye başladı. Talebeler talep
etmeyi, öğretmenler talep edileni nakşetmeyi unuttular. Elbette bir kişi hariç:
Savaş Hocam. Yalnızca ders anlatmasıyla değil sınıfın dışında yürüyüşüyle,
bakışıyla, iki sözüyle bile insanları etkiler. Dersten küçük bir kesit;
“Ahmet ve Melih, birbirinize
isminizi sorun ve cevaplayın. Sen başla Ahmet.”
“Wer bist du?” Ahmet bunu
söyleyince başına gelecekleri bilseydi ya o gün okula gelmezdi ya da okulu
bırakırdı.
“Sen bir adama ismini böyle mi
sorarsın? Kim olduğunu sor demedim, ismini sor dedim. Ukalalığın gereği yok…”
Bu tepkinin sebebi aslında
Ahmet’in yanlış yapması değil, doğruyu yanlış yerde ve yanlış şekilde
yapmasıydı. Çünkü Hocam bize “Wer bist du?” cümlesinin Almanca’da “Sen kimsin?”
demek olduğunu henüz öğretmemişti. Ahmet de bilgisini göstermek için Hocam’ın
da dediği gibi ukalalık ederek çıkış yaptı ve karşılığını aldı. Hocam’ın bu
türlü tepkileri insanları rahatsız ederdi. Çünkü işlerine gelmezdi. Hocam
doğrudan şaşmadığı ve bunu da her fırsatta çekinmeden söyleyebildiği için okul
içinde pek seveni olmuyordu. Baş belası olan ben, Hocam’ın deyişiyle Mık
Kırığı2, hariç. Anadolu Lisesi tezgâh, Hocam usta, bense adam olması gereken
odun parçası olarak insanların gözüne hep battık. Hocam’la olan yakınlığım,
muhabbet edebilmem ve onu sevmem diğerleri için hep dert olmuş, bir türlü anlam
verememişlerdi. Hiçbir zaman da veremeyecekler.
Dipnot:
1: Bkz. Adam Olmak-Ali
Yurtgezen/Semerkand Dergisi
2: Çivi çürüğü.
***
ESKİDEN BİR HOCAM ANAHTARLA GİRERDİ DÜKKÂN’A-1 / Melih ERDEM
İlham kalabalıkları sevmez.
Bir
Hocam’dan Bir’i
Anadolu lisesini ilk
kazandığımda başıma geleceklerden habersiz, aklı başında olmayan bir gençtim.
Dersler birbirinin ardı sıra biterken şimdi hangisi olduğunu hatırlayamadığım
ama hayatımın ilk keskin dönemecinin başlangıcı olan gün, yani ilk Almanca
dersinin olduğu gün bahçede iki devre üstlerimizle konuştuğumuz şu muhabbeti kolay
kolay unutamam:
“Matematiğe girdik Abi. Dur
bakayım, hah Muttalib Hoca.”
“He, iyi hocadır. Kafa
adamdır, iyi geyik yapılır.”
“İngilizce, Serap Hoca.”
“O da iyi hocadır. Üzmezsen
üzülmezsin.”
“Tarih, Ergun Hoca.”
“Bak Ergun Hoca dediğinde
biraz duraksa. Azıcık sinirlidir. Ama aynı zamanda çiçek gibidir. Çok güzel
anlatır Tarih’i. Keyif alırsın dinlerken.”
“Abi her şey güzel de adam
Vladimir Putin’e benziyor.”
“Lan! Sakın ona söyleme
bunu. Ömrünün sonuna kadar lise okursun. Hiç sevmez.”
“Peki abi.”
Bu arada birkaç hocadan daha
bahsettik.
“Bir de şimdiki dersimiz var:
Almanca, Savaş Hoca.”
İbrahim Abi o anda
omuzlarımdan tuttu, doğrudan önüne çekti beni.
“Siyah pantolon tamam,
lacivert ceket tamam, beyaz gömlek tamam, kravat tamam.”
“Abi ne oluyor?”
“Kravat düzgün bağlanmış,
gömlek pantolonun içinde.”
“Abi Allah aşkına ne oluyor
desene.”
“Lan bir sus! Sakalına
bakayım, he daha tüy yokmuş, saçların bir tık uzun ama daha idare eder.”
“Tüy yokmuş falan ayıp
oluyor.”
Gülerek, “Var mı lan düdük?”
“Yok.”
“Şimdi kulaklarını aç iyi
dinle. Şu okulda bir sene geçirmiş birinin kulağına ‘Savaş Hoca’ diye fısılda
kaçacak delik arar. Savaş Hoca otoriterdir. Hata ve yanlış istemez.”
“Peki abi.”
“’Edep, adap çerçevesi’nin
dışında bir durum olduğunda hiç esirgemez, adamın fişini çeker.”
“Evet abi.”
“Dersi için 60 yaprak küçük
boy kareli defter alsan yeter. Arada küçük yazılı yapar. Onlara dikkat et iyi
puan getirir. Sakın derse ondan sonra girme. Eğer öyle bir ihtimal varsa, o gün
okula gelme. Çünkü Savaş Hoca o gün dersine kimin gelmediğini bilir. Savaş Hoca
herkesi bilir, hem de okul numarasıyla birlikte.”
“Anladım abi.”
Bu kadar korkutmanın
ardından büyük merak içinde derse girdim. Hocam daha koridora çıkmadan sesi sınıfa
kadar gelmişti. İki öğrenci merdivenlerden koşarak inmiş, onlara kızıyordu.
Ardından derse geldi. İlk işi güneşin sınıfı aydınlatmaya yeterli olmasına
rağmen açık olan ışığı kapatmak oldu. Sonra tahta kalemini aldı:
“Her sınıf yüz volt elektrik
yaksa, bu okulda yirmi sınıf var. İki bin volt eder. Bu mahallede beş okul var.
On bin volt eder. Maraş’ta beş yüz mahalle var. Beş milyon volt eder. Güneş
hâlâ içeriyi aydınlatıyorken bu kadar elektriği israf etmenin bir manası yok.”
Herkes şaşkın ama çıt ses
yok. Değil sineğin sesi, havada dolaşan bakterilerin sesini bile duydum o anda,
ilerde olacakların farkında olmadan…
İşte benim Dükkân hikâyem
aslında böyle başladı…
***
DUVAR OLMAK
Fakîr:
“Bağrımı rüzgâra açtım abi. Hoş
sadâsına, naif dokunuşlarına kapılmak üzereyim. Hâlbuki taş duvardan değil
miydik? Duvar da rüzgâra yenilirmiş abi, devrilmese de sarsılırmış. Ben
devrilmek de sarsılmak da istemiyorum. Rüzgârın cilvelerine karşı dimdik durmak
istiyorum. Duvarım ben, görevim bu benim. Rüzgâr beni devirememeli. Tuğlalarım
sebatkâr, harcım ilk kardıkları gibi sağlam olmalı. Bağrımı kapatmalıyım abi.
Rüzgârın esintisine bir kez daha kanmamalıyım. Çünkü gelip geçecek. Çünkü
kapılmanın vakti değil. Dimdik durmanın, vazifemi yerine getirmenin zamanı. Ben
duvarım abi, rüzgârlara karşı dimdik durarım.”
Hazret:
“Fakat devrildim tekrar.
Devrilmem dedikçe devrildim. İlk kez devriliyormuş gibi şaşkınım hâlâ. Ben adam
olmam abi, ben var ya ben iflah olmam. Yine âsude bir rüzgâr yerle yeksan etti
beni. Oysa ben nasıl büyük bir set idim, sett-i zülkarneyn misali.
Dur abi dur bir yanlışlık olacak.
Bu böyle olmamalı.
Atam toprak dedem toprak diye
öğretmişlerdi küçükken.
Toprağa ruh üflenmişti sonra.
Ben bir duvar olamam...
Üstüme basıp geçerdi insanlar.
Kusurları yine toprak olan gizlerdi. Firavun heykelini dikmişti güç benim
elimdedir sanmıştı. Toprak olan tebessümle ve tatlı sözle ona karşı çıkmıştı.
Firavun devrilmişti, toprak olan Hakk divanına varmıştı.
Fakat devrildim tekrar ben.
Dikilmek istedikçe devrildim. Ah toprak olsaydım bütün bunlar olmayacaktı.”
***
DİYET
Anadolu Lisesi talebelerinin öğle arasında
yemek yiyebileceği mekânlardan biri Bahattin Usta'nın Yeri'ydi. Öğrenci için
lüks olsa da cep harçlığının büyük kısmını vermeye değer bulurduk. Buna rağmen
oturacak yer bulması da güç olurdu. Harçlığımızı denkleştirdiğimiz gün öğle
arasını iple çekerdik. Bahattin Usta'nın yolunu tutmuşken Arif tespihini
unuttuğunu fark etti. Mehmet'le beraber tekrar okula gittiler. Ben de yer
tutmak için hemen mekâna vardım. Kapı girişindeki boş masaya çörekleniverdim.
Bu sırada garsonlar gidip geliyor, insanlar boş bir yer olsa da biz de otursak
diye bekliyorlardı. Masada tek başıma oturmama yan gözle bakmıyor değillerdi.
Bu sırada kırklı yaşlarda iki tane dayı bir anda oturuverdi masaya.
-Selamünaleyküm yeğenim.
-Aleykümselam dayı. Arkadaşlarım gelecek,
dolu orası.
-Bana ne? Gelip otursalardı.
-Ortaaam(Ortağım) yeni nesli görüyorsun.
Gelmiş oturduğumuz hesabını soruyor.
İri yarı olan böyle deyince
sinirlerim bozuldu. Bayağı zoruma gitti. Ama ses çıkaramadım. Dayılarım çeyrek
kavurmalarını söylerken Arif ve Mehmet geldi.
-Selamünaleyküm.
Gene iri olan dayı;
-Aleykümselaaam! Bunlar mı lan
arkadaşların? Gelin yeğenim iki sandalye çekin.
Arif sandalyeyi çekerken;
-Eyvallah dayı. Yemeği söyledin mi Ali?
-Söyledim.
Yaş olarak büyük olduğunu düşündüğüm, iri
olan dayının "Ortaaam" diye hitap ettiği amca çok ses çıkarmıyor,
taamını yiyip karnını doyurmakla, meşgul oluyordu. Bizim yemek epeyce gecikti.
Garsonlara iki defa sorduk. Değişik bahanelerle hemen geleceğimi söylediler.
İri yarı olan dayı ağzını üçüncü çeyrek kavurmasını yemek dışında bize laf
söylemekle de meşgul ediyordu.
-Yemeğiniz nerde lan sizin? Aç kalmış
yavrularıma bak! (Ağzı doluyken bir kahkaha) Benim oğlan olsaydı elli defa
doyurmuştu karnını. Şunlara bak pısmış oturuyorlar. Böyle giderse aç
kalırsınız aç!
Bu lafların arasında biz birbirimizin
gözlerine bakıyor içimizden topluca tövbe estağfurullah çekiyorduk.
-Ortaaam, geçen gün balığa gittik bizim
oğlanla. (Beni göstererek.) Aha şu oğlan kadar balık tuttu.
Bir yandan durduk yere duyduğumuz moral
bozucu sözlere bir yandan da yemeğin gelmeyişine epeyce sinirlenmiştik.
-Benim oğlan bunları suya götürür su
içirmeden getirir. Suyu koklatmaz bile. Şunlara bak. Cin gibi olun cin!
Gözleriniz fıldır fıldır olsun.
Dayı, tam bir ekmek kavurmayı mideye
indirdikten sonra bizim yemek yenice gelmişti.
-Ohh! Bugün de doyduk çok şükür. Sen
verdin biz yedik olmayan kullarına da ve Ya Rabbim! Hah! Yemeğiniz de geldi mi?
Yiyin yiyin. Bari yemek yiyin de varlığınız bir işe yarasın. Ortaam yörü gedek.
Dayı masadan kalkarken yüzünde yemekten
çok bize saydırdığı laflardan aldığı mutluluk vardı. Biz de sinir olmuş,
hızlıca yemeğimizi yiyip derse yetişmenin telaşına düştük.
Yemeğimizi bitirdik. Hesabı ödemek için
kasaya vardığımızda ayrı bir şok yaşadık.
-Abi üç kebap dürümü. Borcumuz ne kadar?
-Sizinkiler ödendi.
Üçümüz aynı anda;
-Ödendi mi?
-Evet. Sizi ıslak havluyla dövülmüş gibi
yapan dayı ödedi.
Biz daha dayıdan yediğimiz lafların
etkisinden çıkamamışken bir de hesabımızı ödemesi bizde ayrı bir şaşkınlığa
sebep olmuştu. Sessiz sedasız mekândan çıktıktan sonra bir ara sokak ortasında
durup az önce biz ne yaşadık kahkahası attık. Katılırcasına gülüyorduk ama niye
güldüğümüzü bizde bilmiyorduk.
Bu mevzuyu "Dünyadaki tüm
çocukların Emmisi"ne "Aynı 'Dedemin İstanbul’u' hikâyesindeki adam
gibi Emmi!" diye anlattığımda;
-İşte o adam has Maraş'lı! Günün
rehavetini stresini atmış, diyetini de ödemiş! diye buyurdu.
***
HÜSEYİN VASSAF EFENDİ’NİN
GÜLZÂR-I AŞK’INDA HZ. PEYGAMBER’E HİTAPLAR
Devrinin âlimlerinden Süleyman Çelebi’nin doğum tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte 1351-1364 (H.752-765) yılları arasında olduğu tahmin edilmektedir. Vefatı ise 1422 (H.825) senesindedir. 60 yaşında kaleme aldığı yaklaşık 600 seneden beri okuna gelen “Vesilet’ün Necat” isimli mevlid manzumesi, 1872-1929 (H.1289-1929) yılları arasında yaşamış olan Osmanzâde Hüseyin Vassâf Efendi tarafından Gülzâr-ı Aşk ismiyle şerh edilmiştir. Eserde Resûl-i Ekrem’in (ﷺ) hayatının yanı sıra bir müminin dîn-i mübini hakkıyla yaşaması hususunda önemli bahisler de yer almaktadır.
Eserin müellif hattı nüshası
Süleymaniye Kütüphanesindedir.
Günümüzde ise H Yayınları
tarafından neşredilmiştir.
Biz de müellifin eser içindeki
Hz. Peygamber’e (ﷺ) olan hitaplarını listeledik. Tahlil yaparken 2013 senesinde
yayınlanan 2. baskısından yararlandık.
•
Cenab-ı risalet penah
•
Dü cihanda melce’ ve penâhımız dest-gîrimiz velî
ni’met-i âzâmımız
•
Seyyidü’l Kevneyn
•
Hz. Nübüvvet Penahî
•
Nûrü’l-Hüdâ
•
Menba’-ı Zülâl-i Mekârîmü’ atâ
•
Füyûzât-bahşende-i zemîn ü zaman
•
Mazhar-ı tekrîm-i Rabb-i Mennân
•
Mahbûb-ı Hudâ
•
Fahr-i cihân peygamber-i celîlü’ş-şân –‘aleyhi
ezkâ’t-tahâyâ- ve salavât-ı bî pâyân
•
Tal’at-ı tâb-nâk-ı Hazret-i risâlet penâhî
•
Fahri kâ’inât eşref-i mahlûkât
•
Vücûd-ı mukaddes-i risâlet-penâhî
•
Hâtibün-Nebiyyin
•
Fahrü’l mürselîn
•
Kâfile sâlâr-ı enbiyâ
•
Ser-sübha-î zümre-i mukaddese-i asfiyâ
•
Şâfi’-i celîlü’l kadr-i müslimîn ve nûr-ı
hidayet-bahşâ-yı ehl-i yakîn
•
Âfıtâb-ı münevver-i sipihr-i risâlet ve gurre-i
garrâ-yı ufk-ı nübüvvet
•
Resûl-i kudsî-haslet -aleyhis’salât ve’t-tahiyyât-
•
Vilâdet-i ‘amîmetü’l-meymenet
•
Resûl-i Ekrem
•
Kâfile sâlâr-ı enbiyâ hâce-i her dü-serâ
•
Şefî’-i rûz-ı cezâ
•
Resûl-i Cenâb-ı Kibriyâ
•
Nûru’l-Hakk-ı ve’l Hûdâ
•
Muhammedeni’l-Mustafa
•
Nebiyy-i Muhterem
•
Mazhar-ı hitâb-ı Celîl-i levlâke ve sebeb-i
icâd-ı arzın ve eflâk-ı Peygamber-i akdes-i ‘âli-şan ve Habîb-i Ekrem-i Rabb-i
müst’ân Efendimiz
•
Fûyûz-ı İslâmı ve tulû’-ı nûr-ı Hz. Seyyidü’l-enâm
•
Hz. Resûl-i Rabbü’l-enâm
•
Habîb-i Hudâ ve mahbûb-ı pesendîde-i Mevla
•
Peygamber-i kudsiyyet-i iktirân
•
Füyuz-ı Cenâb-ı perverdigârı ve tecellî-i envâr-ı
Hz. Seyyidü’l ebrâr
•
Mazhar-ı hitâb-ı Levlâk
•
Bâis-i tekvîn-i arzîn ü eflak
•
Şem’-i fürûzân-ı mihrâb-ı din
•
Hâdî-i sübül-i selâmet-rehîn
•
Nâşir-i envâr-ı Hûdâ
•
Vâsıl-ı merâtib-i ‘izz ü ‘alâ
•
Ser-nâme-i kudsiyyet
•
‘Allâme-i kitâb-ı mevcudât ve mefhar-ı güzîn-i
kâ’inât peygamberimiz Muhammedu’l Mustafa
•
Seyyidunâ ve Nebiyyunâ Muhammedü’l Mustafa
•
Hâmid
•
Mahmûd
•
Munîr
•
Beşîr
•
Sâdık
•
Emîn
•
Reşîd
•
Münîb
•
Tâhir
•
Mutahhar
•
Şâfı’
•
Muhtâr
•
Nebiyyü’r-rahmeti ve’t-tevbe
•
Mümtâz-ı asfıyâ
•
Hâtem ve ‘âkıb-ı
•
Şerefrâz-ı enbiyâ
•
Seyyidü’l-beşer
•
Sâhibü’l-beyân ve’l-hâtem
•
“Nâci’i” küfr ü dalâl
•
Hâşir-i yevm-i su’âl
•
Nûr-ı mübîn- Mustafâ
•
Arabî-i Kureyşî
•
Haşimî
•
Mekkî
•
Medenî
•
Mustafâ
•
Müctebâ
•
Münevver
•
‘Azîz
•
Cevâd
•
Kerîm
•
Takî
•
Şekûr
•
Tayyîb
•
Mutayyeb
•
Şâhîd
•
Mübeşşîr
•
Münzir
•
Mahbûb-ı güzîn-i Hudâ
•
Şâfi’-i yegâne-i rûz-ı cezâ ser-sübhâne-i
zümre-i enbiyâ
•
Kâfile-sâlâr-ı etkıyâ ve asfıyâ
•
Nâşir-i envâr-ı Hidâyet
•
Misbâh-ı ‘âlem-efrûz-ı risâlet
•
Hâce-i kâ’inât
•
Zübde-i mahlukât ve mevcûdât
•
Seyyidü’l mürselin
•
Rahmeten lil’alemin
•
Mesned-nişîn-i bârgâh-ı ıstıfâ
•
Nebiyy-i ‘ulvî-secâyâ
•
Rûz-ı meymenet-efrûzun şeref-i idrâk’i pîrâye-i
serîr- nübüvvet
•
Hâtimün Nebiyyin
•
Fahr-i ‘âlem ve Efdal-i enbiyâ-yı mükerrem
•
Menkâbe-i vilâdet-i seniyye-i Hz. Peygamberî
•
Nezd-i celîl-i Cenâb-ı Muhammedî
•
Nutk ve dehân ve lisân ta’dâd-ı fezâ’il-i
Resul-i Ekrem
•
Mahbûb-ı Kibriyâ
•
Mergûb-ı enbiyâ -‘aleyhi ekmelu’t-tahâyâ
•
Eşref-i mevcûdât ve ekmel-i mahlûkât
•
Nebiyy-i Ekrem ve Erham
•
Huzûr-ı fâ’iku’n-nûr Hz. Risâlet-Penâhî
•
Cenâb-ı Risâlet-me’âb
•
Nebiyyü’r-rahme Efendimiz
•
Cemâl-i enver-i Muhammedî
•
Resûl-i zîşân
•
Güzîde-i benî-Âdem Efendimiz
•
Akl-ı küll
•
Genc-i usûl
•
Muhabbet nûru
•
Cenâb-ı Habîb-i Kibriyâ
•
Nûr-ı Mübîn Hak Te’âlâ -‘aleyhi ekmelu’t-tahâyâ-
Efendimiz
•
Mahbûb-ı Celîl-i Sübhânî
•
Sebeb-i hilkat-i eşyâ
•
Bâ’is-i âferînîş-i dünya ve mâfihâ
•
İllet-i gâ’iyye-i kâ’inât
•
Kabl-ı ez-îcâd-ı Âdem Hz. Fahr-i ‘Âlem
Hüseyin Vassâf Efendi “Hakîkat-ı
Muhammediyye’ye Verilen Nâmlar” başlığı altında 23 adet nâm sıralamıştır. (117-140)
Hakîkat-ı Muhammediyye’ye
Verilen Nâmlar
•
Mir’ât- Hazret
•
Rûh-ı a’zam
•
Nûru’l-Muhammedî
•
Rûhu’l-ervâh
•
Sırru’l-Muhammedî
•
‘Arşü’l-ekber
•
Âdemü’l-evvel
•
Ebu’l-ekber
•
İnsânu’l-kâmil
•
Sırru’l-esrâr
•
İnsân-ı ‘aynü’l-vücûd
•
Şeceretü’l-asl
•
Beytu’llah
•
Beytu’l-izze
•
Beyt-i evvel
•
Mescid-i Aksâ
•
Âdem ve mülk-i mağrib ve ‘arş-ı ‘azîm
•
Kalem-i âlâ
•
Dürretü’l-beyzâ
•
Deryâ-yı bî-pâyân
•
Bahr-ı a’zâm
•
Sırru’llâhi’l-a’zâm
•
Bâbu’llâhi’l-a’zâm
Burdan sonrası Hüseyin Vassâf
Efendi’nin Resûl-i Zîşân’a (ﷺ) hitaplarıyla devam etmektedir:
•
Tohmu’l-vücûd
•
Sultânü’l-kevneyn
•
Hz. Resûl-i müctebâ -‘aleyhi ekmelu’t-tahâyâ-
•
Şefî’-i rûz-ı cezâ
•
‘Alâ-tarîki’l-istizâh Nebiyy-i muktedâ -‘aleyhi
ekmelu’t-tahâyâ-
•
Güzîde-i benî-Âdem Efendimiz
•
Câmi’-i ‘ulûm-ı evvelîn ü âhirîn sultân-ı ‘ilmi
ledün
•
Resûl-i mübeccel ve cümle ‘ulûm ile mükemmel
olan Nebiyy-i Muhterem Efendimiz
•
Nebiyy-i Müfahham
•
Emîn-i Hudâ
•
Mahbûb-ı Ekrem
•
Seyyidü’l-ümem
•
Cenâb-ı Nebiyy-i Hâşimü’n-neseb
•
Sultânü’l-enbiyâ -‘aleyhi efdâlu’t-tahâyâ-
•
Burhânü’l-asfiyâ
•
Nûrü’l-Hak
•
Mahbûbu’l-halk
•
Huzûr-ı hazret-i seyyidü’l-ebrâr
•
Sultân-ı her dü-serâ
•
Zât-ı hazret-i Peygamber
•
Zât-ı pâki Ahmedîye
•
Hz. Mahbûb-ı Kibriyâ
•
Berekât-ı muhabbet-i Resûle’llâh
•
Rü’yet-i cemâl-i Muhammedî
•
Mahrem-i kurb-ı Hudâ
•
Şeî’ül-müznibîn
•
Server-i ‘âlem
•
Zât-ı pâk-ı server-i enbiyâ
•
Seyyid-i ‘âlem
•
Sultân-ı Serîr-i Murâd
•
Sebeb-i îcâd-ı kâ’inât -‘aleyhi
ekmelu’t-tahiyyât-
•
İlm ü fazl-ı Resûl-i zî-şân
•
Sened-i etkıyâ
•
Şefî-i Kerîm
•
İki cihan fahrı Nebiyy-i Hâşimî-i Kureyşî
•
Sâhib-i şefâ’at-ı uzmâ -aleyhi efdâlu’t-tahâyâ-
•
Matla’u’l-envâr-ı cûd
•
Kâffe-i enbiyâ-yı ‘izâm
•
Safvet-i risâlet-penâh
•
Menbâ’-ı zülâl-i ni’met
•
Vücûd-ı pür-sûd-ı risâlet-penâhî
•
Matla’-ı şeref-nâme-i risâlet
•
Cevher-i girân mâye-i zât
•
Sâhibü’l-Kur’ân ve zü’l-fazl ve’l ihsân
•
Peygamber-i ‘âli-şânımız
•
Zât-ı Kudsiyyet
•
Simât-ı risâlet-penâhîsi sebeb-i îcâd-ı dünyâ ve
mâfihâ olan hûrşîd-i kâ’inât-pîra-yı hidâyet ve selâmet
•
Şefî’-i ‘âlî-i rûz-ı kıyâmet
•
Sırr-ı seciyye-i ehl-i yakîn
•
Mübelliğ-i mekârim-i peymâ-yı dîn-i mübîn
•
Kâfile-sâlâr-ı zümre-i enbiyâ ve pişvâ-yı
silsile-i mukaddese-i asfiyâ
•
Nûrâniyyet-bahş-ı zemîn ü âlem-bâlâ
•
Peygamber-i celîlü’l-menkabet
•
Resûl-i müctebâ-yı kuddîs-i haslet
(Muhammedü’l-Mustafâ) -‘aleyhi ezkâ’s-salavât ve’t-tahâyâ-
•
Mazhar-ı hitâb-ı ‘izzet-i Cenâb-ı Mevlâ
•
Nebiyy-i ekrem ferhunde-likâ
•
Cenâb-ı sâhib-i nübüvvet
•
Sâhib-i sa’âdet
•
Ulviyye-i nûraniyyet-efzâ
•
Necm-i fürûzân-ı hüdâ
•
Mahrem-i esrâr-ı isrâ
•
Âyet-i rahmet-i Hudâ
•
Umdetü’n-nebiyyîn
•
Ser-tâbiş-i Nübüvvet -‘aleyhi ekmelu’t-tahâyâ-
•
Bâ’is-i kevn ü mekân
•
Gül-i gülzâr-ı vefa’
•
Sultân-ı hüsn ü ân
•
Mihr-i vücûd-ı sa’âdet-nümûd
•
Mefhar-ı Mevcûdât
•
Sâhibü’ş-şefâ’a “sâhibü’l-makâmi’l-Mahmud”
şefi’ul-müsfi
•
Sâhib-i şefâ’at-i ‘uzmâ
•
Şefî’un ‘ale’l-umme
•
Hayrü’l-Enâm
•
Vücûd-ı zî-cûdu on sekiz bin ‘âleme rahmet
•
Menba’-ı zülâl-ı ni’met ve şefâ’at olan zât-ı
ma’âlî-sıfat-ı Mustafavî
•
Mazhâr-ı hitâb-ı levlâk olan a’refü’l-enbiyâ
•
Mahbûb-ı mergûb-ı İlâhî zât-ı celîl-i risâlet
penâhî
•
Şefî’-i ‘usât-ı ümmet
•
Menba’-ı zülâl-ı rahmet
•
Vücûd-ı pür-sûdu on sekiz bin ‘âleme ni’met olan
tabîb-i haste-dilân Resûl-i zî-şân
•
Âfıtâb-ı semâ-yı şefâ’at
•
Peygamber-i sütûde-girdâr
•
Zât-ı ma’âlî-sıfat-ı risâlet-penâhî
•
Senedü’l-‘âcizîn
•
Sultân-ı iklîm-i risâlet
***
HAYIRLI GECELER
Herkesin bilmem kaçıncı rüyalarını gördüğü vakitlerdi. Valideyle paşam ise uyuyordu. Eminim ki paşam bana kapıyı açmadan önce nasıl horluyorsa, ilk yattığından beri sıcacık ettiği yatağına şu an tekrar girdikten sonra da aynı şekilde horlamaya devam ediyordu. Bu istikrarını hiç bozmadı. Sabah sınavım varsa gece ders çalışırken fon müziğim, sabah namazına kalkmak için alarmım olsa dahi bu horlamanın bir süre sonra çileden çıkaran bir işkence olduğu aşikâr.
Emmimin kitabını
hayretler içerisinde bitirmemin ardından hemen kırmızı kapaklı kitabı okumaya
başladım. Gecenin sükûtuna jilet darbesi çeken fon müziğim eşliğinde kitap
okurken, paşanın telefonunun alarmının sesi aynı keskinlikle fon müziğime son
verdi.
Paşa teheccüdü kılıp ardından
yarı uyuklayarak yapacağı ders için uyandı. “Niye bu saatte uyanıksın?” diye bana hafif bir fırça darbesi attıktan
sonra daha ileri gidip valideyi uyandırmasın diye kırmızı kapaklı kitabın daha
ilk sayfalarındayken okumayı bırakmak zorunda kaldım.
Başucumun hemen solunda duran
sehpaya koydum ve uyuyormuş gibi yaptım.
O da kalktı lavaboya gitti.
Yeni uyanmışlığın verdiği
sersemliğin etkisinde abdest aldı. Bu arayı fırsat bilip birkaç satır daha
okudum. Yeni sayfaya geçmeden aklıma okumakta olduğunuz bu satırları kaleme
dökmek geldi.
Defterimi elime aldım.
Sonrası hayırlı geceler…
Yazınızın devamını beklerim, çok beğendim.Kaleminize sağlık.
YanıtlaSilİyi bir tahlil olmuş fakat Hz. Peygamber'e (ﷺ) yapılan hitapları anlamakta güçlük çektim. Bir başka yazınızda hitapların günümüzdeki karşılığını da yazmanızı dilerim.Kaleminize sağlık.
YanıtlaSil