Muhterem Hocam;
Selam eder ellerinizden öperim. Çevrenizdeki eli öpüleceklerin de ellerini öperim. Taydaşlarımın ellerini sıkarım. Küçüklerin gözlerinden öperim. Şu günahkâr dilimle dua eder, ümmeti Muhammed’e huzur dilerim. Doğu Türkistan’dan Filistin’e; küre-i arzda dünyanın en ağır imtihanları ile imtihan edilen tüm din kardeşlerimi ayrıca selâmlarım.
Dostumuz, Dünya Çocuklarının Amcası nâm Hasan Ejderha kardeşimiz, yukarıda tarih ve saatini yazarak, “Bildiri” niteliğine özellikte dikkat çekmeye çalıştığım mektubunun “Gelişme”sine, zât-ı âlinizi ve bu fakiri zikrederek başlamış. Başlamış ama maalesef yanlış başlamış. Bizi cennet mekân Ahmet Doğan İlbey Abiye şikâyet etmiş. Bu dostumuz eskiden de zaman zaman böyle huysuzlanır; döndüremediği zaman elindeki devemeyi, çeliği çalamadığı -uzağa atmak- zaman değneği, vuramadığı zaman bilyesini yere atardı. Sonra yere oturur, ayaklarını bir ileri bir geri yapar, kilteli çarığının topuğu ile toprağı kazarak ağlardı. O da işe yaramaz, kimse kendisiyle ilgilenmezse bulduğu ilk taşın üzerine oturur, ellerini boynunda birleştirir, başını dizlerine dayar ve ağlayarak oyunu bırakırdı. Ben Ahmet Abi’ye şikâyet ederdim. Böyleyken böyle Ahmet Abi derdim. Ahmet Abi; “O, (oğlum) Alparslan’ın bir büyüğü.” der, hoş görmemi, idare etmemi tembihlerdi. Ben idare ederdim. Hoş görürdüm. İlk gördüğümde kucaklardım. Sevinirdi. Ben de sevinirdim. Ahmet Abi, bizi yan yana, kol kola görür, o da sevinirdi…
Hocam, bu bildirideki ilk yanlış şu ki; sizinle bu fakiri aynı “düzlemde” görüyor, bu dost. -Affınıza sığınarak- Benim, sizin adamınız, ortağınız olabileceğimden, ikimizin ticaretinden dem vuruyor. Hal bu ki ay, ışığını güneşten alır! Kibrit olmasa dünyaları aydınlatan alev, bir ot yığınından başka nedir ki? Gece mektubunda, “Bu Hikâye Malzemesi Dükkânı Ahmet abi; hani şu Savaş hocamla Keklikci’nin ticaretlerinden şüphelendiğim dükkân. Bu dükkân var ama yok, yok ama var Ahmet Abi. İşyeri yok dükkân var. İş yapılıyor dükkânda para yok.” diyor, mektupta. Dükkânın isminin bizim ama anahtarının kendisinin belinde asılı olduğunu unutuyor. Kapıyı zerzeleyip çıktığından, günlerce bizi kapıda nöbetçi diktiğinden bahsetmiyor hiç. Bizim dükkânın, kendisinin AVM’sinin içerisinde küçücük bir tezgâhtan başka bir şey olmadığını söylemiyor. İş yapılıyormuş, para yokmuş Muhterem Hocam! Bizde para olmayacağını bilir hal bu ki. Bizim “giyitlerimizde” döş cebimizden başka cep olmaz. Sağ elimizle aldığımızı, sol elimize fark ettirmeden yerine ulaştırırız. Bütün paramız döş cebimizde olur ve dışarıdan bakan da tüm varlığımızı görür.
Sayın Hocam, yine bahis mevzuu mektubun bir yerinde “Hasan Keklikci: Şöhretli dergilerde yazıyor daha çok.” diyor. Ah Hocam, şu yazıyı okuyan ve bizi tanımayan biri bizim şöhret peşinde koştuğumuzu zanneder. Her sene ülkesine, insanına ve dinine hakaret edenlere verilen, bir eşek yükü paraya tekabül eden Nobel ödülü hayali kurduğumuza hükmeder. Bizim yazılarımız bizim insanımız içindir Hocam. Ve karşılığı; bir tebessümdür. Yani, “Gâvur parasıyla beş para etmez” şeylerdir, yazıp çizdiklerimiz.
Çok uzatıp değerli vaktinizi almak istemem muhterem Hocam. Lâkin mektupta geçen şu, “Ben elin yalancısıyım” cümlesine de değinmeden geçmek istemiyorum. Bu cümle kıymetli dostumuzu kurtarmış gibi geldi. İşin içinde “el” varmış. Her insanın el sözüne kandığı zamanlar mutlaka olmuştur.
Muhterem hocam, mektubuma son verirken; aziz dost Ahmet Doğan İlbey Abimize ve tüm önden gidenlere Cenabı Allah’tan rahmet diliyorum. Ehli Dükkânın huzuru ve selameti için dua ediyorum. Zat-ı âlinizden selam ve hürmetlerimin kabulünü arz ediyorum.
Yedi altmış beşi tınlamaz kabut
YanıtlaSilSenin giydiklerin elbet çar çabut
Hal ehline dünya her vakit tabut
Sen kınalı keklikleri avla dur.