Fatin Rüştü KAYIRAN’a
Dudaklarımıza tütün kadar yakındı
türkülerimiz, marşlarımız…
Yüreğimizde karadeniz çırpınırdı.
Ceddimizin kanını pompalardı
damarlarımıza bu marşlar ve türküler.
Şehrin ucuz binaları olurdu
ocaklarımız. Kucaklarımız kitap, dergi dolu olsa da disiplinli bir okuma söz
konusu değildi. Zira vatan bekliyordu kurtarılmak için. Önceliği olmalı değil
miydi vatanın? Lisede gönüldaşlar kavga etmişlerdi, eğleşmek de nenin nesiydi
kitabın başında. Hoş, sonradan anlaşılsa da kavganın mahallenin kızı yüzünden
çıktığı, olsun gene de biz dava için dövmüştük lisenin kötü çocuklarını.
Hepimiz birer fedakârlık
abidesiydik, aynı zamanda da habersizdik bu hasletimizden. Fedakârlık abidesi
ağabeylerimizin fedakârlıklarına bakarak, bir gün ocağın gençlerine o ağabeyler
gibi ağabeylik etmenin hayalini kurardık. Hiç olmayan ama bazı zamanlar
cebimizde nasıl oluverdiğine şaşırdığımız okul harçlıklarımız dava için
harcanırdı. Ocağın kirası, elektrik, su faturasını ödemeye asla yetmeyecek
harçlıklarımızın boynu büküklüğünün yanına bir esnaf ya da memur birkaç
ağabeyin katıverdiği bize göre çok paralar ile nasıl şenlenirdi harçlıklarla
toparlanan para. Berekete keserdi de ağabeylerin katkısıyla; ocak kirası da,
elektrik su faturası da ödeniverirdi. İşte o zaman o şehrin en ucuzu olan ocak
binamız bir kere daha bizim oluverirdi. Hanlar hamamlardan müteşekkil mülkleri
olan zenginlerden daha zengin olurdu adeta.
Vücudumuzun, zihnimizin çalışması
için çay diye bir yakıta ihtiyacı vardı. Yani çaydı vücudumuzu çalıştıran
makinenin yakıtı. Bir ağabeyin alıp ocağa getirdiği sıcak pideler, hele bir de
zeytin de varsa yanında… Daha ileri gideyim. Ocağın çay ocağında biber varsa
zeytinin biberleneceği. İşte bu bizim lüksümüzdü o yıllarda. Biberli zeytinin
üzerine zeytinyağı dökmeyi de söyleyecektim ama buna yüreğim dayanamazdı. Bir
de çok lüks olacağı için, o yılları yaşayan gönüldaşlarım “hadi ordan!”
diyebilirlerdi haklı olarak.
Hepimiz akranlarımızdan on-on beş
yaş daha büyük olurduk tavır ve sorumluluk itibariyle. Edamız, büyüklere
saygılı davranışımızdaki hâl hareket bile ocaklı olmayan çocuklardan kat kat
farklı olurdu. Hürmet ettiğimiz büyüğümüze saygılı davranışımızı çevrede
bulunanlar bile fark edebilirdi. Bir ocaklı genç bir büyüğe hürmet ediyorsa, o
büyüğe çevreden bunu görenler de rahatlıkla hürmet edebilirdi. Zira o büyüğün
kalitesi tescillenmiş olurdu adeta. Mahallemizdeki, okulumuzdaki akranlarımız
evlerine çekilip ödevlerini yaparken biz ocağa gidip dava, fikir konuşmazsak
öleceğimizi sanırdık.
Çoğu zaman kendi fikrimizin
çerçevesinde kurulan partilerimize bile asî olurduk. Ailemizden, Anadolu
irfanından süzülerek bize kadar gelmiş bir ferasetimiz vardı ve o feraset ile
başında doğru görünse de bize ters gelen her şey karşı çıkar, en azından asî
davranışlar gösterirdik. En sonunda gönlümüze uymayan o şeyin yanlış olduğu
anlaşılırdı da “biz demiştik” bile demeden devam ederdik yolumuza.
“Oğlum
memleketi kurtarmak size mi düştü? Olaylara karışmadan okulunuzu okuyun” diye
azarlayan babalarımız, karakola, hapse düşünce “kaldır bakalım başını. Neden yere bakıyorsun? Sizin gibi yiğitlerin
yolu mapusa da düşer ara sıra” derdi de ailelerimizin, akrabalarımızın,
komşularımızın, mahallemizin aslında belli etmeden bizi desteklediklerini
anlayıverince şaha kalkmış atlar gibi olurduk bir anda.
Ocakta yetişip, sonra da ocaktan
nüfuz hırsızlayıp başka mahfillere istikbal peşine giden arkadaşlarımız
gittikleri o yerin motor gücü olmuşlardır da ocaklar hep garip gelmiş garip
kalmaya devam etmiştir. Öylesine itibarın, yiğitliğin içinde garip kalmak, o
hüzünlü garipliği yaşamak başka dünyalardan bakan gözlerce anlaşılmadı ve asla
da anlaşılamayacaktır o sır; o hüzünlü
sır. Sır diyorum, çünkü dünyada kabul edilen eğitim ve pedagojik sistemlerin hiçbirine
uymayan; ama devletlerin de (Özellikle ülkemizin) tam da bu minval üzre bir
gençlik yetiştirmek için olmadık manevralar yaparak planlar hazırladıkları, en
azından arzuladıkları halde; ülkesine bağlı, yerli, milli, dini bütün,
zorluklar karşısında yiğit ve gözünü budaktan sakınmayan, ülkesi dara
düştüğünde canını ortaya koyan bu gençlik nasıl yetişiyor?
Bu sistematik nedir?
Kimler hangi pedagojik sistemi
kullanıyor da böylesine sağlam bir nesil yetişiyor?
Bu nesil genellikle hangi
çevreden gelen gençlerden müteşekkil?
Umurunda bile değil kimsenin.
Bunun böyle olması gerekiyor
herhalde. Böyle olunca, iddiasız, karşılıksız sevilince vatanı daha bir anlamlı
oluyor.
Lisedeyken biz ocaklıların da
üniversite hayalleri vardı ebette. Ama peşinen biliyorduk ki çoğumuz için bir
meslek yüksekokulunu bitirip memur olmak bile sevinilecek bir sonuçtu. Önemli
şehirlerde önemli fakülteler kazanarak oradaki cepheleri tutan arkadaşlarımız
ise kıymetlilerimiz olacaktı.
Öyle bir zaman geldi ki: İş
yapmak, ihale almak, lüks araçlara binmek, bir sürü iddiaları olan insanların
bile heveslerini kabarttı Türkiye’de. Hatta normal bir hale geldi de bu işler,
dünya malı için hiç umulmayan değerleri feda etmeler dikkatleri bile çekmediği
gibi, birçok yürekleri bile yaralamadı. Bu hal içinde bile ocaklar misyonlarına
olduğu gibi devam etti. Ocakta yetişip de çeşitli parti ve benzeri kuruluşların
en önemli adamları olan ocaklılara bile kızmadan, ocakların yitik kuzularıymış
gibi inceden bir muhabbet fedâkarane bir şekilde sürdü gitti.
Zayıf düştüğü zamanlar oldu
ocakların. 12 Eylül’de bir miktar çırpıldı kanatları. Diğer kanat da Muhsin
Başkan’ın şehadetinden sonra çırpıldı. Hatta süvarisi ölen atların garipliği ve
hüznü çöktü ocakların üstüne. Merhumdan sonra davayı çekip çevirecek elbette
birisi çıkacak diye umutlar sürdü gitti. Lakin bünye gittikçe zayıf düşüyordu. İşte
o zayıf düştüğü anlarda nöbet yerini terk etmeyen fedakâr ağabeyler var ya! Hah
işte o ağabeyler, o fedakârlar bu ülkenin sivil hayatın içinde herkes gibi
yaşayan ama bilinmeyen birçok zor cephede savaş kazanmış paşaları ve önemli
yiğitleridir bu davanın. En güzeli de o yiğitlerin payesini onlara veren, emir
alacakları hiçbir yerin olmamasıydı. Devletlerinin bekasından başka bir sevdası
olmayan bu yiğitlerin, çoğu zaman devletini yöneten büyükleri tarafından bile
fark edilmemesi bu sevdayı kara sevdaya dönüştürdü de; “derdimi seviyorum” anlayışından hareketle sevdalarından vaz
geçmediler.
Davanın başka partilerden
milletvekili olma çabası veren bir zamanların büyük ağabeyleri orada mücadelelerini
vere dursunlar. Hâlâ Anadolu’nun bağrından, kendi genetik kotlarından, âdemiyetinden,
davasından zerre kadar taviz vermeyecek garip ve yüzü hüzünlü gençleri
yetişmeye devam etmekte ve ocaklarında türkü eşliğinde çay ve tütün içmeyi
sürdürmektedirler. Önemli üniversitelerde önemli fakültelere giremeyenleri
polis, özel harekâtçı olarak vatanlarını resmi görevli sıfatıyla beklemenin de
yolu açılmıştır ki ölümüne ülkesinin sınırlarına koşan ocaklılar, devletinin
bekasına zarar verecek her türlü hücuma göğüslerini siper etme yaşına
gelmişlerdir artık.
Elinizdeki kâğıtta yazılı adresi
aramak için yarı metruk bir iş hanının merdivenlerinden çıkarken, yüreğinize
işleyen bir türkünün, tırmanmakta olduğunuz merdivenlere kadar gelen payınızı
aldığınız anda, yolunuzu türkünün geldiği yere doğru çevirip girin içeri ve
soluklanın bir bardak çay ve türkü eşliğinde. Çünkü orada hâlâ bağlama çalan
bir genç vardır ve etrafında yeni terlemiş bıyıkları hilal olmaya yüz tutmuş
memleket sevdalısı gençler, cümle imkânsızlıkları içinde vatan-millet nöbeti
tutmaya devam etmektedirler.