-Selamünaleyküm.
-Vay,
aleykümselam müdürüm.
-Estağfurullah
siz benim müdürümsünüz.
-Hayır
efendim. Ben bilgisayar başında garip bir memur iken zat-ı âliniz üzerimize
müdür olarak geldiniz.
-Evet.
Ben oraya gelmeden muhasebe müdürlüğü yaptığımı söyledim. Bu doğru. Fakat
Pazarcık ovasında çapa kazdığımı, pamuk topladığımı da söyledim. Sen hem
müdürlüğü ve hem de belediye başkanlığını bitirmiştin ben o karşındaki masaya
oturduğumda.
-Tamam
da çapa kazmak, pamuk toplamak bir üstünlük değil ki, ona kaldıysa ben yazıda kamyondan
gübre bile indirdim, tarla başlarında bel ile ne sulama kanal açtım.
-Ya
neyse on beş yıldır çözemediğimiz işi bugün mü çözeceğiz müdürüm? Hayırlı olsun
dükkân açmışsın haberimiz yok. Ben zamanında sana “Aman ha aman, sakın ha sakın
git bir pazarcının yanında maydanoz top et, marul yaprağı temizle, “gel
vatandaş gel” diye bağır ama dükkân mükkân açma. Bu işler bizim gibi el yanında
çalışan adamlara uygun işler değil” demedim mi? Nasıl market açtığımı; atımı,
arabamı satıp sermaye ettiğimi, en son dükkânı devrederken oturduğumuz evi de
sattığımı ve yine de borçlarımdan zor kurtulduğumu anlatmadım mı?
-Şey…
Müdürüm anlattın anlatmasına da bizim burası Nasrettin Hoca’nın türbesi gibi
bir yer. Yani kapı var ama duvar yok. Gördüğün gibi öyle ortalıkta alınıp
satılacak bir şey de yok. Burada laf satıyoruz. Onun da sermayesi yok.
Satamadığımız boğazımıza kalmıyor, zarar etmiyoruz.
-Vallahi
helal olsun. Çalım satanı, caka satanı gördüm ama laf satan! İlk defa seni
görüyorum müdürüm.
-Zeki
geldi yanıma epey oldu. Sizin firma bir bina inşaatı ihalesi almış. Bu tarafta
bir şehirden denetlemeye gelip gidiyorlarmış ama esas kontrollük Ankara’daymış,
“Müdürünün başı dertte” dedi. “Ankara’nın adamıyla uğraşmak zor.”
-Zalım
Zeki. Onu bile anlattı mı? Allah bilir daha neler anlattı?
-Yok.
Sadece “Trabzon Caddesinde kucağında kalın siyah bir poşetle hızlı hızlı giderken
hafiften bir omuz vurdum telaşından fark etmedi müdürüm.” dedi bir de…
Acındırdı bizi.
-Çok
şükür kurtulduk müdürüm Ankara’nın adamından da bu tarafın adamından da. Düşünsene;
akşamüstü boğazımda kravat, sırtımda tiril tiril lacivert bir takım elbise; beldesinde
hükümete yaptırılacak bir sürü işi olan bir kasaba belediye başkanının bakan
karşılaması gibi, memleketin en lüks otelinin önünde, güneşin son ışıkları
altında karayılan gibi yalp yalp yanan siyah bir arabanın arka sağ kapısını
açıyorum. Aynı anda arka sol kapı da açılıyor. İki kapıdan neredeyse ikiz
zannedilecek iki adam çıkıyor. Gülme filan yok. Bütün ciddiyetimle adamları
karşılıyorum. Hafif tebessüm eder bir yüzle “Hoş geldiniz” diyorum. Bir
taraftan bizim şoför bir taraftan otel görevlileri seferber oluyorlar
misafirlerin valizlerini odalarına taşımak için. Ha, ikisini bir kişi taşır ama
o zaman da iki adamın valizi bir adamlık olmuş olur. İşin sonu adamı adam
saymamaya kadar gider. Bir müddet dinlenmeleri, duş alıp rahatlamaları ve
sonrasında akşam yemeğini beraber yemek üzere odalarına yolcu ediyorum asansörün
kapısını kapatarak adamları.
Lobide
saçları inek yalamış gibi jöleli, beyaz gömlek, delme yelek, papyonlu bir
garson; elips şeklinde, gayet geniş bir tabak içerisinde -buna bardak altlığı
denemez çünkü- küçücük bir bardak çayı önümdeki sehpaya bıraktı. Sağ ayağımı sol
ayağımın üzerinden indirmeden ve belli belirsiz bir tebessümle teşekkür ettim
garsona. Bahşiş de verdim tabi. Çayımı bitirmiş, ayak ayaküstünde elime aldığım
gazetenin daha ikinci sayfasını çevirmiştim ki, bizim misafirler tepemde
bittiler. Ne duş almışlar ne üst baş değiştirmişler. Klozetin kapağını kaldırıp
ayakta defi hacet edip, yüzlerine birer avuç su serpip inmişler sanki. Hatta
“sanki”si bile fazla. Gömleklerinin yakasındaki ıslaklık çıplak gözle
görünüyor.
Siyah
arabanın biraz önce açtığım kapısını, açarken göstermiş olduğum ciddiyet ve
titizlikle, misafirler arka koltuğa yerleştikten sonra tekrar kapattım ve ön
koltuğa geçip oturdum.
Memlekette yöresel yemekleriyle
ünlü -öyle diyorlar- bir lokantanın altı kişilik masasına kurulup oturduk.
Lokantada yiyecek; ekşili çorbadan, kuru dolmasına, içli köfteden, mercimek
köftesi-ekşili turşudan, kısıra, mumbardan, püsük köftesine, et, balık, tavuk
ne varsa masanın üstünü donattı garsonlar. Beraberce yedik içtik. Üstüne tatlı
dondurma…
Aman kadalarını alım müdürüm; karınları
doyunca adamları gicimik tuttu -yerinde duramamak, huysuzlanmak-.
Okey oynayacak bir kahve!
Yoldan geldiniz. Yoruldunuz. Sonra,
buraların kahvelerinde millet ot atar etrafa tükürür. Taşı gelmeyen, kâğıdını
beğenmeyen söver. Çayları çıkışmak için son oyunu oynayanlar, oyun bitiminde
dövüşürler. Sigara dumanından elinizdeki taşın rengini seçemezsiniz. Ne kadar
dil döktüysem para etmedi. Domino oynayanlar, ellerindeki taşları dizerken
gavura vurur gibi vururlar masaya. Tavla oynayanları artık siz düşünün. Yok… İlla
bir kahve. İlla okey. Hayır, büroya yakın bir yerde bir kahve var, var amma ne
gittim ne oturdum. Kaldı ki bu yaştan sonra kahvede ne işim var benim? Bir
yüzüm ağlar bir yüzüm güler, sırtımda takım elbise, boğazımda kravat, ayağımda
öğlen boyattığım, patronun seçim zamanı parti delegelerine alırken bana da
aldığı kundura, jilet gibi tıraşlı bir yüzle vardık kahveye. Kahveci garibim
bizi görünce telaşlandı, ben hemen konuya girdim, “iki el” dedim “okey oynamak
istiyoruz”. Kahveci tuttuğu soluğunu, ciğerinden boşalttığı sigara dumanını
bırakır gibi bir zevkle bıraktı, ağzındaki yüreği yerine oturdu. Hemen bir masa
kuruldu. Masamızın üstünde yeni bir kutu okey takımı açıldı. Değiştirilmiş
kadife masa örtüsünün üzerine itinayla bırakıldı. Bir el, iki el, … dokuz el.
Laf uzun müdürüm. Patron geldi bizim şoförün yerine; iri kafalı kısa saçlı,
göbekli fışlak, şişman, mavi gömlekli heyet üyesinin sağına, benim karşıma
oturdu. Öteki adamı da tarif edeyim mi? Çok kolay: Gömleği beyaz! Geri yeri hep
aynı. Emmioğluymuş zaten bunlar. Canım böyle de oyun olmaz ki, elim ayağıma
dolaşıyor. Karşımda patron. Taş alırken yarısını yere düşürüyorum. Elim titriyor.
O telaş içerisinde kahvecinin kulağıma doğru eğildiğini hissettim. “Şey… Efendim
saat geldi. Kapatacağız da oyun bitince…” gibi bir şeyler söyledi...
Aslında bizim heyet altı kişiden
oluşuyormuş. Üçü Ankara’dan, diğer üçü de bu taraftaki bir şehirden
geleceklermiş. Ankara’dan gelecek üçüncü adam bunların en büyüğüymüş. Onun bir
işi çıkmış, sabaha burada olurmuş. Diğerleri de o gelmeden gelirlermiş. Bunlar,
o başlarında olmadan güneşten gölgeye gidemezlermiş.
Unutmadan söyleyeyim de müdürüm,
akşam kahvenin erken kapanmasına kızan heyet üyeleri, sabahın köründe büroya
bir okey takımı aldırdı. Sütçü İmam Türbesi, Maraş Kalesi, Kapalı Çarşı, tarih,
turizm, duvarlardaki eski eşyalara bakarak pastanede dondurma yeme, gezme,
görme tekliflerimiz beş kuruş etmedi. Bundan sonrasını tahmin edersin.
Yerimizden kalkmadan okey… Yemek? Bir elinde okey taşı, diğer elinle ne
yiyebilirsen o türden yiyecekler.
İkinci gün ekip tamam oldu. Yaptığımız
iş beğenildi. Oy birliğiyle “kabul” edildiğine dair evraklar imzalandı. Bu
taraftaki şehirden gelenler, yanlarında bir kısım hediyelerle evlerine
gittiler. Büyük adamın yakın bir şehirde akrabaları varmış o da büyük adama
yaraşır bir kısım hediyelerle gitti.
Telefonum çaldı arayan patron. “Şunlara
birer otobüs bileti al gönder Ankara’ya.” Aman abi kol dayamayı açmayı unutma
diye şoföre döne döne tembih ederek adamları evlerinden aldırdık, siyah
arabanın arka koltuğunda getirttik. Şimdi otobüsle göndermek hoş olur mu? Ne kadar dil döktüysem olmadı. Adam “bilet”
diyor…
Yaşar Kemal’in İnce Memed’inde
bir Ali vardı. İzci Topal Ali: İnce Memed’in ölüm haberi kasabaya ulaşınca,
Karadağlıoğlu Murtaza Ağa, verdiği tabancayı elinden alıyor, sırtındaki
elbiseleri soyup don gömlek kovuyordu ya Ali’yi. Topal Ali gibi don gömlek
kalakaldı ortalık yerde bizim Ankaralılar. Sanki dün akşam siyah arabadan değil
de ön koltukta bir davulcu, arka koltuğun ortasında bir zurnacı, cam
kenarlarında kendiler, ellerinde boş şişelerle damalı bir piyasa taksisinden
inmişlerdi otelin önüne.
İkindi
oldu. Akşam oldu. Otelden yer ayırtılmadı. Telefon telefona. Arayan arayana… Bizim
kırık ayak takımı otelin lobi dedikleri yerinde bekliyor. Yatsı namazına doğru
bu taraftaki şehirden gelenlerden bir telefon daha geldi. Telefondaki ses “Allah’tan
korkun. Adamları hiç olmazsa filan şehre kadar gönderin. Orada yatıp sabah
Ankara’ya geçsinler bari.” diyor.
Siyah
arabayla gelen heyet üyeleri, kol dayaması olmayan, arkası kesik bir araçla
gece yarısına yakın, filan şehre doğru yola çıktılar.
NOT: Satılan, anlatılan ve
yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası
yoktur. Bu hikâyenin yazımı esnasında hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder