Tasavvufta insana ait hâl ve kavramların kuş
sembolleriyle anlatılması edebiyatımızın güzelliğine derinlik kattığı gibi,
mâna dilimizi de derinleştirmiştir.
Tasavvuf şiirinde bülbül âşık, gül de mâşuktur.
Bülbül ilâhî aşkla yanan can ve ruhun timsalidir. Ten kafesinin içinde uzak
kaldığı ilâhî sevgilisi’nin, yâni gülün hasretiyle feryat eden, Allah’a ulaşma
arzusuyla yaşayan bir âşıktır.
İbnü’l Arabî Hazretlerinin, “Kuş Kadar Aşk”
sözleriyle “Hak âşığıyım” diyenlere sorduğu soru her âşığın altından kalkacağı
bir hâl değil. Mânevî ciheti çok ağır olan bu sualin muhatabı olacak mertebede
değilim ama, okurken cezbeye kapılırım:
“Yerde yatan kuşu düşünmem ben. Acıyla havalanan
âşık kuşun kalbine dalarım. Avcılar dişi kumruyu vurunca, bunu gören erkek
kumru kendi etrafında fır dönerek havaya iyice yükselir, gözden kaybolurmuş. En
yükseğe varınca kanatlarını kapatır, başını yere çevirir ve çığlıklar atarak
kendini yere bırakır sonra paramparça olurmuş. Ey âşık, bu bir kuşun
yaptığıdır. Peki, Allah aşkı uğruna senin tavrın nicedir?” (“İlâhî Aşk”
kitabından)
Şeyhülekber’in sualinden anladığımız şudur: Âşık
odur ki, Allah’ın ismini tesbih eden kuşlar gibi aşkında saf ve mert olandır.
Kendimize sormamız gereken şudur: Bülbül, aşkıyla
mâşukunu buldu, ya biz modern insanlar kaybettikleri mâşuklarını bulabildik mi?
“Kuş kadar aşkımız” var mı? Kuşun aşkı uğruna
yaptığı fedakârlığı yapacak bir gönle sahip miyiz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder