Türkiye’de rejim değişikliği ile
birlikte başlayan ve tek partili yıllarda doruk noktasına çıkan İslam dininin Türkiye
özelinde yozlaştırma çalışmaları ve jakoben zihniyetin politikaları insanların
yaşamlarına dini ve insani her türlü özgürlüklerine kısıtlama getirmiş ve
insanlar yıllarca bu zor şartlar altında yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır.
O dönem yakılan, toplatılan, korku ve hüzünle toprağa gömülen kitaplar şimdi
kökleri daha sağlam ve gür bir şekilde bu kadim coğrafya da filizlenmektedir.
Lakin bu duruma gelene kadar ki
yaşatılan eziyetler çekilen ızdıraplar bir neslin “helak” olmasına ziyadesiyle
yetmiştir. Üstad Nuri Pakdil’in "Ben uygarlığımızın yabancılaştırılma
girişimleriyle yenen hakkımızı geri istiyorum" sözünden hareketle, Baskılarla
sindirilmiş, yıldırılmış bir neslin devamı olarak ayakları yere daha sağlam ve
sert bir biçimde basan, donanımlı, akıllı, merhametli, adaletli bir biçimde İslam
düşmanlarının, bu ülkeyi İslam’dan ayrı düşünenlerin İslam’dan ayrı görmek
isteyenlerin karşısına en kavi şekilde dikilmek mecburiyetindeyiz ve onlardan
üstadın da dediği gibi yenen hakkımızı geri almalıyız.
Türkiye; Afrika’dan, Arap
yarımadasından, Orta Asya’dan, Uzak Doğu’dan ve Dünyanın herhangi bir
noktasından bakacak olursanız Müslümanlar için her daim sığınılası bir liman,
her daim bitmeyen tükenmeyen bir umut ışığı olmuştur. Her daim umut ışığı
olmanın külfeti her an umudumuzu diri tutmaktır.
Sezai Karakoç’un yıllardır haykırdığı çığlığa
kulak vermeliyiz;
“Milletim! Çok büyük bir
milletsin. Çok büyük bir ülken var, onun birçok parçasına el konulmuş. Öbür
parçalarına da göz dikilmiş. Çok köklü bir tarihe sahipsin. Gerçek bir
medeniyetsin. Hakikat medeniyetinin sahibisin onu yeniden ayağa kaldır. Diril
ve dirilt! İnsanlık seni bekliyor.”
Bu çığlığa, bu feryada çok ama
çok ehemmiyet göstermeliyiz. Üstadın da dediği gibi; çok büyük bir milletiz ve
çok köklü bir tarihe sahibiz ve bunun getirdiği sorumlulukları her devrin nesli
en iyi şekilde idrak etmek durumundadır.
Yine Sezai Karakoç üstadın;
“Düşüncede diriliş olmaksızın
inançta diriliş gelişemez. İnançta diriliş olmaksızın da duyuşta, duyarlılıkta
yani sanat ve edebiyatta diriliş başlayamaz.” Anadolu topraklarının mayasıyla
yoğrulmuş olan her birey için bu söz bir öğüt olarak kulaklarına küpe olmalı ve
yaşamlarında, tavır, tutum ve davranışlarında model alınmalıdır.
Peki; düşüncede ve inançta
diriliş nasıl olmalıdır.
Düşüncede ayağa kalkmak; Müslüman
olmanın verdiği sorumlukla bireyin kendi menfaatlerinden önce hatta kendi
ihtiyacı olsa bile, başka bir muhtaç olan din kardeşinin müşkülünü giderme
yetisini ve düşüncesini elde etme durumu ile hasıl olur.
İnançta ise; “İdrâk-i maâlî
bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” Sözünden
hareketle doğru yanlış tetkiki yapmadan, dinin emir ve yasaklarına icabet
ederek akli ve kalbi teslimiyeti tam manada uygulayarak diriliş sağlanacaktır.
İslâmın bu coğrafyada gerçek manada tekrar filizlenmesi
ve yeşerip bütün muhtaçları, zulme uğrayanları ve yüzünü Anadolu’ya dönüp bu
coğrafyadan medet umanları ve yine bu coğrafyaya dair umudunu diri tutanları ve
dahi bütün insanlığı şefkat, merhamet ve adaletle yeniden sarıp kucaklaması
ancak bu şekilde mümkün olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder