DÜĞÜN/Melih ERDEM

 


Dünyada tükenmez murad var imiş!

Efendiler! Yüreğiniz yanınızda mı? Yoksa alınız. Çünkü biz yaşarken vecd hâlinden çıkamadık, yüreğimiz, değil yanımızda yüreğimizde olmasına rağmen. Sizler de “vayh!”lar ile dizlerinize vururken yüreğiniz yanınızda olsun. Efendiler! Muhterem Hocam’ın talebelerinden, yâni Muzafferîler’den, Merhum Eczacı İbrahim Amca’nın mahdumu, Ulu Camii’nin eski imamlarından Vakkas Hocafendi'nin torunu, Nevmiyyelerin gizli müridi, varlık aleminde avukat, yokluk aleminde çok olduğu bilinen ama ne olduğu bilinmeyen, sizin Enbiya diye tanıdığınız fakat bizim (fakirin) ruh şifacısı diye tanımladığı Zât-ı Muhterem evlendi! Tabi yahu! Ne olacaktı ki başka? Hep bizle dertlenecek, dost dost dert yüklenecek, hepsine şifa olacak, bazen bir tütünlük bazen bir yürümelik hâl içinden hâl içine sokacak değildi ya! Seher Yeli bir dostun düğününde “Dostumuzun cenazesine hoş geldiniz!” demişti. Biz birtakım acı tecrübelerden ötürü ne olur ne olmaz diye P.T.T Memuru’na bu lafı dememek için ağzımızı kapattık. Gerçi düğün de öylesine düğündü ki! Bu kadar kibar bir düğün için Enbiya olmak lazımdı herhalde. Düğünün ilk aşaması Isparta nâm şehrimizde başladı. Şehr-i Maraş’tan 10 saat uzaklıkta olan bir kent burası. Aynı zamanda Çiçeklerin Şeyhi olan Seher Yeli bu şehre müridleriyle konuşmaya çıksa ağzı dili kurur, lafa doyar ama yine de bitiremez. O kadar çok çiçekle muhatap oluyorsunuz bu şehirde. Mevzular da bir çiçekçide başlıyor zaten. “Mimoza Çiçekçilik”. Bu çiçeğin anlamını bilen bir kere dizine “vayh”ladı bu satırları okurken. Orada bulunma amacımız Gelin Arabası süslemekti. Tam süsleme faaliyeti bitmeye yakınken fakirin kırıkayaklığından kalma huylarından biri gıncıflanıverdi. Gelin arabasının arkasına unutulmayacak bir söz yazdırmak! Sanki damadın nikahı doğmadan önce yeryüzüne indiğinde bu da Yüce Yaradan’ın ruhlara üflediği emriymişçesine tutuşup alevleniverdim birden. Vaktin darlığı ve meselenin ehemmiyeti hafızamın ve aklımın sekteye uğramasına sebep olmasından ötürü Baş Sağdıç’ı aradım hemen. “Edem mevzu büyük! Arabanın arkasına ne yazacağız?”. Mesele o kadar mühim ki onun sivri zekâsı bile o an kitlendi kaldı ve düşünmek için müsaade istedi. Onunla görüşmemi sonlandırdıktan sonra Dükkân’ın yegâne müdürü, mevcutta dutçuluk ve türbedarlık yapan ve Seher Yeli aksini söyleyene kadar polisliği şaibeli olan ağabeyimize ulaşmaya çalıştım fakat nafile. Cevap vermediler. Çokça yoğunluğu olduğunu da son ısrarcı aramamızda öğrendik. Türbedarı son kez aramadan önce Hocam’ın Evliyası’na danışayım bari dedim. Evliyadır sonuçta o yolu gösterir elbet. Nitekim de öyle oldu fakat fakirin beceriksizliğinden biraz geç oldu. Evliyamız telefonu açtığında durumu hızlıca izah edip önerisini dinledim. Bu demde telefon kulağımda Baş Sağdıç’tan gelen bir mesaj ile titredi. Tek cümle İnsan-ı Kamilenin Olmuşum Kulu. Dizlere “Vayh”landı o an Evliyamız da fakîr de. Belki şu an siz de. Evliyamızın ilk önerisi de şöyleydi; “-Notiiiyn ede? -Nottuğmuzu biliyk mi? EVLENİİYYK!!”. Bunu duyunca kahkaha ile Isparta Valiliği’nin gül desenli kapısını inlettiğim doğrudur. Evliyamızın tavsiyesini de cebe attıktan sonra son bir umut Dutçumuzu aradım ve sonunda zât-ı âlilerine ulaştım. Vaziyeti hızlıca aktardıktan sonra kendisinin yoğunluğundan ötürü bir öneri geliştiremeyeceğini fakat seçeneklerden Evliyamızın önerisini seçebileceğini belirtti. Fakir bu hengamenin içinde geç kalmışlığın verdiği yüksek pişmanlıkla boğuşurken damadımız da bir öneri geliştirdi. “Sonsuz mutluluğun penceresini/Beraber açalım tut ellerimden” Fakir onca telefon trafiğiyle tüm mık kırıklığıyla milleti uyuz etmişken, damat kurnazca kendi istediğini yazdırıverdi arabanın arkasına. Ben elinden şekeri alınmış çocuk gibi kaldım öyle çünkü âdette damadın bu türlü işlere karışmaya hakkı yoktur. Çiçekçi son bantı yapıştırırken Evliyamızdan gelen telefon çağrısıyla şenlendim. Çünkü tarihler su olsa, derelerde aksa, ummanlara, okyanuslara karışıp unutulmaya yüz tutsa da bu yıllar yine de akıllardan çıkmayacak bir öneri aldım. “Hoşça kal P.T.T./ Hoş geldin Kamile” Fakat hali hazırda damadın istediği olduğundan yazdıramadık bu manidar cümleleri. Ben boynu bükük bir şekilde kaldım. Efendim bunu anlatma sebebim iki sonraki gün Şehr-i Maraş’ta yapılacak düğünde neden eline şeker geçmiş çocuk gibi şen olduğumu anlayasınız diye. Evet bu kadar laf bunun için. Velhasıl kınalar yakıldı o gün ve gece şükür ki kazasız belasız tamamlandı ve mübarek Cuma sabahı gelin evine gelin almaya gidildi. Baş Sağdıç, yardımcısı Ferguson ve sağdıçlığı sonradan düşen fakirin ikinci vazifesi başladı burada. Gelin alma merasimi bu kadar naif, hoş ve sadra şifa, cebe veba olmamıştır herhalde. Biz sağdıçlar ve damadımızın her adımı cennet olan validesi ilk kapıdan girişimlere başladık. Fakat bir de baktık ki kapı on üç yaşında bir delikanlı tarafından sıkı sıkıya “Biz yörüğüz kolay kolay kız vermeyiz.” dercesine tutulmuş. İşte tam burada eğitim hayatında derslerde genellikle halay çekmiş olan Baş Sağdıç’ın muallimliği ve pedagojik formasyonu devreye adeta bir anahtar edasıyla girdi ve kolayca kapı açılıverdi. Buradan Başkomutan’a selam ederek bu hadise sonrasında Baş Sağdıç’ın muallimliğini tasdiklerim. Cemaziyelevveli hâlâ fakirde saklı kalacak elbet! İkinci kapıyı da Baş Sağdıç’ın kıvrak diliyle çözdükten sonra tabiri caizse kale kapısı gibi tutulan kısma geldik. Damat Efendi’nin yegâne kayınbiraderi Osmanlı’ya karşı Viyana’yı savunan Kutsal Roma Şövalyesi gibi dikiliyordu. Kendisi gül cenneti Isparta’nın sanayisinde pişmiş, esnaflığı kallavi bir ustadır. Elbette kolay kolay vermez kız kardeşini derken ilk zarf Ferguson’dan geldi. “Yav bu evde ne kadar kapı var?” Oradan bir teyzeye dönerek “Yok mu başka kapı? Orayı da açalım!” diye nüktesini savurdu. Bu demde Baş Sağdıç ve fakir hemen pazarlığa tutuşuverdik. “Edem, sen sanayicisin, esnafsın bilirsin pazarlığı. Uzat bakalım elini! Bak kapıda bir tane kuruyüz, kibar da araba onu verelim mi?” diyerekten salvolar atsak da gözleri mercan mavisi kayın birader “Benim bir tane bacım var!” diyerek kolayca sıyrılıverdi işten. Tam o anda Damadımızın validesi devreye giriverdi, sanki tereyağından kıl çeker gibi değil de her gün kız alır gibi “Oğlum, daha sana da kız alacağız taman! Hadi ver de gidelim!” deyince, Baş Sağdıç, Ferguson ve fakirin de cebini biraz eksilterek kayınbirader o çakmak çakmak gözlerindeki hüzünlü bakışlarıyla kapıyı açıverdi. İçerde ilk gördüğüm nemli gözlerin yalnızca gül diyarının usta sanayicisinde değil elbette ki Damadımızın Hazreti Kayınbabası’nda da olmasıydı. Âh kız çocukları! Dağ gibi adamları göz göz nemlendiren kız çocukları! Fakat Hazret’te gözlerini seher vaktinin çiğ tanesi gibi etmiş kızını Damadımıza vermenin gururunu da görebilirdiniz. Ben olsam ben de gururlanırdım. Böyle damat nerden bulunur bu zamanda? Dualar, Fâtihalar ve aminler eşliğinde baba evinden aldığımız gelini türküler, sevinçler ve üç ciltler eşliğinde Şehr-i Maraş’a getirdik. Bakmayın kolayca okunduğuna yolculuğumuz yarım gün sürdü. Âh o yollar! Âh o vecdli yolculuk! Dizlerimi ben sizin yerinize “Vayh”ladım. Şehr-i Maraş’a varışımız Cuma gecesine tekabül ettiğinden gerekli işleri ivedilikle halledip Dükkân kapısının önünde bitiverdim. Düğün Dükkânları ayrı bir tatlıdır. Gurbet gurbet dost gelir. Dost dost da gurbet. Yüce Türk Yurdu’nun her bir köşesinden dost gurbeti dinleriz. Zarflar, aleyhler ve kerametler oluk oluk akar o Dükkân’dan. Ne zaman ne de mekân bunlara şahit olabilir mi? Üç cilt. Velhasıl dost dost doymaya çalışsak da başaramadığımız bu Dükkân’ı yaşayamayan yaşayanlardan dinlemeli. Fakirin bunu anlatmaya yüreği yetmez…

Yol yorgunluğundan geç saate kalsam da heyecan ve hevesle uyandım o sabaha. Tam o demde Baş Sağdıç’ın “araba süslenecek” vazifesiyle hevesim ve heyecanım babasına en sevdiği oyuncağı aldırmış çocuk şenine döndü. Çünkü fakir gül diyarında yapamadığı mık kırıklığını layıkıyla yerine getirme fırsatını yakalamıştı. Hemen birtakım dünyalık telaşelerin (kuruyüze bir selam daha olsun) arasında Damadımızdan teslim aldığım gelin arabasını bu sefer ismi “Papatya” olan çiçekçiye getiriverdim. Âh Seher Yeli’m! Âh Çiçeklerin Şeyhi! Vâyh! Çiçekçiye hızlıca anahtarı teslim edip, Evliyamızın önerisini arabanın arkasına yazmasını sıkı sıkı tembihledim. Yine bir dünyalık işi halledip geri döndüğümde -burada övüneceğim- şaheserime gururla, çocukça, şenle ve bir miktar hüzünle baktım. Hevesim kursağımdan çıkmış yazıya dökülmüştü “Hoşça kal P.T.T./ Hoş geldin Kamile”. O hevesle hızlıca arabayı şoförlüğünü de yapacak Baş Sağdıç’a teslim edip düğün salonunun yolunu tuttum. Efendim siz bakmayın salon dediğime, Cennet bahçesi desem abartmış olmam. Yine de demeyeyim ama bir huzur, bir zarafet, bir güzellik hâkimdi etrafta. Bu güzellik hem düğün sahiplerinden hem de misafirlerinin yüceliğindendi elbette. Bu dünyadan değil. Misafirler de pek çok makam makam insan var; muallimler, tıbbiyeliler, efendiler, paşalar, amirler yüksek yüksek unvanlılar. Hepsinin de gönlü derya deniz tabi. Bakmayın unvanlarına, Vakkas Hocafendi'nin torunu evleniyor. Dünyalık unvanları kadar Memleket’te de saygınlıkları yüksek insanlar; Evliyalar, Erenler, Zemahşerî, Alperenler herkesler oradaydı. Epey tıbbiyeli olduğu da gözüme çarpmadı değil. Stetoskoplarla gezmiyorlardı ama kalpleri dinler gibi halleri vardı. Efendim birtakım yol kesmelerden yine Baş Sağdıcın cebini eriterek geçtikten sonra nihayet izdivaç için salona gelinmişti. Destebaşımız’ın hançeresiyle ettiği latif sözler, Damadımız hakkında verdiği aleyhler, değil cümle arası her kelimeden sonra ettiği dualar bir bir şifa oldu sadrımıza. Ki zât-ı alîleri iki kelimeyi yan yana getirip konuşsa şiir oluyor zaten. Yetmezmiş gibi şiir de okudu tabi. Önce Abdurrahim Ağabey’in gönlümüze aşk aşk işlediği “Tut Ellerimden” şiirini, ardından Damadımızın şairliğinden yaprak yaprak dökülmüş bir şiirini okudu. Okudu da bizde vecde geçecek hâl koymadı. Öyle ki fakir dört yıl lise hayatı boyunca dizinin dibinde büyüdüğü Hoca’sını göremedi bile. Herkesler gördü, sarıldı, şifa buldu fakir göremedi. Tuna, Afik, Yufus, Kaan bile gördü, fakir göremedi. Elan burada açıklıyorum başka yerde bulamazsınız bu lafı da; Destebaşımız da görememiş o an Hocam’ı! Biraz gıncıflandım tabi. Bunlar olurken Zevahircilerden biri yanıma yanaşıverdi, “Abi ben gidiyorum!”. Ne olduğunu biraz kurcalayıp, kayınvalidesinin kendisini ziyarete geldiğini öğrenince gülmemi tutamadım tabi. Fakat konudan bağımsız bir sual geldi aklıma, “Operasyon ne oldu?” diye sorunca su vanasını -evet gelin evinin su vanası- “mal deliye kalık” dedirtircesine Eczacı Kalfamıza teslim ettiğini söyledi. Ben masumum dostlar, hiçbir şeyden haberim yok parmağım yok. Hükümsüzdür! Birtakım düğün merasimlerinin ardından izdivaçlarına iki cihanda da şahit olacağımız Damadımızı ve zevcesini evlerine uğurlamak üzere arabalarına bindirdik. Fakat yazıldığı kadar hiç kolay olur mu yaşamak? Arabanın önü Emmoğlum ve Eczacı Kalfamız tarafından vicdanlı bir şekilde kesildi önce. Destebaşımız’ın da talimatlarıyla Baş Sağdıç’ın ve fakirin cebini biraz hafiflettiler. Fakat asıl mesele aracın geçeceği kapıdaymış. Galerici Sarrafımız esnaflığını konuşturmak üzere kapının önünü aracıyla kesmiş beklermiş. Araba için Baş Sağdıç’tan kopardıklarının üstüne cebinden bir anda “Arabayı çekmek kolay! Bunu nasıl benden alacaksınız?” diyerek nikah memurunun, çiftin ve şahitlerin dualı evetleriyle hazırladığı “Aile Cüzdanı”nı çıkarıp Damadımıza gösterdi ki abbov diye mi tepki verelim vayh mı diyelim bilemedik. Fakat Galerici Sarrafımız gönlünün de altın gibi olduğunu “Aile Cüzdanı” karşılığında Damadımızdan aldığı harçlığı gelin hanıma uzatarak gösterdi. Böylelikle kapılar açıldı, gelin evine varıldı. Her evlinin acılı hatırası, bekârın korkulu rüyası olan damat dayağı atılmak üzere merasimin genç delikanlıları olarak dizildik binanın giriş kapısına. Evvela Baş Sağdıç’ı dövdük. Çünkü kendine has profesyonelliğiyle konvoy yaptırmamış, aslında Damadımızı dayak yemekten kurtarıp evine huzur içinde ulaştırmıştı. Fakat evinin suyunun akmadığını, elektriğinin çalışmadığını ve ocağının yanmadığını fark eden Damat bir gafletle tekrardan elimize düşmüştü. Fırsattan istifade Destebaşımızın da yönlendirmesiyle hem Baş Sağdıç’ı -ki kendisini kendi düğününde dövememiştik- hem de Damadımızı kibarca dövdük. İçimiz soğumadı elbette bir sürü bekâr var. Maraş ifadesiyle “Hersimiz enmedi!” böyle de biline! Yeni çiftimizi evine bıraktıktan sonra gurbet gurbet dost gelen Dükkân’a vardım. Dostlarla halleşip, tam mekân ve zaman üstü olurken kapıdan Baş Sağdıç’ın tüm bu düğünün son muzipliği girdi. Damadımız. Dükkân tarihinde düğünler sonrası mum yanar ama damadın gelebildiği görülmezdi. Fakirin bildiği tarihte böyle bir şey yoktu. Söylentiye göre Udebamız da başarmış ama eksik laf olmasın şimdi. Fakat Muzafferîler bu meseleyi en yükseğe çıkarmış oldu. Dizlerimize “vayh”lamaktan telef olduk. Vayh kere vayh! Bu meseleyi bir sonraki gün Hocam’a aktardığımda “Has Dükkâncıymış Damadımız. Maşallah!” buyurdular. Velhasıl dostların halleştiği, canlara can katıldığı, muhabbetlerin Allah nidalarıyla arş-ı âlâya ulaştığı, sadrlara şifa, dertlere deva, aşıklara maşuk, maşuklara aşık, hasretlere vuslat, gurbetlere memleket, sırlara perde, perdeyi aralayana kendini bulduran bu düğün hitama erdi. Allah onlardan razı olsun. İki cihanda mutlu ve mesut olsunlar. Soyları soylansın, boyları boylansın. Salih ve salihalardan olsunlar, salih ve salihalardan evlatları olsun. Amîn kere amîn.

Dipnot 1: Bu yazıdaki kişi ve kurumlar tamamıyla bir gerçektir.

Dipnot 2: Yazar yazı yazmayı bilmemektedir.

Dipnot 3: Bu yazıdaki zaman ve mekân bu dünyadan değildir.

Dipnot 4: Bu yazıda kurgu, şapırdatma, keramet, aleyh, zarf ve hüzün miktarı bin miligramlıktır.

Dipnot 5: Bu yazı ağır dost hasreti ve gurbet hasleti içermektedir.

Dipnot 6: Bu yazı disklere iyi gelir.

Dipnot 7: Yazının satır aralarında göz yaşına rastlanılabilir


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder