Tanrım
Seninle benim arama bir gölge miktarı uzaklığı
Yüzümü ağaca, yüzümü isyana yüzümü dünyaya
Döndüğümden beri
Sırtımdır çiziktiren
Bağışla
Havva kızıyım bir ısırıkla cennetten sürülen
Ya isyan ya ağaç ya da şeytan
Fark eder mi sürgünlüğüme sebep ne
Yediğim elmanın tadı hala damağımda
Hala bir miktar isyan taşırım
kalbimin siyaha çalan yanında
Bağışla
İncecik bir rüzgar tanrım, incecik
Yani öper gibi bir çiçeği hafif
ikindi sonrası serinliği
ırmağın beş vakit
gövdemden geçişi gibi
İncecik, incecik, incecik
Bir rüzgar okşadı saçlarımı
Yenildim
Bağışla
-Tanrım
bütün yenilgiler ağırlık
Bütün gölgeler uçurum artık
Bağışla-
***
AYNAYA YANSIYAN
Hikayeler sakladım yüzümün odalarında
Anısı derinleşen alınlar
Rengi solmuş yüzler
Kelimesi tükenmiş yalnızlıklar
Böldüm, çarptım, çıkardım
Bir yüze kaç hikâye sığar bulamadım
Kaç ayna daha kırılır ağrısından bir yüzün?
İnsan insanın yurdudur dedim sonra
Yüz özün açık mektubudur
Sen yine de ey kalbim,
Sakla, kimden hangi kaderi ödünç aldınsa
Bırak yarısı aynada kalsın
Nasılsa hikâyesi tamamlanmış bir yüz eklerim
Dağılmış suretime
Biraz dua biraz umut çokça şükür
Allah bir çiçek daha eker nasılsa göğsüme
Dedim ve sarıldım gövdesine ülkemin
Yeniden aşkı, yeniden inanmayı
Ve sabrı, bin ah ardından
Ezber ettim bir bir
Geçmişim ve geleceğim
Emanet dedim gölgesine gövdenin
Emanet ellerim, omzuna ey sevgilim!
Yüzüm, ellerim, kelimem ve kalemim
Yani demem o ki;
Ayak bastığın coğrafya kaderim
Ben bu hikâyeyi seninle tamam eyledim
***
FİYAKALI ŞİİR
Bahara adanmış kiraz kuşuyum
Tomurcuk patlasa dalda benim sesim çiçeklenir
Kentin en entel cafesinde bu nasıl şiir böyle
Kuşlu çiçekli
Kiraz kuşu ölsün en iyisi
Tomurcuk patlamadan henüz
Şiire böyle başlamak baştan kaybetmektir
Biraz daha çalışmalıyım
En fiyakalı cümlelerimi
Salıvermeli meydanlara
Mangalda kül bırakmamalıyım
Amerikaya küfredip
Sosyolojik değerlendirmeler yapmalıyım
Muhafazakar kızların eşarp üstü gözlüklerine taş atıp
Kafa göz yarmalıyım icabında
Fikir hamallığına lüzum yok
Bir kaç şair adı bilsem yeter
Filistin, Suriye,direniş söylemleri etkisini yitirdi
Yeni bir söylem tutturmalıyım
şöyle en içlisinden
Sevgilime de bir çift sözüm olmalı elbet
Ey benim,
" Sakalından akan abdest suyunu şalımla silemediğim" sevgilim!
Devir değişti ve biz yenildik
Öyle uzaktan sevmeleri
Yüzündeki göz izine sitemleri bırakalım bir kenara
Ayaklarımız yol ayrımına geldiyse eğer
Düşelim kendi yolumuza
Ne de olsa modası geçmiş bir aşk bizimkisi.
***
H/İÇLENMELER
nedir elimizde avcumuzda kalan ömürden geriye?
sarılmamış yaralar
dinmemiş sızılar
çokça yarım kalmışlıklardan başka
göğümde sema eden çığırtkan bir kuş değil de nedir acı
nedir abdullah'ın gözlerinden taşıp benim kabıma dolan?
-abdullah'ın gözleri ki
bütüncül bir acıdan payıma düşen sınır çizgisi -
bir yetimin gözlerinden bakınca dünya ne kadar da yalan
rabbim, dünya yüzkırk karakter mücahitler kadar yalan
esrik bir sitemden daha fazlası
kalbimin oyuğunda deveran eden
delişmen bir öfke
bir derin hınç bu hastalıklı çağa duyduğum
biliyorum,
ağlak gözlü gök çocuklarını avutmak nasıl imkânsızsa
imkânı yok öylece geçen vakti geri getirmenin
yürüyen ölüleriyle kirlendi dünya
ne yapsalar boş,
bir avuç duadan başka biliyorum yok merhemi
ah bu bilmek sancısı ne çok acıtıyor içimi
rabbim,
tut ellerimden
birazdan düşeceğim göbek taşına dünyanın
sendeliyorum rabbim,
ya tut ellerimden
ya yeniden
döşkemiğine hapset beni âdem'in
***
MAHFİ MEKTUPLAR-II
Efşâ...
Kalbime; hüznün ve sevincin, gurbetin ve sılanın, ağlamanın ve gülmenin, kısacası insan olmanın her halini bahşeden lütufkâr dost...
Bu kez mektubumu bir zafer gecesinin gölgesinden yazıyorum. Şehre yine yağmur yağıyor. Gün boyunca biriken kiri pası temizlemek için olsa gerek bu kez akşamı bekliyor yağmur. Ellerini tutabilmek, yağmurla hasbihâl edebilmek umuduyla atıyorum kendimi sokağa. Kalbim, yağan her damlaya bir dua düşürüyor. Şah damarım sızlıyor göğe doğru uzandığında başım. O ve sen ve yağmur... Dört başı mamur cümleleri takıyorsunuz peşim sıra... "Dostu yağmur altında görmeli ", "Allah yağmurları ve nergisleri korusun", "Hiçbir yağmura şemsiye açmadım" mısraları koşuşturuyor zihnimin bir köşesinde. Sokağı dönüp caddeye vardığım vakit irkiliyorum şehrin sevinç çığlıklarından.
Bütün şehir cezbeye gelmiş de Hazret'in gönül iklimini aydınlatan Şems'inin dönüşünü bekliyor sanki. Yunus'un kalbine kalbini bağlamış da kabul gününün sevincini yaşıyor. Sanki bağrından koparılan kutlu insanı, yıllar sonra hem de elinde kapılarının anahtarıyla dönen muzaffer bir komutan olarak karşılayan şehrin o muazzam ve haklı sevincini taşıyor. Şaşırıyorum. Her sokak başını tutuyor sevinç çığlıkları, zafer naraları, şükür ıslıkları!
En son neye bu kadar sevindiğimi hatırlamaya çalışıyorum:
Bayramlık elbiselerim...
Kırmızı pabuçlarım...
İlkokul günüm...
Ya yüreğimin menzilini işaret eden rüya...
Rüyamdaki gül kokusu...
O gül kokusunu, bahçesi gül dolu bir köyde ciğerlerime çektiğim gün...
Zihnimin, gözlerimin önünden geçirdiği hiçbir hatıra şehrin cezbeli sevincini duyuramıyor içimde. Utanıyorum Efşâ...
Bütün sevinçlerimin toplamının sokaklara dökülen insanların malum takımın zaferini kutlayan sevinci kadar etmediğini anladığım vakit hem de hiç olmadığı kadar çok utanıyorum. Sonra "Allah haddi aşanları sevmez" ikazını hatırlıyor ve ferahlıyorum. Annemin sevincini taçlandıran gözyaşları ve şükür secdeleri tutuyor ellerimden.
İnsanı itidalden uzaklaştıran iki hâlden biri sevinç anı. Peki bu insanlar neye sevindiklerinin farkında mı Efşâ?
Bu nasıl bir hâl ki insanların söylemlerine, davranışlarına ve kalplerine nüfuz ediyor? Bir takımın zaferi insanları nasıl böylesine sokaklara döküp haddi aşan söylemlere sevk ediyor onları?
Ömrümüzün cevaplanamayan sorular kısmına bunları da ekleyelim Efşâ.
Biz geçici sevinçleri bir kenara bırakıp ilâhî kudretin bize lütfettiği bütün güzelliklere gözyaşıyla şükredelim ve süsleyelim alnımızı secdeyle Efşâ.
Haydi, açalım ellerimizi sesimizi kuyularda bırakmayana, her sıkıntının ardından ferahlık bahşedene.
Lebbeyk dendiğinde "buyur" diyene, hayr ile ettiğimiz her duaya icabet edene, açalım ellerimizi Efşâ:
"Ey yeri ve göğü yaratan Leylâ
Ey lütuf ve kerem sahibi Leylâ
Burdasın
Uyanıksın
***
MAHFİ MEKTUPLAR
Efşâ,
Sana bu mektubu yağmurlu bir Mayıs gününden yazıyorum. Parmaklarımı eskitiyor kalemin ağırlığı. Dilime bir türkü olup dolanıyor yağmur ve adın. Sırtınla sırtım arasına düşen kaç hasret var hesap etmeye çalışıyorum. Hasret, merhemi yeni sürülmüş yara gibi sızlıyor göğsümde. Sınırları olmayan ülkelere yalınayak gitmeyi istiyorum ansızın, gitmeyi ve ayak basmadığın yerlerde aramayı seni...
Efşâ,
Seni bulsam, biliyorum kurtulacağım bu çağın katılığından. Dağılacak şehrimi istila eden modern karanlık. Vitrinlerdeki cezbedici ışıklar yerini güneşin samimâne tebessümüne bırakacak. Unutulacak ruhumuzu kuşatan bütün özgürlük söylemleri.
Sahi, özgürlük neyi ifade ediyor Efşâ, özgür olmak hangi hal ile mümkün, kuşlar bile rüzgara tabiyken nasıl bahsedebiliriz sınırsız özgürlükten?
Ah Efşâ, modernite bizi öyle özgür bireyler haline getirdi ki her türlü nefsâni isteklerimize köle olduğumuzun farkına bile varmadık. Bedenin özgürlüğünü teşhir etmekte, dilin özgürlüğünü dokuz boğumu unutarak her kelamı söylemekte, idrakin özgürlüğünü farklı bir duruş sergileme adına aykırı fikirleri savunmakta bulduk.
Peygamber yârânı asırlar öncesinden "idrakin aczini idrak ilimdir" diye sesleniyor . Acz mi? Acz...ne uzak bir kelime... acziyet bizim yakınımızdan dahi geçemez; çünkü biz,küçük tanrılarıyız kurduğumuz sahte dünyanın. "Seçkin bir kimse değilim / isminin baş harfleri Acz tutuyor/ bağışlamanı dilerim" diyen derviş, yalnızca televizyon ekranlarımızı süslüyor.
Ağlamak da uzağımıza düştü hayli zamandır. "Sakın ağlama. Güçlü ol, olamasan da güçlü görün. Dik dur." tavsiyeleri alır olduk dostlarımızdan. Bir mısranın omuzlarına dayayıp başımızı ağlayamaz olduk. Zira gözyaşı acziyetin en büyük göstergesi şimdilerde. Sanki ağlarsa insan, kurduğu hükümdarlık son bulacak,özgürlüğü kuş olup uçacak ellerinden.
Ağlamak istiyorum Efşâ, anlamını yitirmiş tüm kelimeleri gözyaşımla yıkayıp başım dizlerinde hüngür hüngür ağlamak... Çağa inat, bütün insanlar ve insanlık adına tertemiz ağlamak...İnsanım çünkü,acizim.
Efşâ,
Bir sabah ansızın gel, beraber ağlayalım.
UYKUYA ÇEKİLEN
Aziz Dost'a
Gecenin kenarında duruyorum
Ayaz yemiş bir düşe aralıyorum gözlerimi
Ayaklarım uçurumlar çağırıyor;
Uçurumlar, kül renginde
Yılkı atlarla haramiler geliyor kenti talan etmeye
Uyanmazsam vurulacak ebabiller
Yağmalanacak İbrahim'in düştüğü gül bahçesi
Çocukları da vuracak hem
Ortadoğu'nun politik katilleri
Kim bilir belki misket oynarken sokakta
Uçurtma uçururken bozkırda
Elde kalem bir mektep sırasında
Fotoğraflar geçiyor gözlerimin önünden
Bir gül bağrında büyüttüğü dikeni kanatıyor
Dağ devriliyor bülbülün sesi üzre
Lambanın titrek ışığında konuşuyor bir anne
Gölgesi geziniyor kızlarının yüzünde
Ya susarsa aniden
Ateş denizinde sevda hikâyeleri anlatırken kızlarına
Ya mumdan gemileri eriyiverirse
Ya kızlar göz çukurlarında biriken korkuyla
Çağırırsa Allah'ı yardıma
Bu düş başıma yıkılmaz mı?
Ben bu düşten sağ salim dönersem şayet
"Annem hasta değildi o zamanlar" diyen bilge çocuk,
Bu düşü sen tabir et
Ateş ve gül ve çocuk ve anne ve kızları
Kaç acıya bölünür?
Ve bu acı beni kaç zaman sonra öldürür?
***ÇAĞRI
beş vakit kıyısında gezdiğim deniz
ateş nöbetlerine tutulduğum sevda
gelişini hasretle beklediğim nazlı yar!
boğazıma tıkalı düğümlerle anıyorum adını
ürperiyorum
sen herkese en uzak,
bir nefes kadar yakınsın bana
adını andıkça duyduğum bu ürperti hep
korku ve ümit arasında gidip gelmelerimden
Asr'ın gölgesine bıraktım sırtıma yüklediğim sabır yükünü
bir zamana erdim ki sorma
unuttum adımdan gayrı ne varsa
gel, dünya bir uzun yol
bir garip durak
dünya çetrefilli bir hikaye
dünya dert, dünya keder, dünya gurbet
ahh çatlayacak birazdan
bozkırda dört nala sürdüğüm atlar
seni bunca çağırdığım boşuna değil, yoruldum
ne olur gel
dünya bir uzun sefer
gel ey!
adını andıkça yüzümde beliren bu tebessüm
hep korku ve ümit arasında gidip gelmelerimden
...
/ve vakti geldiğinde
ve ferman verildiğinde
ve son göç başladığında
önü alınmaz bir gitmek kalır geriye.../
***
EFŞÂ
/geceye hüznü giydiren
gündüzü hüzne beleyen rabbe hamd/
biz karanlıktan korkanlar usul usul bakarız göğe Efşâ
yedi kapısından geçeriz yetmiş türlü korkunun
ellerimiz yerle gök arasında bir aydınlık arar önce
bildiğimizce yasemin kokulu duaları
dudaklarımızda kıpırdanır kâinat
değince alnı secdeden kalkan dervişin dili damağına;
anlarız, zamansız ve mekansız karanlığın kalbimizde olduğunu
çokça kalbimizden korktuğumuzu
biz karanlıktan korkarız Efşâ
biz en çok da
hüzünsüz ve ağlamaksız kalbin karanlığından korkarız
/yitirip yitirip kendini bulduran
gidilen bütün yolları kendine çıkaran Rabbe senâ/
biz ne çok insan olduk
acıyla yoğururken yüreklerimizi Efşâ
kanla sulanan coğrafyalara
bilek damarlarımızdan âb-ı hayat sunarken
sınır çizgilerini kaldırmışken takılıp düşmesin diye çocuklar
ve acıdan bitkin düşen ülkeleri sallarken ayaklarımızda
ahh ninnilerle şehâdete yolcularken niceleri
ne çok büyüdük Efşâ
emin olduk korktuğumuz ne varsa
çünkü bildik, mümince çekilen her acı
aydınlıktır miraca çıkılan yolda
/geceye hüznü giydiren
gündüzü hüzne beleyen
yitirip yitirip kendini bulduran
gidilen bütün yolları kendine çıkaran
daraltıp da kalbe inşirâh veren Rabbe hamd,senâ/
***
HAYAL İLE GERÇEK ARASINDA DÜŞÜLEN HABERİN KAYDI
Her
sabah olduğu gibi bu sabah da çalar saate kızarak uyandı uykusundan. Uykunun en
derininde olduğu ânı bulmasa çalmak için, hatta unutsa bir defa çalmayı, sanki
kıyamet kopacaktı. Ona olan öfkesini sesine bir tokat indirerek gidermeye
çalıştı. Yarı uykulu yarı uyanık yerinden doğrularak sırtını karyolanın paslı
demirlerine dayadı. Bir müddet pencereden vuran aydınlığı seyreden gözleri,
yine saate takıldı. Zamanın alıp veremediği neyseydi sanki onunla.
Yine
de bir an önce saatin ihtarını dinleyip kalkmalıydı. Biraz daha oyalanırsa işe
geç kalacak, bir türlü barınmayı beceremediği iş hayatından yine kovulacaktı.
Kalktı, her zamanki kahvaltı faslını da aradan çıkardıktan sonra kapıyı çekip
çıktı küf kokulu evinden -yalnızlığı oldum olası sevmez, küf kokusuna
benzetirdi- merdivenleri hızla indi, ilk günaydını bir türlü sevemediği asık
suratlı üst kat komşusuna verdi. Apartman kapısından çıkar çıkmaz odasında
seyre daldığı gün ışığıyla göz göze geldi.
Gün
zemheride hiç bu denli gülümsememiş, bu gülümseyiş hiç bu denli soğuk, solgun
ve sahte olmamıştı. Son yaprak da kış güneşinin gözlerinden süzülüp düşmüştü
ayaklarına. Böylelikle yaprak dökümü mevsimi 'sonbahar' bitip gitmişti. Ömrüm, işte o da tıpkı bu
yaprak gibi düşüyor hayat ağacından diye geçirdi içinden. Bir parça
hüzünlendirse de onu sonbaharın ayrılık sahnesi, güneşle inatlaşan soğuğu
bedeninde hissettikçe fikrine düşen hisli içlenmeler yerini somurtkan bir
hırçınlığa bıraktı. Sabahın bu erken vaktinde, iliklerine işleyen soğukta sıcak
yatağından çıkıp işe gitme fikri bile onu çileden çıkarmaya yetiyorken, bu
fikri fiile çevirmek büyük bir işkence, ağır bir imtihandı onun için. Zaten ne
diye çalışıyordu ki; ne bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi ne de uğruna
çalışmasını gerektiren bir ideali vardı. Sadece yaşamak için yaşadığını, amaçsız
bir uğraşın içinde kaybolduğunu işlerine gülümseyerek giden insanların
yüzlerindeki memnuniyeti gördüğü an fark eder, derin bir hüzne kapılırdı.
Eviyle işyeri arasındaki mesafenin kısa oluşu
ve araç kullanmasını gerektirmeyişi işine geliyordu. Yürümeyi seviyor, bu
yürüyüşle hem rutubetli yaşantısını havalandırıyor hem de bu kısa bir o kadar
da uzun yürüyüş geçmişiyle bugünü arasındaki pamuk ipliğini itina ile örmesine
fırsat veriyordu.
Sahi
kimdi o, bu şehre nereden gelmişti, nasıl bulmuştu kendini bu beton yığını
kentin ortasında, hiç kimse yok muydu ona bilmediklerini anlatacak, geçmişinden
haber verecek?
Geçmişe
dair hatırladıkları; koridorlarına kimsesizlik sinmiş bir yetimhane, gecelerine
öksüzlük ve yetimlik sinmiş bir çocukluktu. Bir de Sâye…
Hayal
edip avunacağı, düşündükçe sığınacağı güzel günleri hiç olmamıştı. Acı bir
yokluktu yıllardır peşinden sürüklenip gelen. Derin bir kimsesizlik… Bir tek
Sâye'yi düşününce tebessüm ediyor, onun dağ gibi gövdesine sarılıp hıçkıra
hıçkıra ağlıyordu. Sâye kimi zaman müşfik bir baba, kimi zaman muzip bir
arkadaş oluveriyordu ona. Ne zaman sıcak bir aileye özlem duysa başını onun dizlerine
koyup teselli buluyor, kalbini derin bir ferahlık kaplıyordu.
Sâye
onda kalan tek masum ve güzel olandı. Onu da yetimhaneden çıktığı gün
kaybetmişti. Dünyanın olanca kirinin ellerine bulaştığı, kibirli bir hırsla
dünyayı kucakladığı gün… Sâye'yi yeniden bulmak… Tam da '' acaba''sını söyleyecekken cümlenin,
yanından geçen siyah, lüks bir arabanın korna sesiyle irkildi. Daldığı hüzünlü
hasretten çıkıp zamanın orta yerinde kalakaldı.
Yolu
yarılamış, eviyle işyerini eşit mesafeye bölen parka gelmişti. Parkın kaldırıma
demir bir sınır çizdiği yerde gördü çıplak ayaklarını bankın avuçlarına salan
adamı. Birkaç adım ötede duran kapıdan içeri girdi.
Kim
bilir bu halde kaç zemheriye kafa tutmuş, çıplak ayakları kaç nehrin buzlarını
eritmişti saçı ve sakalı kar kaplı adamın. Yorgunluğu yüzündeki çizgilerden
belliydi. ''yazık şu garibe!'' diye mırıldandı. Bu mırıldanış büyük bir gürültü
etkisi yaptı bankta yatan adamda. Gözlerini hafifçe araladı. Yüzüne
doluşturduğu acıma hislerine iğrenerek baktı karşısında duran yabancının. Ve
kalkıp oturdu. Tepesinde dikili bir taş gibi duran yabancıya gür bir sesle ''otur!''
dedi. Adamın bu komutana hiçbir şaşırma emaresi göstermeksizin itaat edip
oturdu. O, adamın ne söyleyeceğini, ne anlatacağını heyecanla beklerken, bank
sakini gözlerini bir noktaya sabitleyerek başladı konuşmaya:
''Ben''
dedi, çok uzak diyarlardan geldim. Adım yoktur benim, haberci diye anılırım
ülkemde. Ülkem size bir an kadar yakın, bin yıl kadar uzak. Sizinle bizim
dostluğumuz ezel kadar eski, el olmuşluğumuz şu yılgın çağ kadar yeni.
…
Adamın
konuşması bir deli saçması, bir sarhoş rüyasıydı belli ki. Belli ki aklını
yitirmiş, kimsesiz bir divaneydi. Yine de konuşmasının sonu nereye varacak
merak ediyor, anlattıklarını dinlemek istiyordu. Tuhaf bir farklılık vardı bu
adamda.
Adam,
gözlerini sabitlediği noktadan kaldırarak bir müddet uzaklara baktı. Sonra
kirli ellerini bir yed-i Beyzâ edasıyla göğsüne götürdü. ''İşte'' dedi,
görünmeyeni göğe kaldırarak elinde. İşte bu, size bir ihtar mektubudur. Sizin
çağa kurban oluşunuzu, gizil yaşlarla seyreden halkımın feryadıdır. Bu beton
yığını arasında, bu ruhsuz cesetlerin içinde kalmışlığınızın ağıtıdır.
Yabancıyım,
haberciyim, evet yorgunum. Bunca yolu arşınlayışım, ayaklarıma kara suları
salık verişim, bu mektubun elinize ulaşması, davetin kulaklarınıza varması
içindi.
Bağırdım,
çağırdım. ''Gelin'' dedim insanlara; gelin, gidelim ülkeme, hüzün ülkesine…
Orada İbrahim sizsiniz, kurban maddeperest dünya… Gelin ve kurban edin
dünyalarınızı.
…
Adam
konuşuyor, onun beyninde bir uğultudur çoğalıyordu. Yerle gök arasında nerede
duracağını kestiremedi. Bu adamın söyledikleri hem gerçekti, hem düş. Adam hem
vardı, hem de yok. Ruhunun, aklının sınırlarını zorladığı bu demde Adam, kirli
ellerini onun avuçlarında gezindirerek, görünmeyen nameyi avuçlarına bırakarak
oturduğu yerden kalktı, görevini yerine getirmiş olmanın verdiği huzurla yürüyüp
gitti, geride dudağının kıvrımından dökülen ince bir tebessüm bırakarak.
***
SEYRİMİN SEFERİNDE SON DURAK:KUYU
billur bir sesin yankısı gelir kuyudan
bu ses bana biraz yakın biraz uzak bana
yabanlığı keskin öteli bir âşinalıkta
hür bir susku-nun yazgısında bu ses
biraz benim alnımda biraz dudaklarında kuyunun
ses Yusuf'un değil bildim
bildim Nakkaş'ın çağrısıdır bu, gel makamından
çağrıyı duyan ruh hadi der kalbe, gidelim
aldırmaksızın dünya denen kocamışın kal ihtarına
sürüklenir bedenim ruhumun ardı sıra
ayaklarımda pranga yok
ayaklarım yollara pranga
arşınlaya arşınlaya bir ömrü
seyrimin son seferi deyip
varırım kuyudan sızan ışığa
İçerde göz gözü görmez bir aydınlık
kuyunun dışı zindan karası
içerde gürül gürül akan bir hayat
dışarısı som sessizlik
ve gelir kurulur yükselen bütün sesler
sessizliğin gözbebeğine
sonra arşa değen bir el uzanır kuyudan
bir el ki; İbrahim'in düştüğü serinliğin habercisi
bir el ki; ılgıt ılgıt rahmetin esintisi
bu el ki bildim Nakkaş'ındır kabul makamından
istiğfar otağından
bu boyun büküş, bu teslimiyet Nakkaş'adır
bu varış
bu sessizlik
bu haykırış
bu varoluş ve kayboluş Nakkaş'a
Nakkaş!
var et beni aşkta
aşk et beni sende
nakş et gizil bir bend ile
***
DÜŞ ÜLKESİNİN MELİKESİ
Ey
zamanın düş yorgunu yürekleri! Durun ve dinleyin beni. Ben; düş ülkesinin melikesi.
Adını hiçbir lügatin yazmadığı diyarlardan geldim. Benim hikâyem zamanın en
kadim hikâyesidir. Hiçbirinizin bilme- diği, bilemeyeceği tarih düşün söylediklerime!
Asırlar önce- sinden sesleniyorum. Asırlar ötesinin siz düş (kün) lerine. Ben;
düş ülkesinin melikesi, iyi tanıyın beni. Parmak uçlarım var benim her
dokunuşunda bir coğrafya var eden gökyüzümde. Her birinizin düşlerine düşen sayısız
güneş ışıldar, avuçlarımın zirvesinden süzülür Anka.
Kaf
dağının eteğine Simurg'u yakan benim bakışımdır. İyi bilin, ellerimdir her
birinizin düşlerinde gezinen. Sesimin ve sözümün yankısıdır içinizde devinip
duran rüzgâr. Ben; düş ülkesinin melikesi ve siz; düş yorgunu gözlerini ülkeme
dikenler! Halkımı çağlar ötesinin silahlarıyla katledenler! Haberler saldım
gelişinizi engellemek için dört bir yana. Haberciler ulaşamadan daha menziline yorgun
düştü dörtnala koşturdukları atlar.
Lanetlendi
şehirleri ülkemin bilirim; lanetlenmiş şehirlerin kapısını açamaz hiçbir eğreti
tebessüm. Ve siz! Eğreti tebessümlerle zamana caka satanlar! Tebessümünüzü
damgalayıp lanetliyorum her birinizin düşlerini. Ben; düş ülkesinin melikesi…
HÜKÜM GİTMEYE İSE KALANIN PAYI SUSMAKTIR
Yazgısına gitmek düşene;
Beni babana verdiklerinde on beşime yeni girmiştim.
Örgülerim yeni uzamıştı al yazmamın altından. Yanaklarım narçiçeğinin rengiyle
yarışa yeni girmişti. Bizim zamanların âdeti böyleydi işte. Kız kısmı baba ocağını erken terk eder,
kafesinin yeri erken değişirdi. Haklılardı elbet böyle düşünmekle. Kolay mıydı
öyle bir yüreğe sevda, bir yuvaya kadın, bir evlâda anne olmak; emek isterdi,
yürek isterdi.
Babam;
elleri nasırlı, yüreği yaralı, gözleri sevdalı atam yaralı bir ceylana bakar
gibi baktı bana. İncitmeden, ürkütmeden, merhametle… Elini öpüp kapıdan
çıkacağım vakit yere düşen bakışlarımı gözlerine değdirerek:
—Artık bu kapıdan çıkma, yuvadan uçma vaktin geldi
kızım. Gittiğin yer hicret ettiğin yer olacak unutma. Senin hicretin kocanın
evinedir, sana düşen orayı Allah'ın razı olduğu bir yuva yapman, annenin seni
yetiştirdiği gibi senin de evlâtlarını yetiştirmendir. Seni Rabbimden aldığım
bir emanet olarak ben de kocana emanet ediyorum. Allah iki cihanda da saadet
versin yavrum.' demişti. Babamın alnıma değen dudakları gözyaşıyla ıslanınca
gördüm evlat sevgisini.
Beni babana verdiklerinde on beşime yeni girmiştim.
Gözü kapalı bir kuşken atamın evinden uçup babanın evine kondum. Gözümü babanla
açtım. Sevdayı, anam kadının erine baktığı saf, temiz, edep dolu bir çift
bakışta görürdüm. Görürdüm de bilmezdim nedir, nasıldır. Babanın bakışlarına
yakalandığımda tanıdım onu. Bildim. Öğrendim. Anladım ki insan yazgısına
sevdalanırmış bir tek ve sevda bir tek yazgıda rızasını taşırmış Rahman’ın.
Baban beni bir gelincik çiçeğini sever gibi sevdi.
İncitmeden, ürkütmeden, aşkla… Ayağıma değen taştan, canımı acıtacak kederden,
saçıma değen rüzgârdan bile sakındı sakladı beni. Emanete gözü gibi baktı.
Allah ondan razı olsun.
Beni babana verdiklerinin üzerinden birkaç zaman
geçmişti ki o güzel haberi verdim babana: Artık evimizin yuva olma,
bereketlenme vakti gelmişti. Sen müjdelemiştin gelişini yüreğimi saran
heyecanlarla, gözlerimi dolduran, bitmez sandığım deli bir hasretle. Seni,
canımdan can, kanımdan kan katıp dokuz ay bekledim. Bayram geceleri bir türlü
sabahı edemeyen çocuklar gibi, asker yolu gözleyen sevdalılar gibi bekledim. Evlat
sevgisi, varlığını ilk hissettiğim an doldurmuştu tepeden tırnağa her zerremi.
Sen büyüdükçe o sevgi de büyüdü içimde. Onca sancılı bekleyişin ardından
geldin, öyle güzellikler getirdin ki cennet kokuları sardı her yanımızı, evimiz
yuva oldu, bereketlendi, şenlendi. Dedene hürmeten adını onun adıyla çağırdı
baban.
Seni seyrederek saydım zamanları. Ellerin havada bir
takım işaretler yaparken meleklerle oynayıp onlara tebessüm ettiğini gördüm.
Minicik ayaklarınla adım atışlarını hayal ettim günlerce. Sonra yürüdün. O
pamuk ellerinle elimi tutup cennete yürür gibi yürüdün.
Anneydi ilk kelimen. Başka hiçbir kelimeyi
öğrenmene lüzum yoktu bana göre, anne demiştin ya bütün kelimeler hükmünü
yitirmişti artık. Anne demiştin ya başka kelimelere sağır kalmaya razıydı kulaklarım.
Anne; kadının ayaklarının altına cenneti seren kelime... Sen benim ayaklarımın
altına cennetleri seren vesileydin oğul. Nasıl şükreder kadın bu nimete bilen
var mı acep? Ben nasıl şükrederim anne oluşuma, evlât verişine rabbimin.
Zaman geçti ve eskidi zaman. Babanla benim
saçlarımızdaki aklar arttıkça büyüdün sen de. Delikanlı çağına erdiğinde dağları
bile kıskandıran heybetini yine adımlarında gördüm. Yürüyüşünden bildim sevdalı
halini; başın önde, mağrur ve mahzun yürüyüşünden.
Büyüdün oğul… Büyüdün. Yine de küçücüktün benim
nazarımda. İlk adımlarını attığın, ilk anne dediğin günkü kadar küçük… Bir
evlat anne babasını nasıl sever, nasıl sayarsa öyle sevip saydın bizi bu zamana
kadar. İncitmeden, hürmetle ve edeple... Nice zamanları doldurduk iki göz
odamıza, nice bayramları geçirdim ellerim kınalı, dudağının izlerinden. Bayram
namazını kılar kılmaz koşar gelirdin, öperdin ellerimden her zamanki
hürmetinle. ''evlât kokusu, cennet kokusudur'' diyen güzeller güzelinin sözünü
sende seyrederdim. Ayaklarımın altında hissederdim her gelişinle cenneti. Ne
sen büyüdüm derdin ne de ben büyüdüğünü bilirdim. Ben körpe kuzum diye
okşadıkça başını sen daha sıkı sarılırdın boynuma.
Vakitlerden bir bayram vaktidir şimdi oğul. Gün ağardı,
bayram sabahına uyandı herkes. Ben namaz bitişini yine sabırsızlıkla bekledim
koşa koşa ellerimi öpmeye gelirsin diye. Baban bu bayram yalnız geldi camiden,
gözlerime bile bakmadan usulca bayramlaşıp geçti köşesine. Sakın babalar ağlar
mı diye bir tereddüde düşme oğul. Ben babanın bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra
ağladığını o gün o köşede gördüm. Gelemeyişine yaktığı, onca zaman içinde
biriktirdiği ağıtları o gün duydum. Gittiğin gün bile tevekkülle başını öne
eğip ''veren de O, alanda…'' diye sabrı kucaklayan adam, o gün boşaltmıştı bütün
hasretini. Sensiz sabahına uyandığımız o ilk bayram günü… Bil oğul, hep
babaları giden çocuklar yetim kalmaz, çocukları giden babalar da yetim kalır,
kolu kanadı kırılır. Hep babaları giden çocuklara ağlanmaz, çocukları giden
babaların ağrılarına da ağlanır. Onların sancısı daha derin, yürekleri daha
yaralıdır. Şimdi Baban kolsuz kanatsız, ağrılı, ağlamaklı yine de her daim hamd
makamında.
Ah oğul… Can oğul… Sen bohçanı hazırlayıp gideceğin
vakit: ''soluğu sağken, nefes alıyorken son kez gösterin evladımı bana'' dedim,
dinlemediler. Dayanamazsın, bırakamazsın dediler. Gitmeli dediler. Çağrısı
ötelerden dediler. Sustum. Gözümden akan nehre emanet ettim feryadımı. Sustum oğul…
O yiğit başın koynuma düşerken sustum. Can evim cayır cayır yanarken, Cehennem yüreğimin
orta yerine kurulmuşken, Sabrın selametine sığınıp sustum ben. Hüküm verilmişti
bir kere. Hüküm O'ndandı. Seni bana veren O'yken benden alışına isyan etmek
haddime miydi?
Seni
yolculamak ötelere, ardından Yâsin'lerle, Fâtihâ'larla el sallamak bana düştü,
ölüme düğün gibi gitmek sana… Al yazması başında gelin gideceği günü beklemek
sevdalına düştü, ölümün duvağını açmak sana… Alnın diye şu soğuk taşı öpmek
bana düştü, kara örtüye bürünmek sana… Oğul… Ay oğul… Ey oğul... Üşüme oğul.
***
'S/ÂB/IR'LA BEKLENİR ÖZLENEN/ÖZLEYEN
'Özledim' dediğinden beri
muştulanan bir vuslatın sevincindeyiz Yâr
içimizde güze kıyam duran bir bahar
vuslata boyun eğen bir hasret var
bildim, öğrendim ve inandım
meğer ne kutlu harflerden kurulu bir kelimeymiş özlem
ne serin bir cümleymiş 'özledim' ki
İnşirah esintisi salar yangın yerine dönen kalplerimize
âh ruha şifâ diye sürülen Yâr
özlem dudaklarında can buldu ya
yitirmiştir anlamını bütün kelimeler
yitirilmiştir kalbi dâr'a düşüren eğreti kederler
'özledim' dediysen sen
umut tohumlarını ekmişsindir yüreklerimize
geleceğinin muştusu verilmiştir bir kere
bize düşen sancılı bir bekleyiştir gelişini
tohumun toprağı yardığı âna dek
öyle bir bekleyiş ki bu
Tabduk'un dergâhından bizim diye giren bile
düşmeli utancı çok bir hayrete
öyle bir bekleyişle beklemeliyiz seni Yâr ki
Şems'in kıvılcımından tutuşan Aşk Pîri
demeli, görmemiştir cihan böyle bir ateşi
Bekliyoruz Yâr
orucunu açmak için
rahme üflenen ruhu
bekleyen Meryem gibi
bekliyoruz
kalbimiz cennetle cehennem arası bir yerde
adına Âraf dedikleri
gözlerimizde sabrı telkin eden bir âyetin tefsiri dururken
sırrı gözyaşıyla yıkayıp adına s/âb/ır diyoruz
ve b/ekliyoruz
tohum toprağı yardı artık
geleceksin biliyoruz
***
YEDİ ADAMA GÜZELLEME
Şiir kokulu, türkü dokulu
adamlar
dağların sessizliği ayak
uçlarında
kehribar renkli yollardan
geçerek
gelip durdular kentin
kapısında
-kent ki çınar yaprağının
damarlarına kazınmış iz
kent ki buğulu camların
ardında kalan giz
yitirilmiş coğrafyaların
kadim tanığı
saklı kalan isyanların son
sığınağıdır-
yürüyüşlerinden tanıdı
yeryüzü onları
toprağın gergefine
işledikleri adımlarından
''yürürüm
Irmaklar yürür ardım
sıra'' deyişlerinden
önce ırmağı ardından
yürüten yürüdü
ve yürüdü ardından ırmak
ırmak
altı ağrılı yaşamak
Şiir kokulu, hüzün dokulu
adamlar
zamana devşirilmiş
içlenmeler ellerinde
zifiri bir sessizlikle
haykırarak
varıp durdular kentin orta
yerinde
durup sustular
susup tebessüm
ettiler
omuz başlarında asılı
duran yaralı kırlangıç sürüsüne
gülüşlerinden tanıdı
kuşlar onları
acısı derinde gizli
sancılı gülüşlerinden
sonra yüreklerinden
akan
ve göğün gözlerine ağan
yakarışlarından
''Rabbim ne çok acı var''
deyip
kederlerini ve
hüzünlerini
yalnız Rablerine arz
edişlerinden
Şiir kokulu,isyan dokulu
adamlar
''Kayaları kelimeler
olan
gamdan kurulu dağların''
yüreğinden
öfke dolu naralar
attılar
kuşandılar bütün
mısraları
söylenecek ne varsa
söylediler zamana
gidişlerinden tanıdı gökyüzü
onları
kanatlanırcasına yepyeni
diyarlara
akarcasına delisi derin
yatağına
yeryüzünü yırta yırta
gidişlerinden
Şimdi,tanıyın sizde onları
ey insanlar!
çehrelerine kümelenmiş
hüzün bulutlarından
teslimiyetin acziyle
bükülen boyunlarından
ve secde duvağıyla
Rahman'a süsledikleri alınlarından
onlar,
hamuru türküden,hüzünden
ve isyandan yoğurulu adamlar
çağa meydan okuyan yedi
adamdılar
öfkesi de sevdası da
şiirden olan
Yedi Güzel
Adam'dılar
***
(...)
Ne ayrılıklar
Ne hüzünler
Ne hüzzam sevdalar biriktirdik
Zamana dair.
Kimimiz emaneti emanet ettik bir başkasına
Kimimiz gayrının avuçlarına bıraktık
Gözyaşlarıyla ıslanan çehrelerimizi
Söz anlatamadık
Lisanı farklıdır deyip gönüllerimize.
Hiç birimiz dinletemedi akıl denen
komutanın emirlerini
Yürek denen toy savaşçıya
Ve hiçbir yürek anlayamadı
Verilen kararların doğruluğunu
Kanayana
kadar
***
ZELİHA MASALI
''Ben ateşler içinde
İbrahim değilim
Ama
İbrahimî bir ateş var
içimde
Her yanım yangın yeri
Her yerim bir yangından
arta kalan matem sessizliği
Nice nemrut fermanıdır
Yaktıran ateşimi
Yandıran beni''
...
Günlerdir
zihnime üşüşen, yürüdüğüm yollara, baktığım yerlere kazınan, vücudumun her
zerresine hükmeden kelimeler nihayet cümle halini almış, bir seher vaktinde
niyaz olunmuştu İbrahim'e… madem cümle bir niyaz makamına ermişti yarım
kalmamalı, bir seher vaktinde başlayan niyaz varmalıydı makamına vakitlerin en
güzelinde. İbrahim'li yakarışlardan İbrahim'ce haykırışlara sıralanmalıydı
cümleler. Oysa benim lügatim eksik,kelimelerim yorgundu ''düşüncelerimin
ufuklar ötesi eli uzanıp dokunduğundan beri belleğime.''
İbrahim'e dair biriktirdiklerimin hepsi uzun
kış gecelerinde yüzüne güller düşürülmüş, tatlı tebessümlerle, sımsıcak bir
sesle peygamber kıssaları anlatan, gözyaşlarıyla anlattığı kıssaları süsleyen
bir annenin söylediklerinden ibaretti. O gecelerden birinde sıra dost
peygambere geldiğinde, beş kelimeden oluşan bir kıssa dinledim annemin
dilinden. İman, teslimiyet, ateş, aşk ve sadakat… ilk kez duyduğum bu
kelimeleri anlamak için bir hayli yol kat etmem gerektiğini anladım zamanın
bağrına doğru. Ve yolculuğum ilk dönemeçten sonuncusuna kadar bu kelimeleri
devşirip, anlamlandırmakla geçti. Bir çoğuna vakıf olduğum kelimeler sıra aşka
ve ateşe gelince kuytusuna çekildi birer birer. O vakit anladım aşkın ve
ateşin;imanı,teslimiyeti ve sadakati anlamlandıracağını . Ve geriye bu iki
kelimeden ibaret bir masal yazmak kaldığını. Ateşi bulmak kolaydı dinlediğim
kıssalardan, okuduğum kitaplardan elbet ama ya ateşi yakacak aşk? O İbrahim'in
kıssasının neresindeydi?
Elimde
kalanları heybeme doldurup, yolu peygamber şehrine niyetleyip çıktım kapıdan.
''şehirlerin de bir kalbi''olduğuna göre cevap peygamber şehrinin kalbinde
gizliydi. Biliyorum gülümseyerek karşılayacak,''hoş geldin'' diyecekti bana
Şehr-i İbrahim. Ve an geldi,yolculuk bitti,menzil göründü…
Buraya
kadar nasıl geldim,arabayı nasıl kullandım,yolda nelere rastladım hiçbiri
hakkında tek bir fikir bile yürütemiyordum. Bir an gözüme ''ayn-ı zeliha çay
bahçesi'' yazılı tabela ilişti. Ayn-ı zeliha gölünün çevrelediği bu şirin çay
bahçesinde soluklanmak için köşede sakin bir masaya oturdum ve etrafımı
çevreleyen olaylar halkasını izlemeye koyuldum. Ne konuştuklarını anlamadığım
insanların tuhaf karşıladığım konuşmalarına dalmışken,az ötemde balıkları
izleyen kız çocuğunun ağlayan sesiyle,dikkatim yanı başımdaki masada oturan
çifte yöneldi.Buraya ilk kez geldiklerini anladığım çift,Urfalı bir çocuğun
dilinden şehrin bahtına yazılanı dinliyordu.
Sol
yanımdaki tepede Hazreti İbrahim'in ateşe atılması için yapılan iki sütun…
Tepenin hemen aşağısında '' ey ateş,İbrahim'e karşı serin ve selametli ol''
emri neticesinde ateşi suya, odunları balığa dönüşen göl ve asırların izlerini
taşıyan balıklar… bu balıkları büyük bir ilgi ve hayranlıkla izleyen insan
grupları…sağımda ise azametli duruşuyla ve göklere yükselen minareleriyle
Halilür'rahman camii duruyordu. İnsan, Allah'ın evini gördüğü zaman bu azamete
merhametle sığınmak istiyor. Bir an önce caminin içerisine girip alnımı secdeye
vurup hıçkıra hıçkıra ağlamalı diyorum, geçmiş günlerden kalma
pişmanlıklarla.Ağlamalı ve durmalı tövbeye ''Ya Rabbi ben pişmanım'' diyerek...
Rahman ve Rahim olanın adıyla masadan
kalkacakken omzuma dokunan bir el beni geri çevirdi. Gözleri asırlar öncesinden
yola çıkmış bir haberci kadar yorgun,bir o kadar anlamlı ve ateşîn,örtüsünün
altından görünen dalgalı,siyah saçları ve bakanı kendine hayran bırakan
endamıyla etrafımda gördüğüm insanlardan oldukça farklıydı. Başını öne eğip
hafifçe gülümsedi ve:
-sen,dedi. Sen ayn-ı Zeliha'yı bilir misin?
Onun
bu sorusu biraz önce gördüğüm ama üstünde fazla durmadığım tabelayı hatırlattı.
''ayn-ı Zeliha''… dört yıllık edebiyat tahsilim gereği tamlamayı çözmek pek zor
görünmüyordu. Ayn: göz, gözyaşı. Tamlama ''Zeliha'nın gözleri ya da
gözyaşları'' manasına geliyor.
Peki
Zeliha kim,ne işi var İbrahim'in hikayesinde. Teorik edebiyat bilgilerim
tamlamayı çözmeye yetmişti ama Zeliha'ya dair bir fikir verememişti bana.
Karşımda duranın cevap beklediğini hatırlayarak:
-
ben Zeliha'yı sadece
Yusuf'un masalından bilirim,dedim. Okuduğum kitaplar,dinlediğim kıssalar hep
Yusuf'un adıyla yazmıştı adını..
Yüzündeki tebessümü biraz daha
belirginleştirerek:
''
dinle o vakit bu hikayeyi. Ve yaşa. Kendi hikayeni yaşar gibi.''
…
- İbrahim'in hikayesine düşen Zeliha asırları
aşkına ağlatan,aşkına asırlar boyu ağlayan kadın…Zeliha, Nemrud'un uğruna
canlar feda edilen,yürekler dağlanan kızının adı. Kralların,şehzadelerin,halkın
aşkıyla yandığı Zeliha, sarayın putlarını yapan Azer'in,imanı ve sadakati
temsil eden oğluna gönül vermişti ateşin de adıyla anılacağını bilmeden…iman ve
aşk ateşi İbrahim'le düşmüştü Zeliha'nın gönlüne,Zeliha gönlünü İbrahim'in
ateşine atmıştı ya,çok geçmeden İbrahim'in atılacağı ateş fermanı da verilmişti
Nemrut dilinden.Putlara tapmayı reddeden İbrahim bir de saraydaki tüm putları
kırmış ve onları kendine Rab edinenlerle alay etmişti. Nemrut'un en sevdiği
adamının oğlu olsa da onun cezalandırılması,büyük bir mancınıktan ateş dolu bir
çukura atılması kararlaştırılmıştı… Halkın arasında,sarayın koridorlarında
yankılanan haber,en çok da Zeliha'nın odasındayken hissetmişti karalığını.
Çıktığı dudaktan,yayıldığı yürekten hiç böylesine utanmamıştı. Bir haber ancak
bu kadar acıtırdı bir yüreği. Zeliha acıyla kararan bir gecenin ardından yorgun
gözleriyle baktı yapılan hazırlıklara. Birazdan ateş yanacak ve İbrahim
herkesin gözü önünde atılacaktı ateşe. Daha fazla dayanamayıp koştu babasının
yanına. Hıçkırıklarına karışan sesinin tınısı sineleri yakıp geçen bir melodi
gibi acı ve hüzünle dolu varıyordu
babasının kulaklarına:
- ''Baba,diyordu Zeliha. Ey baba! Ey halkını zulmün
ateşinde yakan Nemrut… ya bırak İbrahim'i,kaldır fermanını ya da beni onunla
birlikte at ateşe,kül olsun her zerrem.''
Zeliha
başını ortaya koyup haykırdı haykırmasına ama Nemrut'un sinesindeki kalp
görmez/duymaz olmuştu bir kere. Ve Zeliha….
Bedenim
dinlediğim hikayenin ağırlığını daha fazla taşıyamamış, dizlerimin üstüne çöküp
hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım.Mecalim yoktu daha fazlasını
dinlemeye.Başımı kaldırdığımda etrafımda toplanan kalabalıktan başka kimse
yoktu,kalabalığı yarıp onu aramamın da hiçbir faydası olmamıştı. O an anladım,
peygamber şehrinde peygamber sevdalısı Zeliha'nın heybeme aşkın ve ateşin
anlamlarını bıraktığını…
Kendime
geldiğimde vakit bir hayli geçmiş,yanımda getirdiğim iki kelimeye ek gözyaşını da
heybeme bıraktıktan sonra kendimi camiinin avlusuna atmıştım.
İbrahim'den miras yangınlarla,Zeliha'dan miras gözyaşlarıyla saat fecri
vururken artık tamamlanmıştı
niyaz,asırları aşıp ulaşmıştı İbrahim'in yüreğine. İbrahimliklerin
yüreğine…
'' Ahh İbrahim!
Benim Zeliha'm yok
Yangınlarına gözyaşı dökecek
Aynı ateşte kül olmayı göze alacak
Bir duam yok İbrahim
Serinliğe ve selamete ulaştıracak
Ey İbrahim!
Ey Ah'a dost,ateşe dost olan
Benim ahım ancak dudaklarında can bulur
Bir tek senin avuçlarından duyulur yakarışım
Haydi aç avuçlarını İbrahim
Dua dua döktüğün gözyaşlarıyla
Haydi aminle yanmışlığımı
Aminle Hakka adanmışlığımı
Aşk-ı Zeliha hürmetine ''
***
UNUTTUKLARIMIZ
İnsan; özünde ilahi nuru taşıyan, ünsiyet
ve n/isyanı fıtratında barındıran hilkat harikası… İnsan, Yaradan'ın
yeryüzündeki en büyük imzası, yaratılmışların en şereflisi… Göğsünde asılı
duran yürek sayesinde şerefli kılınan varlık… Yüce Yaratıcı'nın ruhundan ruh üflediği,
meleklerine secde emri verdiği, âlem içinde âlemleri kendinde barındıran…
Düşünen ve hisseden, aklı ve kalbi olan varlık…
Geçmişten günümüze insanlık tarihine
bakacak olursak, her devirde ve her asırda yürek ve akıl terazisini eşitleyebilmiş,
aklının süzgecinden geçirdiklerini yüreğinde damıtabilmiş, aklı yüreğe, yüreği
akla kurban etmeden kendi çağına hükmedebilmiş insanı görürüz. Ta ki günümüze
kadar…
Yirmi birinci yüzyılın rasyonalist ve
modern insanı, aklının sınırlarını zorlayarak bir teknoloji ve bilgi çağı
meydana getirmiş, bu çağa kalbini, ruhunu ve mutluluklarını kurban etmiştir. Bizim
terazimizin akıl kefesi ağır bastığından beri unuttuk bir kalbimizin olduğunu… Kalpsizliğimiz
bizi, kurduğumuz o mükemmel çağa esir etti… İlkin kalbin en büyük sermayesi olan
sevgiyi unuttuk. Sevdik; sevdik çünkü… Sevdik belki… Sevme eylemimizin
sonundaki noktalar sonsuza giden sayılarca arttı. Sevemedik sonuna nokta
koymadan ve koyamadık beklentilerin sonuna bir nokta zamana aldırmadan…
Sevmeyi
unutunca hissetmeyi de unuttuk. Yüreksizdik yaşarken, hissiz, aldırmaz… Sonbahar
yağmurunun hüzünlü melodisi hoş bir tını bırakmadı örneğin kulağımızda;
göremedik eylül vakti düşen yaprağın ayrılık sahnesini. Rahmet rahmet yağan
yağmura inat, yapay çiçeklerle süslenmiş bahar dallı şemsiyelerimizin altına
sığındık. Cilası bozulmasın diye markalı ayakkabılarımızın, yürümeye bile
korktuk rahmetin serildiği caddelerde. Biz modern dünyanın sağır yürekleri duymadık.
Duyamadık sokak başlarını tutmuş çocuk çığlıklarını. Işıl ışıl gözleriyle
etrafına tebessümler dağıtan çocuk yüzler hep ıskaladı kalbimizi.
Anadolu'nun çorak topraklarına has
yüreklerimizde sevda tohumları filizlenmedi bizim. Bir türküye öykü olamadık sevmelerimizle,
bir şiire mısra olamadık. Asırlara kazınan aşklara yazılmadı adımız. Sahi bizim
cümlelerimiz var mıydı zamana şerh düşülen, yoksa başkalarının fiyakalı
sözleriyle mi avuttuk kendimizi?
Biz… Zamanın düş yorgunu yürekleri!
Unuttuklarımızı hatırlayabilseydik, ceplerimizde biriktirdiğimiz hüzünlerle ve
yanağımıza dokuduğumuz tebessümlerle zamana başkaldırırdık. Oysa biz unuttuğumuzu
bile unuttuk insanlığımızın verdiği sorumlulukla…
***
YARALI KUŞUN BÜYÜYOR ANNE
Büyümek böyle mi olurmuş anne
Böyle sancılı
Böyle yaralı
Kör kuyularda kaldığımdan beridir
Korkmuyorum karanlıktan
Şimşekler beynimde yankılandığından beri
Bölünmüyor uykularım
Yüreğim kanadıkça
Duymuyorum acısını dizlerimin
Anne
Yaralı kuşun büyüyor
Artık kırmızı pabuçlarımla dolaşmıyorum ortalıkta
Allı pullu elbiselerle şirinlik yapmıyorum sana
Oyuncak bebekler sallamıyorum ayaklarımda
Düşünce ağlamıyorum
Ağlamak güzeldi oysa
Ne zaman düşsem ve ağlasam
''hadi öpeyim de geçsin yaralı kuşum'' derdin
Öpsen geçer mi acısı kalbimin anne
Avutur mu sözlerin beni
Silinir mi sahte gülüşlerin açtığı izler
Eğilsem toplar mıyım masumiyetimi
Ellerimin temizlenir
mi kirleri
Yaralı kuşun büyüyor anne
Anne
Tebessümü bir sokak çocuğunun
Kirli yüzüne bırakmış
Özgürlünü müebbete mahkûm bir ölünün gözlerine
Ve sesini son çığlığına martıların
Büyüyor yaralı kuşun
Demek büyümek böyle olurmuş anne
Böyle sancılı
Böyle yaralı
Böyle yalanlı…
***
BEN BİR YARALI KUŞUM ANNE
Anne
Benim hayallerim niye soğuk
Niye ısıtmıyor güneş ülkemi
Bahar cemreleri niye düşmüyor toprağıma
Yemiş vermiyor ağaçlarım
Nehirlerim kurumuş
Niye anne
Niye ölüyor gökyüzümde kanat vuran kuşlar
Oysa ben baharlara yazgılıydım
İlk yaz sevinçleriyle uyanırdım her sabah
Papatyalar toplardım minicik ellerimle
Uçurtmamı takardım kanatlarına güvercinlerin
Rengârenk gülüşler bırakırdım avuçlarına
Yanağımdaki çukuru kim kapattı anne?
Adımı kara kışa kim yazdı?
Kim saldı karanlıklarını şehrin üzerime?
Ben karanlıktan korkarım bilirsin anne
Gök gürültüsü böler uykularımı
Bir çığlık fırlatır yatağımdan
Yoksa duymuyor musun hıçkırıklarımı
Korkuyorum anne
Korkuyorum artık yaksınlar ışıklarını dünyanın
Çocuklar korkunca
En çok annelerini özler
Bir de sabahları
Anne benim gecelerim niye varmıyor sabaha
Avuçlarımda buz tutmuş dualarım
''Âmin''leyemiyorum anne
Sesim yankısını yitirmiş derinlerde
Haykıramıyorum
Dilim dönmüyor, dudaklarım yorgun
Yorgun bedenim
Yılgınım
Çaresizim anne
Tutsana ellerimden
Kanayan dizlerime merhem sürsene
Öpsene gözlerinden yaralı kuşunun
Bak örgüleri bozuldu saçlarımın
Yalan değil
Okşa diye söylemiyorum saçlarımı
Anne
Bir dokunsan yaralarıma iyileşeceğim
Bir gülsen ısınacağım
Bir baksan
Bütün yıldızların toplaştığı gözlerinle
Avunacağım
Bırakma beni dünyanın kucağında anne
Senin kollarında ölmek istiyorum
Ölüm sıcacık dururken kollarında
Anne
Ölmek istiyorum
***
GİDİYORUM
Artık gitme vakti
Bütün yaşanmışlıklarla
doldurup
Boş bir sayfayı
Hüzne ve sevince
İsyana ve sükûta
Ve dahi bir ömre ait ne
varsa
Ne varsa sana dair
Bir bir sıralayıp veda
cümlelerini
Gitme vakti bu şehirden.
Biliyorum
Geceden başlamalı bu yolculuk
Biliyorum henüz
aydınlanmamalı şehir
Duymamalıyım
Çocukluk günlerinden kalma
Sevinç çığlıklarımı
''kal'' dememeli
fotoğraflar.
Sanki hiç yaşamamış gibi
Hiç seyretmemiş gibi
akşamın hüzünlü rengini
Adımlarım hiç dolaşmamış
gibi sokaklarında
Sol yanım yaralı ve yenik
Başım inadına dik
Biliyorum
Ne varsa yaşadığım,
Zamana şerh düşüp
Gitmeliyim bu şehirden.
Umutlarım,
Sokak lambalarının titrek
ışığına emanet
Gülüşlerim,
Kahkahası bol caddelere
terk
Eylül yorgunu gözlerimde
İki damla yaş
Yüzümde,
Ömrümün son baharından
kalma tebessüm
İçimde,
Zamana yenik düşmüş bir
aşkın sızısıyla
Gidiyorum bu şehirden
Gidiyorum…
***
DÜŞ GÜZELİ
Bir düşe düşerim ansızın
Ellerim uzanır sonsuzluğun orta yerine
Ortasındadır yüzün sonsuzluğun
Her bir dokunuşumda
Bir başka güzellik akseder
Bin yıllık duanın serinliği vurmuş yüzünden
Avuçlarıma
Ötelerden bir nişan
Ötelerden bir yankı yüzün
Ve dua dua çıkılan miracıyla
Yüzün kıblesidir aşka düşmüşlerin
ben bu düşe düştüğümden beri
zamanı eskitir
zamansızlığın kıyısında gözlerin
asırlar önce yağan yağmurun
ıslaklığı durur
ayaklarıma dolaşan saçlarında
ve sesin…
çağlar ötesi bir haberi müjdeler gibi sesin
çağlar öncesi devirlerden
ben bu düşe düştüm düşeli
mürekkebine hüzün damıtılır kalemin
kağıdın şah damarına ismail'in bakışları saplanır
ortasından başlar gece
en münzevi
en zifiri
en hüzzam yerinden
sonra ben en sevdalı yanımla
ve en hoyrat sesiyle yüreğimin
adını fısıldarım hece hece
adını geceye
adını
ey düş güzeli!