SANA DEĞİL SİZE/Hacı Ahmet ERALP

   


 Ferhat'a

seninle bir sokakta yürüyoruz
kimse görmüyor yanımdaki seni
çiğdem örtülü bahçeler yeşeriyor
yaşama sevincinden bahsediyorsun
seninle bir sokakta yürüyoruz

yeni şeyler söylüyorsun bize
ölüm çağıran feryatlarımıza kızıyorsun
ve yokluğun tüm renkleri beliriyor
sarılıyorsun hüzünlü gülüşlerinle
yeni şeyler söylüyorsun bize

göz yaşı silen bir notaya dokunuyorsun
bir dostun bir dağa doğru 
nasıl koştuğunu resmediyor
parmakların yeni bir nota buluyor en tepede
göz yaşı silen bir notaya dokunuyorsun

ateşin şekil bulduğunu öğreniyoruz
bulutlar adını yazmak için yarışıyor
Hazreti Su mürekkepten azizdir
tercümesi gökyüzünü ferahlatıyor
ateşin şekil bulduğunu öğreniyoruz

riyazet öğütlüyor ziyaretlerin
kız çocukları hala güvende değil dünyada 
babaların üstü başı toz içinde
hanımeli kokusu sarıyor her tarafı 
riyazet öğütlüyor ziyaretlerin

adına sarıldım bugün
sorusu o kadar bizdendi ki
sımsıkı sarıldım sana
şiir yazdı kayalara ettiği merhametle
adına sarıldım bugün

NARİN (Şiir)/Nurcihan KIZMAZ


Gelmezsin biliyorum ama ben beklemeyi seviyorum,
bir de eylül ayı gelmeye görsün
sarıya çalar bekleyişlerim,
umut işte ,ne yaparsın
öyle kolay terketmiyor hücrelerini,

Ne gidenler dönüyor geri,
ne de yitip giden insanlık,
kimse koymuyor da
taşın altına elini,
iyi biliyor saklamayı bir masumun
Narin  bedenini.

Gökyüzüne matem
sonbahara sitem karışır,
ahlak sükut edince
meydan namerde kalır
iblis ile yarışır.

BENİM PENCEREMDEN TEKİR ORTAOKULU VE BİZİM SINIF (Anı Hikâye)/ Teyfik KARADAŞ



Döngel Köyü İlkokulun dan 1980 yılının mayıs ayında mezun oldum. Aynı yıl komşu köyümüz Tekir'de bulunan Tekir Ortaokuluna kayıt oldum. Bizim köyden benden başka ortaokula kayıt yaptıran öğrenci olmadı. İhtilalden iki gün sonra 14 Eylül 1980 tarihinde ortaokula başladım. Okula gitmeden önce ortaokul binasını zihnimde laboratuvarları olan, derslikleri kocaman, bahçesinde futbol, voleybol sahası bulunan gelişmiş modern bir bayındırlık yapısı olarak hayal ediyordum. Okula başladığım gün okuyacağımız derslikleri görünce hayalî hüsrana uğradım. Ortaokulun kendi binası yok. Eğitim Tekir Köyü Camisinin bodrum katında bulunan dersliklerde devam ediyor. Derslikler yirmi metrekare genişliğinde. Tuvaletler caminin dış kısmında yer alıyor. Cami cemaati ile öğrenciler aynı tuvaletleri kullanıyor. Müdür odası caminin giriş kısmının sağ tarafında yer alıyor. Müdür, müdür yardımcısı, memur, hizmetli ve öğretmenler aynı odayı kullanıyor. Dersten geç çıkan öğretmene müdür odasında oturacak sandalye kalmıyor. Okul olarak kullanılan yer fiziki yönden çok vahim durumda. Okul bahçesi bir voleybol sahası büyüklüğünde ancak var. Bütün imkânsız şartlara rağmen, Tekir’de ortaokul olması bizim için büyük bir imkân, büyük bir şanstı. Eğer Tekir’de bu ortaokul olmasaydı hiçbirimiz şehre gidip okuma imkânına sahip değildik.

Birinci sınıfa başladığımız ilk gün sınıf arkadaşlarımızla tanıştık. Aradan yarım asra yakın süre geçtiği hâlde hepsinin ismi dün gibi aklımda. Sınıfımızda Tekir Köyü merkezinden Erol Aygün, Gülcan Gözükara, Metin Gözükara, Şükrü Kayıran, Ali Terlik, Veysel Coşkun, Muazzez Akçadağ, Emiş Bacak, Alaçayır Obasından Yakup Kaşık, Ramazan Kara, Adnan Akkoyun, Yakup Ceyhan, Gösteren Obasından Bekir Akçadağ, Hacıveliler Obasından Âdem Karaca, Döngel Köyü merkezinden Teyfik Karadaş, Kocalar Obasından Şahin Çaka, Mehmet Çaka, Yeşilgöz Obasından Yılmaz Demir, Yıldırım Demir olmak üzere toplam on sekiz öğrenci vardı. Okulun toplam öğrencisi elli kişi civarındaydı.

Bu öğrencilerden Şükrü Kayıranın babası ilkokul müdürü, Veysel Coşkun'un babası sağlık memuru ve Muazzez Akçadağ'ın babası orman muhafaza memuru olarak görev yapıyordu. Emiş Bacak ise orman muhafaza memuru olan dayısının yanında kalıyordu.

Diğer on dört öğrenci o yörenin insanıydı. Köylerimiz farklı bile olsa bazı arkadaşlarımızı yakinen, bazı arkadaşlarımızı şahsen tanıyorduk. Adnan Akkoyun ve Âdem Karaca ilkokuldan sonra ara verdikleri için yaş olarak bizden biraz büyüktü. Ortaokula geldiklerinde sakal tıraşı olmaya başlamışlardı.

Okulumuzda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni ve Okul Müdürü Bekir Ayhan, Sosyal Bilgiler Öğretmeni ve Müdür Yardımcı Cemal Çiçek, Sosyal Bilgiler Öğretmeni Kâmil Aşık, Türkçe Öğretmeni Mehmet Kurtar, Matematik Öğretmeni Yaşar Tutar, Matematik Öğretmeni Necati Alpay ve Fen Bilgisi Öğretmeni Ali Turan olmak üzere toplam yedi öğretmen görev yapıyordu.

Okulumuzun kâtibi İbrahim Yılmaz ile emektar hizmetlimiz Ramazan Kara abiden bahsetmeden geçsem vefasızlık yapmış olurum. Ramazan abi okulun her yerini temizler, sobaları yakar, öğretmenlerin çaylarını demler ve okulun her yerini yılda en az bir kere boyardı. İbrahim abi ise ihtiyacımız olursa daktilo ile dilekçelerimizi yazardı. Okulumuz öğretmeni öğrencisi ve diğer çalışanlarıyla birlikte büyük bir aile gibiydi.

Okulun ilk günü bismillah diyerek derslere başladık. Mehmet Kurtar Türkçe ve Resim derslerimizi okutuyordu. Branşı Türkçe olduğu halde Resim dersinde müfredatta uygun şekilde işliyordu. Kara kalem, sulu boya, pastel boya çalışmalarını usulüne uygun olarak yaptırıyordu.

Yaşar Tutar Matematik ve Trafik derslerimize geliyordu. Trafik dersini de Matematik dersi kadar ciddiye alıyordu. Bu ciddiyetin yıllar sonra sürücü belgesi alırken büyük faydasını gördüm. Kâmil Aşık Sosyal Bilgiler ve Beden Eğitimi dersimizin hocasıydı. Sosyal Bilgiler dersini bir tiyatro oyuncusu edasıyla zihnimizden çıkmayacak şekilde anlatırdı. Beden Eğitimi dersinde şınav, barfiks gibi zor olan hareketleri bile usulüne uygun olarak yaptırdı. Ali Turan Fen Bilgisi öğretmenimizdi. Köyde elektrik olmadığı için caminin aküsünü kullanarak deney yaptırırdı. Cemal Çiçek İngilizce dersimizi ve Müzik derslerimizi okuturdu. İngilizce dersinde bir yılda bin kelime öğrenerek iki sayfalık kompozisyon yazabilecek seviyeye ulaştık. Müzik dersinde ise bol bol türkü söyledik Bekir Ayhan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini gayet ciddi şekilde işlerdi. Necati Alpay İş ve Teknik dersinde erkek öğrencilere ecza dolabı, sınıf kitaplığı gibi kalıcı eserler yaptırırken, kız öğrencilere makrome, seccade gibi işe yarar çalışmalar yaptırdı.

Okulun her tarafı buram buram disiplin kokuyordu. Disiplin konusunda hiçbir öğrenciye taviz verilmiyordu. Ben biraz haylaz öğrenci olduğum için disiplin cezası almasam bile iki öğretmenden dayak yediğimi hatırlıyorum.  Bana tokat atan hocalarımızın ellerinde gül bitsin. Derslerine çalışmayan, devamsızlık yapan öğrenciler kesinlikle sınıfta bırakılıyordu.

Birinci sınıfın sonunda Ramazan Kara, Ali Terlik, Erol Aygün ve Metin Gözükara sınıfta kaldı. Yakup Kaşık ve Veysel Coşkun yatılı okul sınavını kazanarak Kahramanmaraş Gazi Ortaokuluna gittiler.  Sınıf mevcudumuz bir anda on iki kişiye düştü.

Ben okula gitmek için altı gidiş altı geliş olmak üzere toplam on iki kilometre yol yürüyordum. Yesilgöz ve Hacıveliler Obasından gelen arkadaşlar on kilometre, Alaçayır ve Gösteren Obasından gelen arkadaşlar altı kilometre yol yürüyorlardı. Toros dağlarının engebeli arazi ve soğuk hava şartlarında ayakta bot, sırtta mont olmadan yoğun kar yağışı altında yol yürürken çektiğimiz zorlukları hatırlayınca bazen mutlu oluyorum. Bazen de duygulanıp ağlıyorum. Öğle yemeği saatinde bakkaldan yarım ekmek, yüz gram zeytin alarak karnımızı doyurduğumuz yoksul günlerimiz belki de başarımızın ilham kaynağı olmuştur.

Ortaokul ikinci ve üçüncü sınıfta da aynı azim ve kararlılıkla okulumuza devam ettik.  İkinci ve üçüncü sınıfta sınıfımıza gelen ve giden arkadaşların isimlerini hatırlamıyorum. Okulumuzda sadece derslerde değil, sosyal faaliyetler dede başarılı üç yıl geçirdik. On Dokuz Mayıs Gençlik ve Spor Bayramlarında yaptığımız gösteriler fevkalade güzel olurdu. Biz ateş çemberinin içinden atlarken bizim yerimize seyirciler yanacağız diye korkardı. Münazara yarışmasına hazırlanırken yaptığımız araştırmalar ve can alıcı konuşmaları bugünkü üniversite öğrencileri dahi beceremez.

Jandarma Karakolunun arkasına devlet vatandaş iş birliği çerçevesinde yapılan ortaokul binasının inşaatında amele olarak çalıştığımız günleri unutmak mümkün mü? Orman yangınını söndürmeye götürülmemiz akıl işimi. Şimdi hangi veli çocuğunun orman deposundan kamyona okulun odununu doldurmasına razı olur. Biz Suçatı Orman Deposundan kamyona okulun odunu nu doldurduk. Orman yangını söndürmek için dağlara gittik. Belki de şu anda hatırlamadığım başka işlerde yaptık. Mantık olarak yanlış olsa bile yaptığımız bu işler bizim hayata hazırlanmamıza katkı sağladı.

Üç yıl okuduktan sonra Tekir Ortaokulundan zor şartların başarılı öğrencileri olarak mezun olduk. Mezuniyet töreninde;

Ayrılık günleri geldi yaklaştı

İçime bir sızı düştü arkadaş

Üç A sınıfına elveda olsun

Üç yılımda burda geçti arkadaş

Dörtlüğü ile başlayan hüzünlü bir şiir okuduğumu biliyorum. Ortaokul bittikten sonra arkadaşlarımızın kimi Endüstri Meslek lisesine, kimi Ticaret Meslek Lisesine, kimi Kahramanmaraş Lisesine giderek memleketten ayrıldılar. Çeşitli ailevi sorunlar nedeniyle lise eğitimine devam edemeyen arkadaşlarımızda oldu.  Her arkadaşımızın hayat hikayesini uzun uzun anlatmadan kısaca bugün ki durumlarını anlatarak konuyu bitirmek istiyorum.

Adnan Akkoyun ortaokulu bitirdikten sonra yurtdışına gitti. Şu anda yaşamına Fransa’da devam ediyor.

Âdem Karaca liseyi bitirdikten sonra infaz koruma memuru oldu. Halen Türkoğlu Açık Cezaevinde infaz koruma memuru olarak çalışmaktadır.

Bekir Akçadağ liseyi bitirdikten sonra polis memuru oldu. Şu anda emekli polis memuru olarak İzmir'de ikamet etmektedir.

Yıldırım Demir liseyi bitirdikten sonra röntgen teknisyeni oldu. Şu anda Kahramanmaraş Diş Hastanesinde röntgen teknisyeni olarak çalışmaktadır.

Mehmet Çaka liseyi bitirdikten sonra özel sektörde çalışmaya başladı. An itibariyle Kahramanmaraş’ta bulunan bir tekstil fabrikasında yönetici olarak görev ifa etmektedir.

Şahın Caka ortaokuldan sonra ticarete başladı. Alanya'da uzun süre marketçilik yaptı. Şu anda Kahramanmaraş’ta yaşamaktadır.

Yakup Ceyhan askerlikten sonra Tekir Belediyesinde memur olarak görev aldı. Halen Kaski’de muhasebe memuru olarak çalışmaktadır.

Teyfik Karadaş Eğitim Fakültesini bitirdikten sonra Millî Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. Kurumlar arası nakil yoluyla Gaziantep Üniversitesine geçti. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesinden şube müdürü olarak emekli oldu.

Şükrü Kayıran Üniversiteden Jeoloji mühendisi olarak mezun oldu. Mezuniyet inden sonra Kahramanmaraş’ta serbest Jeoloji mühendisi olarak çalışmaktadır. Kurak arazileri yeşertmek için sondaj çalışması yapmakta ve aktif siyasetle uğraşmaktadır.

Yakup Kaşık üniversiteden maden mühendisi olarak mezun oldu. Anadolu üniversitesinde memur olarak göreve başladı. Halen Kahramanmaraş AÖF şube müdürü olarak görev yapmaktadır.

Veysel Coşkun Üniversitesi den sağlık bilimleri lisansiyeri olarak mezun oldu. Halen Erdemli Sağlık Meslek Lisesinde meslek dersleri öğretmeni olarak çalışmaktadır.

Yılmaz Demir Üniversiteden metalürji mühendisi olarak mezun oldu. Çeşitli kurumlarda metalürji mühendisi ve yönetici olarak görev yaptı. Botaş Doğalgaz Bölge Müdürü iken emekli oldu. Halen Türk Akım A.Ş de üst düzey yönetici olarak çalışmaktadır.

Bayan arkadaşlarımızla ilgili olarak kesin olmamakla birlikte;

Gülcan Gözükara’nın türban nedeniyle liseden ayrılarak Kahramanmaraş'ta tekstil sektöründe iş yeri açtığını, Emiş Bacak'ın ortaokuldan sonra okuyamadığı ve evlenerek Konya'ya yerleştiğini, Muazzez Akçadağ'ın hemşire olarak görev yaptığını bilgisine ulaştım.

Tekir Ortaokulundan sınıf arkadaşlarımın eğitim ve iş hayatında gösterdikleri başarıdan her zaman iftihar ettim. Bundan sonra da iftihar etmeye devam edeceğim. Bizden önceki ve bizden sonraki sınıflarda aynı başarının olmadığını biliyorum. Bu nedenle sınıf arkadaşlarımla gurur duyuyorum.

Dersimize gelen hocalarımızdan Yaşar Tutar’ın memleketi Elâzığ’da genç yaşta vefat ettiğini öğrendim. Yaşar Hocama Yüce Mevla’dan rahmet diliyorum.

Bekir Ayhan hocam ve Mehmet Kurtar hocam Kahramanmaraş'ta, Cemal Çiçek hocam Malatya'da, Ali Turan hocam Kocaeli’nde, Kâmil Aşık hocam Konya’da ve Necati Alpay hocam Kütahya da emekli olarak hayatlarını devam ettirmektedirler.

Hocalarının hepsiyle sık olmasa da görüşüyorum.

Bütün hocalarımızdan Allah razı olsun. Hepsinde sağlıklı uzun ömürler diliyorum.

 Her şey bir hayal ile başlar. Ortaokuldaki sınıf arkadaşlarım ve hocalarımla bir yaz günü Tekir'de bir araya gelip hasret gidermeyi hayal ediyorum. Bu hayalimin çok kısa bir sürede gerçekleşeceğine inanıyorum. Sürçü lisan etmişsem şimdiden özür diliyorum.

Hocalarımın ve sınıf arkadaşlarımın hepsine de ayrı ayrı selam ve sevgilerimi gönderiyorum.

Geçmiş zaman olur ki hayalî cihan değer.

HİCRET (Şiir)/Samet YURTTAŞ

 


Kırkikindi geçti üzerinden

Kerpiç evler yağmur damıtırken

Nazlanmadı

Sitem etmedi

Dizlerini kırarak göçebe çadırını

Kurdu bozkıra

Alnını ve karnını doyurduğu

O hep bilindik sofraya

 

Kırkikindi geçti üzerinden

Bir zırh gibi kuşandı

Kıbleyi gösteren rüzgârı

İbrikteki son suyu da

Ağaçlara bağışladı

Taştan ve topraktan ve kumdan

Alnını mahrum eden

Seccadeyi kaldırdı

Alnında kırk izle Kâbeye vardı

 

Kırkikindi geçti üzerinden

Eğildi

Toprağın bağrındaki yangına su taşıyan

Kırk karıncayı saydı

Çoktular

Gökteki yıldızlar kadar

Kırkikindi geçti gökteki hicreti

Anlayana kadar

SEN DEĞİL SİZ (Şiir)/Ferhat ALTUN



 H. Ahmet ERALP'e


seninle bir bahçede oturuyoruz
kimse anlamıyor söylediklerini
gülden bir duman oluyor sigaran
ölümlü kentlerden konuşuyorsun
seninle bir bahçede oturuyoruz 

eski bir masaldan getiriyorsun
kalbi kırık çocukların sesini
ve dünyanın bütün çıkmazlarında
gezdiriyorsun bizi ellerinle
eski bir masaldan getiriyorsun 

yüz ağartıcı bir türkü söylüyorsun
bir oğlanı bir  türküyle şuracıkta
başucunda döne döne sırlıyorlar
susuyorsun bazen sazın konuşuyor
yüz ağartıcı bir şey söylüyorsun

demirin gökten indirildiğini anlıyoruz 
sen gurbette bir sümbüle gülünce
çiçeklerin ve insanların dilinden
bin miligramlık şiirler şerh ediyorsun
demirin gökten indirildiğini anlıyoruz 

yüklendiğin o ağır gök şimdi bir
ayrılık şarkısı döküyor sakallarına 
bir yaşamak kırıntısı oluyor 
bahtiyar yüzünü gören ne varsa 
gidiyorsun artık ağır göğe aldırmadan

onlar mı geliyorlar yoksa biz mi gidiyoruz
tabiate ad vuruyoruz dostların lügatinden
ölüler ıslanır mı acıkır mı üşür mü bilmiyoruz
nasıl ki bilmiyorsak ölü mü diri miyiz
onlar mı geliyorlar yoksa biz mi gidiyoruz

HASAN EJDERHA İLE KİTAPLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ/Enver ÇAPAR

 Enver ÇAPAR: İkinci şiir kitabınız “Ceylanla Ağlamak” nedir şairi ceylanlarla beraber ağlatan, yaralı bir ceylanın gözleri mi vurdu sizi?


Hasan EJDERHA: Önce kitabın adını konuşalım. “Ceylanla Ağlamak” Kitabın ilk adı; yani uzaktan görünüş adı… Yakın adı ise; yani kitap ile hem hal olunduğu andaki adı ise: “Marallar Oymağında Bir Ceylanla Oturup Ağlamak”  Evet, yaralı bir ceylanın gözleri vurdu beni. Sorunuza aynen “evet” diyorum. Lakin mecazi bir ceylan buradaki ceylan. Bizim fikrimiz, estetiğimiz, gönlümüz, aşkımız hep yaralı, hep yaralı olarak gelmiş, yaralı olarak gitmektedir. Belki de biz hüzün medeniyetinin çocukları yaralı olmalıydık. Yani dertli olmalıydık. Elhamdülillah ne kadar çok derdimiz var değil mi? Biz de derdimizi öyle çok seviyoruz ki; bakınız “elhamdülillah” diyoruz. Ne güzel ediyoruz.  Biz dertlerimizi seviyoruz ve dertlerimiz için hamdediyoruz.

Enver ÇAPAR: Kuşların cıvıltısı çocukların şarkılarına karışıyor şiirlerinizde, kuş olup uçmak mı şiir yazmak?

Hasan EJDERHA: “Kuşların cıvıltısı çocukların şarkılarına karışıyor şiirlerinizde” Bu ifadeniz bir şair için mutluluk verici. Ayrıca soru öyle şiiriyetli ki şiir konuşurken, şiir kitabı konuşurken böylesine güzel bir soru her şairi mutlu eder. Evvela sorunun güzelliği için teşekkür ederim. “kuş olup uçmak mı şiir yazmak?” Biliyor musun Enver Hocam? Bu soru ile ilgili yetmiş iki saat konuşabiliriz. Kelimelerin kanatlarında havalanarak ses avcılığına çıkmak, şiire kanatlanmadan önceki halinden çok çok farklı olarak göklere çıkmak “kuş olup uçmak” değil de nedir? Tekraren belirtmeliyim ki tabirinizi çok sevdim. Öyle bir uçmak ki şiir yazmak: Normal bir uçmak da değil; esrik bir halde uçmak, bazen ne söylediğinin farkına söyledikten sonra varmaktır. Bazen öyle bir mısra söyler ki şair; şaşırır kalır mısraı söyleyince. Şaşırıp kaldığı o mısra ile ilgili ne bir beslenmesi vardır oysa ne de üst bilgilenmesi; ama söylemiştir. Söyleyince bir daha uçar şair. Bu defa daha önce hiç kanat çırpmadığı yeni bir alanda uçmaktadır artık. Böylece şiirdeki macerası da başlamış olur.

Enver ÇAPAR: Eline bir taş alıp dev bir tankın karşısına dikilen Filistinli bir çocuğun resmi geliyor gözümüzün önüne, şiir yazılmaz da yazdırılır mı yoksa?

Hasan EJDERHA: Yunus demiş ya en güzelini: “Behey Yunus sana söyleme derler
Ya ben öleyim mi söylemeyince” 
Dünyanın hali ortada. Nerede Müslüman varsa hepsi mazlum. Zulüm üstüne zulüm… Zulüm altında inleyenler tükeniyor da neredeyse, zalim zulme doymuyor bir türlü. Hadi şair ol da yaşa bu dünyada; söylemeden yaşa yaşayabiliyorsan. İnsanın, görünce, duyunca, canını çıkaracak hadiseler oluyor dünyada her saniye. Bir de vurdumduymazlıkları, kanıksamaları, aymazlıkları, hainlikleri düşünün yeryüzünde gün be gün derecesi artan hainlikleri. Öyle hainlikler ki; hainlik yapılan insanlara hainliklerini fark ettirmeyecek kadar büyük ve iyi hesaplanmış hainlikler… Çiçekler tepeleniyor. Çocuklar ölüyor. Anneler ölüyor. Dünyanın İslam Mimarisine ait envanteri de bu arada yer ile yeksan ediyor. Canların yanında İslam Estetiğine ait, İslam varlığına ait ne varsa sanki bilinçli olarak yok edilmeye çalışıyor. En acısı da bu değerlerin sahipleri tam olarak farkında değil olanların ve ağlamak şairlere düşüyor. Böyle bir kargaşada o kadar kısık çıkıyor ki şairlerin feryatları; kimseler duymuyor.

Enver ÇAPAR: “Hasta Anneler Ülkesi” şiiriniz bir hüzün sağanağı annelerinden mi alır şairler ilhamlarını?

Hasan EJDERHA: “Hasta Anneler Ülkesi” şiiri: Filistin’den Bosna’ya, Çeçenistan’dan Afrika’ya kadar, oradan benim, yirmi beş yıldır omurilik felcinden dolayı ayakları tutmayan anneme kadar bütün annelerin şiiri. Filistin’de, boynundaki mavi kurdeleli emziği ile ölen çocuktan, Gazze’de yüzü yaralanan minicik kız çocuğuna, Şam’da, Halep’te, Bağdat’ta, dünyanın bilmem neresinde ölen çocuğun annelerinin ve annesi ölen çocukların hüznüdür “Hasta Anneler Ülkesi” şiiri. Dünyada Annesi ölen çocuklar ile Çocuğu ölen annelerin hüznü birikti ve benim annem penceresinden hüzün sağanağına dönüştü yüreğimde. Bu yangından ortaya çıktı “Hasta Anneler Ülkesi şiiri.

Enver ÇAPAR: Niçin şiir yazıyorsunuz? Beslendiğiniz kaynaklar neler?

Hasan EJDERHA: “Ya ben öleyim mi söylemeyince” mısraında olduğu gibi. Bunca hal içinde söylememek olur mu? Kaldı ki söylemeden zaten yapamaz şair. Belki dünyadaki bunca hallerden neşet ediyor şiir. Esas manada şiir bu değildir belki de. Belki de bir feryat şekli, bir itiraz şeklidir bu şiirler. Belki de şiir bambaşka bir şeydir. Belki de biz şu anda şeytan taşlamaktan namaz kılmayan vakit bulamaz bir durumu yaşıyoruzdur şiir noktasında. Oysa medeniyetin şiirini yazmak, medeniyetin güzelliklerini, mısraların estetiğinde damıtmak daha lezzetli olsa gerektir şiir ve şair açısından.

Beslendiğim kaynaklara gelince: Buraya kadarki sohbetimizde bahse konu acılarla beslenmişiz esasında. Diğer taraftan üstatlar manasında da beslenme kaynakları var elbette. Divan edebiyatı şerhlerinin kıyısından bucağından tırtıklamalarla beslenmek, beslenmek denilebilirse buna. Ne yazık ki aslını okuyamadığımız, anlayamadığımız bir hazine sandığı olarak duruyor divan edebiyatı ama değerlendiremiyoruz. Anlayanlar ise teknisyen olmaktan öte gidemiyorlar. Divan edebiyatını tam olarak bilen anlayanlar var elbette. Lakin biz onların şerhlerini bile anlamaktan yoksun olarak yetiştik. Esas beslenmemiz ise: özellikler bizim nesil için Yunus, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemil Meriç, Nurettin TOPÇU… Ve romanlar, Hikâyeler… Bunların üstüne; tüm bunların üstüne köydeki çocukluk ve o yerli kültürün unsurları. Bizim evde kışın belirli günlerinde “siret” okumaları mesela… Hazreti Ali- Kan Kalesi hikâyeleriyle büyümek bir başka. Sonra bir sümbülün, nergisin her yıl aynı yerden yeniden fışkırdığını görmek ve bir sonraki yıl aynı güzelliğin, yine aynı yerden doğacağını bilmek ve bununla yaşamak şiir, sanat edebiyat için beslenme kaynağı değil de nedir?

Enver ÇAPAR: Modern şiir modası var günümüzde anlamsız, bağlamsız, köksüz, ahenksiz kelimeler yığını başka bir deyişle, nedir şiir sizce?

Hasan EJDERHA: Şiir benim hayat tarzım, inanç, estetik, gelenek ve sanat merkezli hayata bakışım, yaşayışımdır adeta. “Vurulup Vurulup Kıvranmaya Tiryakiyim” demişim bir şiirimde. Vurulup vurulup kıvranmaktır şiir. Bizim medeniyetimizde kelamın gücü ve kelama verilen değer malum. Sözün özden söylenmesidir şiir. Söylenenin söylemeden edilememesidir. Söylemeden edilemeyen söz söylenince bir daha söylenme arzusudur şiir. 
 
Modern şiir modasından ziyade, şiiri kaybettik biz. Günümüzde kaç tane şair varsa o kadar şiir ekolü var. Bu kadar ekol varken de ortada şiir yok. En kötüsü de şiir okunmuyor. Belki de okunacak şiir bulunamıyor. Durumu biraz hafifletecek olursak; sadece gruplar kendi grubundaki şairlerin şiirlerini okuyor; o da yalap şap bir okuma. Günümüzde şair sayısı kadardır şiir okuyucusu. Bir kere Türk Şiiri damak tadını yitirmiştir. Ne bir ortak sanat anlayışı ne bir ortak ıstılah var. Belki ölçülü şiir söylemeyi terk edip, (kaybedip demeliyim), Ölçülü şiiri bilmeden serbest söylemeye başlayınca şiiri, şiiriyeti, sanatı, estetiği de birlikte kaybettik. Pergelinin iğnesinin nerede durduğunu kontrol ettikten sonra çizmelidir dairesini şair. Sen hangi medeniyetin şairisin? Hangi medeniyete dair güzel sözler söyleyeceksin? Bu ve buna benzer soruların cevabında yatmaktadır günümüz şiirinin hali.

Enver ÇAPAR: Sage Yayıncılık’tan çıkan, (Ankara Ocak 2013) “Maraş’ın
Cezbeli Gülleri” üç kuşak Kahramanmaraşlıların yakından tanıdığı, şakalaştığı, hoş sohbet olduğu, kimi zaman da sırlı ve mânalı davranış ve sözlerinden kalben korkup temenna ettiği delilerini, sizin ifadenizle “Cezbeli Gülleri”ni otobiyografik hikâye şeklinde yazmışsınız, delilerden başka yazacak kimse kalmadı mı?

Hasan EJDERHA: İtiraf etmeliyim ki; Maraş’ın Cezbeli Gülleri kitabımı çıkarırken şöyle düşünmüştüm: Bu kitapta hikâyelerini anlattığım (Maraş’ın meczupları, halk tabiriyle Maraş’ın delileri) mübareklere borcumu ödeyeyim kitap vesilesiyle diye düşünmüştüm. Zira onlar benim dostlarım. Ortaokul ve lise yıllarımın hafta sonlarının çoğunu onlarla geçirdim adeta. Çünkü onlarla çok güzel hatıralarım var. Daha sonra da esas işime bakayım demiştim. Hikâye, roman ve şiir kitaplarım var yayına hazırlanan. Fakat bu kitap bambaşka bir ilgi gördü. Anladım ki; sen neler yazarsan yaz. Ne akademik çalışmalar ne edebi çalışmalar yaparsan yap. Yazdıkların bu milletin zeminine, kendi öz değerlerine hitap etmiyorsa; hitap ettiğin o elit kesim hikâye. Bu kitapta anlattığım hikâyelerin çoğu malumu ilandır beklide. Fakat herkes kendinden bir şeyler bulmuş olacak ki MARAŞ’ın Cezbeli Gülleri kitabında beklemediğim bir ilgi ile karşılaştım. Kim bilir, belki de o mübareklerin muhabbeti hatırınadır tüm bu olanlar…

Enver ÇAPAR: Son çıkan kitabınız “Sokakbaşı” romanı neyin kimin hikayesini anlatıyor? Hangi sokaklarda geçiyor bu macera?

Sokakbaşı romanım bir sokakta geçmiyor. Kahramanları bir sokağın ahalisi değil. Ancak bir sokak, Şehr-i Maraş’ın meşhur bir sokağı adını verdiğine göre romana, elbette o sokak da anlatılıyor. Hatta romanın ana merkezi Sokakbaşı diyebiliriz. Roman’ın kahramanlarının tamamını ortak özelliği Sokakbaş’ından gelip geçmiş olmaları. Bu aşağı yukarı böyle. Soruya dönecek olursak; Sokakbaşı romanı Anadolu insanının hikayesi. Seksenli yıllar… O yılları yaşamışsanız ve eliniz kalem tutuyorsa yazmamak kabil mi? Bir söz var ki dağlar devirecek, ya da devrilecek dağları yerinde tutacak; söylememek kâbil mi? Yapamazsınız, sözünüz varsa söylemeden edemezsiniz. Bizler, Anadolu insanı, hikâyesi olan insanlarız. Bizim hikâyemiz var ve o hikâyeler anlatılmalıdır. Anlatmadan da edemeyiz. Zira bizde her hikâye ve hikâyeyi anlatmak bir şeylere tekabül eder. Ya bir kültür nakildir ya bir güzelliği paylaşmaktır ya da bir daha tekerrürü istenmeyen hadiselerin ortaya koyulmasıyla, başlı başına bir ikazdır.

Sokakbaşı romanını yazmalıydım. İnsanlar İhsan’ın aks kesen bir arabanın köy meydanında kalmasıyla tahsil hayatının bir yıl gecikmesiyle ne acılar çekilebileceğini, orada yaşayan ahalinin nasıl bir sadelikle yaşadıklarını ve ümmi olmanın cahillik olmadığını, nasıl bir irfan ile hayatlarını yaşadıklarını bilmeliydi. Hayatın içinde her zaman var olan kötülerin neler yapabileceklerini, kötülüğün ömrünün ne kadar olabileceğini görmeliydi benimle birlikte. Hiç öngörülmeyen çaresizliklerin ve ilginçliklerin, tevafukların hayatımızı nasıl kuşattığını; her an her hadisenin aslında yanı başımızda ve hiç ummadığımız şeylerin bizim başımıza da gelebilme ihtimalinin uyarısı yapılmalıydı.

Diğer taraftan “Maraş Olayları” olarak bilinen ve temiz, tertemiz bir Anadolu şehrinin başına gelen bu olayda; “Aslında Ne olduğunun” herkes tarafından bilinmesi gerekiyordu. Algı yönetimi ile hayatları harcanmaya çalışılan toplumların, algı mühendisliklerine karşı irfanla nasıl karşı durdukları ve nasıl direndiklerinin saikleri bilinmeliydi.

Sokakbaşı romanı bir tarafıyla da okuma serüveni zor geçen gençlere, İhsan’ın çok zor geçen okuma sergüzeştini aktararak güç vermektir.

KISA UZUN HİKÂYE/Ferhat ALTUN



"olan olmuştur, olacak olan da olmuştur. -ahmed amiş efendi"

çoktan öldün bu satırları okurken
bir ses duydun ve cem oldu kemiklerin

hesabın görüldü

zaten söylenmişti
senin için söylenmesi gereken ne varsa
geldiğin gün ayrılmıştın buradan
ölsün diye doğurmuş
yıkılsın diye yapmıştın
bir toz parçası gibi derin
bir yolculuk gibi yorucu
birkaç saniye geçirdin

sevgili kâri'

bak her şey zaten başladığında bitmişti
sen bu satırları okurken
zaten ölmüştün
diriltildin sonra bir ses duyup

hesabın görüldü