“Sonbahar
yaprakları gibi baharı üşüyerek bekliyoruz!” diyerek elleri keçeli paltosunun
ceplerinde atölyesinin merdivenlerine doğru ilerledi. Her bir basamakta
düşündü, bugün yapacağı işleri mutlaka zamanında bitirmeliydi. Gece uyumadan
önce sıraladığı tüm sırlı taşlarına itinayla şekil vermeli ve ipe sıra sıra
dizmeliydi. Geçenlerde atölyesinin kapısında üniversiteli bir kız öğrencisiyle
tanışmıştı. Bu öğrenci atölyesine geldiğinde vitrinde duran renkli taşlarla
süslenmiş tespihlerine bakar, dokunur sonra da hiçbir şey demeden kapıdan
öylece çıkıp giderdi.
Yıllarca
bu hep böyleydi ve bu öğrenci hep onun gözünde sessiz, kendi halinde biri
olarak kaldı. Bir gün bu genç kız ona bir kesenin içinde tam doksan sekiz tane
turkuaz taşı getirmişti. Kız bu taşların adını bilmiyordu ve ondan bu taşlara
şekil vermesini istemişti. Onlara şekil vermesi için ilk önce onun adını
öğrenmeliydi. Bu öğrenci, adının Mihrimah Sultan olduğunu söylerken o kadar
çekingendi ki, saklanıp kimseler adımı duymasın diye köşe bucak görünmek
istemeyen bir hali vardı. Mihrimah Sultan kadife kesesinden çıkardığı taşlarını
masanın üzerine bırakırken, Ahmet Suphi Usta onun taşlarına bakarak hayret
etti.
“Bunları
nerden buldun?” diye sordu, Mihrimah’a…
“Bunlar
bana dedemden yadigâr…” diyecekti ki, bu cümleler önce kirpiklerinden döküldü
birkaç damla ile…
“ Peki
deden kim senin?” diye sordu masasındaki taşlara ısrarla bakan bu genç kıza…
“ Dedem
mi? Siz onu tanıyor musunuz yoksa!” diye sordu Mihrimah…
“Çıraklığım
bir tespih ustasının yanında geçti ve onun en çok sevdiği Turkuaz Taşıydı. Bir
gün bana dedi ki;“Herkes Akik taşını sever, ben de bu taşı o kadar çok severim
ki en çok da sadakati temsil ettiği için teşbihimi bununla çekerim. Birbirine
dokunan seslerin tınısı da benim için bambaşka!” demişti…
“Onun
taşları şekilsizdi ve onları gümüş renkli bir kumaşın içinde hep yanında
taşırdı. Bu taşlar bana onu anımsattı. Bundan dolayı senin de dedenin adını
öğrenmek istedim. Ben tespih ustalığının en ince ayrıntılarını öğrenmek için
onunla her dem vakit geçirdim. Onunla yürüdüm, onunla su içtim ve onunla
uyudum. Bu sebeple bu taşın değerini de yine ondan öğrendim, çünkü bu taşı
seven pek nadir kişi vardır …” dedi Ahmet Suphi
Usta…
Mihrimah
Sultan, Ahmet Suphi Ustanın buyur ettiği sandalyeye oturdu ve bekledi taşlarına
şekil verilmesini…
Peki
neden benim ustam kendi taşına şekil vermezken bu hanım kız taşlarına şekil
verilmesini istiyordu?
Peki
Ahmet Suphi Usta kimdi ki atölyesine gelen her müşteri ona saygı ve hürmet
doluydu. Mihrimah atölyenin bir köşesinde beklerken ilgisini en çok çeken,
atölyeye girip çıkan çalışanların ellerinden düşmeyen otuz üçlük tespihlerdi.
Bu tespihler ona şu mısraları anımsattı….
“Geçti zaman ve mekân
Zaman biziz, mekân biz
İmkansıza yok imkân
Ömrün ne sonundayız ne de henüz başında
Otuz üç yaşındayız, hep otuz üç yaşında!”
“Kızım
çay içersin değil mi?” dedi Ahmet Suphi Usta ve onu daldığı düşüncelerden
uyandırdı.
“Peki…
“Merakımı hoş görün sizin Tespih ustanız neden kendi taşlarına şekil vermedi?”
dedi Mihrimah…
“ O kendini hep eğri, herkesi doğru bildi.
Peki sen neden taşlarına şekil verilmesini istiyorsun?” derken Ahmet Suphi Usta
diğer yandan da taşlara yumuşak dokunuşlarla şekil vermeye çalışıyordu…
“Biliyor
musunuz, ben dedemi hiç ama hiç görmedim. O ben doğmadan iki yıl önce vefat
etmiş bu taşları da babama emanet ederken değerini bilen değerli kızına ver
demiş.”
“Ama
burada doksan sekiz tane taş var, sonundaki tek taş nerde?”
“Onun
kıymetini bilemedim sanırım bu yüzden onu kaybettim. Aslında şekil verilmesini
istediğim onlar değil b… “ diyerek yutkundu Mihrimah.
“Peki
nasıl kaybettin?”
“Yıllar
önceydi sahilde taşlarımla oyun oynarken farkında olmadan taşımı oyunun dışında
bırakmışım. Farkettiğimde ise iş işten çoktan geçmişti. Oyun oynadığım sahile
gittiğimde taşım bana kendini göstermedi, çok aradım ama bulamadım. Aramızdaki
bağ o derece kuvvetliydi ki onu dün kaybetmiş gibi çok ama çok üzülüyorum.
Biliyorum o da eksik ki birbirine usulca dokunup kendisine sıra veren taşları
özlüyor. Çünkü o benim kadife kesemin içinde birbirine usulca dokunan taşlardan
biriydi… Şimdi bu kesede bir ses eksik ve ben bu sebeple ona/dedeme karşı da
çok mahcubum…”
“Hanım
annem, taşların hazır. Bunlar da onun gibi kaybolmasın, ister misin?”
“Peki
nasıl?”
“Her
birinin merkezini delip, sağlam bir ipe dizeceğim ve bu şekilde hiç dağılmaz…”
“Peki o
zaman, tesbih ustanız neden kendi taşlarını ipe sıra sıra dizmedi?”
“O buna
gerek duymadı. Çünkü o, taşlara değil onların sesindeki tınıya bağlıydı.”
Ahmet
Suphi usta itinayla şekil verdiği taşları yeni, hiç kopmayan/sağlam bir ipe
sıra sıra dizerken ona;
“Sakın bu
ipi hiç kaybetme olur mu? Eğer kaybedersen taşları riske atarsın. Çünkü bu
taşları bir arada tutan sensin!” dedi ciddi bakışlarla…
Mihrimah
Sultan turkuaz taşlı tesbihini Ahmet Suphi ustadan alırken tesbihine verilen
emeğin ücretini sordu…
“Yıllar
önce bu emeğin bedeli ödendi bunu da sen ödedin…” dedi Ahmet Suphi usta.
“Nasıl
yani?” diye sordu Mihrimah şaşkın bakışlarla…
“Ben
tesbih ustamın yanında tesbih ustalığının en ince ayrıntılarını öğrenirken o
bana taşların ipe sıra sıra nasıl dizilmesi gerektiğini gösterdi. Ama her
şeyden önce ipin sağlam olması gerektiğini vurguladı. Aslında senin taşların
ipliğe gereği yok çünkü onların arasında görünmez bir ip var ki sen onları bir
deniz kenarına dağıtmana rağmen muhabbetinle yine toplamışsın. İnanıyorum son
sıradaki tek taşın da bir gün seni bulacak. Elindeki ipte dizili olan taşları
sağlam bir ipe dizdim sırasını kaybetmesinler ki her şey sırasını bilsin.
Sondaki tek taş yine senin kalbinde ve yine senin ellerinde/tıpkı dağıtıp
topladığın gibi…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder