Bu cümlelerle deneme yazısına
başlayan Dürre-i Beyza tesbihli Mihrimah, bu ismi o kadar benimsemişti ki artık
deneme yazılarının sonuna “Dürre-i Beyza” imzasını atar olmuştu. Masasının
üzerindeki kitaplarına, dipnot bıraktığı duvarlara tek tek baktı. Baktıkça ne
kadar dolu bir o kadar da boş olduğunu kavradı. Kulağına gelen ezan sesi onu
seccadenin ucundaki sıratı geçmek için bir yoldu ki onu davet ediyordu. Bin bir
şükürle dua ederek dinledi, bu kutlu besteyi… Namazdan sonra, sim sırmalı ipin
ucunda büzülmüş kadife kesesinden çıkardı Dürre-i Beyza tespihini. Uzunca baktı
tespihin imamesine ve başladı. Sonra da bitirdi, tefekkürle…
“Biliyor musun Dürre-i Beyza,
geçenlerde kendimi denizin dibinde boğulurken gördüm. Ölüm meleği geldi yanıma,
yaşamak istedim nefesimin her kanat çırpışında… Denize düşen yılana sarılmış
derler ya, ben yılana değil de kaybetmek üzere olduğum değerlerime sarıldım ve
onlara sığındım…
-Yeniden hayat bulup, kıymetli
değerlerimi yaşamak için!
Ellerimde duaları tek tek
okurken, aslında bir diğerinden diğerine sırayla dokunan bu taşlar, kendime attığım
birer taştır. Sen bana dokunduğun günden beri aldığım her nefes o kadar çok
değişti ki o gün denizin dibinde, sonsuzluğa kanat çırpan nefesim son anda ölüm
meleğinin ellerinden kayıp gitti, bir balık misali… Sahile düştüğümde kumdan ve
bol oksijenden başka bir şey yoktu. Oysa ben suda dahi hayat bulan bir yapıya
sahiptim, aşırı oksijene değil… Şimdi beni bu sahilden kim almalı? Söyle
gideceğim yer, Musa’nın asasının dokunduğu okyanus mu olmalı yoksa camdan
duvarlarla örülmüş bir akvaryum mu olsun?
O gün tespih ustası seni bana
verdiğinde ilk işim, turkuaz taşlarımın hepsini kaybettiğim için şükür teşbihi
çekmek oldu. Kaybettiklerim için o kadar şükrettim ki Ağrı dağının kumları
kadar onu tesbih etmek az olurdu, belki de… Şimdi seninle bir o kadar zenginim
bir o kadar iflası yaşamış zenginler gibiyim…
-Söyle sen kimsin, Dürre-i Beyza?
Bugün günlüğüme düşen satırlarda
sen varsın bir de odamın camdan duvarlarına yankısı duyulan “Ruhumun sesi ney!”
var…
Geçenlerde tespih ustasının
dükkanına turkuaz taşlarıma ne yaptığını sormak için uğradım. Dükkânı o kadar
çok kalabalıktı ki içeri girmeye utandım, geri döndüm. Bir sonraki gün gittim,
tespih ustası o kadar çok gergindi ki selamdan sonra aramızda turkuaz
taşlarının konusu dahi geçmedi. Ertesi gün ona, turkuaz taşlarını sormayı
unuttum biliyor musun?
-Kaybetmenin hükmü, kazandığını
anlamaktır!
Dürre-i Beyza, beni hep böyle bir
ney eşliğinde dinle ki içimdeki ben denen bu şey senle dolsun, olur mu? “Gül
düşer gül üstüne” türküsü kadar mutluyum seninle, taşlara dokunan sesinle…
Vesselam!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder