Heceleri ayıranlar /bölenler rüzgârda savurmak için
cümleleri patosa teslim ederken, ikindi sıcağında geçiyorum hasat vaktinden.
Ebedi yaşama teslim olanlar, gül yetiştirmek için yedi kıtada beklerken,
hayallerim tutsak. İtaatkâr bir geçmişle gelecek için yüzleşirken, akçenin para
etmediği zamanlardan kalma laleleri, çelişkilerle boğuşanlara vererek
geçiyorum, zihinlerinden. Sürgün edilmiş umutları taşıyor yüreğim. Kitlesel
arınmalar için biriktirdiğim vakitleri, gün batımlarında tutuyorum. Tüketmek
için üretilen karanlıklar kendi döngüsünde eşelenirken, kerpiç evler bizlere el
olmuş. Saadet evinin sokakları tacirlerle doluşmuş. Markaların istila ettiği
boşluklardan yeni bir dünya oluşturulmuş. “Al, sat” hayata anlamsızlık kat!
Anlamsızlaştırılan hayat, hastalıklı bir ur gibi
ıstırabımı artırsa da fıtratımı kuşatan huysuz hırslarımla yüzleşiyorum.
Protest bir teslimiyet ile gönül aynamı parçalayıp, parçaları kendime
saplıyorum. Kendimden olmayan dille konuşmayı ret ederek kendime sesleniyorum.
Gül kokan yolda aslolan yürümektir, yola kurulan barikatlar ne kadar çok olsa
da, yürüdükçe arayış da var olacak oysa! Çelişkilerim yüreğime düğümlenip,
zincirin halkaları gibi birbirine bağlanmışken, popülist rüzgârları neyleyim.
Hasatsız bir ömürle gün doğumlarına hazırlanırken, rüzgârın savurduğu
yalnızlık, nasibimiz oldu. Yavaş yavaş dönülen köşeleri hızlı dönenler! Biraz
uzak durun tadını çıkarayım! Karşımda
hayat küçüldükçe, içindekileri de küçültüyor. Şimdi çocuklara siyanürlü
masallar fısıldayanlar, köşeleri için ihtiraslarına kurban adıyor. Yüreğimizi
kuma gömerek kaç vakit daha günün ağarmasını bekleyeceğiz.
Ne ara kimliksiz bir moloz yığını haline geldi,
ruhsuzlaşan bu şehir! Bir yanıyla
boşaltılmış, mecalsiz kavramların sığınağı olurken, semalarında uçan bir kuşu
dahi görmek ne mümkün. Yaşam alanları kum ve çimentonun emrine amade iken,
kalbimize inşa edilen çok katlı beton yapılar oluşturulurken, yeryüzünün merkezine kendi nefsimizi
koyarak, daha ne kadar kopacağız kendi
gerçekliğimizden! Başka başka âlemler, varlıklarla çevrili ile iken hayat,
kelimelerin bencilleştirilmiş dünyasında kandırılmayı bekleyen yalanlarla
avunuyoruz.
Moda olan alışkanlıklarım tutunmazken bir kuşun
kanadına. Kelimelerle oynayan kibir abidesi olan divaneler; kuşlar filleri
yener! Ve yine, yeniden yenecektir vaktinde! Çöl sarısı hüznümü ilmek ilmek
örüyorum, şiir tadında düşlerken!
Düştü ebabilin gözlerinden!
Yüreğimdeki
ateşle özgürlüğüme kaçarken sen öp beni gözlerinle…
***
BİR HÜZNÜ BIRAKIYORUM ÇÖLLERE
Mekan;
boş betonlarla kaplıyken, ruhuma üflenen geçmişimden biriktirdiğim hayaller
bütün aykırılığı ile kıyam ederken İçi görünen apartmanların sığlığından
kaçıyor düşlerim. Mahrem yüreklere dokunmak için bunca kıvranışım. Gerçekliğin
nesnelliği olmadığı soyut bir zeminde neyi ne zaman ne şekilde kaybedilişini
anlamadan, derinliksiz bir kavrayışla arkası hiç bitmeyen diziler ara
verdiğinde, reklamlarda sloganlara teslim ediyoruz aklımızı! Başlangıcı olmayan
ve sonu gelmeyecek olan cümleler, alanlarda haykırılan naralarla
renksizleşiyor. Gösteriş duvarına kafiyeli cümleler yazılırken tarihe şahitlik
ediyor yabanıl çiçekler. Derdini unutmaya yönlendirilmiş asillerin isyanları,
derdinden nefret etmeyi tavsiye ederken derdini sevmeyi unutmuş olanlar, ‘bu da gelir, bu da geçer, Aldırma’ demeli mi
sükûnetle! Zorlukları kabullenerek, teslim olmanın sabır olduğunu anlatanlar,
aslında sabrın bir direniş olacağını düşlerde yer almasını istemezler.
Sahne
hazır, dekor kusurlu, istenilen rollerin paylaşıldığında herkesin ve her şeyin
farklı gerekçelerle beklenen performansı göstermeleri, bağımsız bir fiilin
harekete geçmemesi, aynı bir koro gibi beraber hareket etmeleri, çıkan seste
ruh var mı ya da kimin ruhuna dokunduğu üzerinde durulacak bir mesele değil.
Büyükçe bir kara delik, her an daha da içine çekiyor. Afyon çeken beyinlerin
ruhları arızalı iken, gözlerimizi süsleyen demir perdeler kapanıyor! Aşılmaz
duvarlar inşa ediliyor, kendi zindanlarımıza! Mültecisi oluyoruz yeryüzünün,
kapılar kapatılırken! Kalbe dokunmayan neye yarar ki! Bir ömür yastıkta kocarken büyütemediğim sağ
yanım, gurbet oluyor, hasret kokuyor.
Mühendisliğin müteahhitliğe teslim olduğu betonların arasında anı yaşarken, toprak
olan, çam kokan evlerin samimiyetini arıyoruz. Kavramlar üzerinden zihinlerde
oluşturulan kargaşaların bile yenildiği, mistik bir serzenişle karanlığa doğru
atılan her adım, gün görmemiş bebekler için bir umut oluyor, kurutulmak için
her türlü kimyasala maruz kalan coğrafyalara zehir ihraç ediliyor.
Geçmiş,
geçmiyor… Geleçekse, hep yitiren bir çizgi, benim eğrim. ‘Kaybeden Kazanır.
Kazanan kaybeder’ idi. Sahi ne yitirilmişti?
Yolun açık olsun. Yazdıkça oturacak düşüncelerin. Tebrik ediyorum.
YanıtlaSil