İBRAHİM SAĞLAM, BEN ve BİR YOLCULUK SERÜVENİ / Teyfik KARADAŞ

 

Üniversite birinci sınıfa kayıt olduğum sene, okulun açıldığı İlk gün, İbrahim Sağlam isimli bir arkadaşla tanıştım. İbrahim Sağlam hem benim hemşerim hem de okuduğum okulda benim gibi birinci sınıf öğrencisiydi. İbrahim Sağlam'ın lisanı halinden güvenilir bir insan olduğu anlaşılıyordu. Oda benim gibi yağız bir Anadolu delikanlısıydı. Sohbetlerindeki ciddiyet, soyadı gibi sağlam bir insan olduğunu hemen ele veriyordu. Bana ilk aşamada Kredi ve Yurtlar Kurumundan yurt çıkmayınca, İbrahim beni kendi kaldığı eve aldı. İbrahim ile aynı evde kalmaya başladık. Ev arkadaşı da olduk. Birkaç ay sonra diğer ev arkadaşlarımızla anlaşamayınca ikimiz birlikte yurda gittik. İbrahim ile okulda ayrı sınıflarda okusak da her teneffüs arasında bir araya gelir kantinde çayımızı birlikte içerdik. Birlikte yer, birlikte gezerdik. Anlayacağınız İbrahim benim okuldaki en yakın arkadaşımdı.

Bizim vesilemizle memlekete ailelerimizde tanışıp ahbap oldular. Benim ailem Kahramanmaraş' in Döngel Köyünde oturuyor, İbrahim’in ailesi Göksun'da yaşıyordu. Babam alışveriş için bazen Göksun pazarına gider, pazarda bir sorunu olursa İbrahim'in babasının yanına uğrardı. İbrahim'in babası Hacı Ali amca ise babamın sorununu derhal çözerdi. Hacı Ali amca Göksun'da büyük bir esnaf, saygın ve kılıcı keskin bir insandı. Hiçbir kimse onun bir sözünü iki etmezdi.

İbrahim'in annesi merhum Rabia teyze benim de annem gibiydi. İbrahim’in annesi ağzı Kuranlı, dili dualı mütedeyyin bir insandı. Hiçbir insan hakkında kötülük düşünmez, herkese dua ederdi. Laf aramızda çocukları içinden de bizim İbrahim’i bir tık fazla severdi. İbrahim’im dediğinde gözlerinin içi gülerdi. Nenesi Habibe Hatun benim de nenem gibiydi. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna tanıklık etmiş tarihi bir şahsiyetti. Bana bir sıkıntın varsa Mehmet’e söyleyeyim de halletsin derdi. (Habibe nenenin oğlu Mehmet sağlam o zaman Samsun On Dokuz Mayıs Üniversitesi Rektörüydü) İbrahim’imin evine kendi evimiz gibi gider gelirdim. Tâbi İbrahim de bizim eve kendi evleri gibi gidip gelirdi. İbrahim'in akrabaları bayramda seyranda İbrahim'e verdikleri miktarda bana da harçlık verirlerdi. Allah razı olsun ailelerinin tamamı birden hatırımı sayarlardı. İbrahim ile ben ayrı bedenlerde yaşayan bir can gibiydik. İbrahim’le genel olarak da memlekete birlikte gider, gelirdik.

Birinci sınıfın ilk yarıyılı bitti. Yarıyıl tatili başladı.  İbrahim valizini memlekete götürmem için bana emanet etti. Kendisi yarıyıl tatilini geçirmek için Antalya Gazipaşa’da Orman İşletme Şefi olarak görev yapan Yaşar abisinin yanına gitti.

Ben ise valizleri alıp Niğde Otogarına vardım. Niğde Otogarından bir otobüse binerek Yeşilhisar, İncesu üzerinden Kayseri'ye gittim. Kar yağışı nedeniyle yolculuğumuz normalinden bir saat fazla sürdü. Kayseri Otogarında Devran Firmasından Kahramanmaraş'a gitmek için bir bilet aldım. Otobüs saat on ikide kalkacaktı. Otobüsün kalkmasına daha beş saat vardı ama kar yağışı nedeniyle çarşıya pazara gitme imkânı yoktu. Kayseri şehir merkezine kar kalınlığı bir metre vardı. Erciyes Dağı şehrin arkasında devasa bir kardan adam gibi duruyordu. Otogara gelen otobüslere yer açmak için otogar parkındaki karlar kamyonlarla dışarıya taşınıyordu. Şehrin ana caddeleri açık olsa da ara sokaklara araçlar giremiyordu. Tipi nedeniyle otogarın kapılarının açıldığı anda kar taneleri içerileri doluyordu. Valizleri yanıma alıp otogarın bekleme salonunda bir kalorifer peteğinin dibine oturdum. Otogar büfesinden yarım ekmek arası pastırma alıp akşam yemeğini geçiştirdim.

Valizimden Abdürrahim Karakoç' un Vur Emri kitabını çıkartarak okumaya başladım. Kitap okurken çay alıp içmeyi de ihmal etmiyordum ama vakit bir türlü geçmiyordu. Saat on civarında Erciyes Üniversitesinde okuyan liseden tanıdığım iki arkadaş geldi. Onlarla bir saat kadar sohbet ettik. Onlar bir arkadaşlarını İstanbul'a yolcu edip tekrar evlerine gittiler. Bu sırada Kahramanmaraş' a gidecek Devran otobüsü perona yanaştı. Valizleri yıldırım hızıyla dışarı çıkartıp otobüsün bagajına yerleştirdim. Dışarının soğuk olması nedeniyle tekrar otogarın bekleme salonuna geldim. Otobüsün kalkmasına beş dakika kala atıştırmalık bir şeyler almak için büfeye gittim. Kasadaki yoğunluk nedeniyle otobüse binmek için bir dakika geç kaldım.

Perona geldiğimde otobüsün yerinde olmadığını gördüm. Otobüsün yerinde olmadığını görünce beyninden vurulmuşa döndüm. Her zaman en az on dakika rötar yapan otobüs o gün beni beklenmeden tam saatinde hareket etmişti. Otobüsü otogar nizamiyesinden çıkar iken gördüm. Koşar adımlarla otogardaki taksi durağına gittim. En ön sıradaki taksinin şoförüne “Abi otobüsüm gitti, beni otobüse yetiştir” dedim. Taksinin şoförü derhal hareket etti. Taksi hafif araç olduğu için hız yapamıyordu. Kilometresi seksene geldiğinde elektrik çarpmış alabalık gibi bir sağa, bir sola kayıyordu. Otobüsün gittiği bir kilometre ileriden frene bastıkça arka lambaların yanmasından fark ediliyordu. Taksici kaza yaparım endişesiyle beş kilometre sonra durdu. Bana kardeşim” Ben bu otobüse yetişemem” diyerek geri döndü. Otogara gelince de öğrenci olduğum için ücretin yarısını aldı. Ben ne yapacağımı şaşırdım. Kendi valizime mi üzüleyim, arkadaşımın valizine mi üzüleyim. Verdiğim otobüs, taksi ücretlerine mi üzüleyim diye otogarın bir köşesine oturarak kara kara düşünmeye başladım. Beş dakika kadar düşündükten sonra firma görevlilerinin yanına gittim. Devran otobüslerinin yazıhanesinde çalışan bir gencin yardımıyla saat on iki buçukta Ankara’dan gelip Kahramanmaraş’a giden Aksu otobüsüne bindim.

Valizlerimin Devran otobüsünde gittiğini Aksu’nun şoförüne anlattım. Aksu’nun şoförü “Kanat takar uçarım. Devran’ı Tekir’de yakalarım” dedi. Otobüs Kayseri’den çıkıp Bünyan’a doğru ilerlemeye başlayınca kar yağışı iyice arttı. Karayollarının ekipleri karla mücadelede yetersiz kalıyordu. Greyderlerin temizlediği yollar beş dakika geçmeden tekrar kar ile doluyordu. Dağlarda aç kalan kurtlar bile köylerin etrafına inmiş, otobüsün farları yandıkça gözleri ışıl ışıl ediyordu. Otobüsün ortalama hızı atmış kilometre civarındaydı. Bütün yolcular horlayarak uyurken, sıkıntıdan benim gözlerime bir damla uyku girmiyordu. Pınarbaşı Sarız arası Sibirya gibi olmuştu. Kar kalınlığı iki metreyi geçmiş, sıcaklık eksi kırk derecenin altına düşmüştü. Yoldan kayan kamyonların, tırların taksilerin sürücüleri perişan haldeydi. Kıskaçlıdaki lokantalar ağzına kadar insan doluydu. Bizim şoförün Dokuz dolambaç rampasından nasıl kaza yapmadan indiğini halen merak ederim. Yoğun kar yağışının elektrik direklerini kırması nedeniyle yol boyundaki birçok köyde elektrik yoktu ama köyler karın beyazlığı ile aydınlanıyordu.

Geçtiğimiz gördüğümüz bütün yerlerde hava muhalefeti nedeniyle durum çok vahimdi. Otobüsümüz Yeşil Kent’i geçip Göksun’a doğru varınca kar yağışı biraz hafifledi ama rüzgârın etkisiyle buzlanma başladı. Şoför otobüsü kaydırmamak için Göksun’a kadar kaplumbağa hızıyla ilerledi. Göksun’da evlerin çatısından sarkan buzların uzunluğu üç metre vardı. İyi ki kar yağışı nedeniyle Püren Geçidi kapanmamıştı. Püren geçindeki ardıç ve sedir ağaçları tamamen karın altında kalmış, el kadar yeşil renk görünmüyordu. Püren Geçidini geçip tünele varınca yolculuğumun biteceğini anladım. Tüneli geçince Akdeniz iklimini etkisiyle hava kısmen yumuşadı. Otobüsü Tekir’ de durdurdum. Otobüsten iner inmez Yayla Lokantasına koştum. Devran otobüsünün ben varmadan on dakika önce gittiğini öğrenince dünyam yeniden karardı. Canım sıkıldı. Eksi kırk derecelik havada sırtımdan terlemeye başladım. Benim bütün kıyafetlerim valizdeydi. Bütünlemeye kaldığım derslerin kitapları ve ders notlarımda valizin içindeydi. İbrahim’in valizi de ağzına kadar doluydu. Valizler kaybolursa ben ne yapacaktım. İbrahim’e ne diyecektim. Beynimde fırtınalar koparken, birdenbire ufuktan bir ışık görüldü.

Yayla Lokantasının sahibi benim sıkıntımı öğrenince uydu telefonuyla otobüsün şoförüne ulaştı. Valizlere sahip çıkmasını söyledi. Bana da bugün saat ikide gel valizlerini al hocam dedi. Bu sözü duyunca nasıl mutlu olduğumu, nasıl sevindiğimi kelimelerle anlatamam. Sağ olsunlar bu sırada beni lokantada misafir kabul ederek çay, çorba ikramında bulundular. Heyecandan felç geçirmiş insan gibi, elimin titrediğinden kaşığı tutamadım. Sevincimden gözlerimden yaş geldi. Ben orta okulu Tekir’de okuduğum için lokantada çalışan herkesi tanıyordum. Hatta garsonların ikisi sınıf arkadaşımdı. Lokanta personellerinin tamamının şahsıma gösterdiği alakadan çok ama çok memnun kaldım.

Benim köyüm Döngel Tekir’ e beş kilometre mesafedeydi. Gün ağarınca Tekir’ den bir minibüse binerek köyüme gittim. Eve vardığımda annem kuzine sobayı yakmış çökelek böreği yapıyordu. Babam ve kardeşlerim hala uyuyorlardı. Ben varınca babamda uyandı. Annemin ve babamın elini öptükten sonra bir kedi gibi kıvrılarak sobanın arkasına yattım. Anneme beni saat on ikide kaldırmasını tembih ettim. Soğuktan iliklerim buz tutmuştu. Sobanın verdiği ısıyla başımı yastığa koymamla uyumam bir dakika sürmedi. Saat on birde kendiliğimden uyandım. Elimi yüzümü yıkadım. Kahvaltımı yaptım. Tekir’e gitmek için yola düştüm.

O günkü şartlarda bizim köyde kimsenin özel otomobili yoktu. Köyümüzdeki motorlu vasıtalar iki traktör, üç kamyon ve üç beş tane sepetli motosikletten ibaretti. Amca oğlu İbrahim’in de bir sepetli motosikleti vardı. İbrahim abinin evinin kapısını çaldım. Vaziyeti anlattım. Tekir’e gidelim dedim. Gocuğunu giyip, beresini takmasıyla birlikte motosikletini çalıştırdı. Yerin kaygan ve buzlu olması motosiklete yolda ilerleme imkânı vermiyordu. Yolun rampa kısımlarında biz motosikleti itiyoruz, yolun iniş kısımlarında motosiklet bizi taşıyordu. Bir saat süren meşakkatli bir yolculuğun ardından Tekir’e vardık. Tekir’deki kar kalınlığı bir adam boyundan fazlaydı. Arabası kayan, otomobili arıza yapan, trafik kazası geçiren yüzlerce yolcu Tekir’deki lokantalara sığınmıştı. Bizde Yayla Lokantasına vardık. Soğuktan moraran ellerimizi ısıtıp, ikişer bardak çay içince ancak kendimize gelebildik.

Saat iki oldu bizim valizleri Urfa’ya götüren Devran Otobüsü gelmedi. Beni yine bir telaş bastı. Kaygılanmaya başladım. Lokantada çalışan arkadaşlar otobüsün beş on dakika içinde geleceğini söyleyerek beni telkin etmeye çalışıyordu. Öylede oldu. Saat ikiyi yirmi geçe Devran Otobüsü önündeki silecekleri çalışır vaziyette Yayla Lokantasına girdi. Ben otobüsün muavinin yardımıyla valizleri bagajdan indirdim. İbrahim abinin motosikletinin sepetine jet hızıyla koydum. Valizlerin geldiğine hala inanamıyordum. Sevinçten ağlamak istiyorum gözlerimden yaş gelmiyordu. Böyle bir haleti ruhiye içinde lokanta çalışanlarına teşekkür ederek Tekir’de ayrıldık. Karayolları yolları tuzladığı için gidiş yolunda sıkıntı yaşamadık. Nihayet yitirdiğim valizleri bulup eve getirmenin sevinciyle evimize yeniden varmış oldum.

İbrahim’in valizini salı günü pazara giden bir minibüse binerek Göksu’na götürdüm. Annesine teslim ettim. Böylece milyonlarca ton ağırlığı olan karlı bir dağ sırtımdan inmiş oldu. Emaneti sahibine teslim edip, Rabia teyzenin hayır duasını almanın huzuruyla aynı gün yeniden köyüme döndüm.

İbrahim Sağlam kardeşimle okuldan sonrada dostluğumuz, arkadaşlığımız devam etti. O eğitim fakültesinden sonra ziraat fakültesi okudu. Ziraat mühendisi, şube müdürü, ilçe tarım müdürü gibi unvanlarla ülkemizin çeşitli illerinde çalıştı. Ben on bir yıl öğretmen olarak milli eğitimde çalıştıktan sonra üniversiteye geçtim. Ben Gölbaşı Meslek Yüksekokulu Sekreteri iken, İbrahim’de Gölbaşı İlçe Tarım Müdürlüğüne atandı. Sahabeler şehri Adıyaman ilimizin şirin ilçesi Gölbaşın da altı yedi yıl birlikte çalışmayı da Mevla’m bize nasip etti. Bütün Gölbaşı halkı ve protokol üyeleri bizim arkadaşlığımıza gıpta ile bakardı. Arkadaşlığımızı kıskanıp aramızı açmak isteyenler bile olurdu. İbrahim Gölbaşından Osmaniye’ye il tarım müdürü olarak atandı. Ben Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesine şube müdürü olarak geldim. Böylelikle birbirimizden ayrıldık.

Ben şu anda emekli olup memleketim Kahramanmaraş’a yerleştim. İbrahim Samsun’da il tarım müdürü olarak görev ifa ediyor. Aramızdaki mesafe kilometre olarak uzak gibi görünse de gönül mesafemiz aynı ortamda, aynı evde yaşayan insanlardan daha yakındır. Dost dediğin ayağını kaydıran değil, kaydığında seni yerden kaldırandır diye literatüre geçmiş bir söz vardır. Benim kırk yıldan beri ne zaman ayağım kaysa, İbrahim elimden tutup beni ayağa kaldırmıştır. Allah ondan razı olsun. Allah ona sağlıklı uzun ömürler versin.

Rabbim sizlere de ayağınız kaydığı zaman, sizi yerden kaldırmaya çalışan arkadaşlarla, dostlarla karşılaşmayı nasip etsin.


 [W11]

1 yorum:

  1. Fevkalade gerçek bir dostluk hikayesi. Sürükleyici bir anlatım. Allah dostları eksik etmesin.

    YanıtlaSil