Dışarıya adımını atar atmaz, eve
varıncaya kadar sırılsıklam olacağını yağmurun şiddetinden anlamıştı. Paltosuna
sarıldı. Vakit henüz ikindi olmasına rağmen, havayı dehşet verici bir karanlık
kaplamıştı. Vardiyası biten işçiler, şehrin kıytırık sokaklarına dağılmak üzere
koşar adım uzaklaşıyor, yerlerini yine koşar adım gelen meslektaşlarına
bırakıyorlardı.
Delikanlı başını eğerek yürümeye
başladı. Bugün bolca toz yutmuş, bolca rasyon sigarası içmişti. İçinde bir
tiksinti hissediyordu. Üstelik çok yorgun ve uykusuzdu. Çevresinde ıslanan her
nesneyi ölü gözlerle süzerek uygun adım ilerliyordu. Onun için yaşamak buydu
işte: Her gün aynı sıkıntılardan yakınmak, her gün aynı makinanın köleliğini
yapmak, her gün aynı insanlarla aynı şeyleri konuşmak, her Allah’ın günü aynı
yollardan geçip aynı yatakta debelenmekti. Uzun zamandan beri tüm bilincini
saran bıkkınlık, onu ruhi bunalıma sokmuştu. Kendini en son ne zaman iyi
hissettiğini hatırlamıyordu. Nitekim dikkati çabucak dağılıyor ve kendini bir
takım karanlık duyguların içine saplanmış buluyordu. Tüm bunları bir kenara
itmek, hayatı aç gözlerle izlemek, tüm anlarını kayda değer geçirmek istiyordu.
Fakat her gücünü topladığında üstüne çullanan sıkıntılar onu büsbütün karamsar
yapmıştı. Yine benzeri düşüncelere kapılmış yol alıyordu bugün de. Daha
şimdiden sırılsıklam olmuştu. Kuvvetle üşüdüğünü fark etti. Bir anlık
duraksamadan sonra yönünü değiştirerek yürümeye devam etti. Adımlarını
sıklaştırdı. Boğazkesen’deki sahafa uğrayabilir, sıkıcı birkaç kitap alabilir,
böylece yağmur dinene kadar orada bekleyebilirdi.
Elindeki kitabı durmadan açıp
kapayan bir adam, telaşlı telaşlı sahafa bir şeyler anlatmaktaydı. Delikanlı
daha yeni gelmiş, bir köşede olan biteni seyrediyordu. Meseleyi anlamaya
çalıştı ilkin. Adam elindeki kitabı ısrarla sahafa satmaya çalışıyor (galiba
epey paraya sıkışmış); sahaf ise belirttiği fiyattan bir kuruş fazlasını
veremeyeceğini söylüyordu. Adamsa bir-iki lira daha fazla kopartmak için boyuna
övüyordu kitabı. Sahafın artık sinirlendiğini fark eden delikanlı sırf meseleye
son vermek için adama doğru yaklaştı ve: “Ne kadar istiyorsunuz?” Dedi. Kitaba
en sonunda bir müşteri bulan adam bu fırsatı kaçırmak istemedi. “90 lira
istemekteyim. Fakat emin olunuz hak ediyor beyefendiciğim. Müellif hanımefendi
uzaktan akrabam olurlar. Ah, bilseniz ne kadar içten sayfalar yazmış. ” Dedi.
(Gerçekten fazla istiyordu.) “50 veririm” dedi müşterisi ve başını yanındaki
rafa çevirdi: “Fakat vermiyorsanız hiç pazarlık etmeyin.”
Yağmurdan kaçışı bir günlük
yevmiyesine mal olmuştu. Adam çıktıktan sonra masanın altından bir iskemle
çekti ve kuruldu. Kitabı incelemeye başlayınca el yazısı olduğunu fark etti.
Sahafa dönüp “Ne iş?” der gibi baktı.
“Bir kızınmış” dedi sahaf. ”Hasta bir kızın güncesi. Ara sıra iyi
kitaplar bulur getirir bana. Ama böylesi yaramaz işime. Hem onu incitmekten çekiniyor
hem de paramı heba etmek istemiyordum. Bu aralar durumlar fena malumunuz.
(sesini alçaltarak) Sıkıyönetim kimsede mecal bırakmadı. Hele en son olanları işittiniz mi bilmiyorum?
Mersin’de ….” Sahaf uzun bir yakınma konferansına başlamıştı. Delikanlı sahafın
öksürük nöbetine tutulduğu bir boşluktan istifade ederek müsaade istedi ve
ayrıldı oradan.
Yağmur hâlâ atıştırıyordu. Fakat
eski şiddetini yitirmişti. Bulutlar yavaş yavaş dağılıyor, Akçatepe’nin eteğine
kurulmuş pencereler günün son ışıklarına göğüs geriyordu.
Delikanlı eve vardığında hava
tamamen kararmıştı. Alnında biriken ıslaklığı yenine sildi, sabah çıkmadan
evvel doldurduğu sobaya ateş attı, elbiselerini kurularıyla değiştirdi sonra
neredeyse buz kesilmiş koltuğuna kuruldu. Haddizatında bir defter olduğu
anlaşılan kitabı evirip çevirdi elinde. Okumaya hiç niyeti yoktu fakat
yapılacak başka bir şeyin olmadığının da farkındaydı.
“12 Mart” dedi sesli düşünerek:
“Bu babamın.. öldüğü tarih.” Defterin ilk yazısına atılan bu tarih,
delikanlının tecessüsünü uyandırmıştı.
Yine de isteksiz başladı okumaya.
Fakat birkaç sayfadan sonra doğruldu, kaşlarını çatarak mücadeleye devam etti.
Habire sigara yakıyor, zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordu. Uzun zamandan beri
hissetmediği, acı, sevinç, aşk duyguları içinde depreşiyor ve gittikçe
bağlanıyordu kitaba. Fazlasıyla etkilenmişti yazılardan. Okuyuşu nihayete
erdiğinde de ağlamaktan kendini alamadı. Kapatıp dizine bıraktı defteri. Onca
kitap karıştırmış hiçbirinde bu mertebe etkilendiği olmamıştı. Günlüğün
müellifi kadın, ardı arkasına gelen talihsizliklerden bitap düşmüş en sonunda
ince hastalığa yakalanmıştı. Kadınının hislerini döktüğü sayfalarda delikanlı
kendinden geçiyor, kadının yaşadığı tüm hisleri, kendi hislerine benzetiyor ve
resmen kendini görüyordu sayfalarda.
Kadın başkentte tedavi gördüğü
Verem-Savaş ocağında, mütemadiyen kendisiyle ilgilenen doktora âşık olmuş fakat
bu aşkı karşılıksız kalmıştı. Üstelik eşi benzerine az rastlanır bir aşktı bu.
Sıkıntı çekmekten genişleyen ruhunu tüm benliğiyle bu aşka adamıştı. Doktoru
öyle kuvvetli sarsıntılarla seviyordu ki, onu gördüğünde tüm vücudunun
sarsıldığından söz ediyor, gözleri yanıyor, sırtına ağrılar saplanıyor, sesini işittiğinde
Züleyha misali tutuşuyordu. Kadın sonradan iyice kötüye gidince uzak akrabaları
tarafından memlekete getirilip şehrin tek Verem-Savaş ocağı olan Günyüzü’ne
yatırmışlardı. Delikanlı muhakkak görmeliydi bu kadını. Hatta gece yarısına
aldırmadan çıkıp gitmeyi bile geçirdi aklından. Mamafih sabahı beklemek
zorundaydı.
İşten çıkar çıkmaz Günyüzü’ne
koştu. Delikanlının onca kibar ısrarına rağmen hasta yakını olmadığı için
malumat veremeyeceklerini söyledi hasta bakıcı kadın. Olsun en azından
yaşadığını biliyordu; buradaydı işte! Hemen şu duvarın arkasında bir yerlerde.
Ertesi gün tekrar gitti. Hastabakıcı kadın tanıdı delikanlıyı.
“Söylediniz mi görüşmek
istediğimi?” Kadın başını iki yana salladı.
“Belki kabul eder, niçin
sormuyorsunuz? Hem böyle bir hakkınız yoktur. Söylemek zorundasınız!” diye
çıkıştı kadıncağıza.
“Dün gece fena halde
rahatsızlandı.” Dedi hastabakıcı.
“Yoğun bakıma alınmak üzere
hastaneye sevk edildi. Şimdi orada yatıyor, garip kızın kimi kimsesi de yok
başında, dün geceki halini görseydiniz içiniz acırdı vallahi.”
“Hangi hastane?” diye çıkıştı
delikanlı. Öğrendiğinde telaşla ayrıldı oradan.
Devir Hastanesi şehrin arka
çevreyoluna tertip edilmiş, büyükçe bir tepenin kuzey yakasındaydı. Allah’tan
bir aksilik olmazsa yarım saate varırlardı. Fakat delikanlı bir anda karar
değiştirip bindiği taksiyi durdurdu. İnip meydana doğru koşmaya başladı. Bir
şeyler yapmalıydı. Kadını ölmeden mutlu edebilecek her ne varsa, her ne olursa
olsun yapmalıydı. Büfeden kâğıt-kalem ısmarladı. Derhal yazmaya koyuldu.
Doktorun dilinden kadına mektup yazacaktı. Hem kadın, doktor hakkında sürüsüne
malumat vermişti günlükte. Yolda görse tanırdı doktoru.
Kâğıdı katlayıp zarfa
yerleştirdi. Alladı pulladı, birazda gürgen masaya sürüp yıprattı zarfı.
Hastaneye vardığında kadını bulmakta hiç zorlanmadı. Kadın ünitenin içinde
ilaçlarla uyuşturulmuş öylece yatıyordu. Başı duvar tarafına düşmüş, ince
boynundaki sinirli damarları gözüküyordu. Sağ eli bileğinden itibaren yataktan
sarkmış avuç içini delikanlıya gösteriyordu. Alelade bir kadındı görünüşte.
Lakin göğüs kafesinde sallanan o deryayı kim görebilirdi? Kim her nefeste bıçak
yarası gibi saplanan acıyla senelerce yaşayabilirdi?
Hava karardıktan sonra açtı
gözlerini kadın. Göz çukurları neredeyse simsiyah, baştan tırnağa sapsarı
uyandı.
Eline bir mektup tutuşturdular.
Ağır ağır kaldırdı başını,
halsizce şaşırdı. Doktordan gelmişti mektup. Hemşireye okuması için rica etti.
Mektup bittiğinde sol gözünden iri bir damla süzüldü yanaklarına. Ardından
mektubu eline aldı ve göğsüne bastırdı, uzun bir uykuya daldı.
Delikanlı olan biteni camın
arkasından yan giriş kapısının sütununa yaslanmış izliyordu.
Ertesi gün geldiğinde yatağında
bulamadı kadını. Uzun uzun boş yatağı seyretti. Hemşireler dün gece yarısı onun
çok daha uzun bir uykuya daldığını söylediler.
***
LİSANDAKİ ŞÛUR
Türkler olarak kelimelerle olan münasebetimizi hudutların üstünde bir ehemmiyetle sürdürdük. Çok şükür. Bizim kelimelere olan düşkünlüğümüz her zaman şiirle ve şiirin sahasında var olmuştur.
Şiir dedik diye küsüp gitmeyin. Türk için şiir,
lafz içinde mevzuu, mevzuu içinde mana, mana içinde ses, ses içinde ahenktir.
Türk için, bir tasavvuru işlemeden izah etmek, tarhanalık yoğurt sohbetinden
farksızdır. Mürekkep israfıdır. Ceviz kabuğuna az gelen kuru lakırdıdır.
Ondandır ki İzmirli nâsir Halit Bey’in bir fanus mürekkep harcadığı mavili
siyahlı eserinde dahi şiirin havasını sezmiştik.
Helen felsefeyle anlattı meramını. Türk’se hep
şairdi. Şiirle var olmuş, şiirle ölmüş, şiirle susmuş yine şiirle coşmuştu.
Fakat artık yağı yakıp murdar etmenin bir faydası yok…
Urfalı şairin dediği gibi “Mahmûr olarak lezzet-i sahbâdan usandık.”
Söyledik söyledik usandık.
Divanlar sökülüp kaldırıldı, burada itiraz edemeyiz
fakat sonra kırılıp şöminede yakıldı. Horlandı, çamurlandı, yok sayıldı. Başka
ne beklenirdi sanki? Artık taklit ile tefekkür eden şuursuzlardık; yelesiz
aslanlar…
Neyse efendim, Aziz Nesino’nun gerici listesine
girmeden sükût-u hayal edeyim şimdi.
Yunus’a selam olsun.
“Bir sinek
bir kartalı, salladı vurdu yere
Yalan değil
gerçektir bende gördüm tozunu”
HAMAL TAŞI
Abdülhakhamit “az yazı, çok para” demiş.
Buna
muvazi atalar, “az iş, çok laf” demişler.
Eğer yazı
yazılacak, laf verilecekse bu iş tabii bir mişmişçiye düşmüyor. Madem bir yazı
yazılacak, ancak o, zamanında bu yazıyı yazmış olan ataya elçilik etmekle
yükümlensin. Atalar elbet güzel demiştir.
Bizim
oturaklı hazinelerimizden gayri, taşa çok değer verdiğimiz olmuş. Konya’nın çölünde
Camii yoksa düzgünce bir taşı getirir dikerler mescide; çıkar Ezan-ı Muhammedî
okurlardı. Her kazaya bir yitik taşı dikilir, bulunan sahipsiz eşyalar bu oyuk
taşlara bırakılırdı. Yani insanlar çarşı-pazarda bir şekilde yitirdikleri
değerli eşyalarını yakındaki yitik taşlarında ararlardı. Bazı taşları öyle
işlemişiz ki şarkta isyanlar koparmış. Fakat hem hocamı hem beni etkileyen, bu süryan
işlemelerden ziyade, çeşme yanlarındaki kaba kaba taşlar oldu. Hamal taşı. Hamalların
taşı. Küfeyi sırttan bırakırken; yere sürünmesin, susadıkça su içsin, kamburuna
kolaylık olsun demiş atalar. Sokak başlarına, çeşmelerin yamacına dikilmiş
taşlar.
Yalnız
Şair-i azam ile aramızda en az on hukuk devri var. Yine de isminin
tahsilhânelere verilmesine itirazım yoktur.
Nasıl olsa o da Lusyen’i yitik taşında bulmadı mı?
İki
keklik bir kayada, biri ötüyor, biri ölüyor.
***
KARTPOSTAL ÇİZİKLERİ
Gelir hani ceviz ağacına kurulur sonbahar
Islak otların damağında sızlatırsın soğuğu
Soluk bir gün sancılanır ufuktan
Kafanın üstünde dallı budaklı açelya
Nereye vursan başını, solgun bir hüzün
Soluk bir gün sancılanır ufuktan
Kafanın üstünde dallı budaklı açelya
Nereye vursan başını, solgun bir hüzün
Kime sual etsen yılgın bir parça
Sokaklara sarılmış yapraklar ve doksanlar
Koruluklarda ıslak kaya serçeleri
En dibine insanlığın küstah soyuna kadar
Kime sual etsen bir parça yılgın
Omuzlarında kasvet yüklü sancılar
Soluk bir bayrak ufuklarında sallanan
Nasıl yollara indiyse ağır bulutlar
Çakı gibi öyle inmiştir kemiğe ızdırabın
Bu küre devir koskoca yutuyor bizi
Ocakta süt kesti yaş kütüğün
Sarılır paltona sen yutkunursun ancak
Ürkek ürkek geçersin bir kaldırımdan
***
TOPKAPI'DA SON AKŞAM
onları
bilmen ve kullanman gerekir.
Faydalanılmayan
mal ağır bir yüktür. - Goethe
Avrupa, devrimin baharı henüz devam
ederken bir parmak kılıcı, ondan komik boyuyla peşine taktığı ordunun yegane
emirganı Napolyon'a boyun eğdi. Bu tuhaf İtalyan kurduğu sofrayı donatmak için
arkasında binlerce ölü bırakarak İngiliz'in deposu Mısır'a kadar dayanmıştı.
Dönerken Bosnalı Cezzar Paşa'dan aldığı himmet ile Brandenburg kapısından
şehrin fatihi olarak geçmişti. Söğüt'te doğmuş olsa ahır bile teslim
etmeyeceğimiz bu adam Alman koridorunu ipi kopmuş tesbih gibi dağıttı. Tanrıça
İrene heykeli, kapının üstünde şehrinin huzurunu bozan bu imkânsız tahakkümü
çaresiz seyrediyordu. Savaş ganimeti olarak şehrin kapısından alınan İrene,
Napolyon'un küçük bir armağanı olarak Josephine'e kadar ulaşmıştı.
XXI. asrı yaşamak çilesiyle îfa
ettiğimiz şu zamanda İrene, Brandenburg kapısının üstünde tekrar ve hala
saklanmaya devam ediyor. Başka açıdan sömürüyü, ahlâksızlığı hatta yamyamlığı
asırlarca mütenekkiren devam ettiren ve ademiyet üstünde açtığı kapanmaz kara
çukurlarıyla küre-i arzın tepesine ulaşan bu beşerî hayvanların beş kilo
mermere verdiği ehemmiyeti görmezden gelemiyorum. Doğrusuyla-yanlışıyla Türk
tebaasına refah bir içtimai münasebet sunabilen komutanların nice mabetleri bu
ehemmiyetin cüzüne layık olmamıştır. Üstelik otuz seneye bir devlet
sarayları, konakları, odaları, eşyaları yenileniyor. Elli seneyi aşabilen
kurumlar derhal müzeleşiyor. Kulağınıza da bir giriş tokası takıyorlar yaylanıp
duruyorsun içeride. Unesco. Are u father's legacy ha?
Yarın ölecek olanlar için yarın
doğacak olanların düzenini bozamayız. Her gün yeni bir çocuk doğuyor ve her
geçen gün onlara bu toprakları devrediyoruz. Kültüründen, adetinden,
geleneğinden, ahlâkından, şuurundan dolayısıyla ulviyetinden kopmuş çocukların
kendinden sonraki yüzyıla bırakacağı mirası tahayyül bile etmek istemiyorum.
"Arz-i acz etmeyesin yâreden
ol yâre sakın
Bulduğun cevher-i âlîleri bîçâre
sakın." - Şeyh Galip
***
SERÇE KÖŞK
Sen hümâsın dâ'imâ senin işin pervâz
olur"
Ben de bu ihtar üzre süzülürken,
salına salına Mükrimin Halil Bey’in kitaplığına konmuştum. Orada birazdan
tafsilatına ineceğim köşkün adresini, muhteremler- den bir zat bileğime bağladı.
Emir üzerine bu kıymetli yolculuğa başladım. Vardığımda gerileme döneminde
zarifle- şen mimarimizin bu güzide örneği, tüm tarihiyle karşımda duruyordu.
Köşkün sofaya içli içli açılan
kapısıyla keskin bir Karaçam kokusu yüzüme vurdu. Daha girer girmez bu
havadan öyle etkilendim ki, kendi iç sesimle dahi adaba uygun konuşmaya
başladık. İki katında toplam yedi oda gezdim. Tek tek tüm duvarları, kanatları,
pencereleri inceledim. Keçe divanlar, kararmış bir maşrapa, mermi mekik dikiş
makinası, nişlerin içindeki bakır cezveler ve yanında birçok eşyadan fazlasıyla
etkilendim. Özellikle yastıkların üstüne serilen örtülerdeki işlemeler,
İngilizlerin ağrına gidecek bir zerafetteydi. Hele arkada küçük bir bahçesi
vardı ki çocukluğumun burada geçmesi için kötü bir yazgıya razı olabilirdim.
Fakat en çok dikkatimi celbeden; köşkün arka - güneş gören- cephesine yapılmış
kuş evi oldu.
Sultan Abdülhamit zamanında
memlekete gelen Fransız seyyah Castellan, seyahatnamesinde: "İstanbul’a
hububat, gemilerle gelir ve limanlara boşaltılır. Binlerce kuş boşaltmayı
bekleyip hücuma geçer. Onlar için çuvallar açılır ve Türk gümrüğünün harç
olarak aldığı miktardan fazlasını tüketirler." yazmıştır. Türk milletinin
hayvanlara karşı saygı ve merhameti gayrimüslimleri hayrete düşürecek mertebeye
varmıştı. Oluşan hissiyatın en değerli eserlerinden biri ise kuş evleridir. Bu
kuş evleri, merhametin mahsulü olarak imparatorluğun son döneminde neredeyse
tüm evlere, camii ve medreselere, devlet dairelerine yayılmıştı. Üstelik bu
köşkler öyle alelade düzeyde değil; başlı başına itina gerektiren, sanatsal
kaygı taşıyan eserlerdir. Daha çok yerleşeceği binanın küçük bir emsali
niteliğinde yapılır, bina ile aynı mimari özelliklere sahip olmasına gayret
edilirdi. Rüzgârın geliş yönü ve güneşin vuruş açısı dahi hesap edilerek
yapılan bu kuş evleri, ileri bir duyarlılık ve zahmetle yapılırdı. XXI.
Asrın modernleşme adına yaptığı estetikten yoksun yapılanmaların içinde şimdi
kaybolma noktasında kuş evleri.
Son zamanlarda Doğa Koruma ve
Milli Parklar 5. Bölge Müdürlüğü; “çatılara kiremit şeklinde kuş evi"
tasarısının hayata geçirildiğini ve pilot kentte kuş evleri bazı çatılarda
şimdiden uygulanmaya başlanırken, ilerleyen günlerde tasarının gidişatına göre
kuş evlerinin Türkiye genelinde uygulanması amaçlandığını açıkladı. Fakat ne
kadar estetik ne kadar tarihi olacak? Muamma. Yine de naçizane takdir etmemek
olmazdı.
İnsanlar şunu anlasınlar
istiyorum: Hayat büyük bir saçmalıktır. Onu ancak güzellikleri muhafaza ederek
değerli kılabiliriz.
***
YAŞASIN SULU MEYVELER
En basit haliyle bir ağaç
devriminin teçhizatı tohum ve kürektir. Çürümeye yüz tutmuş ağaç kökünden
sökülür, yeni tohum atılır, can suyu verilir ve yetişmesi beklenir. Fakat yine
en basit haliyle bilirsiniz ki, Brüksel lahanasının Bingöl'de yetişmesi güçtür.
Yetişse dahi onunla Türk milleti, "cabbege risotto" yapmaz. Olsa olsa
ekşili çorbasını kuyu tandır ile yemeğe çalışırız. İşte bu ağaç devriminin
bahçıvan paşaları bize "kereste ağaçlarını söktük; yaşasın sulu
meyveler." diye sloganlar savurdular. Fakat Fransa'dan ısmarlanan kasa
kasa meyveleri bizim çürümeye yüz tutmuş ağaçlarımıza iplerle bağlamaktan başka
bir inkılap yapıldığını söylemek mümkün değildir herhalde.
Sonunda olan, bin yıllık törelere,
solan Türk çiçeklerine yani Bektaşi üzümlerine oldu.
Bizim Gülhane'nin mesulü Mustafa
Reşit iken bir gezintiye çıksaydınız birçok ağacın iplerle dolu olduğunu
görürdünüz. Elbette soluyacağınız nefes de içinize sığmayacak. Bu buhran havası
içinde yaşayan üdeba acı ama süslü meyvelerini siz değerli aydınların
okurlarına sunarken içinizden arif bir ses "Üsküdar’dan bu yan lo kimin
yurdu? Diyecekti. Evet, şu an beni okuyup anlıyorsanız sizlerde belirli zümreye
sahipsiniz demektir. Lakin Belgrat'a pek uğramamanızı tavsiye ederim.
Bilirsiniz ki sahafçılar sürgün mektuplarından geçilmiyor. Fakat korkmayın
tekaüt gübreniz her ay zat-i alinize takdim olunacaktır.
Dinsel ibareler, günlük sosyete
hayatından siliniyor, ahlaki gelenek gevşetiliyordu. Tabi siz tüm bunları
seyrediyordunuz. Büyük komplike ortamında yetişen yeni nesil özgür olmanın
ahlaksızlık getirdiği ortamda büyüyordu. Evlatlar papaz olacak, papazlar damat
olacaktı. Apartmanlar yükselecek mahremiyetler iç içe girecekti. Tüm bunların
bedelini elbette ki ödeyecektik. Tabi siz hâlâ izliyorsunuz.
Öncesinde eğer izniniz olursa, bu
kısımdan sonraki bölüme "sarışın paşalar hatıra ormanı" başlığını
vererek devam etmek istiyorum.
Sarışın Paşalar Hatıra Ormanı
(Mesul şirket, Arapgir Fıçı Fabrikası)
Miras malından payımızı
istiyoruz. Mızraklı da olur. Pierre Loti'yi de istiyoruz. Paşa soyundan gelen
sarı sarı şairler vardır; onların dahi tasfiye edilmesini istemiyoruz.
Gerekirse ilga edici yüce buyruğumuzdur. Cingöz falan da sevmeyiz. Tütünün
tozu, külün dumanı yeter.
Yaşasın sulu meyveler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder