Simsiyah takım elbisesi ve
bağlamayı yeni yeni öğrendiği kravatıyla şimdi tam bir beyefendi olmuştu.
Ayağındaki parlak kundurasının adım attıkça çıkardığı tok ses, inceden inceye
gururunu okşuyordu. Şehrin en prestijli şirketinde işe başlamıştı. Hatta
başlayalı daha birkaç ay olmuşken, tasarladığı lüks bir dairenin projesiyle
terfi almayı bile başarmıştı. Elbette diğer inşaat mühendisleri gibi
şantiyelerin tozunu toprağını yutarak başlamıştı bu işe. Ama kendini
diğerlerinden ayıran çok özel bir şey olmalıydı. Bu özel şey her ne ise
göğsünden başlayıp bütün vücudunu saran garip bir duyguya boğmuştu onu. İçinde
kabaran bu duygudan oldukça memnun bir şekilde boyası daha yeni kurumuş boş
evin parke döşeli koridorunda adımladı. Ellerini göğüs hizasında bağlamış,
dalgın bakışlarla evi süzüyordu. İçinden ‘Hayatımda her şey tek tek yoluna
girmeye başladı işte!’ diye düşündü, hafiften genzini yakan inşaat kokusu
eşliğinde.
Bu kış mevsiminden sonra
ilkbahara, nikâh tarihi aldıkları nişanlısıyla ev bakmaya gelmişlerdi buraya.
Nişanlısı onun kadar sakin duramıyordu. Heyecanla gülümseyerek bir odadan
diğerine geçiyor, eşyaları nasıl yerleştireceğinin planlarını yapıyordu.
Eşyalar çok ta önemli değildi onun için. Parası neyse verecek, eksiksiz bir
şekilde hepsinin en kalitelisini satın alacaktı zaten. Onun için önemli olan
evin batı cephesinin mi yoksa doğu cephesinin mi daha iyi olacağıydı. Tam
bunları değerlendirmeye girişmişken nişanlısının çığlığını duydu diğer odadan.
Birkaç saniyede aklından geçen bin bir ihtimalle koşuverdi yanına. Gördüğü
manzara karşısında kendisi de donakaldı. Evin arka odasının geniş penceresi,
ucu bucağı görünmeyen bir mezarlığa bakıyordu. Öyle ki, mezar taşları, domino
taşları gibi dizilmiş bir vaziyette sanki küçük bir dokunuşlarını bekliyordu
önlerinde. Nişanlısının sitem dolu sesi, kulağına öylece çarpıp geri dönüyor ve
boş evin duvarlarında yankılanıyordu.
-Sen beni buraya getirirken hiç
mi bakmadın bu evin konumuna? Ben bu evde asla oturmam!
Şirketteki bir arkadaşlarının
tavsiyesiyle onu buraya getirdiğini, kendisinin de bu mezarlıktan haberinin
olmadığını açıklamak istedi. İstedi istemesine ama dili düğümlenmiş, bakışları
donuklaşmıştı. Üzerine çöken ölüm katılığını bir türlü çözememiş,
açıklayamamıştı. Zaten nişanlısı da bu açıklamaları beklemeden koşar adımlarla
çıktı odadan. Belki de diğer cephelerdeki dairelere bakmak üzere…
Ani duygu değişimine sebep olan
bu durum, gelecek hayalleri kuran bu kadını ziyadesiyle etkilemişti. Haklıydı
da. Sevdiği kadın, ömrünün ilkbaharında rengarenk çiçekler yeşertmeyi
düşlerken, zamanı mıydı şimdi bu manzaranın? Nişanlısı daha bembeyaz
gelinlikler giyecekti. Oysa şimdi, beyaz bir kefen gibi toprağı örtmüş kar,
nişanlısının bütün çiçeklerini bir anda soldurmuştu sanki. Ölüm… Ah Ölüm.
Ağızların tadını kaçıran ölüm… Ne hayallerden anlıyor ne de planlardan.
Genç adam bunları düşünmeye
dalmışken, mezar taşları arasındaki hareketliliği fark etti. Bir baba, beş altı
yaşlarındaki oğlunun elinden tutmuş bir halde, mezarlığın koridorunda
yürüyordu. Belli ki babası, oğlunu ölümle tanıştırmaya getirmişti, tıpkı kendi
babası gibi… Babasının serçe parmağını sıkı sıkıya kavrayarak, onunla birlikte
ilk kez mezarlığa geldikleri günü hatırladı. Dedesini ziyarete geldikleri o
günü. Korkmuş muydu o gün? Hayır hayır! Nasıl korkabilirdi ki? Dedesi vardı
orda, babasının çok sevdiği babası! Aslında korkudan çok, yoğun bir merak
duygusunun ruhunu sardığını hatırlıyordu o güne dair. Babasına peş peşe sorduğu
meraklı sorularını…
-Baba!
-Efendim oğlum.
-Şey… Bir şey sorabilir miyim?
-Sor bakalım.
-Dedemi Allah mı öldürdü baba?
-Şey… Evet oğlum.
-Peki, bu insanları da mı Allah
öldürdü baba?
-Şey… Evet oğlum.
-Şeyy, Yani böyle demek doğru
değil ama… Yani ben biliyorum Allah kötü biri de değil ama… O zaman Allah niye
bir sürü insanı öldürmüş baba?
Masum bir çocuğun dünyasına
girerek en temiz ve sade bir şekilde ona Allah’ı anlatabilmek. Kelimelerin bile
kirlendiği şu dünyada kolay bir iş olmasa gerekti. Babası bu zor sorulara
verdiği cevaplarla onun minik yüreğine Allah’ı sığdırmaya çalışmış ona ölümü ve
ahireti anlatmıştı. Daha önce hiç duymadığı bir âlemin varlığını… O âlemde
rahat ve huzur içinde yaşayabilmek için daha bu dünyadayken oraya götürmek
üzere güzel bir ev inşa etmeleri gerekiyordu. Babası öyle anlatmıştı ona. Öyle
bir ev ki; onu bu dünyanın bütün kötülüklerinden koruyabilsin. Hem güzel hem de
sapasağlam bir ev inşa etmek…
Çocukken babasına, bitmek
tükenmek bilmeyen sorular soruyordu. Babası ise hiçbir boşluk kalmasını
istemeden tane tane cevaplıyordu sorularını. Bu cevaplar damla damla yüreğine
akarken, içinde bir yerlerde sağlam bir toprağa, o güzel evin temelini çoktan
atmışlardı. Babasıyla birlikte attıkları bu temel için kullandıkları harç, iman
harcıydı. Duvarları örerken de kullanacakları bu harcı babası hazırlamıştı.
Ömür sermayesiyle satın aldıkları tuğlaları tek tek kullanarak duvarları örmeye
başladılar. Kendisi tuğlaları diziyor, babası ise tuğlaların arasına harcı
koyuyordu. Böylece duvarlar 7-8 sıra yükselmişti ki babası bir gün bu evi
ayakta tutmak için sağlam direklerin olması gerektiğini söyledi. En güzelinden
dosdoğru 5 tane direk alıp evin merkezine oturttular. Gün geldi, bu eve
çelikten bir kapı taktılar. Babası çelik kapının anahtarını oğluna teslim
ederken bu anahtarları kalbinin en özel yerine saklaması için sıkı sıkıya
tembihledi. Kimseye vermeyeceğine dair söz vererek babasından anahtarları aldı
ve sakladı.
Gün geldi, bu ev için pencereler
taktılar. Ah bu pencereler. Ne kadar sağlam kapatsa da bazen nazenin bir rüzgârın
zorlamasıyla bile aralanabiliyordu. Bu aralıktan süzülerek giren rüzgârın içerde
fırtınalar koparıp, evi tarumar etmesinden çok korkuyordu. Babası bu durum
içinde oğlunu uyarmıştı. ‘Oğlum, bu pencereleri içerden sıkı sıkıya tutacak bir
yoldaş, bir yardımcı bulmalısın!’ diye.
Çatı! Belki de en önemlisi çatıyı
yerleştirmekti. Babasının gönlünde, yeşil yaprakları sağlamca bir iple örerek
bir çatı yapmak vardı. Yağmur yaş girmesin diye bu dünyadaki terazilerin
tartamayacağı kadar ağır yapraklardan örülmüş bir çatı. Ama ne var ki babası
daha duvarları bile bitmemişken, her zaman anlattığı o âleme taşınmıştı, kendi
evine… Oğlunun evini çok istediği o en güzel boyayla boyayamadan, göçüp
gitmişti bu dünyadan. Evin inşaatını bu genç adamın omuzlarına bırakarak…
Babasından sonra tek başına
örmeye çalıştığı duvarları hatırladı. Tuğlaları diziyordu dizmesine ama harcını
koymayı unuttuğu günler oluyordu. Yaşadığı büyük küçük depremler de direkleri
iyiden iyiye çatlatmıştı bile. Eyvah! Bu ev bir yıkılsa! Ah bu yıkılış… Ömrün tükenip ölmesi miydi
insanın? Yoksa harçsız bir duvar örmek, ölümün ta kendisi miydi? İnsanı iflasa
sürükleyen…
Genç adam bu çaresiz çırpınışları
içinde kendini şairin bahsettiği babanın 3. Oğlu gibi hissetti. Doğunun 3.
Oğlu…
Bugüne kadar yaptığı, tasarladığı
lüks daireleri düşündü. Bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenip sonra bırakıp
gidecekleri bu dünyayı fazla ciddiye almışa benziyordu. Şirkette, şantiyelerde
kendini kaybedercesine hırsla çalıştığı günleri hatırladı. Terazisi tutmayan
çok duvarlar yıktırmıştı mükemmeli yakalamak için. Bu duvarların mükemmelliği
için bu kadar yorulurken içindeki harabeye dönmüş inşaatı düşündü.
Bu düşünceler genç adamın
vücudunun kaskatı kesilmesine sebep olmuştu. Yüzü ise kireç gibi bembeyazdı.
Mezarlığı görmeden önce vücudunu saran kibir, çoktan orayı terk etmiş yerini
soğuk bir katılığa bırakmıştı. Beyninden başlayıp parmak uçlarına kadar inen
acılı bir krampa tutulmuştu sanki. Ayakları kilitlenmişti.
Bu haline bir çıkış bir kurtuluş
ararken hislerinin derinliklerinden, kendini daha önce de tıpkı böyle sarsmış
bir hikâye düştü zihnine. Yankısını birkaç gün içinde taşıyıp daha sonra unutup
gittiği o hikâye… Şantiyede çalıştığı yıllarda duvar ustaları birbirlerine
ibretle anlatırken kulak kabartıp dinlemişti.
“Çok eskilerde bir duvar ustası
yaşarmış. Bu adam hayatın telaşesi peşinde koşarken ömrünü duvar örmekle
geçirmiş. Ömür bu ya elbet tükenecek. Gel gör ki ölüm sarhoşluğu bu adamı da
kıskıvrak yakalayıvermiş. Eski bir sedirin üzerinde öylece uzanmış, ölümün
verdiği bir sıkıntı hali içinde çırpınıp duruyormuş. Adamcağız bir türlü canını
teslim edemez bir halde, yüksek sesle “Harç ver! Taş ver! Harç ver! Taş ver!”
diye sürekli sayıklıyormuş. Bu sayıklamalar günlerce sürmüş. Evlatları da bu
duruma bir çare bulamamışlar. Yıllarca beraber çalıştıkları eski bir dostu bu
adamın ahvalini duyunca çok üzülmüş. Hemen dostunun yanına gelmiş, durumun
vahametini gözleriyle görünce işin hikmetine vakıf olmuş. Yavaşça dostunun
yanına yaklaşmış ve kulağına eğilerek;
“Heyy Mehmet Usta! Artık PAYDOS!”
demiş. Adam ancak bu sözle ruhunu teslim edebilmiş.
Genç Adam! Sana da PAYDOS!
“Kıyamet gününde bir kul şu dört
şeyden hesaba çekilmedikçe ayakları yerinden kımıldamaz.
Ömrünü nerede tükettiğinin,
Gençliğini nerede eskittiğinin,
Malını nereden kazanıp, nereye
harcadığının,
Öğrendiği ilmiyle neler
yaptığının. (Tirmizi, Kıyame,1)
***
İKİ FİNCAN KAHVE
Kâtip arzuhalimi yaz yâre böyle…
Bir genç sıkı sıkıya giyinmişti. Ellerini
nefesiyle ısıtmaya çalışıyordu. Boynunda annesinin özenle ördüğü kalınca bir
atkıyla, her zaman geçtiği o caddenin kaldırımında yürüyordu. Dalgın bakışları
arasında bozuk kaldırım taşlarını fark etti. Yağmur suları bu bozuk taşların
arasında birikiyor, bastığı an su birikintisinin içine düşmüş gibi paçaları
ıslanıyordu. ‘Bu şehrin kaldırım taşları bile bir garip!’ diyerek söylendi. Belki
de şehrin geçmişten gelen talihi böyleydi. Talihsizlik… Her şey normale dönmüş
gibi görünse de binaları, sokakları, parkları eskinin acılarından izler
taşıyordu. Devletin yükünü sırtlanmış olmanın verdiği ağır bir havası vardı. Ya
adliyeyle ya da askeriyeyle işi olan gelirdi zaten bu şehre. Bazen de onulmaz
hastalıklara tutulmuş Anadolu insanının son bir çaresi, son bir umudu olurdu bu
şehir. Bu büyük şehrin büyük hastanelerinin üzerinden dalga dalga yükselen yakarışların
olduğunu hissederdi. Kendisi de bu hastaneler için gelmemiş miydi? Ama ne hastaydı
ne de hastası vardı. Okul okuyacak ve o hastanelerde hemşire olacaktı! Hemşire;
bu kelimenin geçmişte özellikle “kız kardeş, bacı” anlamında kullanılmasının
garipliğini hissetti. Erkek hemşire olur muydu? Bu okulu kazandığını öğrendiklerinde,
akrabaları da bu gibi soruları çok defa sormuşlardı ona, ‘Oğlum şimdi sen
hemşire mi olacaksın hemşir mi?’
Kafasında bu soruları cevaplamaya
çalışırken, yolu, o güzel sokağa çıkmıştı sonunda. Bu sokakta yürümeyi çok
seviyordu. Her zaman yurduyla okulu arasında yürüdüğü yolun en güzel parçasıydı
bu sokak. Sokağın sağında ve solunda sıra sıra dizilmiş, uzaktan üst üste inşa
edilmiş gibi görünen ahşap konaklar vardı. Kâmil Paşa Konağı, Beynamlızade
Konağı, Kabakçı Konağı… Hepsi restore edilmiş bir şekilde dimdik ayaktaydı
işte. Kim bilir kimlere ev sahipliği yapmıştı bu konaklar. Avlusunda koşup
oynayan çocuklar olmuştu mutlaka. Ve bahçe duvarlarına boylu boyunca tırmanmış
yemyeşil sarmaşıklar… Balkon saksılarından taşarak aşağı doğru süzülen küpe
çiçeklerini de görür gibi oldu. Bunları düşünerek rengârenk hayallere dalmıştı
ki bir anda yüzüne küçük cam kırıkları atılmış gibi hissetti. Esen rüzgârın
yüzünde bıraktığı çiziklerin acısıydı bu. Soğuk gerçekle yüzleşti aniden. Bu
kış gününde ne balkonda çiçekler vardı ne de evlerden gelen çocuk cıvıltıları. Bu
konakların çoğu şimdi dükkân olarak kiraya verilmişti. Hediyelik eşyaların
satıldığı, turistik hizmet veren dükkânlar… Böyle derin bir geçmişe sahip bu
konakların ruhuna tamamıyla ters düşüyordu. Bu konaklarda edebiyattan,
musikiden, bilhassa şiirden konuşulmalıydı. İstiklal Marşı da bu sokağın
başındaki konakta yazılmamış mıydı? Mehmet Akif’in vatan derdiyle yazdığı o
mısraların mirasçıları, yine bu konaklarda o mirasa sahip çıkmayı öğrenebilirdi.
Kitap mütalaaları yapılarak başlanabilirdi mesela. İlla kiraya verilecekse bu
konaklar Maraş’taki “Dükkânları” gibi olabilirdi. Ah… Keşke… Keşke bir tanesini
ona verseler tıpkı oraya benzetecekti. Hocalarıyla ve dostlarıyla buluşup hemhal
olduğu o dükkâna… Önce boydan boya raflar yaptıracaktı duvarlarına ve sıra sıra
kitaplar dizecekti o raflara. Bir köşesinde uzun sohbetler için büyükçe bir
semaver çay kaynatacaktı mutlaka. Semaverin buharı ellerini ısıtırken,
muhabbetin de içini ısıtması için gönül kapılarını ardına dek açacaktı. Ah… Bu
boş sokaklar… Bu şehirdeki yalnızlığını yüzüne çarparcasına bomboştu yine.
Gerçi kalabalık olsa ne olur diye düşündü, aynı telden çalan yürekler
bulmadıktan sonra. Bir hasretlik türküsü çalmaya başladı yüreğinin o titreyen
tellerinde. Her adımında omuzlarına ayrı bir yük biniyordu sanki. Ağırlaşan
adımlarından kurtulmak istedi.
Böyle devam ederse derse geç
kalacağını düşündü, hızlı hızlı yürümeye başladı. Bir iki metre gitmişti ki sokağın
sessizliğinde, ince bir ses duyar gibi oldu. Ayak sesleri bile engel oluyordu
bu sesi duymasına. Durdu, dikkat kesildi. İlerdeki Kanaviçe Kafeden geldiğini
zannetti. Ama hayır! Kafenin tam karşısındaki dükkândan geliyordu bu türkü
sesi. Bu ince ses…
“İlahi onmaya yardan ayıran, oy
Bahçede bülbüller ötüyor uyan, oy
Kula gölge olsa Allah’a ayan, oy
Senden ayrılalı gülmedim dostum,
dostum dostum…
Gelsene canım…
Pir Sultan Abdal'ım gülüm
dermişler, oy
Bu şirin canına nasıl kıymışlar,
oy
İster isem Dünya malın vermişler,
oy
Sensiz Dünya malı neylerim
dostum, dostum dostum
Dostum gelsene canım”
Sesin geldiği yöne doğru
ilerledi. Bir de ne görsün! Az önce hasretini çektiği, hayalini kurduğu o dükkân
tam karşısındaydı. Hasret Kitapevi… Her gün geçtiği bu sokaktaki böyle bir yeri
nasıl fark etmemişti? İçten içe kendine kızdı. Derse yetişmesi gerektiğini
tamamıyla unutmuştu. İçeriden kendini çağıran radyonun sesine kulak verip
titreyen elleriyle dükkânın kapısını araladı. Şaşkınlığı daha da arttı. Tıpkı
hayallerindeki gibi tavana kadar uzanan raflar vardı. Ve raflara sıra sıra dizilmiş
kitaplar ve kitaplar… Sadece raflarda değil, dükkânın her köşesinde öbek öbek
kitap kuleleri vardı. Bu dükkân da tıpkı kendi dükkânları gibi tütün kokuyordu.
Hasretle derin bir nefes çekti… Buranın sahibi muhakkak tütün içen bir adam
olmalı, diye düşünürken radyonun sesi bir anda kesildi. Nazenin bir sesle irkiliverdi.
- Buyurun, hangi kitaba
bakmıştınız?
Genç çok şaşırmıştı. Arkasını
döndüğünde kitap yığınlarının arasında kalmış küçücük bir masanın başından
kendisine seslenen kadını gördü. 45-50 yaşlarındaki bu kadın, gözlüklerinin
üzerinden kendisine bakıyordu. Henüz şaşkınlık ve korkusunu üzerinden
atamamışken cevap vermeye çabaladı.
-Ben… Ben şey! Şey için
gelmiştim… Yunus Emre’nin Divanı için.
Ne zamandır okumayı planladığı bu
kitabın adını söyleyebildi ancak.
-Hım. Bu kitabı aradığına göre
Edebiyat falan okuyor olmalısın.
-Şey… Hayır, ben, ben hemşirelik
okuyorum Efendim.
Bu cevabı duyan kadının yüzünde
kocaman bir gülümseme belirdi. Hemşirelik okuduğu için mi yoksa kekeleyerek
cevap verdiği için mi güldüğünü anlamamıştı.
-Çok güzel, çok güzel! Ders
mecburiyeti dışında Yunus’un Divanı’nı okuyan gençler görmek çok güzel. Ama
maalesef bu kitap bu raflarda yok. Yarın gelirsen, eşim yerdeki bu kitap
yığınlarının arasından senin için bulup çıkarabilir.
-Eşiniz mi?
-Evet, eşim. Müfit hocanız benim
eşim! Bugün söyleşisi ve imza günü olduğu için İstanbul’a gitti. Onun yerine
ben geldim dükkâna. Bugün senin gibi kaç genç geldi buraya biliyor musun?
Delikanlı çok şaşırmıştı, demek
ki buraya gelen başka gençler de vardı. Üstelik dükkânın sahibi bir yazardı.
Yazar’ın eşi, bu gence yardım
edememiş olmanın mahcubiyetiyle seslendi.
-İstersen, sen de bakabilirsin bu
kitaplara. Mutlaka bu yığının arasında bir yerlerde olmalı Yunus’un Divanı.
Genç bu teklife çok sevindi.
Zaten hasret gidermek istiyordu bu tütün ve kitap kokusunun karışımıyla. Hemen
bir köşeye oturarak kitapları ayırmaya başladı. Hem kitapların tozlarını
siliyor hem de nasıl kitaplar satıldığını inceliyordu. Hanımefendi de diğer
köşeden başlamıştı kitapları ayırmaya, bir yandan da eşine söyleniyordu. “Ben
kaç defa söyledim ona, bu kitapları bir an önce yeni yapılmış raflara düzenle
diye! Böyle olunca zor bulunuyor işte kitaplar” Bir yere kadın eli değmesi bu
olsa gerekti. Temizlik ve düzen getirirdi… ‘Dükkânı’ hatırladı, tebessümünü
gizleyemedi.
Hanımefendi saatlerce kitaplarla
konuşmaktan sıkılmıştı. Gencin suskunluğunu kırmak istercesine sordu;
-Eee Genç adam nerelisin bakalım
sen?
-Maraşlıyım efendim!
-Maraşlı mı? Ben de
Kahramançorumluyum biliyor musun? diyerek gülümseyiverdi kadın.
Delikanlı afallamıştı, Kadının
yüzündeki gülümsemenin sebebini yine anlamamıştı. Üstelik Kahramançorum da
neyin nesiydi? Belli ki hanımefendi bu tavrıyla gence iyi bir ders vermek
istiyordu.
-Genç adam, sen askeriyede geçen
şu hikâyeyi duymadın mı hiç? Bir komutan içtimada sırayla askerlere
memleketlerini soruyormuş. Sıradaki askere sormuş “nerelisin asker!” diye.
Asker cevap vermiş.
“Maraşlıyım komutanım!” bu
cevabın üzerine tokadı patlatmış komutan ve tekrar sormuş; “nerelisin asker!”
Askerden yine aynı cevap gelmiş. “Maraşlıyım komutanım.” Komutan bu sefer daha
sert bir tokat indirmiş. Derken üçüncü kez yine sormuş “nerelisin asker!”.
Asker bu sefer “Kahramanmaraşlıyım komutanım “ demiş. Komutan bu cevaptan memnun
bir şekilde sıradaki askere sormuş “ nerelisin asker!” Önceki askerin akıbetini
gören Çorumlu asker cevabı yapıştırmış! “Kahraman Çorumluyum komutanım!”
Hanımefendi bu hikâyeyi anlattıktan sonra
gülen gözlerle tekrar bir cevap beklercesine gence baktı. Genç, kahramanca bir
mücadeleyle alınmış bu unvanı görmezden gelmenin acısını yanağında hissetti.
Yarı güler yarı mahcup bir ifadeyle;
-Ben de Kahramanramanmaraşlıyım
efendim! Bu sefer gururla vurgulamıştı “Kahraman” kelimesini.
Kadının yüzündeki tebessüm aniden
derin bir hüzne bıraktı yerini. Gözleri uzaklara dalmış bir şekilde;
-Ah Müfit Hocan burada olsaydı şimdi
gözleri dolardı yine. Kahramanmaraşlı birini görünce bir sızı düşer onun içine,
bilirim.
Genç bu ani geçişin şaşkınlığını yaşıyordu,
hanımefendi devam etti.
-Müfit hocan, yıllarca bu şehirde
beraber mücadele verdikleri dostunu Maraş’ın o soğuk dağlarında kaybetti. Maraş
adını duyunca gözlerine dolan yaşları, yüreğine düşen sızıyı çok iyi bilirim. Muhsin
Başkanı çok severdi çok… Herkesten farklıydı ona olan muhabbeti…
Bu sözlerinden sonra devam edemedi, yutkundu,
yine olmadı. Genç ise ne diyeceğini bilemez halde sessizce bekleyebildi ancak.
Aslında çok cümleler birikti dilinin ucunda “Maraş’ta çok insan çıktı Keş
Dağlarına başkanı aramaya” diyecekti, sustu. “Başkanı herkes çok severdi”
diyecekti yine sustu. Biliyordu ki kendi yaşındaki bir gencin anlayabileceği
bir acı değildi böylesi. Teselli verecek cümleler kurmaya zaten gücü
yetmiyordu. Sadece “Rabbim mekânını cennet eylesin, bizi de yoldaş eylesin.”
diyebildi. Gencin bu çaresizliğini anlayan hanımefendi sessizliği bozarak
umutla konuşmaya devam etti.
-Sonra Müfit Hocan bu Kitapevini
açtı işte. Muhsin Başkanın kabrinin az ötesinde burayı bulduk, ona komşu olmaya
geldik. HASRET KİTABEVİ koyduk ki adını, muhabbetimiz belli olsun. Senin gibi
bir sürü genç gelip gidiyor buraya, Hocana yoldaş olmaya.
Genç küçük bir tebessümle
karşılık verebildi. Öyle, böyle derken derin bir muhabbetin kapısını
aralamışlardı. Bir yandan kitapları tasnif ediyorlar bir yandan da muhabbete
devam ediyorlardı. Kitaplar hakkında konuşmaya daldılar bu sefer de. O kitap
senin bu kitap benim derken konu Müfit Bey’in kitaplarına gelmişti. Hanımefendi,
eşinin kitapları yazarken nasıl sancılar çektiğini anlatmaya başladı. Bir
kitabın meydana gelmesinin hiç kolay olmadığını, bir iki günde okunup bitirilen
bu kitapların yazılmasının aylar hatta bazen yıllar sürebildiğinden bahsetti.
Bu arada evin bütün yükü, bu vefakâr kadının omuzlarına kalmış olmalıydı. Eşi
böyle güzel kitaplar yazarken kendisi de güzel çocuklar yetiştirmeye çalışmıştı.
Bir yazarın eşi olmak da kolay değildi anlaşılan. Garip olan, bütün bunları
anlatırken tek bir sitem cümlesi dahi dökülmemişti dudaklarından. Belli ki çok
seviyordu eşini.
Genç, hanımefendinin bu samimi
sohbetinin etkisiyle, içindeki kırılgan tarafını bir parça da olsa
gösterebileceğini hissetti. Yazmaya çalıştığı beyitlerden, aklında tasarladığı
öykülerden bahsetti. Aslında yazı yazmayı çok seviyordu ama bu şehrin solgun
havasından mı yoksa henüz meyve vermeden köklerinden koparılmasından mı
olduğunu bilmediği kırgınlıkları vardı içinde. Eskisi gibi yazamıyor,
hissedemiyordu. Bu şehirde dertleşecek bir yürek bulmanın özlemiyle bir çırpıda
anlatmak istedi bütün bunları… Peş peşe konuşmaktan damağı kurumuştu.
Hanımefendi bunu fark etmiş olacak ki üzülerek;
-Bugün dükkânda tek başıma
olduğum için semaveri yakmak istemedim. Ama sen en iyisi karşıdaki kafeden iki
bardak çay al da gel, öyle devam edelim.
Delikanlı hemen karşıdaki kafeye
gitti. Ama iki çay yerine iki kahve sipariş etti. Çünkü bu muhabbetin kırk yıl
hatırı olsun istiyordu. Kahvelerin hazırlanmasını beklerken düşüncelere daldı
yine. Bugüne kadar karşıdaki kitapevini fark etmemesinin sebebi bu kafe
olmalıydı. Çünkü bu sokaktan geçerken sürekli buraya takılırdı gözleri… Çok
naif bir havası vardı. Masalarını çiçek kanaviçeli beyaz örtüler, duvarlarını
da güzel kaligrafiler süslüyordu. Her zaman dışarıdan gördüğü ama bir türlü
okuyamadığı o yazıyı fark etti, uzun uzun baktı o yazıya…
“Dediler ki: Gözden ırak olan gönülden de ırak
olur.
Dedim ki: Gönüle giren gözden
ırak olsa ne olur.”
Ah bu cümleler… Hanımefendiyle
konuştukları bütün muhabbetin özetiydi sanki. Evet! Gönlünde hocaları ve
dostları için beslediği hasret dolu muhabbetleri vardı. Ama onları görmese de
gönlünde taşıması yetmez miydi? Tıpkı dosta muhabbetini ölene dek gönlünde
taşıyacak Müfit Hocası gibi… Yeni doğmuş bir bebeğin aldığı ilk yakıcı nefes
gibi ciğerlerini yakan derin bir nefes aldı. Muhabbetini değil kırk yıl, ömür
boyu unutamayacağı o vefakâr hanımefendinin yanına döndü. Ellerinde bol köpüklü
iki fincan kahveyle…
Tuğba’ya
***
AŞKI TATMAK
Gece, güneşin yokluğunda içinde
kaldığımız derin karanlık. Gündüzün hırsla atılan adımları bitmiş, doymak
bilmeyen açlıkları biraz olsun dinmişti. Düşünmeden konuşulan sözler artık
susmuş, yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Şimdi dinlenme vaktiydi. Günün
kimi acı, kimi tatlı bütün yaşananlarını silip atma vakti!
Hayır, hayır!
Aslında silinemezdi o yaşananlar,
derin hatıralar olarak kaydedilmek üzere biriktiriliyordu. Uykumuz bunun için
kısa bir dinlenceydi. Hiçbir ses, hiçbir görüntü, hiçbir sezgi unutulamazdı.
Aksine bazen sadece küçük bir anı olarak kalıcı yerini alır, bazen de
zihnimizde çılgınca birleşerek dans eder. Öyle olur ki uykuya dalınca
dinleneceğimizi zannederken gece boyu o gösteriyi seyrederken yorulmuş buluruz
kendimizi. Üç saniyede üç bin âlem gezeriz. İçinde bizim de oynadığımız kendi
kısa filmimiz, rüyalarımızdan bahsediyorum.
Her gece istisnasız gördüğümüz
söylenir. Kimini unuturuz, kimini hatırlarız. Kimini de hatırlamayı çok isteriz
ama bir türlü gelmez aklımıza. Uyanınca akıl hatırlamaz, çünkü yetkin değildir.
Sadece hissettiklerimiz kalmıştır. Ne kimseye anlatabiliriz ne de
hissettirebiliriz. Damağımızdaki o mayhoş tatla kalakalırız. Erik gibi mi
desem, limonlu çay gibi mi? Öyle bir tat işte… Çay, evet çaya benziyordu tadı!
Şekersiz çaya!
-Çaylar hazır!
Mutfaktan gelen bu sese kulak
verdi. Tepsiye dizilmiş sıra sıra bardaklar. Bir tepsiye ne kadar
sığdırılabilirse o kadar doldurulmuştu. Sinirlendi, niye bu kadar çok bardak
vardı ki? Üstelik dudak payı da bırakılmamıştı. Nasıl dökmeden taşıyacaktı bu
tepsiyi? Kim dolduruyor bu çayları diye düşünerek semaverin başındaki kişiye
bakmak için eğildi. Buna bile fırsat verilmeden tepsi tutuşturulmuştu eline.
Uzun ve ince bir koridordan salona doğru yavaş adımlarla yürüdü. Tüm dikkatini
çaylara vermişti. O sırada tanıdık bir ses çalındı kulağına… Öyle bir ses ki
başka alemlere taşıyan bir makamdan. Yaklaştı o sese doğru. Yaklaştıkça
terledi, terledikçe titredi. İçinde tomurcuklanan bu hayranlık kim içindi?
Alnında biriken damlacıklar çaylara düşüyordu, engel olamadı. Makam mı
terletmişti onu yoksa çayların yüzüne vuran sıcağı mı?
Bu kadar çayı taşıması kolay
değildi. Kaynamış çayın buharı gözlerini bulutlandırmıştı. Sakince salona
girdi. Salonun girişinde, tam karşısındaydı neyzen! Ciğerinden gelen nefes,
nasıl yüreğinden akabiliyordu? Parmakları ahenkle açılıp kapanırken, eğilmiş
başıyla incitmekten korkar gibi öpüyordu neyini. Gözlerinin bulutundan neyzenin
yüzünü seçemedi. Bu kadar dikkatli bakmamalıydı. Zor da olsa bakışlarını
indirdi. Defin sesini yeni fark etmişti. Ney ve Def… Aşina olduğu bir eserde
birleşmişlerdi. Ötme Bülbül… sözlerine kulak verdi.
“İsmi Sübhan virdin mi var
Bahçelerde yurdun mu var
Bencileyin derdin mi var
Garip garip ötme bülbül”
Kanatlarında gökkuşağını taşıyan o
yanık sesli bülbül de gelmişti. Pencerenin pervazında esere eşlik eder gibi
ötmeye başladı. Bu musikiyle demlenirken elindeki tepsiyi hatırladı. Sahi
çayları kime getirmişti? Kafasını kaldırdığında bir dergâhın dost meclisinde
olduğunu fark etti. Vakarla taşıyarak çayları uzattı. Ama heyecanını
gizleyemiyordu. Elleri titriyor, tepsideki bardakların şıkırtısı duyuluyordu. Kalbinin
ritmi Defin ritmine karıştı.
“ Yunus vücudun pak derken
Cihanda mislin yok derken
Seher vakti Hakk Hakk derken
Bizi de unutma Bülbül”
Bülbülün garip sesi, neyin yanık
sesiyle birleşti. Kalbi her çırpınışta Hakkı zikrediyordu. Günahlarına derin
bir pişmanlık duydu. Kırdığı kalpler, şimdi kendi kalbini kanatıyordu. Ateşle
doldurduğu heybesini hatırladı. Gözlerinin buğusuyla mutfağa koştu. Kaçmak
istedi günahlarından, ama olmadı. Hıçkırıklara boğuldu. Gözlerinden akan yaşlar
kalbini yıkadı, yıkadı… Affedilmeyi istedi.
Çaylar… Çayları unutmuştu.
Telaşla doğruldu ve tekrar bir tepsi çay aldı eline, yarı koşar adımlarla
ilerledi. Dervişlere çay yetiştirmeliydi. Dost olmak için dosta hizmet gerekti.
Hacer misali umutla gitti geldi, gitti geldi. Daha kaç defa mutfakla salon
arasında koştu bilinmez. Artık son makamda üfledi neyzen;
“Bilirim âşıksın güle
Gülün halinden kim bile
Bahçedeki gonca güle
Bir de sen dert katma Bülbül “
O ince koridorda yürürken neyi
üfleteni görmeden neyzene hayran olmuştu. Neyzenin gülü zannetmişti kendini.
Defin sesiyle irkilip dost meclisin görünce, kalbine düşen derdin neyzenin aşkı
olmadığını anladı. İçinde tomurcuklanan gül, bülbülün aşkıyla büyüdü, büyüdü…
Dikenleri kanattıysa yüreğini, gönül gözü açılmıştı artık. Bu gözlerle bülbülü
tekrar görmek istedi ve başını pencereye çevirdi. Ama güçlü bir kanat sesiyle
birden irkildi.
Sırılsıklam olmuştu yastığı.
Gözyaşları terine karışmıştı. Kulağında ezan sesi, yüzünde seher vaktinin
serinliği vardı. Damağında garip bir tat, tuzlu, limonlu çay tadı. Kalktı
yatağında doğruldu. Hatırlamaya çalıştı rüyasını, ama yok! Aklı kâfi
gelmiyordu. Hiçbir şey görmemiş olamazdı. Peki ya hissettikleri? Ezelde sorulan
o soruyu düşündü.
“Ben Sizin Rabbiniz Değil miyim?”
“Evet! Şahit olduk ki Sen bizim
Rabbimizsin!”
Kuran’ın bildirdiğine iman etti ve
muhabbetle yanan yüreğiyle secdeye kapandı. “Onlar (o muttakiler ki
kesinlikle ve içtenlikle) gaybe (görmedikleri ama varlıklarından asla şüphe
etmedikleri gerçeklere) iman edenlerdir, namazı dosdoğru kılarlar ve
kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” (Bakara Suresi 3. ayet )
MaşAllah kardeşim 🌸 yazılarının devamını bekliyorum sabırsızlıkla :)
YanıtlaSilÇok güzel, ellerinize sağlık ����
YanıtlaSilMuhteşem yazı , ince dokunuşlar ile Allah aşkını ilmek ilmek dokuyan harikulade bir yazı bence devamı gelmeli sabırsızlıkla bekliyorum...Kaleminize sağlık..
YanıtlaSil