Birden bire
bastıran sağanak, bulutların ardına gizlediği sabahı haber vermek istercesine
pencerenin camına vuruyordu. Dışarda yeni yeni dökülmeye başlayan yapraklar ve
damlalar, uyuyan tabiatı canlandırmaya niyetliydi belli ki. Nihayetinde odanın
içine sızan damlaların pıtırtısı ve yaprakların hışırtısı, muhabbet kuşlarının
-çoğu zaman vazgeçilmez kimi zaman çekilmez- ötüşleriyle öylesine harmanlandı
ki Fatih bu çağrıya daha fazla kayıtsız kalamadı. Ağırlaşan göz kapaklarını hafifçe
araladı. Zaten uzun zamandır çalar saatin hükmü yoktu Fatih’in odasında. Birden
bire uyanıyor ve bu uyanış genellikle rutinleşen kalkış saatinin bir hayli
öncesine denk geliyordu. Bir hamlede yataktan kalktı. Perdeleri iki yana
sıyırıp pencereyi açtı. Bulutların kasvetini, yağmurun serinliğini ve sabahın
tazeliğini bir nefeste ciğerlerine doldurdu.
Sonra
adımlarını sürüklercesine banyoya doğru yöneldi. Bir avuç suyla uykudan arta
kalan mahmurluğu yüzünden giderdi. Askıdaki havluyu düşürdüğünü bile fark
etmeden koridorun diğer ucunda bulunan mutfağa geçti. Tezgahın en uç
kısmındaki, dedesinden kalma, eski değil de kadim, bir o kadar da değerli olan
radyoyu açtı. Çalan ilk şarkıyı mırıldanmaya başlarken ocağın altını yakıp
kahvaltılıkları dolaptan çıkardı ve masaya yerleştirdi. Nihayetinde zeytin,
peynir, reçel ve ekmeğin bulunduğu sofrayı yeni demlenmiş bir bardak çayla
tamamladı.
Kahvaltısını
bitirdikten sonra hazırlanmak üzere odasına geçti. Kıyafet dolabının karşısında
geçirdiği birkaç dakikadan sonra ne giyeceğine karar vermişti. Gömleğini
giyindikten sonra kol düğmelerini -Zeynep’in onları kendisinin koluna taktığı
ilk günkü titizlikle- gömleğin manşetlerine geçirdi. Yana kaymış kravatını
düzelttikten sonra artık hazır sayılabilirdi.
Gözleri, görünmeyenin
eksikliğini hissedince, aynaya yansıyan aksinin yanına Zeynep’in hayalini
yerleştirdi. Gülkurusu elbisesi, dalgalı saçları, denizle gökyüzünün bütün
mavisini barındıran derin ve sonsuz gözleriyle Zeynep, Fatih’in en yakışıklı
yanıydı…
Zaman, zamanın
içinde evrildi ve bu üç beş saniye beraberinde üç beş seneyi getirdi. Fatih
Zeynep’i ilk gördüğü anda buluverdi kendini. Kelimenin tam anlamıyla, Fatih,
Zeynep’te buldu kendini… Bir hafta önce market reyonları arasında gördüğü,
dönüp tekrar tekrar baktığı, bakıp da doyamadığı kızı ikinci kez fakültenin
geniş koridorlarında, bir grup arkadaşın arasında görünce dünyalar bağışlandı
Fatih’e. Oysa bu sevinç zamansızdı, erkendi. Delikanlının muhabbetine güzelim
kız bir kez olsun iltifat etmemişti. Neden sonra, kalpleri elinde bulunduran
‘ol’ deyince, aynı tılsım güzelim kızın gönlünde de parıldadı. En sonunda
parlayan, iki gencin sağ ellerinin yüzük parmağına takılı bir çift alyans oldu.
Soyut olanın
sonsuzluğunda geçirdiği dakikalar birbirini ardalarken Fatih, bir an önce
gitmesi gerektiğini hatırladı. Alelacele ayakkabılarını giydi ve apartmanın dar
merdivenlerinden indi. Sokak kapısından çıktıktan sonra caddenin solundan koşar
adım ilerlemeye başladı. Öyle ya, Zeynep’e gitme fikri Fatih’in omuz başlarında
iki kanat…
Bir zaman,
başının üstündeki gökten habersiz yürüyen bir yığın insan gibi, kalabalıkları
yara yara yürüdü. Neden sonra bozuk bir kaldırım taşının altına birikmiş yağmur
damlalarının üzerine sıçramasıyla yavaşladı. Karşı çaprazda bulunan çiçekçiden
her zamanki gibi bir buket sarı kasımpatı aldı. Uzun uzun çiçeklere baktı.
Zeynep’e aldığı ilk buketin içerisinde beyaz, kırmızı, turuncu, pembe, sarı
kasımpatılar vardı. Zeynep şöyle bir baktı çiçeklere, sarı olanı eline alıp
kokladı. Bu, dedi. “Diğerlerinin yanına hiç yakışmamış. Renginden hüzün
bulaşmış bu çiçeğin kokusuna.” O günden sonra sarı kasımpatıların buket
içerisinde bir yeri olmadı.
Fatih, karşı
kaldırıma geçip az ilerdeki duraktan sağa vurdu. Kapıya geldiğinde paçalarının
biraz ıslanmasından başka tek sorunu yoktu. Sonrasında bir nefes ve bir adım…
Bu kapının
ardında ‘öteki’ hükmünü yitirir, yalnızca ‘ben’ kalır.
Buradan sonrası
dış değil içtir.
Özge değil
özdür.
‘Öteki’nin
anlatıları yalnızca görünenden ibaret. Oysa kim görebilir içinde kopan
fırtınaları, kim anlatabilir senin ismini bile koyamadığın duygularını, alnında
yazanı kim, hangi kalemle kopya edebilir? Hem dışarıdakiler derininde çağlayan
denizi bilmezler de gözden akan üç beş damla yaşı görürler. Bunların hangisi
hüzün, hangisi umut, hangisi acı, hangisi aşk… Gerçi ben de ayıramıyorum
birbirinden. Solumda yaşadığım her duygunun, gözümden akıttığım her damlanın
adı, Zeynep…
Üç kişinin yan
yana geçemeyeceği yoldan bir hayli ilerledim. Yürüdükçe uzayan bu yolun sonu
hem hasret hem vuslat. Şimdi Zeynep bir adım kadar daha yakın ve her adım kadar
uzak.
Ayaklarım
birbirine dolanmaya, aklım bulanmaya, ruhum daralmaya başlayınca Zeynep’e
geldiğimi anladım. Yolun ilk kıvrımından geçince karşıma çıkan çeşmenin
ardındaki kayadan sonra birkaç adım daha attım. Dizlerimin üzerine çöküp
avuçladığım toprağı soludum. Zeynep bugün yağmur sonrası toprak kokusu…
Her zamanki
gibi, Zeynep’e ait en soğuk ve en zevksiz vazonun içine kasımpatıları
yerleştirdikten sonra başucundaki fidanın köklerini kontrol ettim. Kenarlara
dağılan toprağı düzenledim. Boy vermeye başlayan çiçeklerin dibinde biten
otları temizledim. Bir dizi düzenin ardından dizlerimi kırıp ben de
eylemsizleştim. Çevremdeki her şey gibi…
Burada
sessizliğe halel getirecek her fiil yasaklanır. Bunca zamandır ne itirazımı
bildirebildim göklere ne ahımla avunabildim. Her defasında kafamı kaldırıp
bakınca anladım, alın yazımızın son satırı hep ölüm. Kabullendim.
Ama bu
kabulleniş dindiremedi yangınımı. Yanında olmak ama ellerini tutamamak,
gözlerinde kaybolamamak ve en kötüsü sıcacık nefesini yüzümde hissedememek
kahrediyor beni. İşte, tam acının göğsümü sıkıştırdığı sırada ona ulaşmak için
tek bir ümidim olur. Bütün hüznümü nefesime yükleyip imkansızı mümkün
kılarcasına, ruhumu onun ruhuna değdiren sesim, Yasinleşir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder