Köse Dayım aradı: “Üç tane keklik vurdum başkanım,
akşam acil bir işin yoksa Maraş’a gitme de yemeği bizim evde yiyelim, çiğköfte
yaptıracağım.” dedi. Tereddütsüz “olur” dedim. “Eh o zaman arkadaşlara da haber
ediyorum.” deyip telefonu kapattı. Beraber gezdiğimiz, arabayı kullanan
arkadaşı çağırdım. “Bu akşam ben burada kalacağım sen git sabah gelirken seni
alırım.” dedim. Yüzündeki ifadeyi belli etmemecesine kapıyı siper ediyormuş
gibi, yarısına kadar çektikten sonra ani bir şekilde durakladı; ceketiyle
hiçbir bağlantısı kalmamış, her yeri tamamen sökülmüş ve yıllar önce dikişlerin
bulunduğu yerler lime lime olmuş, tarak dişi gibi sarkan astarının arasından
çakmak cebi şöyle bir görünüp geri astarın altında kayboldu. Ben de kalayım
filan gibi bir manası olan bu, kapıda bir iki saniye bekleme hareketi ustayla aramızda
bir iletişim şekli olmuştu sanki. Konuşmasına fırsat vermeden “Yok yok gerek
yok!” dedim.
Dün okullardan birinin müdürüyle ağız dalaşı
yaptık. Bugün sabah da “şo” adamlar geldi yine. Geçen hafta muhtar; yağmur
yağdığında okulun bahçesine su göllendiğini, çocukların cıcılı bıcılı
ayakkabılarının çamura battığını söylemişti. Bütün imkânsızlıklara rağmen oraya
kum göndermiştik. İşin yapılıp yapılmadığını görmek için de okula gitmiştik.
Laf arasında müdür beyi sorup, okula sık gelmediğini öğrenince de sitem
etmiştim. Konuştuğumuz hoca da mübarek yememiş içmemiş, biraz da üzerine ilave
ederek müdür beye anlatmış aramızda geçen o sohbeti. Müdür bey de “Benim okula
gelip gelmemem kendisini ilgilendirmez, başkan kendi işine baksın.” diye haber
yollamış. Sabah oraya uğradım. Kasabanın çocuklarının eğitiminin ilk önce beni
ilgilendirdiği konusunda bazı iri laflar ettim müdür beye. Kum işinin muhtardan
önce kendisinin görevi olduğunu söyledim. Çay may da içmeden kalkıp geldik.
Sabah. Sabah da yine şehirdeki bir kamu kurumunun
siyah; üzerinde “Resmi Hizmete Mahsustur” yazan arabasıyla, olmadık zamanlarda
gelen ekip geldi Emmi. Şu ana kadar belki de bu gelen yirminci ekiptir. Her
defasında da aynı yalanı söylerler: “Kale’ye gelmiştik de baraja gidiyoruz
da…” Genellikle, bu bölgeyi iyi bilen ve
aslen bizim bu taraflı olan şoför dâhil dört kişi bunlar. Ekip sürekli değişir.
Bir kişi en fazla iki, olmadı üç defa gelir. Yok, belediyede insanların
namazlarını doğru dürüst kılabilecekleri bir mescit var mı? Yok, başı açık veya
kapalı her kasabalı vatandaş rahat rahat belediye binasına girebiliyor mu diye saçma
sapan, ipe sapa gelmez sorular sorarlar. Olmadı, biri çıkar “İmamlardan memnun musunuz,
camilerde kasabanın çocuklarına güzel dinî eğitim veriliyor mu; belediye olarak
çocuklara Elifba alıyor musunuz?” der. Her seferinde biri çayını memurların
yanında içer, güya fark ettirmeden onları sorguya çeker Emmi. Bugün gelen ekipten
biri de okullarda mescit olup olmadığını sordu. Sorulan her soruya, her zamanki
gibi verilmesi gereken cevapları vererek, kurdukları hiçbir tuzağa düşmeden ve
birçok suallerine de “yok, yok” diyerek bugünü de kurtardık. Devletimizin buyrultularını
onadığımızı, laiklikten ödünlemediğimizi, irticanın kamusal alanlarımıza hatta
bölgemize yaklaşım olasılığının bulunmadığını yinelemledik Emmi(!)
Hal bu ki birkaç gün önce Güdük Bibim bir iş için
belediyeye gelmişti. Kapıyı açıp buyur ettim, ayağındaki lastik ayakkabısını dışarıda
çıkartıp öyle girdi içeri. Ne kadar dil döktüysem “Devletin halısına ayakkabı
ile basılmaz günah.” dedi. Eee… Emmi. Denmez ki diyesin; “Ulan alçak devlet
öyle korunmaz Güdük Bibim gibi korunur!” Fakat gel gör ki diyemiyorsun Emmi. Devlet
kendilerininmiş. Bin yıl sürermiş yönetimleri. Batı bilmem ne halt etme grubu
senin anlayacağın başımdaki bela. Söylenecek ne laflar var ama olmuyor,
söyleyemiyorsun. “Dil bir aslan gibidir kapının önünde yatar; dikkat et ey ev
sahibi başını yemesin.” demiş Balasagunlu Yusuf Has Hacip. Baş… Baş sade senin başın değil ki verip
kurtulasın Emmi…
Keklik işine gelince; Köse Dayım “üç” diyor da
doğrusunu Sultan Ablam bilir o, “iki buçuk” diyor. Sultan Ablam hem en doğrusunu
bilir ve hem de bildiğini söyler Emmi. Köse Dayım da doğru söyler ama Sultan Abla’nın
doğrusu daha doğrudur. Anlayacağın üç vurmuş da kekliği, birinin yarısını bulamamış.
Nasıl olmuşsa? Neyse, o kadar şaka
yaptık gevezelik ettik ki bu akşam, yazıya dökme imkânı yok Emmi. “Gündüz çektiğimiz
şubat soğuğu zulmünü unuttuk.” desem yalan olmaz.
Gece yarısına doğru dağılmaya başladık. Mehmet
Abi; “Gece yarısı oldu, bu araba sağlıklı değil ne olur ne olmaz ben de seninle
Maraş’a geleyim.” dedi. İstersen buraya bir parantez açalım Emmi. Mehmet Abi…
Merhaba Mehmet Abi. Hangi Mehmet Abi? Belediyede dört tane aynı soyadı taşıyan
Mehmet var. Beş tane de soyadı aynı olmayan Mehmet, etti dokuz. O zaman biz
“Mehmet Abi” diyerek çıkalım işin içinden. Zaten olayı anlatınca olayın
kahramanı olan Mehmet “Amaa başkan beni yazmış taman.” der. Okuyucu için de
hikâyemizin buradaki kahramanının hangi Mehmet olduğu çok önemli değil. Hangi
Mehmet olursa olsun aynı işi yapacak nasıl olsa. Konumuza dönecek olursak; ben
Mehmet Abiye böyle bir şeye gerek olmadığını, her zaman gidip geldiğimi
söylememe rağmen beraber gitmekte ısrar etti. Arabanın geçenlerde üç gün kar
altında kaldığını, arkeologların yerin altından tarihi eser çıkarttıkları gibi karı
eşeleyerek çıkartıldığını düşününce, Mehmet Abiyi dinlemek ve yola onunla çıkmak
aklıma yattı.
Akşamdan beri konuşacak bir konu bırakmadığımızdan
mı, üzerimize çöken esriklikten mi birbirimizle konuşmadan kendi âlemimizde;
hafifçe çiseleyen bir yağmur altında Önsenaltı’ndan Deliçay’a doğru
ilerliyoruz. Ben; sabahtan akşama kadar yaşamış olduğum olaylarla ilgili
kafamda birikmiş olan bilgileri; önce gözümün önünden, sonra zihnimden geçirip,
ileride lazım olmayacakları gecenin karanlığına atıyorum; lazım olabileceklerin
üzerinden bir daha geçip hafızama yerleştiriyorum Emmi. Bir anda bir şeyler
oldu. Her şey yeniden birbirine karıştı. Arabadan bir şeyler koptu tarlaların
içinde kayboldu. Kartalın sağ tarafı bir çukura düşmüş gibi o tarafa yamuldu. O
anda da sağ taraftan çıngılar savrulmaya başladı. Öyle bir çıngı, öyle bir alev ki Emmi,
sanırsın arkamızdan kuyruklu yıldız geliyor.
Arabayı sağa sola kaçırmadan kenara çekip durduk.
Fren sistemi vesairenin bulunduğu bölümle birlikte, arka sağ teker yerinden
kopup gitmiş. “Gittiği yeri gördüm ben onu almaya gideyim sen de arabanın önüne
ve arkasına uzaktan görünecek şekilde biraz taş diz.” Dedi Mehmet Abi. Yola
önlü arkalı üçer beşer tane sürücülerin göreceği büyüklükte taş dizdim. Yağmur
hafif hafif yağmaya devam ediyor, arabanın içine tekrar girip oturdum. Mehmet
Abi üzerinde o kadar demir bulunan tekeri bulmuş ıhılıya-tısılıya getirdi.
“Eşek ölüsü gibi zalım.” dedi. Beraberce bagaja koyup bagaj kapağını ve
kapıları kilitledik.
Yağmurun ılıttığı havada, şehrin ışıttığı yolda
belki bir araç gelir umuduyla arkamıza baka baka yürümeye başladık. Ne Mehmet
Abi’de beraber gelme konusunda haklı çıkmanın gururu, ne bende haksız çıkmanın
ezikliği yoktu Emmi. Bir çare bulup şehre kavuşmak dışında hiçbir düşünce izi
vurmuyordu ikimizin de yüzüne. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Sabah işe
gitmeyen ve aynı zamanda arabası olan birilerini bulup çağırmaktan başka çare
kalmadı bir müddet sonra. Fakat gel gör
ki öyle biri yok. Deliçay’a doğru yaklaştık. Bu mevsimde Yavşan’dan berisinin
boz bulanık suyu ile dolar taşar, yani coşar Deliçay.
Bir yüzüm ağlar bir yüzüm güler Ali’yi aradım.
Bizim büyük Ali’yi Emmi. Bu işte benim kadar etrafım, hısım akrabam da eziyet
çekiyor. Ya ne bileyim kimine böyle yük oluyoruz, kimine başka şekilde. Burası
uzun mevzuu…
Deliçay’ı geçtik Ali geldi. Arabasına bindiğimizde
radyodaki türkü bitmek üzereydi:
“Destur verin gökte uçan kuşlara/El aman
Bakmıyor
musun gözümdeki yaşlara/Ya gel dost dost Ali dost
Sular
başın vurur taştan taşlara/El aman
Çağlar
ya Muhammed Ali çağırır/Ya gel dost dost Ali dost.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder