TAŞLARA DOKUNAN SESLER – II / Hidayet BAĞCI


“Sonbahar yaprakları gibi baharı üşüyerek bekliyoruz!” diyerek elleri keçeli paltosunun ceplerinde atölyesinin merdivenlerine doğru ilerledi. Her bir basamakta düşündü, bugün yapacağı işleri mutlaka zamanında bitirmeliydi. Gece uyumadan önce sıraladığı tüm sırlı taşlarına itinayla şekil vermeli ve ipe sıra sıra dizmeliydi. Geçenlerde atölyesinin kapısında üniversiteli bir kız öğrencisiyle tanışmıştı. Bu öğrenci atölyesine geldiğinde vitrinde duran renkli taşlarla süslenmiş tespihlerine bakar, dokunur sonra da hiçbir şey demeden kapıdan öylece çıkıp giderdi.

Yıllarca bu hep böyleydi ve bu öğrenci hep onun gözünde sessiz, kendi halinde biri olarak kaldı. Bir gün bu genç kız ona bir kesenin içinde tam doksan sekiz tane turkuaz taşı getirmişti. Kız bu taşların adını bilmiyordu ve ondan bu taşlara şekil vermesini istemişti. Onlara şekil vermesi için ilk önce onun adını öğrenmeliydi. Bu öğrenci, adının Mihrimah Sultan olduğunu söylerken o kadar çekingendi ki, saklanıp kimseler adımı duymasın diye köşe bucak görünmek istemeyen bir hali vardı. Mihrimah Sultan kadife kesesinden çıkardığı taşlarını masanın üzerine bırakırken, Ahmet Suphi Usta onun taşlarına bakarak hayret etti.
“Bunları nerden buldun?” diye sordu, Mihrimah’a…

“Bunlar bana dedemden yadigâr…” diyecekti ki, bu cümleler önce kirpiklerinden döküldü birkaç damla ile…

“ Peki deden kim senin?” diye sordu masasındaki taşlara ısrarla bakan bu genç kıza…

“ Dedem mi? Siz onu tanıyor musunuz yoksa!” diye sordu Mihrimah…

“Çıraklığım bir tespih ustasının yanında geçti ve onun en çok sevdiği Turkuaz Taşıydı. Bir gün bana dedi ki;“Herkes Akik taşını sever, ben de bu taşı o kadar çok severim ki en çok da sadakati temsil ettiği için teşbihimi bununla çekerim. Birbirine dokunan seslerin tınısı da benim için bambaşka!” demişti…

“Onun taşları şekilsizdi ve onları gümüş renkli bir kumaşın içinde hep yanında taşırdı. Bu taşlar bana onu anımsattı. Bundan dolayı senin de dedenin adını öğrenmek istedim. Ben tespih ustalığının en ince ayrıntılarını öğrenmek için onunla her dem vakit geçirdim. Onunla yürüdüm, onunla su içtim ve onunla uyudum. Bu sebeple bu taşın değerini de yine ondan öğrendim, çünkü bu taşı seven pek nadir kişi vardır …” dedi Ahmet Suphi Usta…

Mihrimah Sultan, Ahmet Suphi Ustanın buyur ettiği sandalyeye oturdu ve bekledi taşlarına şekil verilmesini…

Peki neden benim ustam kendi taşına şekil vermezken bu hanım kız taşlarına şekil verilmesini istiyordu?

Peki Ahmet Suphi Usta kimdi ki atölyesine gelen her müşteri ona saygı ve hürmet doluydu. Mihrimah atölyenin bir köşesinde beklerken ilgisini en çok çeken, atölyeye girip çıkan çalışanların ellerinden düşmeyen otuz üçlük tespihlerdi. Bu tespihler ona şu mısraları anımsattı….

“Geçti zaman ve mekân
Zaman biziz, mekân biz
İmkansıza yok imkân
Ömrün ne sonundayız ne de henüz başında
Otuz üç yaşındayız, hep otuz üç yaşında!”

“Kızım çay içersin değil mi?” dedi Ahmet Suphi Usta ve onu daldığı düşüncelerden uyandırdı.

“Peki… “Merakımı hoş görün sizin Tespih ustanız neden kendi taşlarına şekil vermedi?” dedi Mihrimah…

 “ O kendini hep eğri, herkesi doğru bildi. Peki sen neden taşlarına şekil verilmesini istiyorsun?” derken Ahmet Suphi Usta diğer yandan da taşlara yumuşak dokunuşlarla şekil vermeye çalışıyordu…

“Biliyor musunuz, ben dedemi hiç ama hiç görmedim. O ben doğmadan iki yıl önce vefat etmiş bu taşları da babama emanet ederken değerini bilen değerli kızına ver demiş.”
“Ama burada doksan sekiz tane taş var, sonundaki tek taş nerde?”

“Onun kıymetini bilemedim sanırım bu yüzden onu kaybettim. Aslında şekil verilmesini istediğim onlar değil b… “ diyerek yutkundu Mihrimah.

“Peki nasıl kaybettin?”

“Yıllar önceydi sahilde taşlarımla oyun oynarken farkında olmadan taşımı oyunun dışında bırakmışım. Farkettiğimde ise iş işten çoktan geçmişti. Oyun oynadığım sahile gittiğimde taşım bana kendini göstermedi, çok aradım ama bulamadım. Aramızdaki bağ o derece kuvvetliydi ki onu dün kaybetmiş gibi çok ama çok üzülüyorum. Biliyorum o da eksik ki birbirine usulca dokunup kendisine sıra veren taşları özlüyor. Çünkü o benim kadife kesemin içinde birbirine usulca dokunan taşlardan biriydi… Şimdi bu kesede bir ses eksik ve ben bu sebeple ona/dedeme karşı da çok mahcubum…”

“Hanım annem, taşların hazır. Bunlar da onun gibi kaybolmasın, ister misin?”

“Peki nasıl?”

“Her birinin merkezini delip, sağlam bir ipe dizeceğim ve bu şekilde hiç dağılmaz…”

“Peki o zaman, tesbih ustanız neden kendi taşlarını ipe sıra sıra dizmedi?”

“O buna gerek duymadı. Çünkü o, taşlara değil onların sesindeki tınıya bağlıydı.”

Ahmet Suphi usta itinayla şekil verdiği taşları yeni, hiç kopmayan/sağlam bir ipe sıra sıra dizerken ona;

“Sakın bu ipi hiç kaybetme olur mu? Eğer kaybedersen taşları riske atarsın. Çünkü bu taşları bir arada tutan sensin!” dedi ciddi bakışlarla…

Mihrimah Sultan turkuaz taşlı tesbihini Ahmet Suphi ustadan alırken tesbihine verilen emeğin ücretini sordu…

“Yıllar önce bu emeğin bedeli ödendi bunu da sen ödedin…” dedi Ahmet Suphi usta.

“Nasıl yani?” diye sordu Mihrimah şaşkın bakışlarla…

“Ben tesbih ustamın yanında tesbih ustalığının en ince ayrıntılarını öğrenirken o bana taşların ipe sıra sıra nasıl dizilmesi gerektiğini gösterdi. Ama her şeyden önce ipin sağlam olması gerektiğini vurguladı. Aslında senin taşların ipliğe gereği yok çünkü onların arasında görünmez bir ip var ki sen onları bir deniz kenarına dağıtmana rağmen muhabbetinle yine toplamışsın. İnanıyorum son sıradaki tek taşın da bir gün seni bulacak. Elindeki ipte dizili olan taşları sağlam bir ipe dizdim sırasını kaybetmesinler ki her şey sırasını bilsin. Sondaki tek taş yine senin kalbinde ve yine senin ellerinde/tıpkı dağıtıp topladığın gibi…”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder