Ne zaman bir
kız çocuğu görsem
“Ya annesi
ölürse!” diye kaygılar kaplar içimi
Seçimi
babalara kalmış
Sönük renkli
saç tokalarıyla dolar dünya
Öksüz kızlar
büyüten ninelerden
Hüzün abidesi
dedelere kadar
Yaşanan acılar
çöreklenir kalır yüreğimde
Ansızın biter
anneyle süslü, kocaman bir rüya.
Minicik
kızların minicik omuzlarında
Kocaman
yükleri görür de yanarım
Kırk annesiz
kız, kırk gece açıp göğe ellerini
Haykırsalar
acılarından yanan kalpleriyle
Sallarlar mı
dünyayı, hatta arşı bile
Diye söze
başlayıp, haykırabilirim dağlara
Oysa bırakmaz
beni ifşası zor kahrım
Hülyalara dalarım,
acılarla dolu hülyalara
Kendi
kurduğum hülyaya kendim kanarım.
Annesi ölünce
kızların, babası da ölür
Bir defter
acılarla birlikte dürülür
Sisler kaplar
her yanı ve karanlık
Kız kendi
halinden bile yorulur
Ve hali: Kızı
olmayan babalar gibi olur
Saklanır her
şey, üstüne örtüler örtülür
Örtülenleri
sadece öksüz kızlar görür
Annesi ölünce
kızların, babası da ölür.
Ninede bir
telaş, tutunmak ister ha bire
Aniden çeker
mezara uzattığı ayağını dede
Hem de bir
doğruluş ki kendisi bile şaşırır
Kıza yetmez,
olmadık şeyleri verseler de
Hep sayıklar
bütün azaları: “Annem nerede?”
Yutkunur da
dedesi ninesine bakar kızın
Açar ninesi
ağzını haykıracakmış gibi ansızın
Gene de cevap
bulamazlar sorusuna kızın
Bin bir melek
bin bir yerden çığrışır
Kaynar da
yüreği kızın ateş gözlerine ulaşır.
Bir kazan
kaynar içinde gözlerini yakar kızın
Melekler
gelir geceleri yüzüne bakar kızın
Kız için
anlamı yoktur artık hiçbir yıldızın
Bir isyan
başlar cümle azalarında ansızın
Acısı
bitmesin ister yüreğinde ve anne hasreti
Bitmesin, hatta
artsın, kavursun ister içini
Niçini yoktur
artık hiçbir ağıdın
Acıtan ne
varsa yüreğini toplamak ister
Anneyi
andıran ne varsa koklamak ister.
“Akabe
yetimleri” diye başlamadım daha söze
Belki o zaman
canım çıkar da kalırdım ortada
Hangi ağıt
acı, hangi ağıt şifadır göze?
Acı ve şifa,
milletçe karışmış özümüze
Ağıtlardan
türkülerimize kadar acıdır
Çanakkale,
Mekke, Medine ve Yemen’de
Ağıtları
yakanlar bile anadır, yardır, bacıdır
Hüzün,
taşımadan edemeyeceğimiz kutlu sancıdır.
Bunca acıdan
mıdır bir kız çocuğu görünce
“Ya annesi
ölürse” diye korkulara kapılmam
Hep böyle
yaşadım ben hayatımı ömrümce
Acıya dayanırım
da acısızlığa dayanamam
Allah’ım
milletimdeki bu gen hiç bitmesin
Bir öksüz ve
yetim gören her yürek titresin.
Ey kalbim! Yaltaklanma
asla sevince
Senin en
ileri sevincin hüzündür
Ansızın
acılar yüreğine gelince
Sırrını ele
verecek olan yüzündür
Aldırma
karanlığa yıldızlar senin gözündür
Acısız başlayan
gece ise gündüzündür.
“Ya kızları
ölürse annelerin” diye
Korkmaktan
bile korkarım
Ey kalbim!
Yeter! Uğraşma benimle
Cümle acıları
toplar, yüreğimle birlikte yakarım
Ağlarım
şimdi; zaten budur halim
Ey gözyaşı!
Bırakma, ben bırakmam seni
Melalim yok,
gönlümdür melalim
Acı türküler bile
kesmez oldu beni
Ağıtlara gark
olmuş yüreğim.
Ne anneler
kızların ne de kızlar annelerin
Acısını
yaşamasın, ben yaşarım onlar için
Cümle arabesk
şarkılardaki hüzünlerin
Hüznünden
benim için hüzünler seçin
Ne anneler
kızların ne de kızlar annelerin
Acısını
yaşamasın, ben yaşarım onlar için.
***
O GELDİ
Ey dağlar, ey kuşlar o geldi
Giderken delinmişti yüreğimi
Gelişi bir delik daha deldi
Ey ceylanlar o geldi.
O geldi ve çiçekler açtı
Şimdi kış ortasında bahar
Seyreden bebeler gülücük
saçtı
Gönlümdeydin hiç gitmedin ki
yar.
***
MEHMET GÜLSU VE ONUN GÜLDEN YÜREĞİ
Onu tanıdığımda Kahramanmaraş’ın meşhur Kara Lisesinin edebiyat öğretmeniydi. Ben onu zarif yüreği, bağlaması ve ilk defa ondan duyduğum türkülerimizle tanıdım. Fikir, kültür, sanat, edebiyat, dervişlik ve gönül talimi dersleri aldık ondan. Lisede hocam olmadı ama; sokakta, kültür mahfillerinde ben ve akranlarımın gönül talimi hocasıdır O.
Gönlümüze değen, Müslüman türkün şah eserlerinin ve şah metinlerin uzmanı ve gönülden gönüle taşıyıcısıdır O. Eski bir dergide çıkmış bir şiiri veya nefis bir denemeyi saatlerce oturup konuşabilirsiniz onunla ve vaktin nasıl geçtiğini bilemezsiniz bile. Meselâ tarihî ya da edebî bir romanda geçmişte okuduğunuz bir bölümü veya diyaloğu o günkü heyecanı ile yeniden konuşabilir, uçacakmış gibi olabilirsiniz. Daha da ötesi mesela ikimiz bir araya gelip, geçmişte okuduğumuz herhangi bi romandan veya Mustafa Necati Sepetcioğlu’nun romanından, Yıldırım Beyazıt’ı, Doğan Bey’i, Alanur kızı, Kılıç ustaları ve Alpleri coşup çağlayacakmış gibi konuşup, sonra da bir gece yarısı sultanın haçlı ordusunun ortasından geçip, kalenin burcunda bekleşen kale sakinlerinin burnunun dibine kadar gelip; “Bire Doğan! Bire Doğan!” diye seslenmesini dillendirip, sonra da Doğan Bey’in “Sultanım ne işiniz var burada tek başınıza” demesiyle sultanın; “Alanur gelinden bir çorba alacağım vardı onu almaya geldim” bölümünü de dillendirdikten sonra oturup ağlayabiliriz. Ya da “Sular başın vurur taşlara” ve “Daha senden gayrı âşık mı yoktur” türküsünü dinleyip coştuktan sonra, adeta çıkıp gökyüzüne, bulutların üzerine oturup, gözyaşlarımızı bulutların yüklendiği yağmurlara karıştırıp, gönderebiliriz tekrar yere. Hülasa-i kelam. Ben gönlümü yenilemek istediğim zamanlarda, onun geçmişte altını çizmiş olduğu, vurguladığı bir diyaloğu hatırlarım. Hatırlayınca da ne kadar kirlendiğimin farkına varır kendimi o metinler ile yur, aklanıp paklandığımı hissederim.
Edebiyat hocalığından emekli oldu Mehmet Gülsu hocam. Lakin türküden, kitaptan emekli olmadı. Hâlâ türkü ile hemhal. Kitap ile hemhal ve nefis edebi metinlerle hemhal. Biliyorum ki o ne türküsüz, nede kitapsız yapamaz. Derviş bir gönülle güzel kitapların sayfalarında gezinmek ne güzel. Sokakların kirlendiği, insanların maddi menfaatlerin peşinde koştuğu, en umulmadık yerlerde bile insanların borsa, para, altın, döviz konuştuğu bir ortamda kitaplarla türkü ile hemhal olmak nasıl bir yiğitliktir…
Mehmet Gülsu hocam esasında Ali Hocam ve Muzaffer hocamların dostu. Bize onlardan yadigâr. Onların vesilesiyle tanıdık bu güzel adamı. Şimdilerde bin iki yüz kadar türküyü bir araya getirmiş ve “bu türküleri sizlere ulaştırmam lazım” dedi de bir telefon konuşmamızda; hepimiz heyecanlandık Mehmet Gülsu Hocamın seçtiği türküleri bir an önce dinlemek için.
Fakirin yazdığı bütün hikâyeler ve romanlar, onun bize kazandırdığı hassasiyet ve bakmayı öğrettiği o nezih pencereden bakarak yazılmıştır. Bizim insanımızı, bize dair olanı yazma hassasiyetini Mehmet Gülsu hocanın o coşkun ve hassas yüreğinden talim ettik biz. O’nun bize kazandırdığı güzellikler hep var olacak ve bizden sonra gelecek nesillerde de yaşayacaktır. Ömrüne bereket Mehmet Gülsu hocam. İyi ki varsın ve iyi ki sen bizim Mehmet Gülsu Ağabeyimizsin.
***
BEN BU GÖĞÜN KUŞUYUM
Ben bu göğün kuşuyum
Yolculara menzilAşıklara huşûyum
Ben bu göğün kuşuyum
Aşk mı beni yaktı
Ben mi aşka yandım
Bilmeden uçuyorum
Ben bu göğün kuşuyum
Aşka adadım kanatlarımı
Ve dağlara kondum
Yoruldum
Yolculara ağlamaktan
Aşk odum
Konduğum yangınlar
Haykırınca dağlara
Suların yandığını gördüm
Öldüm sonra ansızın
Yeniden dirilmek için
Hiçliğin kıyısı oldu nihayetim
Hangi yetim
Ağlayarak göğe baksa
Biçildi hürriyetim
Ben bu göğün kuşuyum
Menzile varmadan ölen
Gariplerin yoldaşıyım
Ben bu göğün kuşuyum
Semada akan
Ateş ırmaklarında, suyum
Acımasız savaşlarda
Ölen annelere ağlayan
Çocuk feryatlarında beni duyun
Ben bu göğün kuşuyum
Kaf dağından gelir huyum
Yolculara menzil
Aşıklara huşuyum
Ne acılar ne feryatlar duydum
Bakmayın uçtuğuma
Göğ benim kuyum
Siğim siğim ağlayan yetimlerle
Aynı kuyudayım
Kaf dağından gelir dedim ya huyum
Ateşlere yananlarda
Kendi feryadımdır duyduğum
Ben bu göğün kuşuyum
Gövdemi uçuran kanatlarımla
Alplerin kılıç vuruşuyum
Yumuşacık halim yanıltmasın
Zalimler karşısında
Yiğit duruşuyum
***
VAR VE YOK ARASIçağır ki beni var olayım ve var olsun iç evlerim
bir dağa, bir şaraba koşar saki, yalnız başına
geldi zamanı, ezanı takibe yetmez baston
kon ve göç ne ki, çadır toplamak
ahmak ya da akıllı olmak kadar bile yok,
kentlerin birleştiği ayrımlara kalan
her an çağrı gökte, beklesek de beklemesek de ses çarpar
apar topar bir, başarılır mı mirim
ölüm ve dirim üzre yemin ki ben yoktum orada
acıya hovarda mı ki hüzünkâr, var olan acı,
kalan durmanın sancısı
kaçıncı terk edişten sonra başlar ki hayat
kanatlarına çağır (madın) beni, tüy olurum istersen.
kırgın ama kırık kiremitler, asi tuğlalara borçlu
harçlığı yokluktan müteşekkil aşk, yolcu hayata
kahramanlar, nârına, kar dolusu dağ vurur, karıncalarla
ah yıldızlar, kızlar süzülür asmalardan, pencere yüksek
hayatı ancak anlar, hayta gelir ama yorgun,
kırlangıç kovukta
belki yarın şiir zamanı.
bin atına; soğuk demir üşütür yalnızlığı,
oysa hayat sıcak
sen yorulursun kal, varsın batsın güneş,
ayna hemen şurada
buyruldu ki zaman ikindi.
hangi uşak kuşluk vakti çağırır ki duvarlara inat
su uykusu derin yalnızlıklara ramdır, haramdır güneş
zaman her an kollar, yalnızlık ve ışık
karışık kelimeler heyecanlara kaçar,
bölüşür zamanı haykırarak
buğusu zalim hazlara ant olsun gelmem daha
ah ışık, ne karışık heybem, hıçkırık böler yolcuları ortasından
davul, kırılgan aşklara gebe uzak yamaçlardan
ezilen toprak demlenir eylemlere,
dere kendini akar yarına
her şeye tek tek yorulmak, yormak her şeyi, ki olasın
hiçbir çağrıya gelmemişliğinle allah’ından bulasın
basınca toprağa, yaprağa döner benzin, neden kaçtın?
bühtan kötü, eti ucuz adamlar, ölmez
paha biçilmez atlar ve ok ve yay
kılıç ve dahi mızrak kayıtlarda yok
ansızın uyanmak aydınlatır pencereyi
kaydı tutulmalı mıdır ki olduğu anlaşılsın?
bin arşın az, han ve kağan bölüştü kavgaları
ışığın parlar güneşin ortasından,
haykırışlar yobaz ve kahkaha şuh
çerçeve tamam, bir de aman ne yaraşır ortasına
var ve yok arası ve yarası ve darası olmadan terazi haram
ve buyruldu ki: yalın kılıç şiire yürü şimdi.
***
KAYISI MI GÖZLERİN
Bir gün, akşam geç saatlerde, hapis yattığımız koğuşun kapı önune çıkmış, kısa bağlaması ile yakıcı ezgiler çalıyordu. Dayanamadım, iskemlemi alıp yanına çıktım. Yavaşça yanına iliştim. Bana, bir tebessümlü bakıştan sonra, uzunca bir süre daha, yanında kimse yokmuş gibi çalmaya devam etti. Malatya türküleri ve Arguvan havalarından, Sivas türkülerine, oradan Yozgat sürmelisine “Dersini almış da ediyor ezber, sürmeli gözlerin sürmeyi neyler” ve “ziyanın atı” türküsüne başladı: “at üstünde kuşlar gibi dönen yar, kendi gidip ahbapları kalan yar” devamında “ziyamın atını pazara tutun gelen geçen ziyam ölmüş desinler” belki hapis olmanın hüznüyle, bu türkü boyunca daha çok göz-göze geldik. Sonra Kerkük’e geçti “altın hızma mülayim” arkasından “Ayrılık hasreti kâr etti cana, seher yeli sevdiğimden bir haber” dedikten sonra, ikimizde de hal kalmadı. Bir süre sazının üzerine abandı öylece kaldı. Bir dostumuzun gönderdiği çaylar gelince, doğruldu sazın üzerinden. Sessiz sessiz çaylarımızı yudumladık ve birer sigara yaktık. Sonra çayını yere koydu. Sigarasını, tezeneyi tuttuğu elinin parmakları arasına sıkıştırıp, tellere hafif hafif dokunmaya başlayarak “ hadi ağabey söyle bakalım, neyi çalalım?” “Kırmızı gül’ü çalar mısın” dedim. Uzun uzun tavana baktı. Bir süre düşündü kendi kendine ve “Ağabey sen ne diyorsun. Kırmızı Gül ha! Kırmızı Gül dedin değil mi ağabey. Kıyamıyordum, Kırmızı Gül’ü tek başıma çalmaya be ağabey. Onu zedelerim sanıyordum kendi başıma çalarsam. Dayanamam da başıma bir hal gelir diye korkuyordum. Ne iyi ettin ağabey. Çalalım ya. Çalalım ağabey. Seninle dinlenir Kırmızı Gül” diyerek sazın tellerine dokundu. Tabir uygunsa ikimiz de tam manasıyle telef olmuş, yok olmuştuk türkülerle. Dolayısıyla barışmamıza, daha doğrusu, o ilk vakaadan sonra, onun bana yaklaşamamasına sebep olan şeyi aramızdan silip atmıştı türküler.
O çok ilginç biri idi. Sırlarla dolu biri dense yeridir. Beşinci defa hapse girişinde, kendine gelmiş, kendi deyimi ile “adamlığının farkına varmış” kitap okumaya başlamış. O ilk okulu dördüncü sınıfına kadar okuyan insanın, nereye kadar tahsil yaptığını artık bilebilmek imkansızdı ve zaten manası da yoktu kendine göre. Aradığını bulmuştu O. Hatta okumayı öyle ilerilere götürmüştü ki, bir gün bir gazetenin verdiği Kur-an’ı kerim mealinde bir ayeti göstererek. “Ağabey be, şu ayet meali bir türlü içime sinmiyor, Sanki başka bir şey varmış gibi geliyor” demişti. Hapishane kütüphanesinde bulunduğum bir gün, kütüphanede bulunan; Beyzavi’den günümüze kadar birkaç meal ve tefsirde o ayeti bulup baktım. Şaşakalmıştım. Kitapları alıp koğuşa getirdim ve O’na gösterdim. Ayet mealine bakarken “hah, hah işte bu be ağabey” demişti. İkimiz de şaşırmıştık, o gazetenin verdiği mealin müellifine ve hayretler içinde gözgöze gelmiştik. Ben, “sen tekin bir adam değilsin aslanım senden korktum” demiştim de, kastımı anlayarak “estağfurullah ağabey, kim yitirmiş de biz bulalım” demişti tevazzu ile boynunu bükerek.
Bosna ve Çeçenistan’a, dışardaki bütün mallarını satarak gönderilmesini sağlamış, eşine de “eğer beni beklersen on iki yıl, babamın evi sana açık. Bekleyemezsen Allah razı olsun, senden daha fazla fedakârlık isteyemem” demiş, eşi de istediğini yapmıştı. Çok huzurlu bir hapis hayatı vardı. Ayda dört-beş gemi maketi yapıyor ve onları iki-üç memur maaşından biraz daha fazla bir paraya satıyor, üçtebirini kendine bırakarak, diğer bölümünü ailesine gönderiyordu. Tek hayali ve ideali ise; bana, “anlatmayı değmez ağabey” anlatma gereğini duymadığı, bir işten kendisine düşen pay olduğunu söylediği ve dışarıda bir yere (hapishane tabiri ile) zula ettiği, külliyatlı bir miktar altını, bir şekilde bir hayır kuruluşuna ulaştırmaktı. Ama altınlara, sadece kendisinin çıkması ile ulasılması mümkünmüş. Bir süre kaçma ve o işi yapıp geri dönme hayalleri kurdu. Hatta bu hayalle, Cezaevi idaresinin, cezasının çoğunu tamamlamış ve kaçması imkânsız olan mahkumlara, yakında bulunan kum ocağından, devam eden inşaatlar için kum getirtiliyordu. Şartları uyan mahkumlar, zor iş olsa da, dışarıyı görmek için bu göreve gönüllü gidiyorlardı. Sırf oradan firar edip üç günlük bir zamanda bu işi bitirip dönmek için, kuma gitmeye talip oldu. Ancak müdür, benim kefil olmam halinde izin verebileceğini ve bir de herhangi bir kötü niyetinin olmadığına söz vermesini istedi. Kuma gitti ve geri geldi. “Ah ağabey ahh” diyordu. Seni kefil vermeme aldırmıyordum. Çünkü sen biliyordun ne yapacağımı. Ama şu kurnaz adamın söz verdirtmesi yok mu. Yapamadım ağabey. Yapamadım. Bir de -sevdiklerinin ve değer verdiklerin için yemin et- demez mi”
Bazı günler; “Ağabey yum gözlerini ve görmeye çalış. Bir sahabe geliyor... Peygamber-i Ekber oturuyor... Sahabe O ‘na (s.a.v) -Eyy Allah’ın resulü- diye hitap ediyor. Düşün ağabey, gözlerinin önüne getirmeye çalış.” “Tamam getiriyorum” diyordum. Gerçekten de çok müthiş hallere götürüyordu bu rabıta beni. Ama o “hayır ağabey olmuyor. Biraz daha dikkat, ne olursun boyun damarların şişip, yüzün pembeleşmiyor” diyordu. Ben bu rabıta sonunda, halimi düşündükçe, Onu merak ediyordum, acep neler hissediyor diye.
“Ağabey sen nasıl adamsın böyle? beni her görüşünde -malatya malatya bulunmaz eşin-diyorsun. Gözlerinden çok şey okuyorum. Bu koğuştaki başka arkadaşlara da böylesin gerçi ama. Sen Malatya’lı değilsin, nereden geliyor bu ilgi, Gemuhluoğlu Üsdad’dan (Üstadı öyle öğrenmişti ki artık kendisi de üstad demeden konuşmaz olmuştu)mı kaynaklanıyor.” Ben, olur mu canım, kimi sayayım sana, Malatya’yı sevmeme sebep, o kadar kıymetli insan var ki... Bak Orhan ağa da, Cahit bey de Malatyalı değiller. Ama Orhan ağa bir başladı mı saymaya “Kardeşim, İsmet İnönu, Erdal İnönü, Özal kardeşler daha birçok kıymetli insan Malatya’lı nasıl sevmem ben Malatyı.” Sonra, Cahit Bey de Malatya’yı çok sever. O’da Malatya’dan bahsederken “Mübarek şehir kimleri yetiştirmemiş ki Battal Gazi, Fahri Baba, Gemuhluoğlu, Sait Çekmegil ve daha kimler kimler. Memleketimizde çok önemli bir şehirdir Malatya” derdi. “Görüyorsun benim de buna benzer bir sürü sebebim var. Sen Malatya’lısın, Somuncu Baba torunusun, yetmez mi” demiştim de mahcubiyetten pembeleşmişti yüzü.
Bir gün, yedinci koğuştan misafirlik dönüşü beni her gören, Onun ben aradığını söyledi. Çok önemli bir durum vardı ki ortalığı böyle telaşa vermişti. Beni görünce adeta koşarak nefes nefese yanıma geldi. Dehşet heyecan içindeydi. “Hatırladım ağabey hatırladım.” Ben merakla, “hayırdır, neyi hatırladın” dedim. Yarı sevinç yarı heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Hatırladım ağabey, Fethi Gemuhluoğlu üstadı hatırladım.”
“Ee hani tanımıyorum demiştin, benden bir sürü laf işitmek durumunda kalmıştın, nereden çıktı şimdi bu tanıma işi” Yarı kararsız. “Şey ağabey tanımıyorum şahsen de hatırladım. Şimdi bak ağabey ben bir gün... Çocuktum o zaman, babamla mal pazarına gitmiştik. Beni bir çayhaneye oturtup burada bekle demişti” sözünü kestim. “Yoo olmadı azizim. -mal pazarındayken- dediğin andan itibaren, orada Gemuhluoğlu olamaz.” O yine heyecanla “Ağabey Allah aşkına dinle hatırladım dedim sana. Şimdi bak. Ben orada oturuyordum. Kerim ağabey diye biri vardı. Emekli öğretmen. Mahalli gazetelerde yazı falan yazardı. Etrafına epeyce bir insan toplanmış ve konuşuyordu onlara” Ben dayanamayıp, “Yapma lütfen, zaten üstat daha çok İstanbul-Ankara da kaldı sen yanılıyorsun” dedim. Israrla. “Ağabey Allah aşkına dedim. Hele dinle bir. İşte o anlatıyordu. Boş boş orada oturuyordum ve ben de ister istemez dinledim. Çünkü herkes pür dikkat dinliyordu ve çayevinde çıt çıkmıyordu. Şöyle diyordu - bir gün Gemuhluoğlu üsdad ile Arapgir’den geliyorduk, üsdad yavaşlayan minibüsün penceresinden “işte, işte” diye heyecanla dışarıyı gösterdi. Yoldan bir grup köylü omuzlarında bir hezenle karşıdan karşıya geçiyorlardı. Kocaman bir hezen, uzun mu uzun, on beş yirmi kişi varlardı minibüs durdu ve onları seyretmeye başladık. Hezanin en kalın yerinden bir yiğit tutmuştu ki, ne yiğit, hezenin en kalın yerini uç tarafından kavramış, tınmıyordu bile. Hezenin diğer ucuna doğru gittikçe inceliyordu ve inceldikçe de zayıf, boyu kısa, güçsüz olanlar, sıralanıyordu. Ön tarafta yetmiş-seksen yaşlarında bir ihtiyar elinde bir nacak ile hezen taşıyanların önünde, onlara zarar verebilecek, onları engelleyebilecek çalı-çırpıları, birer vuruşta, temizleye temizleye ilerliyordu. En ilginci de en arkada, hezen taşıyanların en arkasında, yine aynı yaşlarda bir nine. Ama dimdik, tam bir Türkmen anası. Elinde su kapları, omuzunda bir çıkın, belli ki yemek yenen kapları taşıyordu. -işte, işte- diye adeta feryat ediyordu üstat. Bana dönerek -işte bu. bak azizim, bir memleket böyle yönetilmeli. Şu köylülerin burada kurmuş oldukları tabii sistemi kurduğumuz an memleket kurtulmuş demektir. Dikkat et, herkes kendi yapabileceği işi yapıyor. En başarılı olabileceği görevi almış. Bak hezenin en kalın yerini omuzlayanla, en ince yerini omuzlayana bak. Şu ak sakallı ihtiyara bak. Sonra nine, belli ki elindekiler su kapları, sırtına yüklendikleri de buradakilerin yemek kapları. Aman Allah’ım, ne harika bir sistem. Ne harika bir güç birliği. Ne bereketli birliktelik. Şükürler olsun Rabbim sana. Malatya’da, şu köylü kullarının başardığını, okumuş, bilmiş ve memleket yöneten insanlara da nasip et Allah’ım- demişti.”
“İşte bunları dinlemiştim ağabey. Gemuhluoğlu’nun adını o çayevinde, O adam anlatırken duymuştum. Sustun ağabey. Doğru mu orada duyduğum Gemuhluoğlu’dur değil mi?” “Haklıydı O. Gerçekten de bu anlatılan Fethi Gemuhluoğlu olmalıydı. Öyle bir görüntüyü ancak Üstat yakalayabilirdi. Evet azizim üstadın kıyısına kadar yaklaşmışsın. Kabul ediyorum, tanıyorsun Fethi Gemuhluoğlu’nu.” Çok sevinmişti. Şakayla karışık, “İmtihanı geçtim değil mi ağabey. Artık sana göre tam Malatyalıyım değil mi” “Estağfurullah sen zaten yiğit bir Malatyalısın dedim. Artık hapisten çıktığımızda, bunun hatırına mişmişlerimiz senden.” “Başım üzre ağabey ama, hani sen ısrarla kayısı derdin.” “Haksız mıyım peki, şimdi ben sana, kayısı gözlü kardeşim yerine mişmiş gözlü kardeşim desem olur mu” dedim. İkimiz de güldük, hasret ve hüzünle.
Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra, Onu ziyarete gittim. Hapishanede çok kıymetli olduğunu bildiğim için, saz teli de götürdüm. Başgardiyanın odasında, o, ayaküstü, görüşmeden sonra ayrılırken; kısa bir süre hapishaneden kurtulup yapmayı düşlediği işini bildiğimden, kulağına eğilip, muzipçe “ne zaman firar ediyorsun” dedim. Bu defa kendisi kulağıma eğildi ve “Geçen hafta hastaneye yattığımda, gidip-geldim hamdolsun” dedi. Şaşkınlıktan gözlerimin yerinden fırlayacakmış gibi olduğunu görünce, daha bir muzipçe kulağıma tekrar eğildi ve “beş saat evde kaldım, gelirken de kayısı getirdim dostlara” dedi. Çok huzurlu olduğu gözlerinden okunuyordu.
Ne zaman bir Malatya’lı ile tanışsam, aklıma önce üstad gelir, sonra da onu hatırlarım. Her karşılaştığım Malatyalı’ya halâ, Üstadı tanıyıp tanımadığını ve birkaç ünlü Malatyalı’yı sorduktan sonra, şakayla karışık onu da tanıyıp tanımadıklarını sorarım... Malatya, Battal Gazi’dir, Somuncu Baba’dır, Fahri Baba’dır ve Gemuhluoğlu ile bir hüzündür bende.
***
KAZANÇ
Bir tarafımız acı bir tarafımız sancı
Dayansak bile ruhumuzu yoruyor
Neyse bunca acının kazancı
Sırmalı kesemizde duruyor.
***
DÜKKÂN MEKTUPLARI - 19
Murat Gilin Ora...
Birkaç kuş cumartesi günleri baraj kıyısının tam olarak göründüğü devasa bir çam ağacının dalına sıralanıp, gün boyu oradan ayrılmıyor. Aynı kuşlar, haftanın diğer günleri de aynı yere gelip, kıyıya bakıp bakıp, orman içinde kayboluyorlardı.
Muzaffer Hocamın bir balıkçı ekibi, bir de yazar-çizer ve fikircileri var... Nerdeyse her cumartesi Klavuzlu Barajı kıyısına balığa gidilir... Diğer balıkçıların ve piknikçilerin pek uğramadığı; yukarıda bahsi geçen kuşların kondukları daldan tam olarak görünen, sapa bir kıyıyı mekân tutmuş hocamın balıkçıları. Hocamın reisliğinde: Yunus BARMAN (Balık tutamasa da…) Dr Mehmet CERAN, Tayfun GÖKTÜRK, Mehmet YAŞAR, Enver ÇAPAR, Hacı Ahmet ERALP, birkaç senede bir de olsa Hasan KEKLİKÇİ, Somali’nin Anadolu Yöresinden diye kendisini takdim eden ve Ahmet Doğan İlbey’in tabiri ile Ümmetin numunesi Mahmut Muhammet Şeyh Ali, ara sıra Gaziantep’ten motosikleti ile gelerek balıkçılara katılan Seyfettin ALBAYRAM, Güccük Doktor İsmail SAĞIR, Murat YÜCEL, Murat YÜCEL’in oğlu Muzaffer Hocam’ın ahbabı Ömer, Tayfun’un Oğlu hocamın dostu ve ortağı Abdülrezzak ve… Ve bir daha ve… Hacı İbrahim ARIKMERT. Neden mi ve… Ve… diye yazdım Hacı’nın adını? Balıkçı ekibi için de yazar ve fikirciler için de kıymetli Hacı ARIKMERT… Hacı, balıkta, menemenden kuru fasulyeye kadar yemekler yapıyor ve baraj kıyısında lahmacun yapmayı planlıyor. Plandan öte, proje son aşamalarında bildiğim kadarıyla.
Balıkçı baraj kıyısına Muzaffer Hocamın reisliğinde sıralanıyor… Onlar kıyıda, hocamı seyreden kuşlar kıyıyı tam gören devasa çam ağacının dalında sıralana dursun. Sık çamların bulunduğu kıyıya paralel bir tepecik var… Burada: Hacı Arıkmert yemek hazırlığına girişirken hemen yakınına serilmiş bir hasırın üzerine sıralanmış bir ekip daha var: Ali Hocam, Ahmet Doğan İLBEY, Ben abdi aciz, (sık sık bulunmasam da Hasan KEKLİKÇİ’den çok bulunuyorum) İsmail GÖKTÜRK, bazan, Memduh ATALAY Hoca, Mehmet YILMAZ Savaş KIYAK hocam ve Hacı’ya yemek hususunda yamaklık eden gençler… Bu gençlerin Hacı Ahmet Eralp gibi müdavimleri olsa da zaman zaman değişkenlik gösterdiği de oluyor: Ferhat AĞCA, (Bazı zamanlar böcek toplamakla meşgul olsa da) ALİ; Susan adam, tam bir hizmet ehli, dost ve ehl-i semaver, Çağrı GÖKTÜRK, Şeyhşamil EJDERHA, Memduh GÖKTÜRK, Süleyman KILIÇBAY, Mehmet Can, Yasin gibi gençler…
Bu gençlerin değişkenlik seyri, daha nice gençlerin gelip geçeceğinin habercisi…
Devamı http://yoldakikalemler.blogspot.com/2019/07/dukkan-mektuplari-19-hasan-ejderha.html
***
GELİNBACI
Gece yarısından beri ebe kadının çabalarını kaygı ile takip eden, bellerinin kamburu çıkmış iki bacı, düşük yapan Durdu Fadıma gelinle birlikte âdeta aynı sancıları çekmişlerdi. Sabahın ilk ışıkları ile ebe kadını yolcu etmek için dışarı çıkmışlar, sonra da kerpiç evin arkasında duvarın dibine çömelmişlerdi. Ama hâlâ ebe kadının sözleri dolaşıyordu kulaklarında.
Ebe kadın gitmeden önce ayaküstü: “Anlamadım ben bu işi. Normal bir doğum gibi oldu sanki. Lakin çocuk ölü doğdu doğmasına da gelinin karnını ve kasılmaları anlayamadım; hiç doğum olmamış da doğum başlamış gibi bir hali var. Sabaha kadar merakımdan bekledim. Bekledim ama heç bir şey de anlayamadım. Hayırlısı inşallah.” demişti.
Gelinin kaynanası kardeşine dönerek:
“Yoksa gelinin durumu kötü de söylemeye dili varmadı mı ebe kadının?” dedi.
“Allah korusun. Aklına kötü bir şey getirme bakalım bacı sen!” dedi öteki.
Davarların bulunduğu ağılın kapısını açıp, davarları salarken ki haline daha bir dikkatle bakmışlardı Durdu Fadıma’nın kocası İbrahim’in. İbrahim’in üzerindeki, askerlikten kalma komando parkasına, başındaki yün başlığına, dikeni andıran gür bıyıklarına, yüzüne vuran sabah güneşinin ışığındaki parıldayan tenine ve gözlerine, upuzun boyuna çok yakıştığını düşündükleri omzundaki çiftesine ayrı ayrı bakmışlardı. Anasının da teyzesinin de yüreği kavrulmuştu İbrahim’i izlerken. Anası dayanamayıp “çocuğu durmayacak oğlumuzun teyzesi” diyerek kardeşine yaslanıp ağlamıştı.
İbrahim her zamanki alışkanlığı ile yufkanın içine bir şeyler koyup, azık bezini katlayarak beline bağladıktan sonra, çiftesini omzuna asarak sessiz sedasız aşağıya inmişti. Yürüyor mu uçuyor mu, farkında değildi. Ayağını nereye attığının, nereye bastığını bilmeden yürüyordu. İlk defa: “Olmayacak; bizim çocuğumuz durmayacak ellaham!” demişti, ebe kadın çocuğun düştüğünü söyleyince. Dokuzuncu çocuğu ile kendisi de hayattan düşmüştü sanki. Davarı ağıldan çıkarıp, yaşları yetmişini çoktan geçmiş annesi ve teyzesinin önünden geçerken “davarı sürmek lazım; ağılda bırakmak olmaz” diyerek önlerinden geçip gitmişti. Davarı mı sürmekti gayesi, yoksa bir an önce dağlara çıkmak ve çoğalan kendi yalnızlığının kalabalığında kaybolmak mıydı? Bunu kendisi de bilmiyordu aslında. Uzaklaşmak, sadece uzaklaşmak istiyordu evden. Neresi olursa, davar nereye giderse arkasından gitmeye karar vermişti. Her zamanki gibi davarı otlatmaya karar verdiği bir yer, bir bölge yoktu.
Davar yanlarından geçerken, nerdeyse keçilerin altında kalacaktı iki bacı da. Aceleyle kalktılar yerlerinden ve biraz geriye çekildiler. Yerlerinden kalkınca iki hilalin yan yana durması gibi bir duruşları vardı iki bacının da. Başları, kambur olmayan bir insanın göbek hizası mesafesindeydi ve yüzleri karşıya bakmak yerine yere, hatta ayaklarının ucuna dönüktü. Davar dar yoldan geçerken, keçilerin bir kısmı gene de iki bacıya sürtünerek geçmişlerdi.
“Bu dokuzuncu değil mi bacı?” dedi kendinden daha önce damın duluğuna çömelen bacısının yanına çömelirken.
“He ya” dedi bacısı. “Hem de altısı oğlandı”
“Hayırlısı bacı, üce Irabbım her şeye kâdirdir”
“Orası öyle, öyle olmasına da babamı aklıma getiriyor İrbaham’ımın durumu”
“Hayırdır inşallah bacı?”
“Ah! Ah. Babamın durumuna düşecek bizim İrbaham.”
“Ne demeye çalışıyon bacı? Vallah bi şey anlamadım dediklerinden.”
Önce küçük kardeşinin yüzüne sonra da köyün karşı yamacındaki bağlara baktı bir süre. Karşı karşıya iki yamacın birinde köyün kerpiç evleri, evlerin tam karşısındaki yamaçta ise köyün bağları bahçeleri bulunuyordu. Bu iki yamacın ortasından akan, suyu buz gibi olan dere hem bağların bahçelerin hem de köyün su ihtiyacını karşılıyordu. Bu güzellikleri bir daha içine dolduruyormuş gibi karşı yamaca bakarak konuşmasını sürdürdü İbrahim’in anası yaşlı kadın. Kardeşine daha bir sıkı yanaşmıştı sanki anlatacaklarına başlamadan önce.
“İrbaham’ımın, guzumun çocuğu durmuyor ya! Babam aklıma geldi.”
Küçük olanı irkildi.
“Ne dedin bacı, babam mı? Bu da nerden çıktı şimdi”
Bacısı hafif bir tebessümle sözlerine devam etti:
“Sen de hatırlarsın her hal; seferberlik zamanını anlatırdı babam. İrbaham’ım babamın durumuna düşecek. Hani köyde heç erkek kalmamış da babam kadınları toplayıp köyün bağlarını kazdırmaya gitmiş… İki gözü iki çeşme anlatırdı babam. Kadınlar bağı kazarken, bu arada da kazdıkları yeri ve üzüm tiyeklerini tepelerlermiş. Tepelemedikleri kazılmış yerleri de kendi aralarında boğuşurken tepelerlermiş. İşte o zaman babacığım, tepenin arkasına gider, ağlar, ağlar geri gelirmiş. Bir süre bağ kazan kadınlara şöyle yapın böyle yapın diye uğraşır, sonra gider tepenin arkasında bir daha ağlarmış. İrbaham’ım da dedesini kaderi varmış gördün mü teyzesi?”
“Aman bacı! Deliriyon her hal. Etme Allah aşkına!”
Bacısının yanına çömelirken kolunu koluna bilerek temas ettirmişti.
Aslında bacısına dokunmak, onu okşamak, kucaklayıp teskin etmek istiyordu. Ama bu kadarı yeterdi. Ancak bu kadar bir temasla paylaşabilirdi dokuzuncu torunu da düşen bacısının acısını.
Öyle görmüşlerdi büyüklerinden. Her şeye bir sınır koymayı bellemişlerdi.
Ne sevinçlerinde gülüşerek kucaklaşırlar ne de acı anında ağlayıp sızlayarak ah vahlarla kendilerini kaybederlerdi. Zira densizlik sayarlardı ötesini. Her hadise karşısında vakarlı bir duruşları vardı ve onu her zaman muhafaza ederlerdi.
“Bacı” diyerek konuştuğu kadın mı daha yaşlı kendisi mi anlaşılmasına imkân yoktu. İkisi de toprak damın arkasına yarı oturur vaziyette çömelmişlerdi. Belleri o kadar kamburdu ve o kadar küçücük kalmışlardı ki, oturuyorlar mıydı, yoksa az sonra tekerlek bir cisim gibi yan yana yuvarlanacaklar mıydı belli değildi. Sanki birisi dokunsa aşağı doğru yuvarlanıp gideceklerdi. Gelininin dokuzuncu çocuğunu da doğuma bir ay kala düşürmesinin bacısının yüreğinde ne yangınlara sebep olduğunu biliyordu.
Az ileride bacısının kocası yanındaki adamla dertli dertli konuşuyordu.
“Çocuğu durmuyor bu gelinin. Söndürdü İrbahamımın ocağını. Yiğit İrbaham soysuz sopsuz geçip gidecek bu dünyadan.” “Ah benim İrbaham’ım ölünce dünyada adı sanı kalmayacak şu babayiğit adamın.”
Gelin Durdu Fadıma, üzerinde Türkiye Zirai donatım Kurumu yazan gübre torbasının çakıldığı pencerenin arkasında kayınbabasının konuştuklarını duyuyor, kayınbabasının bu sözleri, kara saplı bir Hartlap bıçağı olup, kalbine saplanıyordu. Kara saplı Hartlap bıçağının saplandığı kalbinden akan kan, düşükten dolayı akan kana karışarak kanamasını daha bir artırıyordu.
Kayınbabası daha acı sözlerle devam ediyordu konuşmasına: “Ah benim İrbaham’ım ölünce dünyada adı sanı kalmayacak şu babayiğit adamın.”
Yanındaki adam: “Allah’tan ümit kesilmez emmi; bakarsın bundan sonrakiler durur. Hele bir Lâ Havle çek, rahatlarsın.”
“Nasıl rahatlayım bire gardaşım. Şu gelinin bize ettiğini görmüyon mu?”
Lafına ilk başladığında, hemen arkasına durmuştu Aniş Gelinbacı. Adam gelininden dert yanarken bastonuna dayanıp arkasında onu dinlemişti. Bastonuna dayanmış dururken; başındaki omuzlarının aşağısına kadar inen beyaz mevlit örtüsü, örtünün altındaki fesin üzerine dizilmiş gümüş üzeri tuğralı paralar, boynundaki kahverengi akik taşından yaprak şeklindeki gümüş kafesli gerdanlığı, siyah üzerine mavi mini çiçekli pazen fistanı, fistanın eteklerinin hemen altında ayaklarındaki parlak mes ayakkabıları ve ayakkabının bitiminden sonra, fistanının eteklerinde kaybolan gül kurusu rengindeki yumuşak deriden mes ile, müspet tarih kitaplarının veya “Müslüman Türkün Kültür ve Medeniyet Tarihi” diye bir kitap yazılsa ilk sayfalarına konulacak bir resim, hatta anıt gibiydi.
“Pu Lanet sa goca höbene!” dedi Aniş Gelinbacı.
Adam dönüp baktı Aniş Gelinbacı’ya ama ağzını açıp da bir cevaba kadir olamadı.
Aniş Gelinbacı büyük Ağabeyinin karısıydı.
Ağabeyi öleli yıllar olmuştu ama o hâlâ yaşıyordu ve çok da dinç bir vaziyetteydi.
Çok sert yapılı bir kadındı Aniş Gelinbacı. Köyde akraba olsun olmasın ona herkes “Aniş Gelinbacı” diye hitap ederdi. Bu “Ayşe Abla” manasına kullanılan bir hitap şekli idi. Aslında, kendisinden büyük amca ve ağabey eşlerine herkes Gelinbacı diye hitap ederdi oralarda.
Aniş Gelinbacı: Genç kızların, gelinlerin müşküllerinde, kendi anne ve ablalarına açamayacakları bir sıkıntılarında ilk akla gelen kadındı köyde. Hele birisi karısını dövsün... Eğer Aniş Gelinbacı duyduysa veya dövülen kadın, Aniş Gelinbacı’ya “Kocam beni dövdü” diye şikâyet etmiş; Aniş Gelinbacı yolda yolakta, bir kadının yüzünde gözünde bir morluk görmüşse; anında o kadının evine gidip, elindeki bastonla evin kapısına delice vurarak kapıyı açtırır ve dövülen kadının kocasının karşısına dikiliverirdi. İşte o kocanın vay haline. Karısını dövme sebebi ne olursa olsun, o kocanın kafasına elindeki bastonu bir kere indirir ve kafasını kesinlikle şişirir ve o koca, ağzını bile açamazdı. Sadece kafasında bastonun indiği yeri kaparak “uf anam!” derdi. Tam o anda da Aniş Gelinbacı lafı yapıştırırdı. “Anam ya anam! Dövdüğün bu kadın da şu peydahladığın veletlerin anası; utanmaz arlanmaz” dedikten sonra çekip gitmez, meseleyi enine boyuna anlar ve kadına edilecek bir nasihat varsa çeker bir köşeye, konuşurdu uzun uzun. Kafasına değneği yese de sonuçta erkek kârlı çıkardı. Hem karısıyla barışmış olur hem de karısının kötü bir huyu varsa Aniş Gelinbacı nasihat ettikten sonra o kötü huyunu terk ederdi.
Gelininin çocuğunun durmadığından dert yanan kaynının yanına yaklaşıp karşısına dikildi Aniş Gelinbacı.
“Seni goca höbene seni!” dedi küçük kaynına tekrar. “Gelinin çocuğu durmuyormuş, İrbahamını soysuz sopsuz etmiş öyle mi?”
“He ya! Öyle değil mi Gelinbacı?” dedi adam. Başındaki takkeyi düzeltti ve nerdeyse hiç siyahı kalmamış sakalını kaşıdı gayrı ihtiyari.
“Değil elbet, öyle değil!”
“Ama bu düşürdüğü dokuzuncu çocuk olmadı mı Gelinbacı?” dedi adam dertlenerek. Olduğu yerde öyle sallandı ki; kökü motorlu testereyle kesildikten sonra, hafif bir sallanıp sonra devrilen kavaklar gibi sağa sola ırgalandı.
“Düşürdüğü ha! Düşürdüğü… Ne de kolay diyon kayın ede. Ne de kolay diyon öyle. O gelin mi düşürdü bunca çocuğu? Kendi bebesini kucağından yere mi attı yoksa? Hı? Kayın ede öyle mi diyon?”
“Yok, Gelinbacı, öyle de demiyom da…”
“Eee, ne diyon öyleyse kayın ede?”
Adam susuyordu, hiçbir cevabı yoktu elbette.
Aniş Gelinbacı bir süre adamın yüzüne baktıktan sonra devam ediyordu. Bu sefer sesinde zerre kadar azarlama yok. Tam tersine şefkat doluydu.
“Şu içeride, dokuzuncu çocuğunu düşüren ve her düşen çocukla canı da çıkan gelinin var ya; onun adı neden Durdu Fadıma biliyon mu kayın ede?”
Adamda yine ses yok. Çevredekiler de sükût etmiş, Aniş Gelinbacı’yı dinliyorlar.
“Biliyonuz biliyonuz. Hepiniz de biliyonuz bu gelinin adının neden Durdu Fadıma olduğunu.” Çevresinde bulunanların yüzlerine teker teker baktıktan sonra duvarın dibinde bulunan odun kütüğünün üzerine oturdu. Çocuğunu düşüren gelin Durdu Fadıma, hemen başının üzerindeki pencerenin bulunduğu odada yatıyordu ve Aniş Gelinbacı’nın konuşmalarını yanında konuşuluyormuş gibi duyuyordu. Olduğu yerde daha bir dikkat kesildi konuşulanlara. Ağrılarını unutmuştu adeta.
Aniş Gelinbacı: “Bu gelinden önce altı kardeşi öldü. Nettilerse durmadı çocuklar. Bunları hepiniz biliyonuz. Sonra bu Durdu Fadıma kız doğdu ve adını Durdu Fadıma koydular. Bu durdu elhamdülillah. Mübarek Fadıma anamızın hatırına durdu ve şimdi senin gelinin bu yavrucak.”
Durdu Fadıma gelin sancı denizinden çıkıp telaş denizinin içine düşmüştü. “Yoksa bu Aniş Gelinbacı bunların topu hastalıklı, sen de bunlardan gelin almasaydın’ mı diyecek!” Diye kaygılanmıştı birden. Ama kaygılandığı gibi olmamıştı. Aniş Gelinbacı kendisinin de bilmediği bir gerçeği açıklamıştı.
Aniş Gelinbacı adama tekrar dönerek:
“Biliyon mu kayın ede gelinin Durdu Fadıma’nın babası Daşcı Irabbı netti? Bilmezsin ya, kimseler bilmez… Madem bu çocuklar durmaz; şehre gedip bir tohdura bahınalım dedi. Hemi de sadece karısı değil, kendisi de bahındı tohdura. İki ilaç vermiş tohdur, o kadar... Hastalığı İznullah geçmiş. Bu Durdu Fadıma kız, sonra kardeşleri oldu ki geçmiş hastalığı kadının.”
Bir süre durup bekledi. Sonra kaynının yüzüne daha bir şefkatle bakarak devam etti konuşmasına:
“Hiç aklına geldi mi kayın ede bu gelini tohdura bahıtmak? Belki bir hastalığı var yavrucağın. Belki o hastalık, senin yavrucağına, torununa zarar veriyor da ölüyor torunların… İneklerinden biri biraz keyifsiz olsa, o gün ahırda yatacaksın âlim Allah. Aklını başına devşir kayın ede! Bu yavrucağı tohdura bahıt!” diyerek gelini görmek üzere eve yöneldi.
Aniş Gelinbacı’nın eve yöneldiğini gören iki bacı, yerlerinden kalkarak, arka arkaya yuvarlanıyorlarmış gibi, onlarda Aniş Gelinbacı’nın arkasından eve girdiler.
Odaya girip gelinin yattığı yatağın etrafına oturduklarında; gelinin kaynanası, eltisi Aniş Gelinbacı’ya dönerek, “Sağ olasın Gelinbacı. Gocadı gitti ama bizim bu herif akıllanmayacak. Şu gelinin ne suçu var Allah aşkına? Sen de olmasan biz nederdik” dedi muhabbetle. Aniş Gelinbacı da ona bakıp tebessüm etti.
Yaşlı kadınlar yüzlerindeki tebessümlerini hem karnı, hem de kalbi sancıyan gelinin yüzüne tutarak onun sancılarını dindirmeye çalışırlarken dışarıdan kayınbabasının asıl iyileştirici sesi kulaklarına kadar gelmişti.
Adam yeğeni ile konuşuyordu.
“Yeğen İrbaham abin de gelince sabaha hazırlanın. Muhtarın traktörü ile Kocaköy’e iner oradan da minibüse binip şehre varın da şu gelini bir tohtura bahıdın. Tohdur çare olur inşallah” diyerek sırtını kerpiç duvara vererip, odun kütüğünün üzerine oturmuştu.
Ansızın kulağına bir bebek ağlaması sesi geldi. Karşında oturan yeğenine baktı dikkate ama yeğeninde hiçbir tepki yoktu. “Gocadık, gocadık” dedi kendi kendine. Sonra devam etti. “Ne güzel olurdu değil mi Koca Memili? İçeride gelin doğum yaparken burada beklesen. Sonra şimdi kulağına gelen asılsız ses gibi torununun sesini duysan… Ebe kadın gelse: ‘muştumu isterim Koca Memili Ede, bir erkek torunun oldu’ dese ona muştuluk versen. Sonra verdiğinle yetinmeyip, geri cüzdanına koyduğun paraları da çıkarıp versen… O da yetmezdi koşuversen ağıla ve en yiğit tekeyi olduğu yere yatırıp, Allah rızası için kurban etsen…” Daha devam ediyordu ki, bebek ağlamasını bir daha duydu. Yeğenine baktığında gördü ki yeğeni de dikkatle kendisine bakıyordu.
Yeğeni, yarı tereddütle: “Emmi bebek sesi gelinin yattığı odadan geliyor!” dedi.
Yerlerinden kalkıp, ürkek ürkek içeri yöneldiler. Merdivenlerden çıkarken, sanki yabancı birinin evine gelmişler de az sonra “Ev sahibiii! Evde kimse yok muuu?” diye çağıracak olan bir yabancının davranışlarında ilerliyorlardı.
Ebe kadın tekrar çağırıldığında ortaya çıkmıştı esas durum.
Ebe kadın heyecanla konuşuyordu:
“Ben demiştim size. Anlamadığım bir şey vardı. Düşük olmuştu; bebek ellerime ölü doğmuştu; lakin bir şey vardı. Gelinin karnında hala kasılmalar vardı. Doğuma hazırlanan bir kadın hali vardı. Anlamalıydım. Benim suçum. Anlayamadım. Bunca yılın ebesiyim. Sanki hiç ikiz doğumla karşılaşmamış gibi davrandım. Ama arası bu kadar olan bir ikiz de görmedim. Birisi doğar arkasından diğeri gelirdi. Sabaha karşı düşen çocuk içerde ölünce vücut onu dışarı attı; o durum sağlıklı çocuğun da erken doğumuna sebep oldu elleham.”
Bu arada kapıda belirmişti gelinin kayınbabası ile yanında bulunan yeğeni.
Aniş Gelinbacı kapının eşiğinden onları fark edince, ebeye:
“Sen boş ver olanları ebe kadın. Çocuk sağlıklı elhamdülillah. Aha kapıda çocuğun dedesi, çık da muştunu iste! Az bir muştulukla bırakma ha!” diye de ekledi, Koca Memili’ye duyurarak.
Gelinbacı’nın “Az bir muştulukla bırakma ha!” dediğini duymuştu adam. Muhabbetle gülümsedi ve Gelinbacı’ya duyuracak şekilde:
“Elbette çok muştuluk gerektirir bu durum Aniş Gelinbacı meraklanma sen!” dedi.
***
HALİL ABİ
Halil KEKLİKCİ Abime
Zaten taşradaydık, şimdi birbirimize taşra düştük Halil Abi.
O günlerde çektiklerimizi anlatıp dün gülüştük Halil Abi
“Koş bir celfin yakala!” derlerdi de ah nasıl koşardık
Tavuğu biz yakalardık, misafir yerdi Halil Abi?
Kara bahtımıza hiç küsmedik; her şeye sevinir, coşardık
Hayat daha başta, bizi yere serdi Halil Abi
Ninem,“kasarlamiynen ağ olmaz baht garaysa” derdi Halil Abi
Halil Abi! Tarihimizin anıtıdır, varlığın ve duruşun
Hangi kuşun kanadına sığınsak bizim oralara gider
Bir atımlık barut olmadı tüfeğimizde, ya da kurşun
O zamandan kalma değil mi şimdi de ektiğimiz bider?
“On yaşına kadar bilmezdim demiştin;
Tavuğun ve balın ve yumurtanın yenileceğini”
Sadece misafir yer sanırdık Halil Abi?
Hangi hayattı bizim yaşadığımız öyleyse?
Kalbi olanlar üzre, evrensel sözler söylense
Doğru sözü hemen tanırdık Halil Abi?
Biz kitabın yazarına inanırdık Halil Abi
Her birimizin kalbi nasıl da heyecanla atardı gelince,
İlk defa duyduğumuz mazot kokusuyla, amele kamyonu.
Yol kenarını dolduran eşyalarımız karışırdı bu sevince,
En çok huğ hezenleri yer kaplardı Halil Abi?
Kozalak çuvalları yere atınca patlardı Halil Abi?
Tabiat mı değişti, kalbimiz mi duruldu
Hangi sınavlarda, hangi kitaptan soruldu
Tabiî bir hayatı, kalbî olarak mı yaşardık o zaman
Vazgeçtim; felsefe yapıp da o değerleri bozamam
Biz akledip, hikmete inanırdık Halil Abi?
Çocuk adamlardık, adamlıkla sınanırdık Halil Abi
Amele, şehirde yarım gün kalır, büyükler çarşıya dağılırdı
Biz çocuklar kamyonda kalır, parası olan dondurma alırdı
Ah Abi; niye acı, yokluk, gariplik bizim harcımıza karıldı?
Biz sarı sıcağa doğru giderken, erikler, dutlar arkada kalırdı
Kamyona çerçi gelince etrafını çevirirdik Halil Abi?
Göçmeye sevinilir mi? Biz niye sevinirdik Halil Abi?
Bilmediğimiz yerler görme uğruna sevinirdik
Onca yolu yürürken, sıcaktan nerdeyse erirdik
Amelenin hayvanlarını götürmeye, mal sürmek derdik
Dimdik durur da yine de yiğitliğin hakkını verirdik
Yazıya giderken, hiç malları sürdün mü Halil Abi?
Her kuru yapraktan sigara sarıp, öksürdün mü Halil Abi?
Hangi çağda yaşamışız, biz hangi çağdan geldik?
Kumaşımız nasıl örüldü, kılıcımızı neyle biledik?
Amele kamyonunun etrafında helva-ekmek yerdik
Sokakbaşı’ndaki lahmacuncuyu ancak geçerken görürdük
Muhannete tenezzül etmedik, zaten etsek ölürdük
Biz bir kere lahmacun alıp, Muzaffer ile ikiye böldük
Çarşı ekmeğinin içine lahmacun dürdün mü Halil Abi?
Kamyon devrilip, amele ölünce, üzüldün mü Halil Abi?
Sana pantolon diktirme izni çıkmayınca susmuştum
Çağa direnmek analarımıza düşmüştü o yıllarda
Lakin Amerikan süt tozunu içince kusmuştum
Sen abimizdin; senin olmayacaksa benim de olmasındı
Tabi senin yüzünden pantolondan da olmuştum
Bak hiç unutmamışım, gördün mü Halil Abi?
Keklik cücüğü için, sen de kafes ördün mü Halil Abi
Biz nasıl çocuklarmışız öyle? Hâlâ anlayamadım
Gazoz için aldığımız parayı dilenciye verirdik
Dilenciler el açıp karşımızda beklerken, ne çok utanırdık
Sen de gazoz paranı dilenciye verdin mi Halil Abi?
Amele kamyonuna binerken, çıtlık derdin mi Halil Abi?
Şehirliler tepeden bakar, yererdi sanki bizi
Amele olunca, dilenci gibi görürlerdi hepimizi
Hak yememeli şimdi, belki de bana öyle gelirdi
Bizi yerenleri, sen de yerdin mi Halil Abi?
Haymanın altına çul serdin mi Halil Abi?
Pamuk toplama dönüşü kazak alırdık, çünkü önümüz kıştı
Bir gömlek almıştın o sene kazak yerine, önü nakış nakıştı
O delikli gömlekle bahara nasıl ulaştın, hiç kimse anlayamamıştı
Hastalanıp ölmeden, kışı çıkarmanın sırrına erdin mi Halil Abi?
Amele kamyonu devrilmesi, şimdide derdin mi Halil Abi?
Hem sıcaktan yüzümüz gerilir, hem de sinirler gerilir;
O sıcakta, tarlaya, toprağın üstüne, gıdasız sofralar serilir
Akşam olunca çadırın direklerine bağlanıp, cibinlik gerilir
Güz yağmurları başlardı; biz ise ıslandıkça kurur, solardık
Kirli bir muşamba altına, bütün amele birlikte dolardık
Sırılsıklam olurdu her şey, iliklerimize kadar donardık
Sırılsıklam olmuş gömleğini, ıslak yere serdin mi Halil Abi?
Sen de cibinliği, eğilen otlara bağlayıp, gerdin mi Halil Abi?
Bir kabağaç vardı, dalı bizim tarlaya uzanan
Biz oraya kakma yapar otururduk
Koca çınara giderken İdrisi de götürürdük
Ah o zamanlarda muhabbet ne çoktu
Ahmet doğmamıştı, daha yoktu
Hasan, Mahmut ve Yahya bizimdi diyorlar,
O kabağaç, sizin miydi bizim mi Halil Abi?
Ben söyleyim mi, neyin sizin neyin bizim olduğunu
Her şey; hem sizin, hem de bizimdi Halil Abi?
Parmağımız ağrısa senin dizlerin sızım sızımdı Halil Abi
Hayat daha başta, bizi yere serdi Halil Abi
Ninem,“kasarlamiynen ağ olmaz baht garaysa” derdi Halil Abi
Ne kadar canlıydık o zamanlar, neydi bizi diri tutan?
Hangi çağrıya koşmadık, hangi ninnidir bizi uyutan Halil Abi?
Sen de gazoz paranı dilenciye verdin mi Halil Abi?
Amele kamyonuna binerken, çıtlık derdin mi Halil Abi?
Biz akledip, hikmete inanırdık Halil Abi?
Çocuk adamlardık, adamlıkla sınanırdık Halil Abi
Zaman bize mi yaslandı, biz zamaneye mi yaslandık Halil Abi?
Hiç savaşmadık; neden kılıçlarımızla birlikte paslandık Halil Abi?
***
DEDEMİN HİKÂYESİ
Kurtuluş savaşı gazisiydi dedem. İlk konuşmanızda çok sert görünüşünün altındaki yumuşak yüreğinin farkına varırdınız ama onu herkes çok sert birisi olarak tanırdı. Onunla bir iki kelime konuşmuş olanlar, anlarlardı asıl yüreğini ve yumuşacık meşrebini…
En umulmadık meselelere en umulmadık tepkiyi verirdi. Mesela, çocukluğumuzda, amca çocukları ile bize abdest almasını öğretirken, yüzük parmağını öbür eli ile sıvazlamayı unutana fena kızardı. ”Yüzüğün altı kuru kaldı” diye celallenirdi. Hepimiz parmağımızda yüzük olmadığı halde, yüzük parmağını sıvazlayarak, yüzüğün altını da ıslatmayı öğrenmiştik; çoğumuz o hareketi abdestin şartlarından sanarak yaptı. Yıllar sonra parmağımıza yüzük takınca anladık, bunun ne manaya geldiğini. Küçücük meselelerde celallenen ve beklemediğimiz tepkileri veren dedem namaz kılarken çok sabırsız olan emmoğlu Yusuf’un, hemen, cemaati beklemeden secdeye gitmesini şikayet ederdik de gülümseyerek ”fena mı Yusuf Rabb’ına sizden daha önce secdeye varıyor” derdi. Amcakızının pınardan su getirirken kırdığı toprak güğüm için kaşını kıpırdatmazdı. ”Koca, baba… Hatice güğümü kırdı” diye hep birlikte şikâyet edişimize aldırmadan: “koca adamlar harmanda gezer de, şu çelimsiz kızı suya gönderirse elbette güğümü kırar” derdi de, su içtiğimiz kalaylı tası kazara yere düşürsek, hemen bağırırdı.
Rahmetli olduğu günden bugüne babama, dedemle ilgili bir soru sorulduğunda; tıpkı Cemil Meriç’in Niçe’den bahsederken: “deliydi hazret” diye söze başlaması gibi, babam da önce bir tebessüm ve sevgiyle gülümseyerek: “deliydi rahmetli” der, (hayır ırahmetlik derdi) söze girerdi.
Köyde muhtar, aza gibi hiçbir görev almamıştı ama her şeye karışır ve herkes de köyde bir iş yaparken ona tasdik ettirirdi. Ağaç kesene kızar, boş gezene kızar, hatta gömleği kirli olana bile: ”derede su mu bitti efendi!” diye bir haylardı ki, yaşı ne olursa olsun dinlemezdi. En çok kızdığı şey, temizliğe dikkat etmemekti.
Dedemin reisliğinde, amcamlarla beraber oturduğumuz eve, dedem dışarıdayken: “geliyor!” dendi mi, anam ve amcamın hanımı, Elif anam, hemen kucaklarındaki çocuklarının burnunu silerler, üzerlerini düzeltirler, oraya buraya eğreti atılmış minder, herhangi bir eşya varsa koşarak etrafı toplamaya koyulurlardı.
Ninem, saf ve dokuz yaşında bir kız çocuğu gibi nazlıydı. Ona hep bağırır ve sürekli azarlardı dedem. Tüm bunlara rağmen, dünya âlem bilirdi ninemin dedemi, dedemin de ninemi çok sevdiğini.
Dizlerinin önlerine kadar inen yakasız, beyaz bir fistan giyerdi dedem. Altında ise yine beyaz, şalvardan biraz kısa bir giysi, başındaki Türkmen sarığında kavuniçi renginde nakışlar ve motifler vardı sadece. Sarığın kavuniçi rengi nakışları dışında, sakalından saçına, tenine ve elbisesine kadar beyazdı.
Doksan yaşını geçtiği halde, başparmağı ile işaret parmağı arasına sıkıştırdığı cevizleri kırıp-kırıp bizlere dağıtırdı. Öyle güçlü idi ki o bizlerin gözünde. Babamdan, amcalarımdan, hatta büyük amcamın oğlu, davar damının direğini değiştirirken hezene omzunu veren Mehmet ağabeyden bile güçlüydü.
O, dağ gibi görüntüsü olan, elleri kocaman dedem. Bir gün ninemin seksen yedinci yaşında ölüvermesiyle, küçücük ne varlığı ne yokluğu belirsiz bir tepe gibi kaldı. Artık elleri, biz torunlarına bile kocaman görünmüyordu. Ceviz de kıramaz olmuştu iki parmağı ile. Eskiden etrafından edeplice geçtiğimiz, yanında yönünde rahatsızlık verecek kadar bağırıp çağıramadığımız dedemin yanından her şekilde gelip geçiyor ve her densizliği yapar olmuştuk da başını çevirip bakmaz olmuştu.
Ninemin, o cuma sabahı öldüğü anlardan itibaren, çardağın ucunda serili yatağının içinden, küçücük bir rahatsızlığı olmadığı halde hiç kalkmamıştı. Sadece yakınında bulunan birine yavaşça seslenerek; ” şu ibriği getir evladım, abdestimizi tazeleyelim” ifadesinden ibaretti olmuştu hatla alakası. Ben dedemden, “abdest alalım” tabirini hiç duymadım. Hep “abdest tazeleyelim” derdi.
Ninemin öldüğünün müteakip cumasıydı ve o güne kadar, kimseyle konuşmadan, o herkesin alıştığı tepkileri göstermeden, sadece, oturduğu yerden görünen, ninemin mezarına baktı durdu. Abdest tazelemek için ibriği istedi ve ihtiyaç duyduğu anlarda da abdesthaneye gitti o kadar.
Ninemin vefat ettiği saatlerden iki saat falan sonraydı. Halam bize gelmişti. Bizler de babam anam, amcam ve ailesi çardakta oturuyorduk. Halam tabii olarak doğruca dedemin yanına gitti. Varması ile de feryadı bastı: “Aman Allah’ım! Babam ölmüş!” diye. Oysa az önce ibriği istemişti benden ve abdestini tazelemiş, abdesti bitince de “su dökenin çok olsun oğlum” diye dua etmişti bana. Hatta suyu dökerken de yazın suyu iyice azalan, bizim yaylanın en soğuk pınarı olan goflek pınarını hatırlatarak, “suyu goflek pınarının oluğu gibi akıt avuçlarıma, azar-azar paşam, anladın mı dedesinin aslanı goflek pınarı gibi” demişti.
Götürüp ninemin yanına defnedildi. Halâ hatırlıyorum da ninemin öldüğü andan itibaren kaybolan o dağ, ölünce sanki yeniden yiğitleşmişti. Gasledilirken, perde olarak gerilen kilim ve savanların arasından gördüğümüz elleri yine kocamandı. Başparmağı ile işaret parmağı ceviz kırabilecek kadar güçlü görünmüştü gözlerime.
***
KURTULUŞ UMUDU
Gelecek o günler biliyorum
Belki ayak sesleri duyuldu
Belki de ben hayal kuruyorum
Umut verimli bir tarla, lakin
Hangi yorum gerekli zamaneye bilmiyorum
Varla yok arası bir hayatı
Çizince ressamlar
Bakanlar ne anlar
Kestirmek zor.
Kor ateşlere kesse de vücut
Yürümek gerek
Zira umut var
Raşit’in damatlık elbisesi kadar
Bir bülbülün sesi kadar
Bir annenin busesi kadar
Bir bebeğin nefesi kadar
Gerçek bir umut her zaman var.
Bir kurşun kalemi açmak kadar
Bir gemide rıhtıma yanaşmak kadar
Yüzerek kıyıya ulaşmak kadar
Yakın gelecek olan günler yakın
Kalkın ey erenler! Kalkın da bakın
Yollar çağırmakta sizi
Hangi yıldızı kılavuz edecekseniz
İşaretlemek gerek o yıldızı.
***HASATA ANNELER ÜLKESİ
İç söz
Karanlık kilit, yokluk kadar bir cam, aynalar kırık
Dilden beter kerpetenler çıkarır çivileri ancak
Salıncak kadar yalnız, urganın bağlandığı dal
Kaç taşa kaç kişi düşer; yağmur bir daha gelirse şükür
Kaç anne birlikte ağlar? Salacada uzanmış Filistinli çocuğa
Boncuğa değmeden gözü kurşunlar saydı
Annenin elinde bir boncuk olsaydı
Mavi kurdalede bir emzik, bayrak olurdu göklere
Yere değmeden kurşun, uçaklar hangi ülkeye hovarda
Dağlarda savrulan tüyleri kuşların
Ürkek bakışların, bağlanan taşların ardınca ağladı anneler
Yerler ve gökler ve sular şahit göz yaşlarına.
Naşına salâlar biriktirir gök, ve toprak ve hasret ve çamur
Hamur pişmiş, on bir ay kadar yakın sultana ve cana
Hangi yana doğrulup da baksa babam sefil bir hale kefil
Efil efil ezanlar eser minarelerden, saba makamı sonra güneş
Diriliş ilk ışıklarla, yatak içinde leğene dökülür abdest suları
Annem kadar bir hüzün, yüreğime akar kollarından annemin
Benim yüzüm haykırır titreyen sesine. Sukûtun tersine bir ağıt
Kağıt kalem kadar soylu bir dimağ, bölünen sesleri arar
Yarar toprağı tohum, yokluğum üzre türküler haram
Yaram kadar merhem, muhtaç bana şimdi, toprak soğudu
Ağıdı kadardır yüreği; anneyse okuyan beni.
Çığlığı üşümüş anneler, sıcak dualarla ısıttı yavrularını
Karnı burnunda kurduğu hayal gerçek şimdi
Aşermiş gibi yakın, toprağa ve yaprağa ve ağaca
Onca yalnızlığın sonunda, kalabalık serviler uğuldar
Çok aşk, tarla bereket, zümrüt yeşili yaprak
Korkarak attığım adımlarıma yol süvari
Cümle sahabe, o kadar sabi, kalabalık ortasında annem
Bir görsem en derin rüyalarda yâri
Havari kesilir, beynimi yol eden düşünceler
Bir kere, bir kere daha haykırıyorum anne gel
Geceler yolculuk, ardınca karanlık bırakmayan dervişlere.
Dış söz
Dilden beter kerpetenler çıkarır çivileri ancak
Salıncak kadar yalnız, urganın bağlandığı dal
Kaç taşa kaç kişi düşer; yağmur bir daha gelirse şükür
Kaç anne birlikte ağlar? Salacada uzanmış Filistinli çocuğa
Boncuğa değmeden gözü kurşunlar saydı
Annenin elinde bir boncuk olsaydı
Mavi kurdalede bir emzik, bayrak olurdu göklere
Yere değmeden kurşun, uçaklar hangi ülkeye hovarda
Dağlarda savrulan tüyleri kuşların
Ürkek bakışların, bağlanan taşların ardınca ağladı anneler
Yerler ve gökler ve sular şahit göz yaşlarına.
Naşına salâlar biriktirir gök, ve toprak ve hasret ve çamur
Hamur pişmiş, on bir ay kadar yakın sultana ve cana
Hangi yana doğrulup da baksa babam sefil bir hale kefil
Efil efil ezanlar eser minarelerden, saba makamı sonra güneş
Diriliş ilk ışıklarla, yatak içinde leğene dökülür abdest suları
Annem kadar bir hüzün, yüreğime akar kollarından annemin
Benim yüzüm haykırır titreyen sesine. Sukûtun tersine bir ağıt
Kağıt kalem kadar soylu bir dimağ, bölünen sesleri arar
Yarar toprağı tohum, yokluğum üzre türküler haram
Yaram kadar merhem, muhtaç bana şimdi, toprak soğudu
Ağıdı kadardır yüreği; anneyse okuyan beni.
Çığlığı üşümüş anneler, sıcak dualarla ısıttı yavrularını
Karnı burnunda kurduğu hayal gerçek şimdi
Aşermiş gibi yakın, toprağa ve yaprağa ve ağaca
Onca yalnızlığın sonunda, kalabalık serviler uğuldar
Çok aşk, tarla bereket, zümrüt yeşili yaprak
Korkarak attığım adımlarıma yol süvari
Cümle sahabe, o kadar sabi, kalabalık ortasında annem
Bir görsem en derin rüyalarda yâri
Havari kesilir, beynimi yol eden düşünceler
Bir kere, bir kere daha haykırıyorum anne gel
Geceler yolculuk, ardınca karanlık bırakmayan dervişlere.
Dış söz
Fırtınalar parçalar çatısını, depremler deler kurduğum yapıyı
Kapıyı kapatıp oturmuşum bir köşede
Türküler söylerim geçmişe ve geleceğe.
I
Hasta anneler ülkesinde yetimdir yüreğim
Üşüyeceğim anne baksana yüzüme
Ellerim ve yüreğim ve aklım üşüyecek
Düşleyecek ne varsa düşledim.
Şimdi hasta anneler ülkesinde bir prensim
Dersim, annemin gözlerini ezber etmek
Okumak ne varsa orada
Ankara’da bir hastane avlusunda
Biriktirdiğim gözyaşlarıma karıştırmak okuduklarımı
Dilekçemi sunmak, uyuşan dizlerimden çekilen kanla
Canla başla biriktirdiğim umutlarıma bir yenisini katmak
Haykırmak içimin derinliklerine sonra
Annemin elinden öptüğüm duaların üstüne
Tüm bunların üstüne umutlarımı, gözyaşlarımı koymak
Doymak, anne bakışlarının en derinine
Zayıf ferine aldırmadan gözlerinin, bebekliğimi görmek orada
Bir tebessümle büyüyüp, aldığım şefkati geri sunmak cömertçe
Mertçe yaptığım sokak kavgaları dönüşü ve bir bisikletten düşüşü
Dizimdeki yara ile anneme sunduğum acıların;
İleriki yaşlarda çektiğim sancıların, anne şefkatiyle tedavisinin,
Bedelini öder gibi, sunmalıyım kat kat şefkati.
Bayati bir şarkıdan alınmış bir mısrayı, ya da hüzzam bir faslı
Dinler gibi geçmeli çocukluğum gözlerimin önünden.
Hasta anneler ülkesinde ölmekten korkarım
Her yer soğuk donarım
Lakin yüreği sıcak, ıpılık bakar gözleri annemin
Ninemin saçlarını mı almış ne! Ap ak
Korkarak bakışımdan, ben bile ürkerim, saçlarına annemin
Ninemin gidişi gibi el sallamakta beyazlığı
“Saçları ak olunca nine olur anneler
Nine olunca ölür anneler” diye bir söz duymuştum
Hayır! ben uydurmuştum; yok böyle bir söz
Öyleyse içimdeki köz, neden yanar ha bire?
Sedire uzanmış babam neden kaygılı ve üzgün?
Dünyanın bütün anneleri hasta gelir bana
Dayana dayana biriktirdiğim acılar ve sancılar
Birlikte saldırır bütün azalarıma
Neden acı çekilince bitmez? Dayandıkça birikir?
Zikir çeken dervişler gibi kaplar ruhumu cezbe
İzbe bir köşesinden odanın, ağlarım göklere ve yere
Annelere adanmış şiirler söylemeliyim ve bebeklerine hasret annelere.
Hasta anneler ülkesinde kalmaktan korkarım
Yakarım yarım kalmış bir şiiri, annemin hatırına
Annemin hasta kartına notlar alan hemşireyi
Kaç mısra ile yazabilirdim ki?
İki satır reçeteyi, on günde yazan doktoru ya da
Rüyada bile olsa koşsaydım annemle, ayaklarını görürdüm
İşte o zaman annem de hürdü, ben de hürdüm
Şimdi gördüğüm; varla yok arası ayakları annemin
Amin diyerek sonunda, öğrendiğim duaların hepsi anneme şimdi
Bir hüseyni şarkı gibi,
Ağıtlar yakar annenin biri
Çalışmaz ayağı ölü ayakları gibi, oysa yüreği dipdiri
Annem yatar başucumda, bakarım
Annemin yüreğiyle anneme ağıtlar yakarım.
Hasta anneler ülkesinde çocuk olmaktan korkarım
Oyuncaklarım ne ki annem olmadan
Annem olmadan artık çocuk olamam ben
Ney gibi inleyen sesi annemin
Ah anne... Hep üzerimde olsun isterim ellerin
Türkülerin en acıtan yerinde
Sen gelirsin aklıma
Duaların kaplamalı varlığımı
Kanımı dondurmalı ikazla bakınca gözlerin
Sözlerini takıp kulaklarıma, yollar aşmalıyım.
Hasta anneler ülkesinden gelmekten korkarım
Yanımda olmadan annem, çıkamam hiçbir yola
Her şeye hasta annemin gözlerinden bakarım
Korkularım cam kırığı, bir aşure tası kadar bereketli
Umutlarıma koşmalıyım, haykırmalıyım sonra habbe habbe
Tespihi arşınlayan parmaklarım akmalı zamana
Ezana yakın bağdaş kurarak bekleyen babamın saçları
Karışmalı ruhumun derinliklerine, abdest ıslaklığıyla
Yayla yollarında bıraktığım çobanlığım
Ya da amele çocukluğuma dönmeliyim belki
Ak çadırların kararan direkleri, tarlalara dönüşürken
Çocukluğumdan dönüşen adam bu mu? Ürkek kaygılı
Hasta anneler ülkesinin sakini, bu adam ben miyim?
Nergis toplamak için yürüdüğüm dağlar
Bir sümbül için tırmandığım kayalardan ne kaldı
Ah çocuk olsam, sapasağlam olsa annem yanımda
Yürüsem kırlara baharda.
Şimdi kitaplarda
Görmek ağırıma gidiyor tüm bunları; bu güzellikleri
Hasatı kalkmış harman yeri kadar yalnız kaldı yüreğim
Bir de kitaplarım, öykülerim, şiirlerim
Elimde kalansa, hasta anneler ülkesindeki prensliğim.
II
Çocuk oluversem, biliyorum annem taze gelin olacak
Salıncak, oyuncak hepsi emrime sunulacak
Annem hasta olmayacak.
Yeniden öğrenecek olsam da cüzü
Gecelerinden korktuğum gündüzü
Annemle yaşamak vardı
Geçirdiğim güzel günlerin hepsi
Annem kadardı.
Mevsimler;
Annem hastalanınca kış,
Annem iyileşince bahardı.
Kanadı gözlerim; hadi sil anne
Ben Afrika’nım; yüreğin Nil anne
Komşun olayım da gittiğin yerde
Görünce orada; beni bil anne
Şiirler söyledim, yazılar yazdım
Her telifimde; sendendir dil anne
III
Yüksek servilerin altında, anne cenazeleri beklerken devler
Çocuk hıçkırıklarıyla dolar, annesi ölen evler
Annem dönecek diye bekleye dursun çocuklar
Dönmeyen annelere şahittir, kabir başındaki serviler.
Nice yolcular geldi, hepsi de gitti mutlu ve bahtiyar
Her diyar izler taşır onlardan ve tatlı hatıralar
Bakarlar gidenlerin arkasından kalanlar
Anlarlar ki baki değil hayat ve bir baki hayat var
Şimdi gidenler kadar kalanlar da bahtiyar.
‘Essalât-ı hayrın minen nevm’i müezzinle söyleyen anneler
Her geceyi gündüze, dipdiri dualarla teslim ederler
O günlere erişecek gelinler, eleğini duvara asmış nineler;
Bilirler ki, birer birer koşacaklar çağrına; erlerine bile danışmadan
Ey dağlar şahidi sizsiniz, hasta annelerin çağlayan kalbinin.
Sen varsın ve birsin ey yar, sana gidince yol, aşk da var
Anne kadar özleyince aşkı; yol bulur, gitmek isterse insanlar
İşte yol, koşmalısın, hazır buna ruhun
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciun.
***
KEBAPÇI
Garaj girişindeki, bakkal dükkânının önüne gelip, kocasının: “Şuraya otur Emine” dediğinde anlamıştı ne kadar yorulduğunu.
Bildiği tek şey, okul için oğluna nüfus
cüzdanı gerek olduğuydu.
Bunun için neden kendisinin de çarşı pazar
dolaşması gerektiğini anlayamamıştı. Muhtarın anlattıklarından birtakım şeyler
anlar gibi olmuştu ama hiçbirine de mana verememişti.
“Yok, efendim daha evli değillermiş de önce
kendilerinin evlenip, sonra çocuklarının nüfusa düşürülmesi, ondan sonra da
nüfus cüzdanı alınması gerekiyormuş” gibi, bir sürü şeyler dinlemişti son
günlerde.
Bu
ne demek oluyordu?
Dünya
âlem biliyordu ya Mustafa ile evli olduklarını.
Düğünleri
olmamış mıydı?
O
eve kendisi herkesin gözü önünde gelin gelmemiş miydi?
Koskocaman
Seydihanlı Hoca kıymamış mıydı nikâhlarını?
Sonra
da şimdi nüfus cüzdanı gerek olan oğlu doğmamış mıydı? Diğer oğlu ve kızı;
bütün bunların evli olduklarına yetmesi gerekmiyor muydu?
“Hökümette
evli görünmüyorsunuz. Bunun için önce izinname çıkarılacak. Sonra da daireleri
bir güzel dolaşacağız. Arzuhalcye evrakları doldurtacağız. Ben möhürler
basacağım. Gün alıp nüfusa gideceğiz ve çocukların nüfusa düşürülmesiyle iş
bitecek.” demişti muhtar.
İki
gün sürmüştü daireden daireye dolaşmaları.
Nihayet
öğleden sonra çocukların nüfus cüzdanlarının alınmasıyla iş de bitmişti.
İşte,
Emine Bakkalın önündeki iskemleye oturduğu an, işlerle birlikte kendisinin de
yorgunluktan bittiğinin farkına varmıştı.
İki
gün önce gelip de daireleri dolaşmaya başladıklarında; yorulmak, şikâyet etmek
bir yana, hoşuna bile gitmişti. O daireden bir başka daireye giderken, yolda
gördüğü insan kalabalıkları; yüksek yüksek apartmanlar çok ilgisini çekmişti.
Apartman balkonlarına çamaşır asan kadınlar… Hele bu kadınların caddeye karşı
çamaşır asarken omuzlarına kadar açık olduğunu görünce içinden, hayretle
“Amanıııınnn. Tövbe tövbee…” demekten kendini alamamıştı.
Okula
giden talebeler, caddede hızla ilerleyen arabalar, acele ile bir yerlere
ulaşmaya çalışırcasına hızlı hızlı yürüyen adamlar, kadınlar aceleden kendine
ya da kocasına çarpınca; ne manaya geldiğini bilmediği “pardon”lar…
O
kadar hoşuna gitmişti ki bu iki gün; köye gidince epey anlatacağı şeyler
olmuştu.
“Sen
burada otur! Ben ineklere yem alıverip geleyim” demişti kocası.
Gideli
epey olduğu halde ortalıkta görünmüyordu hâlâ.
Oturduğu
iskemlenin üzerinden görebildiği yerlere kadar geziyordu adeta: Caddenin
karşısında, duvarın yüzünden apartmanın yukarılarına kadar uzanan kalın, teneke
borudan çıkan dumanlara, dumanın çıktığı o dükkâna girip çıkan insanlara,
ailelere baktı bir süre. Etrafa yayılan kokudan anlaşılacağı üzere orası
kebapçıydı. Birkaç dükkân yukarıda gene bir kebapçı vardı herhalde. Çünkü o
dükkânın da camından yukarı çıkarak ve binanın yukarısına kadar uzanan boru,
orada da vardı; ondan da yoğun dumanlar çıkıyordu.
Karnının
iyice acıktığını hissetti.
Öğle
ezanları okunalı epey olmuştu.
“Mustafa
gelince yeriz yemeğimizi; belki de kebapçıya götürür beni.” diye düşündü.
Hiç
kebapçıya gitmemiş, lokantaya falan oturmamıştı. Sadece, köydeki komşusu
Şaziye’nin anlattıklarından biliyordu lokantayı, kebapçıyı.
Şaziye
anlatırken ne kadar da imrenmişti. “Gidip masaya oturuyorsun. Beyaz önlüklü bir
adam geliyor. Onun adı garson. ‘Ne alırsınız’ diyor. Sen de ne var diye
soruyorsun. Adam: ‘Et haşlama, pilav, kuru, kebap, cacık, türlü, dolma’
sayıyor. Kuru, kuru fasulye, başka bir şey sanma ha. Daha başka yemeklerde
sayıyordu garson ama aklımda kalmadı kız.” diye anlatmıştı Şaziye.
“Kız vallaha ben utanırım elin adamı yemek
getirince demişti Şaziye’ye. Ama bir taraftan da kocasıyla birlikte bir
lokantada oturduklarını hayal etmek de hoşuna gitmişti. Gene de utanacağını,
garson’un, bir erkek olarak önüne yemek koyacağını aklına getirdikçe ürpermişti
adeta. Utanırım kız Şaziye! Vallaha ben utanırım!” dediğini hatırladı. Bunları
hatırlarken, kafasından bir bir geçirirken, bir dersi beller gibi bellemeye
çalışıyordu Şaziye’nin anlattıklarını.
Şaziye
gülerek devam etmişti anlatmaya. “Bizimki “kuru” dedi. Bildiğin kuru fasulye kız!
Garson: ‘pilav da ister misiniz efendim?’ dedi. Bizimki de “evet pilav da ver!”
dediydi.
Emine
yine dayanamayıp lafa girmişti ve “Ben kebap söylerdim” demişti.
Bunları
hatırlayınca: “Evet evet, kebapçıya götürürse Mustafa ben kebap söyleyeceğim.”
dedi.
Karşıdaki
kebapçının içini görür gibiydi. Şaziye’nin anlattığı masaları, masalarda oturan
diğer müşterileri ve garsonu gördü sanki.
Beyaz
önlüklü garson yanlarına gelip sordu: “Efendim ne alırsınız?” diye. Kocası
Mustafa: “Ne var?” dedi.
Garson:
“Kebap, döner, et haşlama, tavuk, kuru, pilav”
Emine
gerisini dinlememişti bile.
Duydukları
da öylesine kulağına gelenlerdi.
Kararını
çok önceden vermişti kebap söyleyecekti. Böylece Şaziye’ye anlatacakları
olacaktı lokantayla ilgili, kebapla ilgili.
Çok
garibine gidiyordu bir erkeğin masaya, hem de bir hanım olarak kendisinin
oturduğu masaya yemek getirmesi. Hiç alışık değildi buna. Ömrünce hanımların
sofra açmasına alışmıştı Emine.
Şimdi
kendisi öylece bir masaya oturmuş, bir erkeğin yemek getirmesini bekliyordu. Bu
durumdan, daha önceden tanımadığı bir hazzı için için duyduğunu fark edince,
utanır gibi oldu. Aynaya baksa yüzünün kıpkırmızı olduğunu göreceğini
biliyordu.
Aslında
Mustafa da kebap yerdi ama gene de saydırmıştı garsona.
Garsonun
yemekleri sayması, Mustafa’nın hoşuna gidiyordu belki de. Kendisinin bile
hoşuna gitmemiş miydi?
Tam
da Şaziye’nin anlattığı gibiydi.
Garson
yemekleri saymış, bir çırak sürahiyle su getirmişti masaya.
“Yeşillik
ister misiniz abi?” diye bir şey söylemişti ama Mustafa onu ya duymamış ya da
duymazlıktan gelmişti.
“Olsun…
Yeşillik de eksik olsun. Kebap gelecek ya” dedi Emine.
Bir
süre çatal ve bıçağa baktı; kaygılandı. “Ben kullanabilir miyim bunları acep”
diye geçirdi içinden. Hiç çatal ve bıçakla yemek yememişti.
Kısa
sürdü kaygısı. Kendini rahatlatmak için: “Amaan, kebabın yenmesi mi olurmuş
çatalla bıçakla. Çatal ile kebaba batırır, ekmeğin içine koyar yerim.”
Közde
pişmiş domatesi, soğanla maydanozun karışımından çıkan güzel kokuyu duydu
burnunda.
“Kebabın
üstüne pervaz da koyarım. Kebabı sardığım ekmeği ağzıma atınca da çatalı
batırır domatesi yerim. İşte sana çatal ve bıçakla yemem yemek; nesi varmış
sanki” dedi.
Garsona
kebabı söyleyebilecek miydi?
Söyleyemezdi.
Kaygılandı.
Kısık
bir sesle: “Kebap! Benimki kebap olsun! Kebap!” dedi.
Ne
garip; tekrar ediyordu sanki. “Kebap… Kebap… Benimkisi kebap olsun.
Bu
kelimeleri tekrar ettiğinin farkındaydı sanki. Hem de farkında olmadan
tekrarlıyor gibiydi. Ama kelimelerin kafasından gelip geçmesi gibi, biriyle
konuşur gibi bir hissin farkındaydı.
“Kebap…
Kebap… Kebap olsun benimkisi.”
Emine’nin
başucunda kocası Mustafa… Alacaklarını almış, köydeki hayvanlarına yem alırken.
Biraz da gecikmiş
Yorgun.
Aldıklarını
köye gidecek arabaya yerleştirip karısını bıraktığı yere koşmuş.
“Gız
Emine… “
“Hadi
kalk gız! Niye daldın böyle?”
“Ne
o sen sayıklıyor musun?”
“Duymuyor
musun be kadın? Hey Emine!”
Kocasının
sesini duymadan önce kendisini gördü Emine. Sonra da sesini duydu.
“Hıh!”
dedi uykudan aniden uyanmış gibi.
Bir
anda bakkalın önünde oturduğu iskemleden kalkıverdi. Hatta sıçradı.
Oturduğu masaya konulan kebabı tam yemek
üzereyken kaldırmışlar gibi oldu. Acıdı kebabın israf olmasına. Ya da içinde
kalan kebap özlemine.
Sanki
kebabı masada öylece bırakıp gidecekmiş hissine kapıldı birden. Ortada kebap
falan olmadığının farkına vardığı halde.
Kendisini
bakkal dükkânının önüne, Mustafa’nın “Burada otur!” diye ilk oturttuğu
iskemlenin üzerinde bulduğu halde kebapçıdan zorla sökülüp götürülüyormuş gibi
hissetti.
Kocasının
birkaç adım ilerlediğini görünce hızlı adımlarla minibüse doğru giden kocasının
arkasından yetişmeye çalıştı. Aceleden ayağındaki fıstık yeşili lastik ayakkabı
çıktı. Fakat tekrar giymesi çok sürmedi ve kocasının arkasından yürüdü.
Kocasının
elindeki poşetleri, minibüse, oturacakları koltuğun üzerine yerleştirdikten
sonra: “Acıktık gız Emine! Bir şeyler yiyek!” dediği an, yeniden kebapçıdaki o
masaya oturmuş gibi mutlu oldu.
Hâlâ
daldığı o hayalde yakalanmışlığın mahcup utangaçlığı vardı yüzünde ve
yüreğinde.
İskemlenin
üzerinde otururken hayalinde gittiği kebapçıya gerçekten gideceklerdi.
“Bâri
karşıdaki kebapçıya gitsek!” diye düşündü.
Çünkü
kendisini hep o kebapçıya şartlamıştı. Bir de o kebapçıdaki masada kebapları
bırakıp da kalkmış gibi bir his vardı içinde.
Sonra
da: “Hangisi olursa olsun. Hepsi aynı değil mi kebapçının ne fark eder” diye geçirdi
içinden.
Kocası
muavine, arabanın ne zaman kalkacağını sorup öğrendikten sonra rahatlamıştı.
Onun rahatladığını gören Emine de rahatladı.
Anlaşılan
epey zamanları vardı.
Kebapçıya
da gidebilirler, her şey yapabilirlerdi.
Kocasının,
kendisini önünde bir iskemleye oturtup “burada bekle!” dediği ve kendisinin de
kocası gelene kadar beklediği, kebapçıya gitme hayalleri kurduğu bakkala
girdiler.
Kocası:
“Selamünaleyküm Recep dayı, bize yiyecek bir şeyler ver hele” dedi.
Bakkal:
“Helva, portakal, tahin-pekmez, ne istersiniz? Bak somun da yeni geldi
fırından, sıcacık” dedi.
Bakkal
dükkânının içinde birer iskemleye karşılıklı oturdular. İskemlenin birinin de
üzerine gazete sererek ortalarına aldılar. Gazete kâğıdının üzerine konulan
portakalı soymaya başladı kocası. Daha sonra yağlı kâğıt arasında helva geldi.
Mustafa portakalı dilimlemişti. Somun ekmeğini ikiye bölerek yarısını Emine’nin
önüne koydu.
Emine
bunları bayılmak üzere, ya da baygınlıktan ayılmakta olan birinin hâli ile
izledi.
Bütün
hissiyatını kaybetmiş gibiydi.
Sadece
kocasını izledi.
Başka
bir gün olsa kocasına portakal mı soydurturdu; her bir şeyi kendisi yapar,
kendisi hazırlardı.
Ne
olduğunu kendisi de anlayamadı.
Önündekilerden
yedi mi, yemedi mi? Tadı nasıldı? Hiçbirini hatırlamıyordu. Sadece tozu dumana
katarak köy yolunda ilerleyen minibüsün, pencere camına dayadığı anlında, camın
soğukluğunu hissediyordu.
En
son hatırladığı alnına değen bu soğukluktu.
Camdan
anlına değen soğukluğa benzer bir soğuklukla, yüreğinin de üşüdüğünü hisseti.
İçinde bir yerlerde bir şeyler kırılmış ve
hâlâ kırılmaya devam ediyordu. O kırılan şey neyse, kırıldıkça da dağılan
kırıklar içinin bilmediği, ama hissettiği bir yerlerini cam kırığı acıtmasında
buza kestiriyordu.
***
BOYACI VIZZIT ALİ
Gene yapacağını yapmış, Maraş Ulu Camii’nden cenaze çıkarken “vıızzıt!” diye bağırmıştı Boyacı Vızzıt Ali.
Bu defa sert kayaya çarpmıştı sanki. Cenaze sahiplerinden, ölen adamın oğlu üstüne yürümüştü Boyacı Vızzıt Ali’nin. Tabut belediyenin cenaze arabasına konulmuştu ama Boyacı Vızzıt Ali’nin cenazenin arkasından “Vıızzıt!” diye bağırmasıyla cenaze alayı da karışmıştı. Cenaze alayındaki ihtiyarlar ve diğer cenaze yakınları, Boyacı Vızzıt Ali’nin üstüne yürüyen adamı tutmuşlar, sakinleştirmeye çalışıyorlardı.
“Etme yeğen! Sen deli ile deli mi oluyorsun?”
Bir diğeri:
“Bilmez misin? Bu manyak yıllardır yapar aynı şeyi; ilişme sen ona.”
Bir başkası:
“Yahu Allah’ın garibi Deli Vızzıt Ali işte! Onu ciddiye mi alıyorsun? Hadi aslanım; babanın cenazesini bekletmeyelim?”
Cenaze alayı yürümüştü ama bu defa ölen merhumun oğlu çok içerlemişti babasının cenazesinin arkasından “Vıızzıt” denilmesine.
“Görürsün sen Boyacı Vızzıt Ali. Senin cenazeni bekleyeceğim Allah’ın manyağı, senin cenazeni… Eğer senin arkana kalırsam Vızzıt Ali; senin cenazen tam Ulu Camiin kapısından çıkarken arkandan “vıızzıt” diye bağıracağım. Bunu yapacağım; yapmazsam aha şu tabuttaki babamın hakkı bana haram olsun” diye yemin etmişti.
Aslında Boyacı Vızzıt Ali kötü bir adam değildi. Maraş Ulu Camiin bahçe duvarının dibinde, diğer lüks boyacılardan hemen uzakta bir yerde ayakkabı boyayan, kendi halinde bir garipti.
Boya sandıkları ihtişamlı, kendileri şık elbiseli boyacılar aslında o çevreye pek boyacı yanaştırmazlardı ama Boyacı Vızzıt Ali onların gözünde gariban bir deli olduğu için, biraz uzaklarında ekmeğini kazanmasına müsaade etmişlerdi. Hatta bazen bilmeden kendilerine gelen ayakkabısı kötü ve kendilerinin talep edeceği boya parasını veremeyeceğini düşündükleri müşterileri bile Boyacı Vızzıt Ali’ye gönderirler; bir de arkasından “yazık, garip ekmek yesin, ara sıra müşteri gönderelim de” diye kendilerince iyilik bile etmiş olurlardı.
Aslına bakılırsa Boyacı Vızzıt Ali gerçekten deliydi. Akşama kadar çevresinde ya kendisiyle ya da ayakkabısını boyadığı müşterisi ile uğraşan adamlar eksik olmaz, çoğu zaman da Boyacı Vızzıt Ali’nin bulunduğu yerdeki kalabalığın niye biriktiğini merak edip gelenlerle kalabalık arttıkça artardı. Yani Boyacı Vızzıt Ali’nin boya sandığının bulunduğu yerde film oynuyormuş gibi bir görüntü akşama kadar eksik olmazdı.
Boyacı Vızzıt Ali çok eğreti bir şekilde yapılmış, gerçekten çok kötü görünen boya sandığının arkasında bir minderin üzerinde otururdu. İlk müşteri ile ayrı bir torbada taşıdığı fırçaları, boyaları, cila kutusunu ve ayakkabı boyarken kullandığı bez parçalarını işi bittikten sonra nereye attıysa orada bırakırdı. İkinci bir müşteri geldiğinde ise neyi nereye attığını unutur, bir boyayı, bir cilayı arardı etrafında; aradığını bulunca da “hah, buraya saklanmış kerata” diyerek müşteriyi güldürürdü.
Üzerindeki dirsekleri tiftik tiftik yırtılmış ceketi ile ceketinin altına giydiği kazak anlaşılmaz bir şekilde ayakkabı boyasına bulanmıştı. Dizlerindeki ayrı renkteki yaması bile tiftiklenmiş pantolonu ise ceketi ve kazağından daha çok boya bulaşığıydı. Elbisesi boyanmaktan brandaya kesmişti adeta. Bir önemli şey daha vardı ki; yazın ağustos sıcağının bağrında da zemheride de aynı kıyafetle olurdu Boyacı Vızzıt Ali. O kimsenin dışarı bile çıkmadığı Zemheri ayazlarında bile aynı yere boya sandığını koyarak beklerdi aynı elbisesiyle. Ara sıra da lüks boyacıların gelmedikleri boş yerlerine bakarak “vıızzıt size. Dondunuz mu hanım evlatları? Lan madem hanım evladısınız, niye ayakkabı boyarsınız? Diğer zamanlarda da durun hanım ananızın eteğinde!” diye, boyacıların daha önce bulundukları yerdeki boşluğa laf atardı.
Boyacı Vızzıt Ali’nin laf atmaları gelmeyen boyacılara laf atmakla kalmazdı elbette. Bazen oradan geçen tanıdığı zenginleri görünce ayağa kalkar “Ölüm de vaarrr! Vıızzıt Ahmet Efendi! Mehmet Efendi!” diye, oradan geçen zenginin adı ne ise adıyla çağırır, çarşıya malamat ederdi adeta.
Bazen de oradan geçen çarşaflı bir hanıma hitaben: “O çocuk babasının bütün parasını yiyecek pavyonda. Oğluna dikkat et ana. Biraz sadaka ver fakir fukaraya da oğlunun ıslahı için dua et!” der ve bağırırdı arkasından: “Mal bitmez sanmayın, biteerrrrr! Bereketi kalkarsa biteeeerrrr!” diye.
Boyacı Vızzıt Ali’nin arkasından bağırdığı kadın, sıkı sıkıya çarşafla örtünmüş olduğu halde, bu Deli Vızzıt’ın kendisini nasıl tanıdığına hayret ederken, söylediklerinin de yabana atılır şeyler olmadığını düşünerek yoluna devam ederdi.
Yine bir defasında oradan geçen köylü delikanlısının arkasından bağırmıştı Boyacı Vızzıt Ali:
“Hey! Yeğen dolaşma buralarda. Köyüne git de davarını güt. Sinemaya gideceksin de ne olacak?” demişti de, arkasından bağırdığı köylü delikanlı: “Ulen bu adam nereden bildi şimdi fabrikada çalışan teyze oğlu Osman ile sinemaya gitmek için bu gün şeerde galdığımı?” Sonra da gitmeye niyetlendiği filmi düşünüp, tepeden tırnağa kızarmıştı.
Bir gün ise gerçekten başına iş açmasına ramak kalıyor Boyacı Vızzıt Ali’nin. Zamanın valisi önde, müftü efendi arkada Ulu Cami’e Cuma kılmak için girerlerken Boyacı Vızzıt Ali arkalarından bağırır.
“Burada yemek mi yeniliyor sandınız müftü efendi? Vali efendiyi al da ziyafet verilen bir yere götür. Yok mu Kerhan’da Gandılda’da ziyafet verilen bir bağ evi?”
Zabıtalar, polisler başına üşüşürler Boyacı Vızzıt Ali’nin. Gene vali acır bizim garibe de “bırakın!” der ve bırakırlar bizimkini. Fakat Cuma namazı süresince; her zamanki namaz kıldığı yeri bildiklerinden, vali de müftü de dönüp dönüp Boyacı Vızzıt Ali’ye bakmadan edemezler.
Boyacı Vızzıt Ali, öğle namazı ve ikindiyi Ulu Camiinde, Akşamı ise Saraçhane Camiinde kılarken; müezzin mahfilinin en sonunda bir yerlerde, halı kirlenmesin diye yanında getirdiği incecik muşambayı gerip de üzerine diz çöktüğünde görenler bakmadan edemezlerdi. O anda, o anda başka, bambaşka bir Boyacı Vızzıt Ali olurdu. Ya da Boyacı Vızzıt Ali gider de aynı vücudun içine bir başka kişi girmiş olurdu. Görenin, bakınca iliklerine kadar hissedeceği bir hûşuyu içinde olurdu. Nasıl bir âleme girmişse, o âleme dair bir huşu, bulunduğu yerden etrafına yayılırdı ve bunu cemaatten herkes hissederdi. Hatta bazı zamanlar cemaat kendi aralarından bu durumu konuşurlardı bile.
“Bu nasıl bir iş gardaşım? Caddenin kenarındaki boya sandığının başında ve cenaze namazında tam bir deli; camide böyle bir hâl…” derlerdi.
Şehr-i Maraş’ta çevre köylerde ne kadar deli varsa Boyacı Vızzıt Ali’nin yanına gelip giderlerdi. Günde ya bir ya iki deli gelirdi yanına. İşte o zaman ziyafet sofrası hemen boya sandığının yanına kuruluverirdi. Kaç kişi varsa sofranın başında, birer tane somun ekmek, helva ve soyarken ellerinden boya bulaştırdığı portakal. Onların iştahla yemeklerini yerkenki hallerini izlemeden gitmezdi oradan geçenler. Çünkü yemek mi yiyorlar, kavga mı ediyorlar belli olmazdı. “Benim ekmeğimi aldın. O benim portakalım. Ekmeğine sen çok helva koyuyorsun!” gibi ağız dalaşları ile yerlerdi yemeklerini. Yanına gelen deli giderken de, cebine para koymadan göndermezdi Boyacı Vızzıt Ali.
Emr-i Hak vaki oluyor ve bir gün Boyacı Vızzıt Ali ölüyor.
Yıllar önce babasının cenazesinin arkasından “vıızzıt” diyen Boyacı Vızzıt Ali’nin cenazesine koşuyor babasının arkasından “vıızzıt” denilen ve Boyacı Vızzıt Ali ölünce “vıızzıt” demeye yemin etmiş olan oğul.
Fakat cenazenin arkasından “vıızzıt” demek için koşmamaktadır adam.
O gece rüyasında Boyacı Vızzıt Ali’yi görür. Boyacı Vızzıt Ali ölmüştür ve Ulu Camiinden cenazesi kalkmaktadır. Sevinçle Ulu camie gelir. Babasının cenazesinde Boyacı Vızzıt Ali’nin yaptığının intikamını alacaktır. Boyacı Vızzıt Ali’nin tabutu tam Ulu Camiin kapısından çıkarken arkasından “vıızzıt! Boyacı Vızzıt Ali, vıızzıt!” diye bağırır.
Boyacı Vızzıt Ali, yiter açar tabutun kapağını ve tabutun içinde doğrulur.
“Bu dünyadan bomboş gidiyorsam bana da vıızzıt!” der ve yeniden uzanır tabutun içine.
-Hikâye-
Dedem götürmüştü beni İstanbul’a… O gece sabaha kadar uyuyamamıştım heyecandan. Otobüse biner binmez sızmıştım da otobüsün yol üstü tesislerden birinde mola verdiğinde uyandırmıştı dedem beni. Uyandırınca da “sohbetine de doyum olmuyor paşa; ne o, sabaha kadar beşik mi salladın?” diye takılmıştı.Bu defa sert kayaya çarpmıştı sanki. Cenaze sahiplerinden, ölen adamın oğlu üstüne yürümüştü Boyacı Vızzıt Ali’nin. Tabut belediyenin cenaze arabasına konulmuştu ama Boyacı Vızzıt Ali’nin cenazenin arkasından “Vıızzıt!” diye bağırmasıyla cenaze alayı da karışmıştı. Cenaze alayındaki ihtiyarlar ve diğer cenaze yakınları, Boyacı Vızzıt Ali’nin üstüne yürüyen adamı tutmuşlar, sakinleştirmeye çalışıyorlardı.
“Etme yeğen! Sen deli ile deli mi oluyorsun?”
Bir diğeri:
“Bilmez misin? Bu manyak yıllardır yapar aynı şeyi; ilişme sen ona.”
Bir başkası:
“Yahu Allah’ın garibi Deli Vızzıt Ali işte! Onu ciddiye mi alıyorsun? Hadi aslanım; babanın cenazesini bekletmeyelim?”
Cenaze alayı yürümüştü ama bu defa ölen merhumun oğlu çok içerlemişti babasının cenazesinin arkasından “Vıızzıt” denilmesine.
“Görürsün sen Boyacı Vızzıt Ali. Senin cenazeni bekleyeceğim Allah’ın manyağı, senin cenazeni… Eğer senin arkana kalırsam Vızzıt Ali; senin cenazen tam Ulu Camiin kapısından çıkarken arkandan “vıızzıt” diye bağıracağım. Bunu yapacağım; yapmazsam aha şu tabuttaki babamın hakkı bana haram olsun” diye yemin etmişti.
Aslında Boyacı Vızzıt Ali kötü bir adam değildi. Maraş Ulu Camiin bahçe duvarının dibinde, diğer lüks boyacılardan hemen uzakta bir yerde ayakkabı boyayan, kendi halinde bir garipti.
Boya sandıkları ihtişamlı, kendileri şık elbiseli boyacılar aslında o çevreye pek boyacı yanaştırmazlardı ama Boyacı Vızzıt Ali onların gözünde gariban bir deli olduğu için, biraz uzaklarında ekmeğini kazanmasına müsaade etmişlerdi. Hatta bazen bilmeden kendilerine gelen ayakkabısı kötü ve kendilerinin talep edeceği boya parasını veremeyeceğini düşündükleri müşterileri bile Boyacı Vızzıt Ali’ye gönderirler; bir de arkasından “yazık, garip ekmek yesin, ara sıra müşteri gönderelim de” diye kendilerince iyilik bile etmiş olurlardı.
Aslına bakılırsa Boyacı Vızzıt Ali gerçekten deliydi. Akşama kadar çevresinde ya kendisiyle ya da ayakkabısını boyadığı müşterisi ile uğraşan adamlar eksik olmaz, çoğu zaman da Boyacı Vızzıt Ali’nin bulunduğu yerdeki kalabalığın niye biriktiğini merak edip gelenlerle kalabalık arttıkça artardı. Yani Boyacı Vızzıt Ali’nin boya sandığının bulunduğu yerde film oynuyormuş gibi bir görüntü akşama kadar eksik olmazdı.
Boyacı Vızzıt Ali çok eğreti bir şekilde yapılmış, gerçekten çok kötü görünen boya sandığının arkasında bir minderin üzerinde otururdu. İlk müşteri ile ayrı bir torbada taşıdığı fırçaları, boyaları, cila kutusunu ve ayakkabı boyarken kullandığı bez parçalarını işi bittikten sonra nereye attıysa orada bırakırdı. İkinci bir müşteri geldiğinde ise neyi nereye attığını unutur, bir boyayı, bir cilayı arardı etrafında; aradığını bulunca da “hah, buraya saklanmış kerata” diyerek müşteriyi güldürürdü.
Üzerindeki dirsekleri tiftik tiftik yırtılmış ceketi ile ceketinin altına giydiği kazak anlaşılmaz bir şekilde ayakkabı boyasına bulanmıştı. Dizlerindeki ayrı renkteki yaması bile tiftiklenmiş pantolonu ise ceketi ve kazağından daha çok boya bulaşığıydı. Elbisesi boyanmaktan brandaya kesmişti adeta. Bir önemli şey daha vardı ki; yazın ağustos sıcağının bağrında da zemheride de aynı kıyafetle olurdu Boyacı Vızzıt Ali. O kimsenin dışarı bile çıkmadığı Zemheri ayazlarında bile aynı yere boya sandığını koyarak beklerdi aynı elbisesiyle. Ara sıra da lüks boyacıların gelmedikleri boş yerlerine bakarak “vıızzıt size. Dondunuz mu hanım evlatları? Lan madem hanım evladısınız, niye ayakkabı boyarsınız? Diğer zamanlarda da durun hanım ananızın eteğinde!” diye, boyacıların daha önce bulundukları yerdeki boşluğa laf atardı.
Boyacı Vızzıt Ali’nin laf atmaları gelmeyen boyacılara laf atmakla kalmazdı elbette. Bazen oradan geçen tanıdığı zenginleri görünce ayağa kalkar “Ölüm de vaarrr! Vıızzıt Ahmet Efendi! Mehmet Efendi!” diye, oradan geçen zenginin adı ne ise adıyla çağırır, çarşıya malamat ederdi adeta.
Bazen de oradan geçen çarşaflı bir hanıma hitaben: “O çocuk babasının bütün parasını yiyecek pavyonda. Oğluna dikkat et ana. Biraz sadaka ver fakir fukaraya da oğlunun ıslahı için dua et!” der ve bağırırdı arkasından: “Mal bitmez sanmayın, biteerrrrr! Bereketi kalkarsa biteeeerrrr!” diye.
Boyacı Vızzıt Ali’nin arkasından bağırdığı kadın, sıkı sıkıya çarşafla örtünmüş olduğu halde, bu Deli Vızzıt’ın kendisini nasıl tanıdığına hayret ederken, söylediklerinin de yabana atılır şeyler olmadığını düşünerek yoluna devam ederdi.
Yine bir defasında oradan geçen köylü delikanlısının arkasından bağırmıştı Boyacı Vızzıt Ali:
“Hey! Yeğen dolaşma buralarda. Köyüne git de davarını güt. Sinemaya gideceksin de ne olacak?” demişti de, arkasından bağırdığı köylü delikanlı: “Ulen bu adam nereden bildi şimdi fabrikada çalışan teyze oğlu Osman ile sinemaya gitmek için bu gün şeerde galdığımı?” Sonra da gitmeye niyetlendiği filmi düşünüp, tepeden tırnağa kızarmıştı.
Bir gün ise gerçekten başına iş açmasına ramak kalıyor Boyacı Vızzıt Ali’nin. Zamanın valisi önde, müftü efendi arkada Ulu Cami’e Cuma kılmak için girerlerken Boyacı Vızzıt Ali arkalarından bağırır.
“Burada yemek mi yeniliyor sandınız müftü efendi? Vali efendiyi al da ziyafet verilen bir yere götür. Yok mu Kerhan’da Gandılda’da ziyafet verilen bir bağ evi?”
Zabıtalar, polisler başına üşüşürler Boyacı Vızzıt Ali’nin. Gene vali acır bizim garibe de “bırakın!” der ve bırakırlar bizimkini. Fakat Cuma namazı süresince; her zamanki namaz kıldığı yeri bildiklerinden, vali de müftü de dönüp dönüp Boyacı Vızzıt Ali’ye bakmadan edemezler.
Boyacı Vızzıt Ali, öğle namazı ve ikindiyi Ulu Camiinde, Akşamı ise Saraçhane Camiinde kılarken; müezzin mahfilinin en sonunda bir yerlerde, halı kirlenmesin diye yanında getirdiği incecik muşambayı gerip de üzerine diz çöktüğünde görenler bakmadan edemezlerdi. O anda, o anda başka, bambaşka bir Boyacı Vızzıt Ali olurdu. Ya da Boyacı Vızzıt Ali gider de aynı vücudun içine bir başka kişi girmiş olurdu. Görenin, bakınca iliklerine kadar hissedeceği bir hûşuyu içinde olurdu. Nasıl bir âleme girmişse, o âleme dair bir huşu, bulunduğu yerden etrafına yayılırdı ve bunu cemaatten herkes hissederdi. Hatta bazı zamanlar cemaat kendi aralarından bu durumu konuşurlardı bile.
“Bu nasıl bir iş gardaşım? Caddenin kenarındaki boya sandığının başında ve cenaze namazında tam bir deli; camide böyle bir hâl…” derlerdi.
Şehr-i Maraş’ta çevre köylerde ne kadar deli varsa Boyacı Vızzıt Ali’nin yanına gelip giderlerdi. Günde ya bir ya iki deli gelirdi yanına. İşte o zaman ziyafet sofrası hemen boya sandığının yanına kuruluverirdi. Kaç kişi varsa sofranın başında, birer tane somun ekmek, helva ve soyarken ellerinden boya bulaştırdığı portakal. Onların iştahla yemeklerini yerkenki hallerini izlemeden gitmezdi oradan geçenler. Çünkü yemek mi yiyorlar, kavga mı ediyorlar belli olmazdı. “Benim ekmeğimi aldın. O benim portakalım. Ekmeğine sen çok helva koyuyorsun!” gibi ağız dalaşları ile yerlerdi yemeklerini. Yanına gelen deli giderken de, cebine para koymadan göndermezdi Boyacı Vızzıt Ali.
Emr-i Hak vaki oluyor ve bir gün Boyacı Vızzıt Ali ölüyor.
Yıllar önce babasının cenazesinin arkasından “vıızzıt” diyen Boyacı Vızzıt Ali’nin cenazesine koşuyor babasının arkasından “vıızzıt” denilen ve Boyacı Vızzıt Ali ölünce “vıızzıt” demeye yemin etmiş olan oğul.
Fakat cenazenin arkasından “vıızzıt” demek için koşmamaktadır adam.
O gece rüyasında Boyacı Vızzıt Ali’yi görür. Boyacı Vızzıt Ali ölmüştür ve Ulu Camiinden cenazesi kalkmaktadır. Sevinçle Ulu camie gelir. Babasının cenazesinde Boyacı Vızzıt Ali’nin yaptığının intikamını alacaktır. Boyacı Vızzıt Ali’nin tabutu tam Ulu Camiin kapısından çıkarken arkasından “vıızzıt! Boyacı Vızzıt Ali, vıızzıt!” diye bağırır.
Boyacı Vızzıt Ali, yiter açar tabutun kapağını ve tabutun içinde doğrulur.
“Bu dünyadan bomboş gidiyorsam bana da vıızzıt!” der ve yeniden uzanır tabutun içine.
Etrafımı çevrelemiş
Dağlar eşlik etmekte
Bir de çiçekler
Sapan taşı gibi bakışlarla
İzlemekteyim önümdeki ovayı
Ki rengarenk bir huzur
Kaplamakta havayı
Davayı sırtlanmış gibi eğilmiş kayalar
Rüzgarla cebelleşmekte yer yer
Bulutlar ise dağlardan daha uzakta
Yanı başımdan akan nehir
Abdest zamanını fısıldamakta
Panoramik hatalar yaparsam
Gündüz gözüne hem de
Hasan Keklikci düşünsün
Düzeltemesin isterse
Strese iyi gelen sövgüler
Heybemde
Tehdide
Aldırmazsa bilsin ki
Hangi telakki
Uyarsa duruma
Çeşit çeşit hamlelerle
Hazırım hücuma
Buradan ötesi dikenlidir yolun
Düşünmek bana mı kalmış
Hem de yorumlamak ha!
Akif Şen gibi bir deha
Aha şurada
Yokmuş kisvesine bürünen
Varlığı
Herkese aşikâr
Kâr ve zarar
Neyime benim
Varılan yer kadar
Önemliymiş ya
Yola çıkma niyetim
Ah bu dostlara dair
Bildiklerimi bir döksem
Daha ileri gidersem
Kızar mı Ahmet abi
Harbi delikanlılar
Dizilmiş karşısına
O, şimdi meşgul
Aykırı üstat gibi bir bülbül
İsmail hoca gibi
Bir gül
Kokusu sinmiş cümlesine yiğitlerin
Hünerin yasası
Yazılmakta
Gün be gün
Karanlıkta yanan
Mumun çığlığı kadar
Bir nara ile duyursam bulutlara sesimi
Nefesimi rüzgâra katıp
Günalan atlılarla
Dualar yollasam hocamlar katına
Zatına mahsus duruşu Raşit’in
Ya da asaletini Mehmet Yaşar’ın
Derviş Ferhat ile harmanlayıp
Hacahmet ve Oflu Süleyman kabında
Fazlı ile göndersem
Kabul görür mü duam
Oysa rüyam
Süslemişti yağmuru
Baharı getirecekti cemre bakışlı
Çocukları Ökkeşlerin alplerin
Murat yalnızlığında bir at
Bizim İstanbullu gençlerin
Kırım hanedanına yolculuk hazırlığı gibi talimde şimdi
Hangi ikindi
Kırar kilidi
Bilinmez
İl kez varlığı hüznolan turnalara karıştı aklım
Emmi inan ki varlığım fıtratımla bir durur
Meclisler kurulur
Cümle âlemde
Nefsim kudurur
Nerden geldiğini bilmediğim neferler
İçimde kılıç vurur
Alınan her baş ile birlikte
İçimin tabiatı dirilir
Güller
Ve başaklar
Derilir
Yağmura ulaşmak için
Dik duruşu gerekli belki de Savaş Hocamın
Uşşak bir makam ısmarlasa uzaklara
Gelse kurulsa bir ud ve tambur
Yol alsa çargâh makamına doğru sonra rast, bayati ve hüseynî
Mahur bir taksimde ah o sesi tamburun
İnsanın içini oyar
Mızrabı kehribar
Arkasından bir hüzün
Sonra gene hüzün
Bir daha hüzün
Gündüzün kirinden
Temizleyecek kadar bir hüzün…
İşte emmi
Yolculuğum
Bağlama ile dem tutulan
Şiiri kadar zarif
Yasin mortaş’ın ve
Enver hocanın
Mithat’ın nutuk atması
Kadar sessiz
Halilcik Duran’ın
Çocukluğu kadar kimsesiz
Kalabalıklar içinde yalnız
Adımlarımdan iz
Kalmamacasına
Hatta uçarcasına
Bir yolculuk benimkisi
***
ÇOCUKLUĞUMDAN KALAN
Ne de üçgen vücutlu yiğitleri teksas, tommiks’in
Dedem “yiğit olacak bu çocuk” derdi
Benimse pazılarım kendiliğinden gerilirdi
Hayalimdeki üçgen vücutlu bir devi
Geçip aynanın karşısına arardım
Yiğitliğin yürekle olacağını bilmeden
Olmayan devin saçlarını tarardım.
Sonra kavradım olacakları
Ve dahi olmayacakları
Ne çok olmayacak vardı
Öyle anlar yaşadım ki
Yiğitliğim yüreğim kadardı
Artık yüreğime yeri dardı.
Çığlığımın sükûtu kapladı dünyayı
Sonra sükûtumun çığlığı titretti her yanı
Anlayanı olmayan masallara yürüdüm
“Nedir ki benim hükmüm” diye bir şiire durdum
Belki sadece orada hürdüm lakin
Sükûtum hürriyetimi içti yudum yudum
Atımı dehleyip, tam naralar atacakken
Çığlığımın kollarına serilip uyudum.
Uyandığımda bütün atlılar gitmişti
Ve cümle iyi adamlar yoklardı artık
Karanlığa bakınca korktuğum yaratık
Birer birer silindi dünyamdan
Çocukluğumdan ve hayallerimden bana kalan
Ne başlıyordu şimdi? Hayatımda ne bitti?
İlkin şiirde mahlasım terk etti beni
Şiirlerimi adımla yan yana beleyip gitti
Ellerimle yokladım çocukluğumu ceplerimde
Yoktu misketler, taş gülleler ve devemeler
Ne de üçgen vücutlu yiğitleri teksas, tommiks’in
Sorma zamanıydı kendime: “Sen kimsin?”
***
PROF. DR. SUAT KIYAK’TAN
İKİ VAKIF KİTAP DAHA
Prof. Dr. Suat KIYAK hocamın evvela “Bir Nefes… Bir Kalem… Bir Kitap…” ve “Bir Bak… Bir Gör… Bir Oku…” kitaplarını okuduk. Her satırı, her sayfası özellikle gençlere, daha doğrusu insanlara yol tarif eden, gerçekleri gösteren bir üslup ve mizanpaj ile hazırlanmış kitaplarını okumaktan çok haz duymuştuk. O yıllarda Suat hocanın UD’u, sesi ve UD’un tellerine dokunurken ki edası ile de tanıştık. Sonra doyumsuz sohbeti…
Bahsi geçen ilk iki kitap ismi, muhtevası ve arka tarafında ÜCRETSİZ ifadesi açısından bize çok ilginç gelmişti. Günümüzde her şeyin para, döviz ve altınla ölçüldüğü bir ortamda Suat Hocanın emeklerini, onca çabasını kitaplaştırarak ÜCRETSİZ ifadesiyle kitaplarını yayınlaması yazı çizi işiyle iştigal eden bizleri bir daha düşündürdü.
“Bir An, Bir Gün, Bir Ömür” ve “Bir Harf… Bir hece… Bir Kelime…” kitapları çıktı yakınlarda. Önceki kitaplarda olduğu gibi bu kitapları da fakire imzalayıp gönderme lütfunda bulunmuş hocam. Kitaplar geleli bir hafta oldu ama yeni okuyabildim. Önceki kitaplarda olduğu gibi yine iki kitap birlikte çıktı. İkiz kitap. İlk iki kitap ikizdi. Bu son çıkan kitaplar da ikiz.
Yazımızın başlığında da arz ettiğimiz gibi kitapların fiyat yazması gereken yerde ÜCRETSİZ
yazısı ile karşılaşıyoruz. Dolayısıyla VAKIF KİTAP dedik.
Kitapların muhtevası ile birlikte her yazı için seçilen resimlerden de söz etmeden asla geçilmemeli. Resimler de başlı başına bir anlamlar deryası…
Dönüp dönüp okuduğum yazılar oldu kitapta. Tekrar tekrar bakıp düşündüğüm resimler, kendi içinde ayrı bir mana taşırken, yazı ile birlikte düşününce başka düşüncelere sevk ediyor insanı.
Muhteva o kadar tatlı, kitaplar o kadar kolay okunan kitaplar ki doyamazsınız okumaya. Hatta okuyup raftaki kitapların yanına koymamalısınız. Elinizin altında Durmalı bence. Çünkü yazıların çoğu birkaç dakikanızı bile almayacak yazılar ama hayatınıza yön verebilir nitelikte her biri.
Bir köyde bir yol ayrımına oturmuş bir ak sakal düşünün. Gelip geçenlere: “şu yol tehlikeli, şu yol çamur, şu yol sapa, şuradan dikkatli git evladım” dediğini hayal edin. İşte o kadar tatlı ve o kadar sade bir şekilde insanı ikaz ediyor kitabın muhtevasını oluşturan yazılar. Bazen da tatlı bir şekilde “DUR!” Diyor “DUR!” “Buradan gitme incinirsin. Yanlış yaparsın. Kendine zarar verirsin.”
En önemlisi de “DÜŞÜN!” diyor bazı yazılar. Çoğu zaman da sana bırakıyor düşünmeyi. Gerçekten aklın, zihnin, dimağın, inancın, imanın varsa düşünürsün.
Düşününce de görürsün.
Görürsen durursun.
Durursan olursun.
Olursan bulursun
Bulursan…
En iyisi yazımı noktalayayım. Suat Kıyak Hoca gibi söylemeye başladım. Bulaşıcı mı ne? Bari hocamdan UD çalmak bulaşsa. Az çok kalem tutabiliyoruz acizane… Mızrap vurma tarafı bulaşsa, musikişinaslığı bulaşsa ne güzel olurdu.
Prof. Dr. Suat KIYAK hocanın bilimsel çalışmalarının, üniversitede ders yoğunluğu ile musiki mesaisinin yanında kitap alanında da çalışmalarına selam duruyoruz.
***
YERE ÜFLEMEK
Evin kapısından çıkıp, otoparkta, arabasının başında durana kadar, havanın nasıl olduğunun farkına varamadı. Hatta düşünmedi, gökyüzüne bile bakmadı. Oysa dışarı çıkar çıkmaz gökyüzüne, çevresine bakardı.
Aklı kızında kalmıştı.
Kızı Ceren’i düşündü: “Allah’ım! Parmak kadar kızımı elin kadınına bırakıp gidiyorum. Yedi aylık bebemi başka birine bırakmayı değer mi çalışmak?” diye düşündü. Ama İşini, üniversiteyi, öğrencilerini düşününce biraz teselli oldu. Sonra, Beden Eğitimi hocası olmak için sınavlara nasıl hazırlandığını, ne emekler verdiğini aklından geçirdi bir an… Arabanın başında düşüncelere daldığının farkına varıp, arabanın otomatik kilidini açan uzaktan kumandaya bastı; ancak vazgeçip yeniden kumandaya bastı ve arabayı kilitleyip anahtarı cebine koydu.
Okula yürüyerek gitmeye karar verdi. Yıllar var ki evden okula kadar birkaç kere, Ayet-il kürsü, ihlâs ve Fatiha okumayı alışkanlık haline getirmişti.
“Arabayla çabucak okula varıyorum; doya doya, sindire sindire okuyamıyorum, en iyisi yürümek” dedi kendi kendine.
Okumasını bitirdikten sonra sağına soluna, önüne arkasına, yukarı ve yere üfleme alışkanlığını hatırlayınca gülümsedi. Kendi içinden geçen “böyle olur mu? Üflemeye gerek var mı?” gibi düşüncelerine tekrar kendisi cevap verdi. “Olsun! Ben üflerim. O taraflardan gelecek kazalara, tehlikelere karşı korunurum inşallah” dedi.
Ev ile okul arasındaki iki kilometreye yakın yolu yarılamak üzereydi ve birkaç keredir Ayet-il kürsü’den Fatiha’ya gelmiş, bütün yönlere üfledikten sonra yeniden okumaya başlamıştı. Okudukça hafiflediğini, hafifledikçe yüreği pır pır etmeye başlamıştı.
“Bugün hava ne güzel” dedi gökyüzüne bakıp; prıl pırıldı gökyüzü ve yolun sağında solunda çiçeklerin açmış olduğunu yeni fark etti. “İyi ki arabayla gelmedim; bu çiçeklerin, havanın farkına bile varamayacaktım belki de” dedi. Fatiha’yı okurken temiz havayı da ciğerlerine çekti. Yeniden evde bakıcı kadına bıraktığı kızı aklına geldi ve bir kere daha keyfi kaçtı. “Kızımın mimiklerinin, tavırlarının, tepkilerinin değiştiği anları göremiyorum. Kim bilir belki de bakıcı teyzenin tepkilerini alıyordur.” Bir an bunaldı. “Aman Allah’ım! Benim gibi değil de bakıcı teyzenin tepkilerine göre mi tepkiler kazanacak kızım?” dedi. İki ay sonra okulun tatil olacağını ve bütün yazı kızı ile geçireceğini hatırlayınca da kuş gibi hafiflediğini hissetti.
Oğlu Eren’de de öyle olmamış mıydı? Kendisi şimdiki okulunda çalışırken eşi başka şehirde çalışmıyor muydu? Oğlu, o zamanlarda birçok farklı duygular yaşamıştı babasına dair. Ama babası tayinini alıp geldiğinde çocuk çabucak kendisini toparlamıştı.
“Evet evet” dedi. “Yazın kızımla beraberiz bu açığı kapatacağız Allah’ın izni ile. Hiçbir sıkıntı kalmayacak” dedi sevinç içinde. Küçük bir kız çocuğu gibi zıplayarak, seksek oynayarak yürümek geçti içinden ve etrafına bakıp kendi kendine gülümsedi. “Acaba seksek oynayarak yürüsem ne düşünür etraftaki insanlar” dedi içinden. Sonra devam etti: “Eh! Yapmaz deli de değilim ama iki çocuk annesi bir kadına, üstelik üniversitede hocalık yapan bir kadına yakışmaz elbet” dedi.
Okulun olduğu caddeye girmişti. Ayetleri içinden hızlı hızlı okumaya başladı. Bir kere daha okuyup üfledikten sonra okula girmeyi planlıyordu. Okulun giriş kapısının bulunduğu sokağa girerken Fatiha’yı bilmem kaçıncı kere bitirdi. Önce sağına, Sonra soluna; yürümeye devam ettiği halde sağ omuz başından arkasına, önüne ve yukarıya üfledi. Yere üflemeyi aklından geçirdiği anda aklına; “yerden ne tehlikesi gelebilir ki?” Diye bir fikir geldi geçti. Aslında, yıllardır alışkanlığı olduğu, yere üflemekten vazgeçmemiş olduğu halde, bir an böyle bir fikir geliverip geçti kafasından işte. Tam o anda başını kaldırıp karşıya baktı. Bakmasıyla da gözleri fal taşı gibi açıldı. Siyah, kocaman bir köpek kendisine doğru geliyordu. Hayvanlardan çok korkan birisi değildi aslında. Ama nedense köpeklerden çok korkardı. Hem de minicik bir yavru köpek olsa dahi ödü kopardı. Bu korkusundan dolayı hep kınamıştı kendini. Ama bir türlü de bu korkusunu yenememişti.
Köpek gittikçe yaklaşıyordu. Üstelik de kocaman, kapkara bir köpekti. Bir an köpeğin dişlerini de fark edince korkusu zirveye çıktı. Her şey saniyeler içinde olup bitmişti. Köpek ile arasında iki üç metre kalmıştı ki, her yöne üflemiş, yere üflemek üzereyken aklına gelenlerden dolayı hâlâ yere üflememişti.
Siyah köpek tam da kendisine doğru yaklaşmaktaydı. Hem yaklaşan köpekten dolayı kendisini saran korkunun sarmalında, hem de köpeğin görünen korkunç dişlerinin tehdidi ile aklı sıçrayıp gökte asılı kalmıştı sanki. Köpek tam önüne geldiği anda yere üfledi ve böylece bütün yönlere üflemeyi tamamlamıştı. Kendisi daha henüz yere üflerken, köpek de yanından, dar sokakta kendisine değer değmez geçip gitti. Isırılmayı beklerken köpeğin yanından geçip gitmesi bir daha aklını almıştı. Korkuya çığlıklara hazırlanırken bu da nenin nesiydi şimdi. Adımları yavaşladı. Sağ tarafından yavaşça dönüp baktı köpeğin arkasından. Siyah Köpek; sanki insanoğlunun siyah köpeklere benzer nefsi gibi, duvarın dibinden yan sokakta kayboldu.
Okulun bahçe kapısından girip odasına varıncaya kadar bir daha okuma turunu tamamladı ve yıllardır âdeti olduğu üzere sağa, sola, arkaya, öne, yukarı ve yere üfledikten sonra bir de üzerine üfledi ilk defa ve“Allah’ım beni kendi öz nefsimden de koru” dedi.
***
RÜYALARIMI YOLUYORUM
Onmaz bir yarayım şimdi
Bir yetimin gözyaşında kanıyorum
Tutturmuşum baharlar diye
Gelmeyen baharın çiçeğiyle oynuyorum
Rüyasına yatıyorum bir çiçeğin
Sonra rüyalarımı yoluyorum
Buz kaplı yüreklere kaçıyorum
Olmuyor, yine de kaynıyorum
Harmanı yanan bir ihtiyarın
Yoksulluğunca yanıp
Gelmeyen baharın
Gelişine ağlıyorum.
II.
Beni bir hangara çekin
Ağlayacağım.
Bahtımı avuçlarımda topladım
Bağlayacağım.
Öyle susuzum ki
Kanmayacağım.
Yaşım, yam-yaşım biliyorum
Yanmayacağım.
Oysa, bir sevgi esintisi gelse
Parlayacağım.
***AĞLAMAKLARIMIZ
Daha doğmadı ay
Vay, gönül kahrına düştü karanlıklar
Hatırladıkça beni geldi say
Ey yar
Hangi diyar
İzler taşır senden?
Ve senin nefesinden
Dersinden kaçan bir çocuk gibi
Serseri sokaklardayım şimdi
Sen gibi
Ben gibi
Haykırmaklar değer
Az sonra minarelere
Yâre ulaşır feryadımız
Sonra hepimiz
Aynı noktaya
Doya doya
Kapanır ağlarız.
Bunca tatlı ağlamaklar varken
Ağlamaklarımızı niye saklarız?
***
SUSMAK
Ne çok yük yüklendik
Ne çok yük taşıdık
Mithat susmakta haklıydı emmi
Ben sana demedim mi
Derviş Ali de Mithat Durmaz da
Konuşurmuş meğerse
Herkese ulaşmasa da çığlıkları
Bir feryat dolaşıp dururmuş ufukta
Şimdi ağlarım emmi
Çok sıkıştım geleyim mi?
Gelip de sana
Derdimi diyeyim mi?
Susmanın dilini
Öğrenemedim bir türlü
Gülü taşımak kadar sakin
Bildiğin ne varsa unutacak kadar yakîn
Yolculuklara heves etmiştim oysa
Soysa yalnızlığımdan beni karanlıklar
Bir kayanın ucuna ben otursam ufka doğru
Diğer ucunda Mithat ve Derviş Ali
O hâli dünyalara değişmez
Yüklenirdim bütün vebali
Bir tarafta Mithat sussa
Bir taraftan Derviş Ali
Bendeki bu hâli
Anlasa bütün yıldızlar
Kuşlar
Ağaçlar ve ceylanlar.
Susun kalabalıklar
Suskunluğun çığlığını dinleyin!
Bilmeyin öyle her şeyi
Üzerinize vazife olmayanları
Bilmeyin
Taş üstüne taş koymayanları
Ellemeyin.
Beylerin şarkıları yerine
Gariplerin susan feryadını dinleyin
Ah Mithat Durmaz
Sustum artık sesim yorulmaz
Ah gittin Derviş Ali
Vebali ben yüklenmiştim oysa
Erzurum sana da kalmaz
Sustum artık sesim yorulmaz.
***
GEL
Akşamdan alıp sabaha taşıdığım,
Dertlerimi sayalım gel!
Kaybettiğimiz ne varsa,
Yerine koyalım gel!
Kanadımız mı kırıldı?
Uçamaz mı olduk?
Ne oldu ki bize yorulduk?
Bıkkınlık elbisesini soyalım gel!
Dünyayı tümden sırtlanmışız,
Biz dünyadan ağır mıyız?
Cümle namelere sağır mıyız?
Her makamı duyalım gel!
Çok karanlıklar yaşadık,
Aşkın aydınlığına muhtaç
Ne kadar kötü rüya görmüşsek,
Birlikte yoralım gel!
Dolanır da yol bulamaz mı gönül?
Yola çıkmazsa duramaz mı gönül?
Bir âdeme yol soralım gel!
Ayak pare pare, gönül muhacir
Kanımız akmaz, kalbimiz acır
Yaramızı saralım gel!
Dikenli bir yola düştük
Ayaktan kola düştük
Duralım gel!
Senin ahın fermandır bana
Gönül hanem dermandır sana
Yaralım gel!
Avcılar gittiler, gelmezler artık
Maralım gel!
Yol bilenler bizi çağırır,
Varalım gel!
Etrafımı çevrelemiş
Dağlar eşlik etmekte
Bir de çiçekler
Sapan taşı gibi bakışlarla
İzlemekteyim önümdeki ovayı
Ki rengarenk bir huzur
Kaplamakta havayı
Davayı sırtlanmış gibi eğilmiş kayalar
Rüzgarla cebelleşmekte yer yer
Bulutlar ise dağlardan daha uzakta
Yanı başımdan akan nehir
Abdest zamanını fısıldamakta
Panoramik hatalar yaparsam
Gündüz gözüne hem de
Hasan Keklikci düşünsün
Düzeltemesin isterse
Strese iyi gelen sövgüler
Heybemde
Tehdide
Aldırmazsa bilsin ki
Hangi telakki
Uyarsa duruma
Çeşit çeşit hamlelerle
Hazırım hücuma
Buradan ötesi dikenlidir yolun
Düşünmek bana mı kalmış
Hem de yorumlamak ha!
Akif Şen gibi bir deha
Aha şurada
Yokmuş kisvesine bürünen
Varlığı
Herkese aşikâr
Kâr ve zarar
Neyime benim
Varılan yer kadar
Önemliymiş ya
Yola çıkma niyetim
Ah bu dostlara dair
Bildiklerimi bir döksem
Daha ileri gidersem
Kızar mı Ahmet abi
Harbi delikanlılar
Dizilmiş karşısına
O, şimdi meşgul
Aykırı üstat gibi bir bülbül
İsmail hoca gibi
Bir gül
Kokusu sinmiş cümlesine yiğitlerin
Hünerin yasası
Yazılmakta
Gün be gün
Karanlıkta yanan
Mumun çığlığı kadar
Bir nara ile duyursam bulutlara sesimi
Nefesimi rüzgâra katıp
Günalan atlılarla
Dualar yollasam hocamlar katına
Zatına mahsus duruşu Raşit’in
Ya da asaletini Mehmet Yaşar’ın
Derviş Ferhat ile harmanlayıp
Hacahmet ve Oflu Süleyman kabında
Fazlı ile göndersem
Kabul görür mü duam
Oysa rüyam
Süslemişti yağmuru
Baharı getirecekti cemre bakışlı
Çocukları Ökkeşlerin alplerin
Murat yalnızlığında bir at
Bizim İstanbullu gençlerin
Kırım hanedanına yolculuk hazırlığı gibi talimde şimdi
Hangi ikindi
Kırar kilidi
Bilinmez
İl kez varlığı hüznolan turnalara karıştı aklım
Emmi inan ki varlığım fıtratımla bir durur
Meclisler kurulur
Cümle âlemde
Nefsim kudurur
Nerden geldiğini bilmediğim neferler
İçimde kılıç vurur
Alınan her baş ile birlikte
İçimin tabiatı dirilir
Güller
Ve başaklar
Derilir
Yağmura ulaşmak için
Dik duruşu gerekli belki de Savaş Hocamın
Uşşak bir makam ısmarlasa uzaklara
Gelse kurulsa bir ud ve tambur
Yol alsa çargâh makamına doğru sonra rast, bayati ve hüseynî
Mahur bir taksimde ah o sesi tamburun
İnsanın içini oyar
Mızrabı kehribar
Arkasından bir hüzün
Sonra gene hüzün
Bir daha hüzün
Gündüzün kirinden
Temizleyecek kadar bir hüzün…
İşte emmi
Yolculuğum
Bağlama ile dem tutulan
Şiiri kadar zarif
Yasin mortaş’ın ve
Enver hocanın
Mithat’ın nutuk atması
Kadar sessiz
Halilcik Duran’ın
Çocukluğu kadar kimsesiz
Kalabalıklar içinde yalnız
Adımlarımdan iz
Kalmamacasına
Hatta uçarcasına
Bir yolculuk benimkisi
***
ÇOCUKLUĞUMDAN KALAN
Ne de üçgen vücutlu yiğitleri teksas, tommiks’in
Dedem “yiğit olacak bu çocuk” derdi
Benimse pazılarım kendiliğinden gerilirdi
Hayalimdeki üçgen vücutlu bir devi
Geçip aynanın karşısına arardım
Yiğitliğin yürekle olacağını bilmeden
Olmayan devin saçlarını tarardım.
Sonra kavradım olacakları
Ve dahi olmayacakları
Ne çok olmayacak vardı
Öyle anlar yaşadım ki
Yiğitliğim yüreğim kadardı
Artık yüreğime yeri dardı.
Çığlığımın sükûtu kapladı dünyayı
Sonra sükûtumun çığlığı titretti her yanı
Anlayanı olmayan masallara yürüdüm
“Nedir ki benim hükmüm” diye bir şiire durdum
Belki sadece orada hürdüm lakin
Sükûtum hürriyetimi içti yudum yudum
Atımı dehleyip, tam naralar atacakken
Çığlığımın kollarına serilip uyudum.
Uyandığımda bütün atlılar gitmişti
Ve cümle iyi adamlar yoklardı artık
Karanlığa bakınca korktuğum yaratık
Birer birer silindi dünyamdan
Çocukluğumdan ve hayallerimden bana kalan
Ne başlıyordu şimdi? Hayatımda ne bitti?
İlkin şiirde mahlasım terk etti beni
Şiirlerimi adımla yan yana beleyip gitti
Ellerimle yokladım çocukluğumu ceplerimde
Yoktu misketler, taş gülleler ve devemeler
Yoktu misketler, taş gülleler ve devemeler
Ne de üçgen vücutlu yiğitleri teksas, tommiks’in
Sorma zamanıydı kendime: “Sen kimsin?”
***
PROF. DR. SUAT KIYAK’TAN
İKİ VAKIF KİTAP DAHA
Prof. Dr. Suat KIYAK hocamın evvela “Bir Nefes… Bir Kalem… Bir Kitap…” ve “Bir Bak… Bir Gör… Bir Oku…” kitaplarını okuduk. Her satırı, her sayfası özellikle gençlere, daha doğrusu insanlara yol tarif eden, gerçekleri gösteren bir üslup ve mizanpaj ile hazırlanmış kitaplarını okumaktan çok haz duymuştuk. O yıllarda Suat hocanın UD’u, sesi ve UD’un tellerine dokunurken ki edası ile de tanıştık. Sonra doyumsuz sohbeti…
Bahsi geçen ilk iki kitap ismi, muhtevası ve arka tarafında ÜCRETSİZ ifadesi açısından bize çok ilginç gelmişti. Günümüzde her şeyin para, döviz ve altınla ölçüldüğü bir ortamda Suat Hocanın emeklerini, onca çabasını kitaplaştırarak ÜCRETSİZ ifadesiyle kitaplarını yayınlaması yazı çizi işiyle iştigal eden bizleri bir daha düşündürdü.
“Bir An, Bir Gün, Bir Ömür” ve “Bir Harf… Bir hece… Bir Kelime…” kitapları çıktı yakınlarda. Önceki kitaplarda olduğu gibi bu kitapları da fakire imzalayıp gönderme lütfunda bulunmuş hocam. Kitaplar geleli bir hafta oldu ama yeni okuyabildim. Önceki kitaplarda olduğu gibi yine iki kitap birlikte çıktı. İkiz kitap. İlk iki kitap ikizdi. Bu son çıkan kitaplar da ikiz.
Yazımızın başlığında da arz ettiğimiz gibi kitapların fiyat yazması gereken yerde ÜCRETSİZ
yazısı ile karşılaşıyoruz. Dolayısıyla VAKIF KİTAP dedik.
Kitapların muhtevası ile birlikte her yazı için seçilen resimlerden de söz etmeden asla geçilmemeli. Resimler de başlı başına bir anlamlar deryası…
Dönüp dönüp okuduğum yazılar oldu kitapta. Tekrar tekrar bakıp düşündüğüm resimler, kendi içinde ayrı bir mana taşırken, yazı ile birlikte düşününce başka düşüncelere sevk ediyor insanı.
Muhteva o kadar tatlı, kitaplar o kadar kolay okunan kitaplar ki doyamazsınız okumaya. Hatta okuyup raftaki kitapların yanına koymamalısınız. Elinizin altında Durmalı bence. Çünkü yazıların çoğu birkaç dakikanızı bile almayacak yazılar ama hayatınıza yön verebilir nitelikte her biri.
Bir köyde bir yol ayrımına oturmuş bir ak sakal düşünün. Gelip geçenlere: “şu yol tehlikeli, şu yol çamur, şu yol sapa, şuradan dikkatli git evladım” dediğini hayal edin. İşte o kadar tatlı ve o kadar sade bir şekilde insanı ikaz ediyor kitabın muhtevasını oluşturan yazılar. Bazen da tatlı bir şekilde “DUR!” Diyor “DUR!” “Buradan gitme incinirsin. Yanlış yaparsın. Kendine zarar verirsin.”
En önemlisi de “DÜŞÜN!” diyor bazı yazılar. Çoğu zaman da sana bırakıyor düşünmeyi. Gerçekten aklın, zihnin, dimağın, inancın, imanın varsa düşünürsün.
Düşününce de görürsün.
Görürsen durursun.
Durursan olursun.
Olursan bulursun
Bulursan…
En iyisi yazımı noktalayayım. Suat Kıyak Hoca gibi söylemeye başladım. Bulaşıcı mı ne? Bari hocamdan UD çalmak bulaşsa. Az çok kalem tutabiliyoruz acizane… Mızrap vurma tarafı bulaşsa, musikişinaslığı bulaşsa ne güzel olurdu.
Prof. Dr. Suat KIYAK hocanın bilimsel çalışmalarının, üniversitede ders yoğunluğu ile musiki mesaisinin yanında kitap alanında da çalışmalarına selam duruyoruz.
***
YERE ÜFLEMEK
Evin kapısından çıkıp, otoparkta, arabasının başında durana kadar, havanın nasıl olduğunun farkına varamadı. Hatta düşünmedi, gökyüzüne bile bakmadı. Oysa dışarı çıkar çıkmaz gökyüzüne, çevresine bakardı.
Aklı kızında kalmıştı.
Kızı Ceren’i düşündü: “Allah’ım! Parmak kadar kızımı elin kadınına bırakıp gidiyorum. Yedi aylık bebemi başka birine bırakmayı değer mi çalışmak?” diye düşündü. Ama İşini, üniversiteyi, öğrencilerini düşününce biraz teselli oldu. Sonra, Beden Eğitimi hocası olmak için sınavlara nasıl hazırlandığını, ne emekler verdiğini aklından geçirdi bir an… Arabanın başında düşüncelere daldığının farkına varıp, arabanın otomatik kilidini açan uzaktan kumandaya bastı; ancak vazgeçip yeniden kumandaya bastı ve arabayı kilitleyip anahtarı cebine koydu.
Okula yürüyerek gitmeye karar verdi. Yıllar var ki evden okula kadar birkaç kere, Ayet-il kürsü, ihlâs ve Fatiha okumayı alışkanlık haline getirmişti.
“Arabayla çabucak okula varıyorum; doya doya, sindire sindire okuyamıyorum, en iyisi yürümek” dedi kendi kendine.
Okumasını bitirdikten sonra sağına soluna, önüne arkasına, yukarı ve yere üfleme alışkanlığını hatırlayınca gülümsedi. Kendi içinden geçen “böyle olur mu? Üflemeye gerek var mı?” gibi düşüncelerine tekrar kendisi cevap verdi. “Olsun! Ben üflerim. O taraflardan gelecek kazalara, tehlikelere karşı korunurum inşallah” dedi.
Ev ile okul arasındaki iki kilometreye yakın yolu yarılamak üzereydi ve birkaç keredir Ayet-il kürsü’den Fatiha’ya gelmiş, bütün yönlere üfledikten sonra yeniden okumaya başlamıştı. Okudukça hafiflediğini, hafifledikçe yüreği pır pır etmeye başlamıştı.
“Bugün hava ne güzel” dedi gökyüzüne bakıp; prıl pırıldı gökyüzü ve yolun sağında solunda çiçeklerin açmış olduğunu yeni fark etti. “İyi ki arabayla gelmedim; bu çiçeklerin, havanın farkına bile varamayacaktım belki de” dedi. Fatiha’yı okurken temiz havayı da ciğerlerine çekti. Yeniden evde bakıcı kadına bıraktığı kızı aklına geldi ve bir kere daha keyfi kaçtı. “Kızımın mimiklerinin, tavırlarının, tepkilerinin değiştiği anları göremiyorum. Kim bilir belki de bakıcı teyzenin tepkilerini alıyordur.” Bir an bunaldı. “Aman Allah’ım! Benim gibi değil de bakıcı teyzenin tepkilerine göre mi tepkiler kazanacak kızım?” dedi. İki ay sonra okulun tatil olacağını ve bütün yazı kızı ile geçireceğini hatırlayınca da kuş gibi hafiflediğini hissetti.
Oğlu Eren’de de öyle olmamış mıydı? Kendisi şimdiki okulunda çalışırken eşi başka şehirde çalışmıyor muydu? Oğlu, o zamanlarda birçok farklı duygular yaşamıştı babasına dair. Ama babası tayinini alıp geldiğinde çocuk çabucak kendisini toparlamıştı.
“Evet evet” dedi. “Yazın kızımla beraberiz bu açığı kapatacağız Allah’ın izni ile. Hiçbir sıkıntı kalmayacak” dedi sevinç içinde. Küçük bir kız çocuğu gibi zıplayarak, seksek oynayarak yürümek geçti içinden ve etrafına bakıp kendi kendine gülümsedi. “Acaba seksek oynayarak yürüsem ne düşünür etraftaki insanlar” dedi içinden. Sonra devam etti: “Eh! Yapmaz deli de değilim ama iki çocuk annesi bir kadına, üstelik üniversitede hocalık yapan bir kadına yakışmaz elbet” dedi.
Okulun olduğu caddeye girmişti. Ayetleri içinden hızlı hızlı okumaya başladı. Bir kere daha okuyup üfledikten sonra okula girmeyi planlıyordu. Okulun giriş kapısının bulunduğu sokağa girerken Fatiha’yı bilmem kaçıncı kere bitirdi. Önce sağına, Sonra soluna; yürümeye devam ettiği halde sağ omuz başından arkasına, önüne ve yukarıya üfledi. Yere üflemeyi aklından geçirdiği anda aklına; “yerden ne tehlikesi gelebilir ki?” Diye bir fikir geldi geçti. Aslında, yıllardır alışkanlığı olduğu, yere üflemekten vazgeçmemiş olduğu halde, bir an böyle bir fikir geliverip geçti kafasından işte. Tam o anda başını kaldırıp karşıya baktı. Bakmasıyla da gözleri fal taşı gibi açıldı. Siyah, kocaman bir köpek kendisine doğru geliyordu. Hayvanlardan çok korkan birisi değildi aslında. Ama nedense köpeklerden çok korkardı. Hem de minicik bir yavru köpek olsa dahi ödü kopardı. Bu korkusundan dolayı hep kınamıştı kendini. Ama bir türlü de bu korkusunu yenememişti.
Köpek gittikçe yaklaşıyordu. Üstelik de kocaman, kapkara bir köpekti. Bir an köpeğin dişlerini de fark edince korkusu zirveye çıktı. Her şey saniyeler içinde olup bitmişti. Köpek ile arasında iki üç metre kalmıştı ki, her yöne üflemiş, yere üflemek üzereyken aklına gelenlerden dolayı hâlâ yere üflememişti.
Siyah köpek tam da kendisine doğru yaklaşmaktaydı. Hem yaklaşan köpekten dolayı kendisini saran korkunun sarmalında, hem de köpeğin görünen korkunç dişlerinin tehdidi ile aklı sıçrayıp gökte asılı kalmıştı sanki. Köpek tam önüne geldiği anda yere üfledi ve böylece bütün yönlere üflemeyi tamamlamıştı. Kendisi daha henüz yere üflerken, köpek de yanından, dar sokakta kendisine değer değmez geçip gitti. Isırılmayı beklerken köpeğin yanından geçip gitmesi bir daha aklını almıştı. Korkuya çığlıklara hazırlanırken bu da nenin nesiydi şimdi. Adımları yavaşladı. Sağ tarafından yavaşça dönüp baktı köpeğin arkasından. Siyah Köpek; sanki insanoğlunun siyah köpeklere benzer nefsi gibi, duvarın dibinden yan sokakta kayboldu.
Okulun bahçe kapısından girip odasına varıncaya kadar bir daha okuma turunu tamamladı ve yıllardır âdeti olduğu üzere sağa, sola, arkaya, öne, yukarı ve yere üfledikten sonra bir de üzerine üfledi ilk defa ve“Allah’ım beni kendi öz nefsimden de koru” dedi.
***RÜYALARIMI YOLUYORUM
Onmaz bir yarayım şimdi
Bir yetimin gözyaşında kanıyorum
Bir yetimin gözyaşında kanıyorum
Tutturmuşum baharlar diye
Gelmeyen baharın çiçeğiyle oynuyorum
Gelmeyen baharın çiçeğiyle oynuyorum
Rüyasına yatıyorum bir çiçeğin
Sonra rüyalarımı yoluyorum
Sonra rüyalarımı yoluyorum
Buz kaplı yüreklere kaçıyorum
Olmuyor, yine de kaynıyorum
Olmuyor, yine de kaynıyorum
Harmanı yanan bir ihtiyarın
Yoksulluğunca yanıp
Gelmeyen baharın
Gelişine ağlıyorum.
Yoksulluğunca yanıp
Gelmeyen baharın
Gelişine ağlıyorum.
II.
Beni bir hangara çekin
Ağlayacağım.
Beni bir hangara çekin
Ağlayacağım.
Bahtımı avuçlarımda topladım
Bağlayacağım.
Bağlayacağım.
Öyle susuzum ki
Kanmayacağım.
Kanmayacağım.
Yaşım, yam-yaşım biliyorum
Yanmayacağım.
Yanmayacağım.
Oysa, bir sevgi esintisi gelse
Parlayacağım.
Parlayacağım.
Daha doğmadı ay
Vay, gönül kahrına düştü karanlıklar
Hatırladıkça beni geldi say
Ey yar
Hangi diyar
İzler taşır senden?
Ve senin nefesinden
Dersinden kaçan bir çocuk gibi
Serseri sokaklardayım şimdi
Sen gibi
Ben gibi
Haykırmaklar değer
Az sonra minarelere
Yâre ulaşır feryadımız
Sonra hepimiz
Aynı noktaya
Doya doya
Kapanır ağlarız.
Bunca tatlı ağlamaklar varken
Ağlamaklarımızı niye saklarız?
***
SUSMAK
Ne çok yük yüklendik
Ne çok yük taşıdık
Mithat susmakta haklıydı emmi
Ben sana demedim mi
Derviş Ali de Mithat Durmaz da
Konuşurmuş meğerse
Herkese ulaşmasa da çığlıkları
Bir feryat dolaşıp dururmuş ufukta
Şimdi ağlarım emmi
Çok sıkıştım geleyim mi?
Gelip de sana
Derdimi diyeyim mi?
Susmanın dilini
Öğrenemedim bir türlü
Gülü taşımak kadar sakin
Bildiğin ne varsa unutacak kadar yakîn
Yolculuklara heves etmiştim oysa
Soysa yalnızlığımdan beni karanlıklar
Bir kayanın ucuna ben otursam ufka doğru
Diğer ucunda Mithat ve Derviş Ali
O hâli dünyalara değişmez
Yüklenirdim bütün vebali
Bir tarafta Mithat sussa
Bir taraftan Derviş Ali
Bendeki bu hâli
Anlasa bütün yıldızlar
Kuşlar
Ağaçlar ve ceylanlar.
Susun kalabalıklar
Suskunluğun çığlığını dinleyin!
Bilmeyin öyle her şeyi
Üzerinize vazife olmayanları
Bilmeyin
Taş üstüne taş koymayanları
Ellemeyin.
Beylerin şarkıları yerine
Gariplerin susan feryadını dinleyin
Ah Mithat Durmaz
Sustum artık sesim yorulmaz
Ah gittin Derviş Ali
Vebali ben yüklenmiştim oysa
Erzurum sana da kalmaz
Sustum artık sesim yorulmaz.
Akşamdan alıp sabaha taşıdığım,
KÂMİL UĞURLU’NUN
KAHRAMANMARAŞ ŞEHRENGİZİ
Kahramanmaraş Şehrengizi -BİR MARAŞ GÜZEL-LEMESİ- Kâmil UĞURLU'nun nefis kitabı… Kıymetli dostum Teyfik Karadaş vasıtasıyla ulaştım kitaba; kitabın tanıtım gününde imzalatmış Kâmil UĞURLU’ya. Üç yüz elli sayfa kitabı birkaç günde okudum. Aslına bakılırsa bir solukta okunacak bir kitap değil, oldukça hacimli bir kitap; ama dili o kadar hoş, muhteva o kadar güzel sıralanmış ki kitap zevkle okutuyor kendisini.
Şehr-i Maraş'ın tanınmasına gerçek manada katkı sağlayacak olan Kâmil UĞURLU’nun Kahramanmaraş Şehrengizi kitabı Türk Edebiyatı Vakfı yayınlarının 213. Kitabı olarak çıkmış. Kâmil UĞURLU daha önce de Konya Şehrengizi, Karaman Şehrengizi ve Eskişehir Şehrengizi kitaplarını da çıkarmış. Biyografisinden; Deneme, Biyogrefi, Şiir ve mesleki kitaplarının da olduğunu öğreniyoruz.
Kitap; cildi, baskısı ve muhtevası açısından oldukça güzel olmuş. Çok güzel Maraş fotoğrafları yer alıyor. Her konu başlığında daha önce hiçbir kitapta nerdeyse rastlamadığınız fotoğrafları göreceksiniz. Şehr-i Maraş ile ilgili okuduğunuz her sayfada gözünüzün gayrı ihtiyarî kayacağı, muhteva ili ilgili fotoğraflar mevzuyu anlamanıza ışık tutuyor. Hülasa-i kelam Kahramanmaraş ile ilgili her şey var kitapta. Adı üstünde Kahramanmaraş Şehrengizi diyeceksiniz. Evet ama genellikle bu tür çalışmalar boğucu akademik bir havada olur. Bu kitapta bir nevi Kahramanmaraş’ın kültür envanterini sıkıcı olmayan bir dil ve güzel hikâyat edilmiş üslupla okuyacak, kitabı elinizden bırakamayacaksınız.
Kâmil UĞURLU’nun Kahramanmaraş Şehrengizi kitabını bazen bir öykü tadında, bazen bir belgesel tadında; tatlı, darasız bir dil zevkini tadarak okuyacaksınız.
KÂMİL UĞURLU’NUN
KAHRAMANMARAŞ ŞEHRENGİZİ
Kahramanmaraş Şehrengizi -BİR MARAŞ GÜZEL-LEMESİ- Kâmil UĞURLU'nun nefis kitabı… Kıymetli dostum Teyfik Karadaş vasıtasıyla ulaştım kitaba; kitabın tanıtım gününde imzalatmış Kâmil UĞURLU’ya. Üç yüz elli sayfa kitabı birkaç günde okudum. Aslına bakılırsa bir solukta okunacak bir kitap değil, oldukça hacimli bir kitap; ama dili o kadar hoş, muhteva o kadar güzel sıralanmış ki kitap zevkle okutuyor kendisini.
***
KAHRAMANMARAŞ İSTİKLÂL ÜNİVERSİTESİ
Kahramanmaraş bu günlerde ikinci bir üniversitenin heyecanını ve sevincini yaşıyor.
İstiklâl Üniversitesi…
İsabetli bir isim.
Ne güzel olurdu rektörlük binası eski konaklarımızda birisi olsa.
Güzel Sanatlar Fakültesi’nin bölümleri şehrin muhtelif yerlerinde restore edilerek lokanta yapılmış konaklara serpiştirilse; yani İSTİKLÂL RUHU bu vesile ile şehrin her yerinde, yeni nesle hissettirilse. Şehr-i Maraş’ta İSTİKLAL RUHU yeniden harekete geçerek hep canlı kalsa. Hatta bu İSTİKLAL RUHU halesi yeyıla yayıla büyüse.
Elbette yöneticilerimiz ve devlet büyüklerimiz de bunları düşünecek ferasettedir. Muhtemelen de böyle yapacaklardır. Üniversitenin adının KAHRAMANMARAŞ İSTİKLÂL ÜNİVERSİTESİ konulması da devlet büyüklerimizin milletin gönül tellerinin nasıl vurduğunun farkında olduklarının işaretidir. Bu ne güzel şey böyle: Devlet büyükleri de halkı gibi düşünüyor. Eskiden böyle olmazdı. Devlet büyükleri ayrı telden çalar halk ayrı telden çalardı.
Evvela yeni üniversitenin adından dolayı kutlamalıyız bu ismi koyan devlet büyüklerini. Sonra da İSTİKLAL RUHU’nu canlı tutmak için atacakları adımlar dolayısıyla şimdiden alkışlamaya hazırlanmalıyız.
“Kahramanmaraş İstiklâl Üniversitesi’nin Rektörlük binası ve Güzel Sanatlar Fakültesi’nin bölümlerine kifayet edecek konak mı var ki şehrimizde” diye haklı bir soru akla gelebilir. Elbette çok zengin değiliz eski konaklarımız açısından; ama mevcutların yanına ilave binalar diğer illerde olduğu gibi aynı mimari ile yapılabilir.
Kahramanmaraş İstiklâl Üniversitesi’nin Rektörlük binası ve Güzel Sanatlar Fakültesi’nin bölümleri ile bu ruh şehrin muhtelif yerlerine yayıldıktan sonra üniversitenin fakülteleri istenilen her yere kurulabilir. Hatta her ilçemize bir fakülte bile kurulabilir ilçelerimizin gelişmesi için.
Emeği geçenleri bir kere daha kutluyorum.
***
DEDEM'İN İSTANBUL'U
Dedem Üniversiteye kaydımı yaptırmak için götürüyordu beni. Tıp fakültesine kaydımı yaptıracak, sonra da bana İstanbul’u bir güzel gezdirip, sağımı solumu, nereden gelip nereden gideceğimi öğrettikten sonra yerleştirip dönecekti…
Dedem başta olmak üzere ailem ve aile çevrem çok sevinmişlerdi; aileden ilk defa bir doktor çıkacaktı.
“Dede şehirler arası otobüs terminalinde inince üniversiteyi nasıl bulacağız?” Diye sorduğumda dedem, “O kolay. Otobüsten inince aşağı doğru yürüyeceğiz. Orada bir okul var. Okulun yanından dolmuşlara bindik mi kime sorsak gösterir üniversitenin yakınında ineceğimiz yeri” demişti de ben kaygılanıp İçimden “eyvah!” diye feryat etmiştim. Ama gene de dedeme güveniyordum. Ne eder eder üniversiteyi bulurdu. Beni kaydettirir, yerleştirmeden de dönmezdi. Bunu bildiğim ve bundan emin olduğum için kaygıyı atmış, kaygı edecek bir şey varsa dedem düşünsün deyip, kaygı deryasında epey bir kulaç attıktan sonra, tam çatlama derecesinde bir kütüğe tutunup hatta kütüğün üzerine boydan boya yatıp emniyetli bir şekilde, kütükle birlikte yüzmeye başlamıştım adeta.
O yıllarda çalışan otobüsler ve yol ayrı bir hikâye… Uzatmayalım. Maraş-İstanbul arasını on bir saatten biraz fazla süren bir yolculuğu tamamlayıp yetmişli yılların o curcunalı İstanbul otobüs terminalinde indik. İner inmez benim feleğim şaşmıştı. Dedemin yüzüne baktım o da benden farksızdı. Hayretler içinde etrafına ve etrafındaki kalabalığa bakıyordu. Dedemin yüzündeki hayretten anlamıştım ki İstanbul ne dedemin yıllar önce gördüğü İstanbul ne de beklediği İstanbul’du.
Dedim ya dedeme her şekilde güveniyordum. Alelacele terminalin kalabalığından uzaklaşmak için adımlarını hızlandırdı. Arkasından zor ulaştım ve terminal dışına, caddeye, dedem önde ben epey bir adım arkasında çıktık. Dedem gene etrafına şaşkın ve hayretler içinde baktıktan sonra ilerideki taksi durağına doğru yöneldi. Bu arada da bir şeyler mırıldanıyordu ama anlamamıştım. İyice yaklaştım ve “anlamadım dede bir şey mi söyledin?” dedim. Dedem zor anlaşılır bir şekilde tekrar etti “Bu benim İstanbul’um değil.” Bu itiraftı. Dedem pratik adamdı. Anlamıştı ki dolmuşa bineceksin, yol-yer soracaksın. Ne gerek var şimdi bu zahmete diye düşünmüştü kesinlikle.
Taksiye bindik ve “sür evladım Tıp Fakültesine” dedi.
Fakülteye kaydımı yaptırmamız uzun sürmedi. Karnımızı doyurmak için lokanta aramamız kayıttan daha uzun sürdü. Fakülte çevresinde dolaşırken, hem aklı başında bir lokanta arıyor hem de “iyi oldu bak bu; okulunun çevresini bir tamam öğrendin” diyordu. Ama bu arada da lokanta aramaktan sıkıldığını her halinden belli ediyordu. Sonunda dayanamayıp bir polis memuruna sordu ve bizim asla aklımıza gelmeyecek bir şekilde ikinci katta bulunan bir lokantayı eliyle işaret etti polis memuru.
Epey uzun kaldık lokantada. Çünkü oturduğunuz masa lokantanın terasında ve bize epey bir İstanbul manzarası sunuyordu. Hem çok yorulmuş dinleniyorduk hem de doya doya İstanbul seyrediyorduk.
Fakültenin çevresinde lokanta ararken gözüne kestirmiş olacak ki “hadi bakalım dolanırken bir otel görmüştüm gidelim otele ve iyi bir banyodan sonra dinlenelim; sabah da gezmeye devam ederiz” dedi.
Otele gidince bizi çok inciten beklenmedik bir durumla karşılaştık. Otelin kâtibi dedemi şöyle alttan yukarı bir şalvarına, bir sarığına, bir sakalına, bir beline kuşak gibi sarılmış deri guburuna dikkatli dikkatli baktıktan sonra oda vermek istemediğini belli ederek “şu ileride bir otel daha var sizi oraya yönlendireyim isterseniz!” demez mi! “Aha!” dedim. “Dedemin tepesi atacak. Tepesi atınca da ortalığı kasıp kavuracak.” Kâtip hem oda vermek istemediğini belli ederken hem de dedemin boyundan posundan, ihtişamından ürktüğünü de belli ediyordu. Her ne kadar saklamaya çalışsa da bu hem ses tonuna hem de davranışlarına yansıyordu. Dedem kâtibin bu durumunu elbette seziyordu. Kâtibin arka plandaki ürkekliğini sezmese bile kâtibe pabuç bırakacak bir adam da değildi doğrusu.
Kızmadı.
Benim korktuğum gibi ortalığı da dağıtmadı.
Böyle bir edepsizlik karşısında da ilk defa bu kadar sakin davrandığına şahit oluyordum.
“Kâtibe, gel çocuğum” diyerek az ötedeki koltuğa yöneldi. Ben de arkasından gittim. İkili bir koltuğa oturdu. Sessizce ben de yanına iliştim. Kâtip bir miktar duralamıştı ama dedemin arkasından da gelmeden edememişti.
Dedem koltuğa iyice yerleşip rahatladıktan sonra yarım dakika kadar baktı Kâtibe. Kâtip nerdeyse “buyur bakalım amca bir şey mi söyleyecektin?” deme aşamasına gelmişti ki dedem sakin bir şekilde başını kaldırıp müşfik bir sesle sordu kâtibe.
“Şu dışarıdaki ‘devren satılık ilanı…’ burada mı patronun evladım?” dedi daha da sakinleşmiş bir sesle.
Kâtip afallamıştı. Ben de afallamıştım elbette. “Pes dede!” dedim içimden. “Ağasın anladık da pamuk mu alıp-satıyorsun çeltik mi? Ne bu şimdi?” diye feryat ettim içimden.
Kâtip kendini toparlar toparlamaz “Evet burada. Şu yan tarafta odası var!” dedi kısık bir sesle.
“Çağır evladım, patronunu çağır. Hadi çocuğum eğleşme!” dedi.
Kâtip eliyle bir dedemi, bir patronunun odasını işaret ederek, kesik kesik “Peki. Tamam. Çağırayım” dedi mütereddit.
Az sonra epey güleç yüzlü, Hulusi Kentmen bıyıklı, babacan bir adamla birlikte geldi kâtip.
Dedem Hulusi Kentmen bıyıklı adama “Beyefendi sen misin bu otelin sahibi?” dedi.
Adam: “Evet amca benim. Buyurun bakalım!”
Dedem: “Oğlum biz oteline talibiz” dedi.
Adam önce afalladı, kendini toparlamaya çalışırken de koltukta oturan dedemi iyice süzdü. Dedem de adamı süzdü.
Bu karşılıklı süzüşmeden sonra adam “buyurun odama geçelim amca” dedi. Adam önde dedemle, ben arkasında, kâtip şaşkın… Adamın makam odası olarak kullandığı odaya geçip koltuklarımıza kurulduk. Adam “oteli gezdiniz mi?” diye sordu. Dedem “hayır gerek yok. Sen otel ile ilgili bilgi ver yeter. Delikanlı dinlesin” dedi beni işaret ederek.
Hulusi Kentmen bıyıklı adam “Otelimiz küçük bir otel. Ama masrafı yok; demirbaş dahil malzemelerimizin tamamını yeniledik. Çarşafların bornozların ve havluların oldukça fazla yedekleri var. Çamaşırhaneyi ve makineleri de yeniledik. İki süit, altı tane tek yataklı, on bir de çift yataklı odamız var” dedi. Ama dedem adamın anlattıklarının hiçbirini dinlemedi. Sadece sözünü bitirmesini bekliyordu. Daha fazla dayanamayıp adamın yatak sayısını anlattığı bir noktada araya girdi. “Fiyatı nedir efendi bu otelin. Tapu devri hususunda sıkıntı olacak bir durum var mı?” dedi.
Adam “Yok. Ablamla ikimizin bu otel; babamızdan kaldı. Aslına bakarsan ablamın ihtiyacından dolayı satıyoruz. Ablamın hissesini ödeme imkânım yok. Dolayısıyla satıyoruz. Bana kalsa satmam ama işte… Aslına bakarsanız buraya çok alışmıştım. Çocukluğumdan beri buradayım. Oteli satınca kalacak yerim bile yok.” Makam odasından, yana açılan kapıyı göstererek “bak bu kapı kaldığım yan odanın kapısı. Evim barkım burası. Ablamdan başka kimim kimsem de yok” dedi.
Dedem hemen söze girerek “Bak oğlum. Bize oteli satman halinde bu odada kalmaya devam edebilirsin. Hem yeğenin tecrübelerinden faydalanır. Bize iyilik etmiş olursun” dedi.
Adamın gözleri parlamıştı. “Olur mu öyle şey amcacığım” dedi.
Dedem “Olur olur. Hele sen otelin fiyatını söyle!”
Hulusi Kentmen bıyıklı adam otelin fiyatını söyledi. Pazarlığı çok seven, hatta pazarlık ederken kavga ediyormuş gibi davranan dedem ile adam bir noktada anlaştılar ve dedem guburundan çıkardığı altınlarla adamın parasını oracıkta ödeyiverdi adamın ve kâtibin şaşkın bakışları arasında. Ben kâtiple otelde kaldım. Dedemle otelin sahibi hem altınları kuyumcuda paraya çevirip eksiğini tamamlamak, hem de tapu işlemleri için kalkıp gittiler.
Ertesi gün nasıl ev bulacağız, nereye yerleşeceğim kaygısıyla baygınlıklar geçirirken kaş ile göz arasında otel sahibi olmuştum.
Otelin eski sahibi Hulusi Kentmen bıyıklı ağabey olmasa asla işletemeyeceğimi sonradan anlayacağım oteli nasıl işleteceğimin kaygısı sarmıştı beni. Bu kaygıları içinde boğulmak üzereyken geldi dedemle adam.
Dedem beni bir kenara çekip “Aha sana kalacak yer oğlum. Hem oteli işletir hem de burada kalırsın. Kâr edersen otel temiz tut, otele harca. İnsanlara saygılı ol. Parası olmayanları zorlama, misafir et. Bir de büyük bir oda ayır ve orada kalacak yeri olmayan öğrenci arkadaşlarını barındır. Kazancından sadaka ver. İnsan karnı doyur. Dahaca da paraya ihtiyacın olursa istersin gönderirim. Yarın ben döneyim Maraş’a. Üniversite tatil olunca gelirsin konuşuruz işlerin nasıl gittiğini. Şimdi bana güzel bir oda göster dinleneyim. Sen otelci değil misin?” dedi gülerek.
***
Sonraki iki yılda dedem iki kere İstanbul’a geldiği halde ben tatillerde ne Maraş’a gidebilmiş ne de derslerden ve işlerden başımı kaşıma fırsatı bulabilmiştim. Dedem başıma öyle bir iş sarmıştı ki tıp talebesinin, hatta hiçbir talebenin altından kalkabileceği bir iş değildi başıma sardığı iş. Hele ki Nazmi ağabey varmış. Hulusi Kentmen bıyıklı, otelin eski sahibi Nazmi ağabey.
Nazmi ağabey oteldeki makam odası ve yatak odasına dokunmamamıza, orada kalmasına izin vermemize çok memnun olmuştu. Hatta bir gün “yahu evladım senin bu deden ağa falan değil, tepeden tırnağa deli” demişti muhabbetle gülerek.
Nazmi ağabey otelin müdürü olarak eskisinden daha da çok çalışıyordu otel için. Bu müdürlük işini de adeta tabii olarak üstlenmiş, daha sonra ben işlerin nasıl yürüdüğünü, otelciliğin inceliklerini öğrenince kapısına “MÜDÜR” levhasını astırmıştım. Çok duygulanmıştı buna. “Abi sen bu otelin sadece müdürü değil sahibisin. Gün boyu fakültedeyim. Bazen de arkadaşlarda kalıp gelemiyorum. İnan öyle zamanlarda senin burada olmandan dolayı rahat kaytarabiliyorum” deyince “sen benim evladım, dedenin bana emanetisin” demiş kucaklamıştı beni.
Otelde personel sıkıntısı da çekmiyorduk. Yukarıda ayırdığım bir odada, çeşitli fakültelerden sekiz arkadaşım kalıyordu. Eskiden kahvaltı salonu olarak kullanılan bölümü paravanlarla bölerek sekiz yataklı bir koğuş yapmıştık ama herkesin odası paravanlarla bölünmüş olsa da ayrıydı ve sadece banyo ve tuvaletleri ortaktı. Bir süre sonra bizim “koğuş ahalisi” dediğimiz bu arkadaşlarım otelin görünen işlerine de koşmaya başladılar. Benim yapmayın, etmeyin ısrarlarıma rağmen “kardeşim burası bizim evimiz. İşimize karışma biz aramızda iş bölümü bile yaptık. Ulaşabildiğimiz, becerebildiğimiz her işi tutacağız” dediler net bir şekilde. Ben de Nazmi ağabeye danışıp onlara öğrenci bursundan biraz fazla maaş bağladım.
Özellikle üniversitelerin açıldığı sene başlarında bizim otelde, kalacağı yeri bulana, bir yurt ve eve yerleşene kadar idare ettiğimiz öğrenci çoğalmaya başlamıştı. Bu da bana çok büyük zevk veriyordu. Otelin şu meşhur kâtibi, dedemin oteli almasına davranışı dolayısıyla sebep olan kâtibi bu duruma, yani ücretsiz misafirin sayısının artmasına mırın kırın etse de “sen işine bak” diye geçiştiriyordum. Ama Nazmi ağabey bu durumdan benim kadar zevk alıyordu.
Hülasa-i kelam. Tıp fakültesinin onca yoğunluğu arasında biz otelciliğin inceliklerini, giderini-gelirini tam öğrenmiştik ki fakülte bitti ve doktor çıktık. Fakültenin bittiği yaz Nazmi ağabeyle birlikte gittik Maraş’a. Bir haftada dönme niyetiyle gittiğimiz Maraş’tan ben döndüm ama Nazmi ağabeye dedem el koydu ve alıp bağa götürdü. Otelde işlerin tamamı ile baş başa kalınca anladım Nazmi ağabeyin beni nelerden kurtardığını. Birkaç kere telefon edip haber bıraktım dönsün diye. Dönmedi. Sonra “İmdaaatt!” diye haber saldım dedem gene bırakmadı. Nihayet iki aya yakın bir zaman sonra dedemle birlikte çıkageldiler. Benim de üzerimden otelin yükü kalkmış oldu.
Nazmi ağabey dedemi bir hafta gezdirdi İstanbul’da Selâtin Camileri, Ayasofya, türbeler derken dedem çok keyifli bir hafta geçirdi.
Bir Cuma sonrası otele döndüklerinde beni de çağırarak Nazmi ağabeyin makam odasına geçtik ve dedem oteli alırken yaptığı kavgalı pazarlıktan daha büyük bir kavganın şahidi oldum.
Dedem oteli Nazmi ağabeye tekrar satmak istiyordu. Nazmi ağabey de alma taraftarıydı. Ama anlaşamadıkları nokta: Dedem “sana verdiğim altınları ver otelini al” diyordu. Nazmi ağabey ise “Otelin bulunduğu semtte emlâk fiyatlarının arttığını ve otelin daha fazla edeceğini savunuyordu.”
Sonunda razı oldu Nazmi ağabey istemeye istemeye. “Bana çok hakkın geçti Hüseyin amca. Böyle olmazdı ama neyse…” dedi.
Dedem şartımı söylemedim daha deyince, Nazmi ağabey de ben de merakla dedeme baktık. Dedem “İstanbul’a her gelişimde şu kaldığım büyük odada kalır para vermem haberin olsun” dedi ve hep birlikte gülüştük. Nazmi ağabey bakışlarımdan mı anladı, yoksa bana ikram etmek için mi söyledi bilmiyorum. Tam içimden geçiriyordum ki bana tebessümle bakarak “senin şartını söylemene gerek yok doktor bey. Yukarıdaki ‘koğuş ahalisi’ odası hiç kapanmayacak” dedi.
***
EL BÖMBASI
Çayhane ile pastane arası o yere ne zaman gitsek, o da camın ününde beliriveriyordu. Daha biz çaylarımızı yarılamadan o orada oluyor, çayhanenin camından bize bakıyordu. Bize değil de bana bakıyordu sanki. Daha çok benim ilgimi çekiyordu bu sır dolu konuğumuz. Arkadaşlar ilk başta birkaç kere ona bakarak “kim bu ya! Neden bize bakıyor?” demişlerse de ilgilerini çabuk yitirmişlerdi.
O çayhaneye her oturuşumuzda camın
önündeki o masayı ben özellikle seçiyordum ki konuğumuz da gelsin. Geliyordu.
Beni bekletmeden orada bitiveriyordu. Hep aynı duruş ve aynı bakış ile yerini
alıyordu. Biz de kendisine baktığımız zaman hemen kayboluyor, lakin biz tekrar
sohbete dalar dalmaz yeniden camın önüne gelip dikkatle bize bakıyordu. Hayır
bana bakıyordu. Sadece bana bakıyordu.
Bir defasında çayımı alıp dışarı çıktım
ona vermek veya içeri davet etmek için. Ama daha ben çayhanenin kapısından
dışarı çıkmadan o kayboluvermişti bile. Ben ise üzgün bir şekilde geri
dönüyordum. Yerime oturduğumda ise daha bir dakika bile geçmeden yeniden camın
önünde beliriyordu.
Bir dost ile bir yerlere oturup birkaç çay
içip, iki laf edeceksek ben artık hep o çayhaneyi tercih ediyordum sırlı
dostumuzu göreyim diye. Her gelişimde de aksatmadan orada oluyordu ve camın
dışından bana bakıyordu. Üzerindeki elbisesi de değişmiyordu; başında yeşil bir
şapka, üzerinde kamuflaj desenli asker parkası ve siyah pantolon… Şapkanın
anlında ve asker parkasının omuzlarında askeri armalardan ziyade eğreti
tutuşturulmuş, daha çok güvenli görevlisi armalarına benzer armalar vardı.
Ayakkabılarını göremiyordum ama pantolonunun paçalarını çorabın içine koymuş,
ayakkabılarının kenarı çamurluymuş gibi bir his ile kıyafetini tamamlıyordum.
Belki de çamurlu değildi ayakkabıları. Belki de pantolonunun paçalarını
çoraplarının içine koymamıştı. Yüzünde sürekli hüzünlü bir tebessümü vardı.
İçeriden el sallayan insanlara karşı hiçbir tavır göstermişliği yoktu.
Yüzündeki ifadesi hiçbir zaman değişmiyordu.
Birkaç kere çamın önünden ayrılıp,
çayhanenin giriş kapısının yanında bekledikten sonra aniden dışarı çıktım onu
yakalayıp konuşmak için. Ama dışarı çıktığımda gördüm ki yeniden sır olmuştu.
Birkaç ay içinde her o çayhaneye
gelişimizde sırlı dostumuzu içeri çağırdık gelmedi. Çeşitli hilelerle dışarıda
yakalamaya çalıştık gene olmadı. Her çıkışımızda camın önündeki yerini boş
buluyorduk.
Çayhanenin sahibine, çayhanede bulunan
diğer insanlara sorduk bu kim diye, bilen çıkmadı. Çayhanenin sahibi “birkaç
aydır burada peyda oldu. Ne bir şey alıyor ne kimse ile konuşuyor. Yanına doğru
yeltendiğinde de kayboluyor” dedi. Çayhanenin sahibi “birkaç aydır burada peyda
oldu” der demez benim merakım ve heyecanım daha da artmıştı. Zira biz bu
çayhaneye gelmeye başlayalı da o kadar olmuştu.
Ben arkadaşlardan “nedir bu sırlı durum?”
diye yardım talebinde bulundumsa da kimse fikir yürütmek istemedi. Sadece
içlerinden birisi “Yahu delilerden bir deli işte! Azizim sen de bu delilerle
fazla ilgileniyorsun, bir gün sen de deli olursan karışmam” dedi.
Bir gün o civardan Tuncay eniştem ile
geçerken, biraz da sırlı dostumuzu görmek gayesi ile “Gel şurada hem birer çay
içelim hem de oturup konuşuruz” diye o çayhaneye gidip oturduk.
Biz cama yakın masadaki yerimizi alır
almaz sırlı konuğumuz da gelip camın önünde yerini aldı. Gene aynı sırlı bakış
ve gene aynı duruş… Tuncay enişteye “çaktırmadan bak. Camın önünde duran sırlı
dostum” dedim.
Tuncay Enişte baktıktan sonra güldü ve
“Abi ben bunu tanıyorum” dedi.
Hayretler içinde kalmıştım. Sırlı
dostumuza tanıyan biri vardı. “Eee” dedim. “Peki kim bu?” Tuncay “Bu bizim
fabrikada çalışıyor. Şu senin cezbelilerden işte. Tanımıyor musun? Abi sen bu Maraş’ın
cezbelilerinin kitabını yazmadın mı? Bu da onlardan birisi. Engelli kadrosundan
girmiş. Aramızda idare ediyoruz. Çok kişiden de iyi iş yapar ha!” dedi ve
ekledi “Abi bak şimdi”
Tuncay sağ elinde silah varmış gibi camın
dışında duran sırlı dostumuza doğrultup, şehadet parmağını tetiğe dokunuyormuş
gibi yaparak “ççiiivvv” dedi. Bu hareket karşısında sırlı dostumuzun yüzüne
hafif bir tebessümün yayıldığını ve sonra tekrar ciddileştiğini an içinde
gördüm. Yüzüne tebessümün yayıldığı o an zaten güzel ve masum olan yüzü nasıl güzelleşmişti
anlatamam.
Sırlı dostumuz, yüzüne daha da ciddi bir
tavır takınarak, yerinde şöyle bir sağa sola sallandı. Sonra da hafif sola
eğilerek elini sağ beline attı ve oradan bir şey almış gibi yaparak iki elini
havada birbirine yaklaştırarak tuttu. Sol eliyle sağ elindeki hayali el
bombasının pimini çekerek bize hafif sırtını döndü ve attığı yere bakmadan
nereye düşeceğini daha önceden hesaplamış, kendisinden gayet emin bir eda ile
üzerimize attı. Sonrada göğsünden bir Türk Bayrağı çıkararak dalgalandıra
dalgalandıra caddeye doğru koştu zaferini kutlayarak.
Tuncay enişte gülüyordu ama ben şaşkınlık
ile keyfi bir arada yaşıyordum. “Eee noldu şimdi?” dedim. Tuncay: “Görmedin mi
abi adam imha etti bizi” dedi.
Sırlı dostumuz gözümde daha bir büyümüş ve
onunla ilgili merakım iyice artmıştı. Lakin bir daha ne ben o çayhaneye
gidebilmiş ne de sırlı dostuma başka bir yerde rastlamıştım. Sadece Tuncay
enişteye ara sıra sorup iyi olduğunun haberini alıyordum.
GEL DE GİDELİM
Canım çıkacak yar; gel de gidelim
Çiçekler gün sayar; gel de gidelim
Bura bize ağyar; gel de gidelim
Gelmek üzre bahar; gel de gidelim
***
“DAĞLARA VURUR YÜREĞİM”
Ali İhsan KEKEÇ gönlü olan bir şair, yüreği yanında bir adam. “DAĞLARA VURUR YÜREĞİM” ise şiir kitabının adı. Ne kadar güzel değil mi şiir kitabının adı? Fakire imzalayıp takdim ettiği günden beri başucumda durdu. Sürekli yerli ve bizden olan bu şiirleri okudum son zamanlarda.
Ali İhsan KEKEÇ gönlü olan bir şair dedim ya! Şiirleri
okudukça siz de gönlünüzün farkına varıyor, yüreğinizi yanınızda taşıdığınızı
anlıyorsunuz. Türkülerle, yaylalarla, çiçeklerle, dağlarla, aşk hikâyeleriyle
hemhal oluyorsunuz. Hülasa-i kelam bizden olan ve hayatın gaileleri arasında
unuttuğunuz ne varsa yeniden hatırlıyor, yeniden yaşıyorsunuz. Diğer taraftan
kaybettiğiniz ya da uzaklaştığınız güzellikler için hayıflanıyorsunuz. Dolayısıyla
sizin yüreğiniz de dağlara vuruyor; türkülerimizle, geleneklerimizle…
“DAĞLARA VURUR YÜREĞİM” şiir kitabını Ali İhsan KEKEÇ güzel
bir kapak tasarımı ile 2017 yılında yayınlamış. Kitap 176 sayfa dan oluşuyor ve
122 şiir bulunuyor. Oldukça zengin şiir sayısı açıcından.
Muhteva müthiş. Ali İhsan KEKEÇ “Yaz okunsun
okunsun/ Zülfüyare (D)okunsun” mısraları ile giriş yapmış kitabına ama
zülfüyare dokunurken bile incitmeden, kırmadan, dökmeden. Bizim medeniyet
değerlerimizle beslenerek bugüne gelmiş nezahetin en incesinden kelimeler
seçerek oluşturmuş mısralarını. Bize dair ne varsa kitapta da var; dağlarımız,
yaylalarımız, çiçeklerimiz, hasretimiz, hüznümüz acılarımız, sevinçlerimiz…
Gerçekten bize dair her şeyi resmetmiş şair. Hem şiir okuyacak hem de başarılı
tablolarda memleketimizi seyredeceksiniz. Ali İhsan KEKEÇ ne kadar remz bir
şahsiyetse şiirleri de kendine has remz bir duruş sergiliyor. Bu alanda
aklınıza Karacaoğlan’dan başlayarak birçok şair gelebilir. Ama Ali İhsan
KEKEÇ’in tabiata yaklaşımı ve şiirlerinin örgüsü de kurgusu da kendine has…
Yaşamadan, çilesini çekmeden yazdığı bir mısra bile yok. Bir sevinç varsa
şiirde ya da bir acı, şairin onları yaşadığını mısralarından anlıyorsunuz.
TÜRKÜLER
Gezinir bağında oymağın elin
Açar has bahçenin gülü teürküler
Gurbete vurunca yolu yiğidin
Dile gelir gözü sulu türküler
(…)
Yavruyu yitirdim oba virane
Muştuluk vereyim onu görene
Yoldaş olur biner kara trene
Gider gurbet elin yolu türküler
(…)
ÇİÇEKLER
(…)
Çiğ düşer de yapracığı ıslanır
Rüsgar eser hal diliyle seslenir
Allı pullu duvaklanır süslenir
Taze gelin olur kır çiçekleri
Çiçeklerden ilham alır sazımız
Güzelleşir yabanımız yazımız
Gelinlik kızımız delikanlımız
Toplayıp göğsüne kor çiçekleri.
(…)
DAĞLARIN
Başı bulutların üstünde gezer
Acep neye benzer hali dağların?
Açmış ellerini semaya uzar
Göğe ne anlatır dili dağların.
Mor bulutlar başlarına yaslanır
Yağmur yağar yamaçları ıslanır
Kaynağından deli çaylar beslenir
Akar çağıl çağıl seli dağların.
(…)
“DAĞLARA VURUR YÜREĞİM” kitabının ilk üç şiirinden
alıntılar yaptım. Görüldüğü gibi “TÜRKÜLER”, “ÇİÇEKLER”, “DAĞLARIN” başlıkları
altındaki şiirler şairi hemen ele veriyor ve şair tamamı ile bizden ve yerli.
Sonra bu minval üzre devam eden şiirler hep bizi söylüyor ve bize
söylüyor.
Her şiirde kendinizi ve kendi hayatınıza dair sevinçleri
hüzünleri yaşayacaksınız “DAĞLARA VURUR YÜREĞİM” kitabının sayfalarında. Diğer
taraftan, vatanımıza, milletimize dair unuttuğunuz, ihmal ettiğiniz ne varsa
hatırlatacak şair size mısraları ile. Kitabı bitirip geriye yaslandığınız
zaman, “Vay be! Dünyanın gailelerine dalıp neleri de unutmuşuz” diyerek
kendinize geleceksiniz.
***
YOLDAKİ KALEMLER
GENÇLERLE USTALARI sayfa komşusu yaptık. Melaikelerin çektikleri yeryüzü resimlerinde gençlerle ustaların yan yana çıkmaları ortamı idi gayemiz ve bu bize has bir muhabbetle devam ediyor.
Gençler ustalarından feyz alarak yürüyorlar yolculuklarına.
Yoldaki Kalemler büyük kelimelerden büyük cümleler kurarak Türk Edebiyatını kurtarmak için yola çıkmadı. Asla büyük harflerle cümleler kurup altında kalmamaya özen gösterir.
Özellikle gençlerden ilk defa Yoldaki Kalemler'de yazıp, usta olma yolunda mesafeler kat edenlerimize bakıp iftihar ediyoruz.. Yoldaki Kalemler yayın hayatına başlamadan önce kendini ispat etmiş nice dostlarımız bize dudak bükerek itibarlı dergilerde yazma tercihiyle bizde yazmaya tenezzül etmemiş olabilirler. Bu gün onların da "Allah Allah orada noluyor yahu?" diye şaşırdıkları bir noktaya geldiğimiz konusunda asla tevazzu göstermeyeceğiz..
Biz ısrarla Ortaokul sıralarındaki sanata edebiyata hevesli gençlerimizden üniversite öğrencilerine, oradan Türk Edebiyatında sevilen bilinen ustalara kadar bizimle yürüyen dostlarımızla yan yana yürüyüşümüze devam edeceğiz.
Kimsenin bize "PEH" demesi gibi bir beklentimiz yok.
Yoldaki Kalemler'in yayın hayatına başladığı günden bu güne kadar Yoldaki Kalemlerde yazan ve kendisini Yoldaki Kalemlerin mensubu hisseden yazarlarımıza, şairlerimize ve bizi gönülden destekleyen, takip eden dostlarımıza teşekkür ederiz.
***
OF YAYLASI
Süleyman KILIÇBAY'a
Trabzon’un Of yaylalarından birinde kalabalık bir aile ortamı ve gençler horon tepiyorlar. Gençlerden birisi coşmuş. Asılmış kemençesine, horon tepen gençleri de coşturuyor. Söylediği türkünün her bölümünün sonunda “Aldum yâri koluma” demektedir ve bu iki kere tekrar edilmektedir.
"Aldum yâri koluma, Aldum yâri koluma."
Nenesi dayanamaz aşikâr bir şekilde bu ifadeyi herkesin orta yerinde tekrar tekrar söylemesine torununun.
Oğlum şurada deden vardur da! Sen ne yapaysun böyle? “aldum yâri koluma” diye. Deden de de mi utanmirsun?
Türküyü söyleyen genç:
"Nene türküde öyle diyor ben demeyrum."
Nenesi:
Uy başuma! Biz bu uşağı nasıl evlendireceğiz. Kendisi demiyor türküde diyormuş...
***
KANADI KIRIK
“Mahsun abi yürüyeyim de bir bak Allah aşkına, ben kanadı kırık gibi mi yürüyorum? Hem ben kuş muyum? Kuşların kanadı olur ve kırılır. Sen pilavcısın Mahsun abi buradan günde binlerce adam geçiyor, sen bakınca bilirsin abi, ben kanadı kırık gibi mi yürüyorum? Belki sırtımdaki torbayla yürürken yan yürüyebilirim abi. Ama bak torbayı bırakıp yürüyeyim eğri mi yürüyorum abi? Kanadı kırık gibi miyim? Aslında bu nenemin yüzünden oldu abi. Annemle babam kazada ölünce nenem bana hep “kanadı kırık yavrum” dedi. Ondan oldu abi. Nenem derse tabi ki herkes de “kanadı kırık” der. Benim adım Hakan abi. Kimse adımı bilmiyor be abi. Bir de şu torba yok mu? İnsanlar çöplere çok ekmek atıyorlar abi. Gerçi çok ekmek atarlarsa benim de işlerim açılıyor. İnsanlar atmasalar ben nereden ekmek toplayıp da satarım hayvancılara değil mi Mahsun abi? Bazen çuval çok ağır oluyor Mahsun abi karton da topluyorum. Belki de çuval ağır olunca kanadı kırık gibi yürüyorum. Ama çuvalı bırakınca yan yürümüyorum ki. Değil mi Mahsun abi? Bir de on yaşına geldin sen artık okula gidemezsin diyor çocuklar Mahsun abi. Memleketten nüfus kaydım bir gelsin bak nasıl gidiyorum okula. Ben okumasını da biliyorum; memlekette ikinci sınıfa geçmiştim Mahsun abi. Okula gerçek adımla kayıt yaparlar değil mi Mahsun abi? Okuldakiler ne bilsin bana kanadı kırık denildiğini. Gerçek adımla kayıt yapınca okulda herkes bana “Hakan” der değil mi Mahsun abi?”
-Oğlum Kanadı Kırık bir dur lan! Dur bir çocuğum, dur!
-Abi bak sen de Kanadı Kırık dedin gördün mü?
-Oğlum nolmuş lan kanadı kırık demişlerse. Benim adım Mahsun mu lan? Mahsun mu benim adım?
-Değil mi abi? Bak burada “Pilavcı Mahsun” yazmıyor mu?
-Değil tabi oğlum. Osman benim adım. Mahsun kalmışız ki Mahsun demişler. Nedelim Mahsun dedilerse. Madem beni öyle anmak istiyorlar, madem bana Mahsun ismini yakıştırmışlar ne fark eder be Kanadı Kırık? Babama da “Yetim” derlerdi be oğlum; oysa adı Remzi’ydi. Çünkü dedem Yemen’e gidince doğmuş babam ve peşinen “Yetim” deyivermişler ve öyle de kalmış babamın adı. Kanadı Kırıksın ya çocuğum. Ne anan var ne baban. Nenen de öldü. Yapayalnız kalmadın mı şu koca İstanbul’da? İki kere kanadı kırıksın lan sen. Sana kol kanat olacak kimin var oğlum? Gel lan pilav koyayım da ye şöyle bol tavuklusundan. Ayranı ben yaptım ha lan Kanadı Kırık, istediğin kadar içebilirsin.
***
ÇAVUŞ EMMİ
Köyün camisinin dört kişilik sabah namazı cemaatinin beşincisiydi Çavuş emmi. Sabah ezanı sonrası Kur-an tilaveti yapıldığı, tilavetten sonra Çavuş emmi bir miktar beklendiği halde ne eder eder camiye girişini sabah namazının farzına durduğumuz ana denk getirirdi.
Camiye girer girmez doğruca namaza mı dururdu Çavuş emmi?
Hayır!
“O ho ho hho! Arkanızdan atlı kovalıyordu sanki” diyerek cemaate bir laf soktuktan sonra dururdu safa.
“Arkamızdan altlı gelmiyordu da önümüzden vakit kaçıyordu Çavuş emmi” deme şansımız yoktu elbette.
Çavuş emminin en şenlikli hali Cuma günüydü. Cuma’ya gelir, vaaz dinler, sonra kalkar herkes gibi Cuma’nın ilk sünnetini kılardı.
Buraya kadar normal. Camideki diğer insanların durumu neyse onunki de oydu.
Ancak cumanın farzına durulduğu an safta Çavuş emminin sağında, solunda ve arkasında olanlar adeta bir beklentiye girerlerdi. Hemen her Cuma yanılmazlar ve bekledikleri de olurdu. Çavuş emmi, ya cumanın ilk rekatının sonlarına doğru ya da ikinci rekâtın başında namazı bırakır, şalvarının uçkurunu çözer, yavaşça çıkarır ve elinde toplayıp bir kere yere çaldıktan sonra şalvarı tekrar yerden alarak, namaz kılanların önünden geçtiğine, namaz kılan birine çarpıp tökezleteceğine bakmadan caminin çıkışına doğru aceleyle yürürdü.
Daha önceleri imam “Çavuş emmi idrarını kaçırsan da namazını tamamla” diye uyardığı halde, O bunların hiçbirini hesaba katmayıp camiden çıkar giderdi sokranarak. Neye, kime sokranırdı, sokranırken ne söylerdi kimse anlayamazdı söylediklerini.
Bir Cuma Çavuş emmi ile aynı safta yan yanaydım. Tabiî olarak ben de bekledim Çavuş emminin şalvarını ne zaman yere çalacağını.
O Cuma şalvarı yere çalmadı Çavuş emmi ve Cuma namazını sünnetleriyle birlikte sonuna kadar kıldı herkes gibi.
Camiden çıktıktan sonra kulağına eğilerek “Çavuş emmi şalvarı yere çalmadın ha bu defa” dedim. Sanki çok önemli bir sırrı paylaşıyormuş gibi kısık bir sesle “bebeklere bağlanan bezin büyükler için olanı da varmış” dedi ve devam etti sevincini belli ederek “biliyor musun bez bağlayınca kaçmıyor namussuz.”
***
ÇOCUK SİGARASI
Köyün bakkalından ortaklaşa bir paket sigara almıştık. İçimizden “Tatlı ya da helva alalım” diyen olduysa da çoğunluk sigara almamız hususunda karar kılmıştı. Sigara paketini bakkaldan alıp çıktığımızda heyecandan ölecek gibiydik; sigarayı almıştık almasına da şimdi büyüklerin bizi görmeyeceği bir yer lazımdı. İçimizde daha önce birkaç defa sigara tellendirmiş olanların yanında, hiç sigara içmemiş, ilk defa içecekler de vardı. En çok da onlar heyecanlanıyordu.
Çok ortaklı sigara paketimizi
alıp bizim evin arka tarafındaki ardıcın gölgesine oturduk. Çünkü bizim ev
köyün en son eviydi ve oralardan kimseler geçmezdi. Bizi sadece anacığım
yakalayabilirdi, onu da bahçeye giderken gördüğümüz için bizim evin arkasında
keyfimizi bozacak kimsenin karşımıza çıkma ihtimali olmadığına karar vermiştik.
Ardıcın gölgesinde alelacele bir
hilal oluşturduk ve sigara paketini ortaya koyduk. Bütün ortaklar hemen
sigarasını yakma arzusuyla bakarken ben; “keşke Büşra gilin evinin önünden
sigara elimde geçsem ve Büşra beni görse” diye içimden geçiriyordum. Sanki Büşra
gilin evinin önünden sigara elimde geçsem lise bire giden Büşra’yı ilkokul
dördüncü sınıfa, ya da beni lise bire, Büşraların sınıfına çekecektim…
Herkes sigarasını yakmış acemi
acemi içiyordu ki birden anacığım tepemizde beliriverdi. Hepimiz hayretler
içinde kalmıştık. Ben sadece “Ana sen bahçeye gitmemiş miydin?” diyebildim.
Meğerse anam evde ot kazmasını unutmuş ve onu almaya gelirken evin arkasında
bizi görmüş.
Çok kızmıştı anacığım:
- "Parmak kadar yoksunuz. Siz nerden öğrendiniz
bakalım sigara içmesini? Kimin bu sigara? Öleceksiniz daha bu yaşta!”
Arka arkaya sorular sıralarken bu
arada da bizi dövecek bir değnek arıyordu etraftan. Kaçamamış öylece kalmıştık.
Anam eline ciddi bir değnek geçirirse hepimizin haşatını çıkaracağa benziyordu.
Doğrusu hiç şakası yoktu. Ya kaçıp kurtulacaktık ki anam tam kaçacağımız
yerdeydi. Her hal-ü kârda bir kaçımızı o değneğin tadına bakacaktı.
Birden aklıma bir fikir geldi. Bu
arada anacığım da uygun bir değnek bulamamıştı zaten.
"Anacığım. Dedim. Bizim içtiğimiz
sigara çocuk sigarası…"
Anacığım bir an durakladı. Sonra
yüzü aydınlandı yüzünün o eski mütebessim hâli ortaya çıktı.
"Ya öyle mi? Ocağınız batmaya. Deli çocuklar beni nasılda
korkuttunuz." Diyerek yeri incitmeden attığı adımlarıyla evin ön tarafına
doğru gitti…
***
İĞNE
Hacı Yahya Emminin yolunu kesen Döne gelin, gözleri yerde bir noktaya bakarak:
-İğne var mı Hacemmi dedi.
Hacı Yahya Emmi:
-Dikiş iğnesi mi, kıyık mı, melefe iğnesi mi yoksa oya iğnesi mi kızım? Dedikten sonra elini guburuna sokarak iğnelerin siyah bir kâğıda batırılarak sıralanmış olduğu paketi çıkarttı. Döne gelinin istediği dikiş iğnesini çıkarıp uzattı.
Döne gelin uzatılan iğneyi başını kaldırmadan Hacı Yahya Emminin elinden aldıktan sonra dua ederek gitti.
Hacı Yahya, birlikte camiye doğru yürüdükleri misafirine dönerek:
-Cami, köprü, okul yaptıramıyorum Mıstafendi. Ben de yolum şehre düşünce her çeşit iğne alıp guburumda saklıyorum. Köy yerinde iğneye ihtiyacın olup da bulamadın mı çaren yoktur. Köyün kızları, gelinleri, kadınları alıştılar artık; iğneye ihtiyacı olan ya eve gelir, ya da böyle yolda görünce yoluma çıkıp, ihtiyaçları olan iğneyi alarak dua edip giderler. Dedim ya: Cami, Köprü, Okul yaptıramıyorum ama eh, buna gücüm yetiyor şükür.
Cafer KEKLİKÇİ, “Tanınma Korkusu” “Yasak Bölge” “Tahammül Şeridi” ve “Havarya” isimlerini taşıyan şiir kitaplarının şairi. Kendi poetikasında da zikrettiği gibi “sosyal gerçekçi şiiri” savunur. Sosyal gerçekçi şiirlerinde mısraları ve kullandığı ıstılahlar oldukça serttir ve eğip bükmez. Hatta şiirde kendi geleceğini bile umursamadan söyleyeceklerini inandığı gibi söyler. Onu sadece şiirlerinden tanıyanlar, şiirlerini okuyanlar sürekli cenk halinde olduğunu görürler ve çoğu mısralarında cenk heyecanı yaşarlar. Başka bir söyleyişle kavgacı bir şair sanabilirler. Kavga şiirleri de var, yeri gelince kavga da eder Cafer KEKLİKÇİ. (Böyle bir isimlendirmeye belki Cafer KEKLİKÇİ bile itiraz edebilir. Ben okuyucuyum ve öyle algılıyorum. Efendim o şiirleri okuyup cenk meydanına hazırlanıyorum var mı ötesi?) Esasında Cafer KEKLİKÇİ’yi yakın tanıdığım için aykırılığı, remz şahsiyeti ve bunların şiirine yansıması neticesinde ortaya çıkan şiirler ile ilgili çok şey söyleyebilirim. Fakat konumuz “SEVİNÇ ÜLKESİ” kitabı.
-İğne var mı Hacemmi dedi.
Hacı Yahya Emmi:
-Dikiş iğnesi mi, kıyık mı, melefe iğnesi mi yoksa oya iğnesi mi kızım? Dedikten sonra elini guburuna sokarak iğnelerin siyah bir kâğıda batırılarak sıralanmış olduğu paketi çıkarttı. Döne gelinin istediği dikiş iğnesini çıkarıp uzattı.
Döne gelin uzatılan iğneyi başını kaldırmadan Hacı Yahya Emminin elinden aldıktan sonra dua ederek gitti.
Hacı Yahya, birlikte camiye doğru yürüdükleri misafirine dönerek:
-Cami, köprü, okul yaptıramıyorum Mıstafendi. Ben de yolum şehre düşünce her çeşit iğne alıp guburumda saklıyorum. Köy yerinde iğneye ihtiyacın olup da bulamadın mı çaren yoktur. Köyün kızları, gelinleri, kadınları alıştılar artık; iğneye ihtiyacı olan ya eve gelir, ya da böyle yolda görünce yoluma çıkıp, ihtiyaçları olan iğneyi alarak dua edip giderler. Dedim ya: Cami, Köprü, Okul yaptıramıyorum ama eh, buna gücüm yetiyor şükür.
***
CAFER KEKLİKÇİ’NİN “SEVİNÇ ÜLKESİ”
Cafer KEKLİKÇİ, “Tanınma Korkusu” “Yasak Bölge” “Tahammül Şeridi” ve “Havarya” isimlerini taşıyan şiir kitaplarının şairi. Kendi poetikasında da zikrettiği gibi “sosyal gerçekçi şiiri” savunur. Sosyal gerçekçi şiirlerinde mısraları ve kullandığı ıstılahlar oldukça serttir ve eğip bükmez. Hatta şiirde kendi geleceğini bile umursamadan söyleyeceklerini inandığı gibi söyler. Onu sadece şiirlerinden tanıyanlar, şiirlerini okuyanlar sürekli cenk halinde olduğunu görürler ve çoğu mısralarında cenk heyecanı yaşarlar. Başka bir söyleyişle kavgacı bir şair sanabilirler. Kavga şiirleri de var, yeri gelince kavga da eder Cafer KEKLİKÇİ. (Böyle bir isimlendirmeye belki Cafer KEKLİKÇİ bile itiraz edebilir. Ben okuyucuyum ve öyle algılıyorum. Efendim o şiirleri okuyup cenk meydanına hazırlanıyorum var mı ötesi?) Esasında Cafer KEKLİKÇİ’yi yakın tanıdığım için aykırılığı, remz şahsiyeti ve bunların şiirine yansıması neticesinde ortaya çıkan şiirler ile ilgili çok şey söyleyebilirim. Fakat konumuz “SEVİNÇ ÜLKESİ” kitabı.
Yukarıda onca sözü, çocuklar söz konusu olunca ortaya
bambaşka bir şair olarak çıkan Cafer KEKLİKÇİ’nin bu halini anlatmak için
söyledim. Her an belindeki kamasına elini atacakmış gibi duran ve oradan şiir
söyleyen Cafer KEKLİKÇİ Çocuk Şiirleri kitabı “SEVİNÇ ÜLKESİ”nde bir baba gibi
hatta bir dede gibi şiirler söylemiş. Satır aralarından belki Cafer
KEKLİKÇİ’den çocuk şiirleri kitabı çıkmasına şaşkınlığım anlaşılmadıysa açık
açık söyleyeyim ki beklemiyordum. Çok şaşırdım ve sevindim. Baltayla lüle taşı
yontan ustanın bir anda incecik kalem ile lüle taşı yontması halinin
şaşkınlığı, hayranlığı ve sevincidir bendeki hal.
“SEVİNÇ ÜLKESİ” Çocuk şiirleri kitabındaki şiirler çok
güzel ve çok farklı. Ayrıca Cafer KEKLİKÇİ’nin bir sorumluluğu yerine getiriyor
gibi dikkatle konular seçmesi, mısraları oluştururken kullandığı kelimelerde
gösterdiği hassasiyet açık açık görülüyor. Bir kuşu tutar gibi; fazla sıksan
ölür, gevşek tutsan kuş kaçar ya! İşte böyle tatlı bir doz… Diğer taraftan
şiirleri yazdıktan sonra bile çekiç izlerini nasıl bir hassasiyetle
zımparaladığı görülüyor ki bu da çocuk şiirleri konusunun nasıl hassas bir konu
olduğunun farkındalığını ortaya koyuyor.
Kitabın adını da veren şiir, kitabın da ilk şiiri: “SEVİNÇ
ÜLKESİ”
dedemle elifbâ okuduk bu gün
sonra mescitte ağlayan ağacı anlattı dedem
peygamberimizi çok severmiş ağaç
ben de çok seviyorum dedim içimden
ardından hasan ile hüseyin efendimizi anlattı
mübarek sırtına alıp gezdirirmiş odalarda
çocukları çok severmiş peygamberimiz
torunlarını dizlerine oturtup dua edermiş onlara
sonra hazreti ali’yi anlattı dedem
çocuk yaşta peygamberimize inanmış sevinçle
sevinçle koşmuş gitmiş sokaklarda
sevinçle müjde vermiş annesine
ben de hemen anneme koştum sevinçle
anne dedim sübhaneke okusam dinler misin
ne demek oğlum sen oku hemen
dedi: bu senden duyduğum en güzel sesin
güzel okudum mu anne sonuç ne
akşam babama da söyleyelim mi bu günü
havlu tutacağım ben şimdi dedeme
abdest alırken melekler çok seviniyor çünkü
“SEVİNÇ ÜLKESİ” kitabı Kayalıpark Çocuk yayınlarından
Haziran 2017’de çıkmış. Kitap 63 sayfa ve 14 şiir yer alıyor. Nefis bir
mizanpajla resimlenmiş kitabın sayfaları; şiirlerin konusuna uygun, çocukların
seveceği resimler… Mavi boyalı zemin ise çocukların okuma iştahına katkı
sağlayacak kadar güzel olmuş.
Zaman zaman diğer kitaplarındaki şiirlerinden tanıdığımız
Cafer KEKLİKÇİ’ye de rastladığımız oluyor kitabın sayfalarında. Mesela GÜZEL
BEŞİKLER şiirindeki şu mısra ve imgeler Şair Cafer KEKLİKÇİ:
“hadi uyuyalım baba gözüme kaçtı uyku”
Ne kadar tatlı değil mi? Bu mısra ilgimi çekti zira
Cafer KEKLİKÇİ ilginç imajlar imgeler bulan ve kullanan bir şair…
GÜNEŞLİ RESİM şiiri ise her evde, insanların yaşadığı her
evde yaşanan tatlılıklar. Alıştığımız, teslim olduğumuz, duygularımızın zirve
yaptığı haller…
alo dede ben bugün var ya
çok güzel resim yaptım baksana
götürdüm astım buzdolabının kapağına
bir görsen nasıl uçuyor kuşlar
bizim evden uzak sokaklara
evet dede annemle babam da gördü
bir sürü top oynayan çocukları
beyaz ayıcık öksürdü sarı tavşan güldü
yürüyor gibi yaptığım bulutları
kim gördüyse sevdi kim gördüyse öptü
dede ben bugün var ya
güneş çiziyorum her tarafa
Her şairin çocuklara olan sorumlulukları açısından yapmaya
mecbur olduğu ödevini yapmış Cafer KEKLİKÇİ. Yürekten tebrik ediyorum.
***
15 TEMMUZ VE MİLLET:
“BU MİLLETİN DEMİRİ SAĞLAM…”
Yazımın başlığı olarak aldığım bu ifade babama ait. Olağanüstü zamanlarda milletçe davranıp bir şey başarıldığı zamanlarda babam bu sözü söyler: “Bu milletin demiri sağlam…” Demir derken; babam “cevher”i bilir mi bilmez mi hiç düşünmedim. Ama babamın bu sözü söylerken bu milletin cevherinden, özünden, âdemiyetinden, genetiğinden bahsettiğini hemencecik anlayıverirsiniz de aslında ne demek istediğini kavrayıverirsiniz. Hani Anadolu insanı “ben bir diyeyim sen iki anla” der ya! İşte öyle bir şeydir herhalde babamın da söylemek istediği. Diğer zamanlarda ise babam; milletten, gençlerden yakınır durur: “Bu millet bir türlü birlik sağlayamayacak…” “Bu millet ihanet edenleri sallandırmadıkça işler düzelmez” “şu gençlik nereye gidiyor?” “Bu bilgisayara mahkûmluk ve cep telefonu çılgınlığı gençliği yok ediyor.” Yani birçok makalede, birçok önemli kitapta sıralanan, zaman zaman hepimizin kaygılandığı anlardaki yakınmalarını sıralar gider babam.
Hepimizin kabul ettiği ve kaygı duyduğu bu tespitler, gençlerimizin geleceği için kaygılanmalarımız yanlış mı? Elbette çoğu doğru tespitler ve kaygılarımız da yerinde. Ama bir şey var… Olağanüstü zamanlarda bu milletin çocuklarının başka bir şey oluverdiği başka bir şey var. “Bu milletin çocuklarının başka bir şey oluverdiği başka bir şey var” Bu nasıl bir cümle oldu şimdi? Ben de farkındayım “başka bir şey oluverdiği başka bir şey var” cümle anlamsız mı? Hayır anlamlı. Ancak
böyle ifade edebiliriz 15 Temmuzda olanları. Aslına bakılırsa sözün tahtında oturan söz sahipleri, Allah dostları, güzel insanlar deyiverir size bu milletin çocuklarının nasıl başka bir şey oluverdiklerini. O mayan ne olduğunu. Bir topluluk yürürken içine katılan mayanın o topluluğu başka bir şey ediverdiğini…
Bu kadar kâfi…
Bu kadar kâfi…
Onların hangi mayayı nasıl mayaladıkları ile ilgili fikir yürütmek bizim haddimiz de değil zaten…
İşte 15 Temmuz’da hain darbe girişiminde bu milletin çocukları başka bir şey oluverdi. Sadece 15 Temmuz’da mı? Memleketin dara düştüğü her zaman; din-i mübin-i İslam'ın hizmet beklediği her zaman başkalaşan bir millet oluvermişiz; Kurtuluş Savaşı’nda, Yemen’de Çanakkale’de çağrıya doğru yürüyüp, Allah yolundaki gazalarda saf tutmuşluklarımızın bizi bu günlere getirdiğini biliriz elamdülillah.
Bu çağrılardan birini hiç unutmadı bu millet. Fransızların Maraş’ı işgalinden sonra kaleye Fransız bayrağının dikildiği gün Avukat Mehmet Ali KISAKÜREK şöyle bir çağrı yapmıştı. Kaleme alıp, o gece çoğaltarak önemli camilere astırdığı beyannamede şöyle sesleniyordu halkına:
"Âlem-i İslam'a Hitap Ey millet-i necibe-i Osmaniye, vaktine hazır ol. 1300 küsür seneden beri Hz. Allah’ı ve Peygamber-i Zişan'ının hizmetine razı ettiğin bir din ölüyor. Yani ecdadının kanı pahasına fethettiği bir kalenin burcundaki Al Sancağın bugün Fransızlar tarafından indirilip, yerine kendi bandıraları konuldu. Şimdi acaba bunu yerine koyacak sende birkaç yüz İslam gayreti hiç mi yok! İğtişaş arzu etmeyin. Yalnız pür vekar ve azamet olarak ol AI Sancağımızı geri yerine koyalım. Tekrar kemal-i mehabetle yerlerimize avdet edelim. Korkma, korkma seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz. Sen mütevekkilin Alellah kendi mevcudiyetini gösterecek olursan, değil birkaç Fransız kuvveti, hatta bütün Fransız milleti kıramaz. Buna emin ol." Ve Maraşlı… Rıdvan Hoca’nın “Kalesinde düşman bayrağı dalgalanan bir beldede Cuma namazı kılınması caiz değildir” diyordu. Maraşlı aşkla şevkle kaleye yürüyüp düşman bayrağını indirerek, kendi al bayrağını göndere çektikten sonra Cuma namazını orada kılıyordu.
Maraş'ta ilk kurşunu sıkarak düşmana korku salan; ilk kurşunla birlikte mücadelenin daha baştan kazanılmasına sebep olan Sütçü İmam gibi bir yiğit de 15 Temmuz'da çıkıyordu. Ömer HALİSDEMİR. Ve milletin her dönem Sütçü İmamlarının, Ömer Halisdemir'lerinin olacağının ispatıydı bu...
"Âlem-i İslam'a Hitap Ey millet-i necibe-i Osmaniye, vaktine hazır ol. 1300 küsür seneden beri Hz. Allah’ı ve Peygamber-i Zişan'ının hizmetine razı ettiğin bir din ölüyor. Yani ecdadının kanı pahasına fethettiği bir kalenin burcundaki Al Sancağın bugün Fransızlar tarafından indirilip, yerine kendi bandıraları konuldu. Şimdi acaba bunu yerine koyacak sende birkaç yüz İslam gayreti hiç mi yok! İğtişaş arzu etmeyin. Yalnız pür vekar ve azamet olarak ol AI Sancağımızı geri yerine koyalım. Tekrar kemal-i mehabetle yerlerimize avdet edelim. Korkma, korkma seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz. Sen mütevekkilin Alellah kendi mevcudiyetini gösterecek olursan, değil birkaç Fransız kuvveti, hatta bütün Fransız milleti kıramaz. Buna emin ol." Ve Maraşlı… Rıdvan Hoca’nın “Kalesinde düşman bayrağı dalgalanan bir beldede Cuma namazı kılınması caiz değildir” diyordu. Maraşlı aşkla şevkle kaleye yürüyüp düşman bayrağını indirerek, kendi al bayrağını göndere çektikten sonra Cuma namazını orada kılıyordu.
Maraş'ta ilk kurşunu sıkarak düşmana korku salan; ilk kurşunla birlikte mücadelenin daha baştan kazanılmasına sebep olan Sütçü İmam gibi bir yiğit de 15 Temmuz'da çıkıyordu. Ömer HALİSDEMİR. Ve milletin her dönem Sütçü İmamlarının, Ömer Halisdemir'lerinin olacağının ispatıydı bu...
15 Temmuz’da yine bir çağrı geldi: “Milletimizi illerimizin meydanlarına davet ediyorum!” ve millet yine çağrıya cevap vererek meydanlara bir daha iniyordu. Zira biliyordu ki bu sadece bir darbe girişimi hainliği değil, vatanı işgale açacak bir hain girişimdi. Anadolu insanının feraseti her zaman hainlerin önünde olmuştur ve yine hainlerin önünde yüksek bir feraset örneği sergiliyorlardı. Hakkında her türlü doğru tespitlerin yapıldığı ve yakınıldığı gençlik, içinde bulunduğu ataletten sıyrılarak kendi genetik kodlarına dönmüş, içindeki asıl cevheri harekete geçirerek adeta resetlenmiş, âdemiyetine dönmüştü.
Buradan bir şey daha anlaşılmalıydı. Ülkemizde rahat idare edebilecekleri tek kalem gençlik yetiştirmeye çalışanlar başaramamışlardı. Zaman zaman haklı olarak kaygılanarak “gençlik elden gidiyor” diye yakındığımız, onların tornasından çıkmış gibi bizi kahreden genç çoğalmaya başlamış; imalat hatası olarak addedilen gençlere umut bağlar olmuştuk. Tam bu noktada görüldü ki bu milletin çocukları olağanüstü hallerde kendi genetik kodlarına dönüveriyordu.
“Bu milletin demiri sağlam...” Sadece istikamet eksikliği var... Gençlerimize doğru istikametlerin verildiği zamanlarda düşmanlarımızı hayrete düşürecek, şaşkına çevirecek, umulmadık sonuçları kaç kere almışlığımız vardır. Bazı “Rak” konserlerinde bir grup gencin cezbeye kapılmış gibi, oldukları yerde baş ve vücut hareketlerini televizyonlardan görmüşlüğüm vardır. Hep tefekkür etmişimdir. Mümkün olsa da o anda o gençlerin yöneldiği istikameti, bir oku çevirir gibi bir Allah Dostuna çevriliverse o genç bu defa da gerçek cezbeye kapılır diye hayal kurar dururum kendi kendime. Aslına bakılırsa bu düşüncemin bir fantezi olmadığının ispatıdır çok defa şahit olduğum hadiseler. Nice günahlara batmış bir gencin bir Allah dostuna intisabı ile ne güzel bir hale geldiğini ve hayatını sapasağlam bir Müslüman olarak sürdürdüğüne çok defa şahit olmuşumdur.
“Bu milletin demiri sağlam...” Sadece işleyecek ustaya ihtiyaç var… Müslüman’ın tarihi bu ustalarla dolu; aslında milletin kendisi de bu ustaların farkında. Daha doğru ve daha açık bir ifadeyle insanımız çocuklarının nasıl bir eğitimden geçmesi gerektiğini, istikametinin ne olması gerektiğini pekâlâ biliyor. Lakin şeytan taşlamaktan tavafa fırsat vermiyor küffar. Müslümanların çocuklarına nasıl istikamet verilirse doğru olacağını bildiğini de biliyor küffar. Zira 15 Temmuz sonrası “cemaat” ifadesini kirletenleri fırsat bilerek bütün cemaatlere saldırmaya kalkışanlar, bu noktadan gedik açmaya çalışanlar oldu. Şükür ki başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere, devlet yetkilileri bu art niyeti erken fark ettiler ve gerekli açıklamaları ciddi olarak yaptılar da şimdilik bu saldırı önlenmiş oldu. Tehlike bertaraf edilmediği gibi bu fırsatçılar gedik buldukları an saldırı yapmak üzere hazır bekleyeceklerdir.
15 Temmuz gecesi kahramanlık, şahadete yürüme ve gazilik hikâyelerinin yanında unutamayacağımız bir hikâye daha var… Yiğit evlatlarını şehirlerin meydanlarına, hava limanlarına, daha nice kritik noktalara dualarla gönderen annelerimizin, dedelerimizin, ninelerimizin hemen fetih ayetleri okumaya başlamaları hikâyesidir bu hikâye. Dua... Dua... Dua... Bu millet çocuklarını vatan savunmasına gönderir göndermez arkadan kendisi de duaya duran bir millettir. İşte bu hal top yekûn âdemiyetine dönme halidir ki korkacağı hiçbir şey olmadığı gibi Allah’ın izn-i keremi ile başaramayacağı bir şey de yoktur.
“İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” Daha ötesi mi var? Elbette bir kere öleceğiz. Allah rızası için gazaya çıkıp, onun yolunda şehit olmak ulaşılacak en büyük mertebe değil mi? Bu mertebeyi hedefleyenlerin daha aşağılarda başaramayacağı mertebe mi kalır? Zafer Allah’ındır. Biz gaza ile sorumluyuz. Şehitlik ise bu dünyadan göçmek için en arzu ettiğimiz makamdır.
***
BONCUKLAR DÖKÜLÜR YANAKLARINDAN ÇOCUKLARIN
Tespihatı bitirir bitirmez anneleri
Gülücükler devşirirlerdi kana kana
Dupduru daneler gül yanaklarından
Bereket olup inerdi her yerine evin
Bir devin soluğu kesilirdi
Çocukları ağlatan bir devin
Sevinin anneler, nineler sevinin
Çocuk ağlamakları değmişse tespihinize
Yükü kalkmıştır üzerinize abanan devin
Sevinin, bereket dolmuştur evlerinize
Dizinize yatırın şimdi, bakın bebeklerinize
Onlar geleceğe baksın sonsuz bir umutla
Siz ise kendi soylu geleceğinize…
Dilinize bir ninni takılmıştır ansızın
Sızım sızım sızlatan bir ağıt ya da
Korkmayın artık gelecek sizin an sizin
Sizi yenecek bir savaş yok dünyada
Ağıtların ateşine dayanan yürekleriniz
Bebek gülücüklerine dayanamaz bilirim
Anneler: Silahını kuşanmış askersiniz siz
Şahit olsun buna Pirim, ölüm ve dirim.
Gün doğunca bir daha doğar bebekler
Zikir haleleri sarmışsa etrafını, büyür
Durmadan geleceğin ipini sağar bebekler
Nine duasıyla emekler, dede duasıyla yürür
***
"KİM GELDİ PENCERESİ"
“KİM GELDİ PENCERESİ” Bu zamana kadar okuduğum en güzel şiir kitabı adı…
Şiirin penceresinden kitabın
sayfalarına baktığımızda bu isim, insanda müthiş çağrışımlar uyandırıyor. Daha
kitabın muhtevasını oluşturan şiirleri okumadan kafanızda bir yığın öykü,
hatıra, geleneğimize dair film şeritleri gözlerinizin önünden geçerek tarihi
canlanıveriyor gönlünüzü harekete geçiriyor. İçinize oyuklanıp gidiyorsunuz
adeta.
Kitabın adının çağrışımından yola
çıksak, kitabı, muhtevasını, şairini, yayıncısını, unutup, yol alıp gideceğiz.
İyisi mi biz kitabı önce bir tanıyalım:
“KİM GELDİ PENCERESİ” Hüseyin Burak US’un
ikinci şiir kitabı. İlk kitabı, İnsan Saati Yayınları’ndan çıkan “Bir Çocuk
Tutar Ellerimden” kitabı ile okuduk şairin şiirlerini ilk defa. Hüseyin Burak
US’un bu ikinci kitabı “KİM GELDİ PENCERESİ” İstanbul Yayınları’nın 56. Şiir
serisinin 33’sü olarak Birnokta kitaplığından Ekim 2016’da çıkmış. Editör
olarak Bünyamin K. İsmi, “Okuyun dostlar bu kitabı, okuyun!” diye el ediyor. Nefis
bir kapak tasarımı ve şiir kitabına uygun müthiş bir hacim ile “Açılmaktan
utanan oruçlar tutuyorum/Yorganım yok oğlum/ayağımı kafama göre uzatıyorum” arka kapakta bu üç mısra ile
Hüseyin Burak Us Şiirlerinin kapısını aralıyorsunuz.
Arka kapaktaki üç mısra ile
Hüseyin Burak US’un şiirlerinin kapısını aralıyorsunuz dedik ama söz gelimi
dedik. Şiirlerin kapısını aralasanız, kapıdan içeri girseniz de şiire
ulaşabilme imkânınız yok; şiire emek vermez, mısralarla hemhal
olmaz/olamazsanız şiirlerden zırnık koklayamazsınız.
Hüseyin Burak Us Zaten aykırı bir
şair; şiirler de o kadar aykırı ve zaman zaman entelektüel, zaman zaman
şaşıracağınız kadar yerli. Fakat her yönü ile evrensel mısralar ve evrensel
söylemlerden müteşekkil nefis bir şiir kitabını okuyacaksınız.
Kitap, Kar Yaprakları ve Annem Şair
Olmamı İsteyince olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Birkaç şiirin başlığını
okuyunca neden aykırı bir şair dediğimi anlayacaksınız. Rahat Şiir, Huzurun Ni Hali, Kırmızı Yalnızlık, Medar-ı Maişet, Ruhun
Düğmesi ve Sızının Gurbeti gibi aykırı, ezber bozan, hoş şiir başlıkları
var kitapta…
“Kalabalık Ç” Şiiri
ile Hüseyin Burak US’un; bir yıl boyunca içeride kapalı kalmış atın, bahar
gelince bozkıra bırakılması ile delice koşması gibi coşmuş şair. Açmış da bütün
gönül kapılarını ve gönül pencerelerini bütün kuşları salmış adeta. Gönlünü
hiçbir kurala, kaideye hapsetmeden gönlünce, estiğince söylemiş sözünü. Şiiri
söyleyince de bütün gönlü ve gönlündekiler şiire çıkmış.
(…)
“Kimimizin
Fevzi vardı kimimizin uğurları
Seyirtip
sıtmalı sözler yazardık peçetelere
Saçlarımızı
dağıtıp ısıtmalı günlerde
C
şıkkı gibi gerinirdik
Her
şeyin ortasıydı. Bölüşülürdü
Biz
görürdük şehir de görürdü”
(…)
“Biz görürdük şehir de görürdü” mısraı sarstı beni. Şiirin
şairi için neye tekabül ediyor? Şair bunu söylerken aslında ne söyledi
bilmiyorum. Esasında bu okuyucunun da umurunda olmamalı. Okuyucu, mısraın
kendisinde neye değdiğine, neye tekabül ettiğine ve kendisinde neyi harekete
geçirdiğine bakmalı. İşte bu manada Hüseyin Burak US şiiri sizi hiç
ummadığınız, öngörmediğiniz mecralara taşıyabilir. Hatta sizde bir şiirin,
yazının, öykünün kapılarını açıp, sizi edebiyatın ortasına küreleyebilir.
Şu musralar da Kar
Yaprağı şiirinden:
“Hangi aynadan yekindirdiysem kendimi
Tufan olup koptu koçanından/moralimin ahsen-i takvimi.”
Bu şiirdeki “ahsen-i takvim”
ifadesi ilginç. Mısraın önü sonu itibariyle de ilginç. Kar Yaprağı şiirinin de finali bu ifade.
Ahsen-i Takvim’e bakalım: Bu
tabir, Tîn sûresinin 4. âyetinde geçmektedir. Âyette; "Andolsun ki biz insanı en güzel biçimde (ahsen-i takvîm)
yarattık" denilmektedir. Bu
tabirde geçen "takvîm", eğriyi doğrultmak, kıvama ve nizama koymak,
kıymet vermek ve kıymetlendirmek; "ahsen" ise en
iyi, en güzel demektir. "Ahsen-i Takvîm" ifadesi insanın; ruh
ve bedeni ile en mükemmel şekilde yaratıldığını, boyunun düzgünlüğünü,
endamının eşsizliğini, dileyen, isteyen, düşünen, konuşan, yazan, anlayan,
anlatan ve sanat kabiliyeti olan; hakkı bâtıldan, güzeli çirkinden, iyiyi
kötüden, doğruyu yanlıştan, hayrı şerden, tatlıyı acıdan ayıran akıllı bir
varlık oluşunu ifâde eder.
Ali Yurtgezen hocam ise “ADAM
OLMAK” yazısında şöyle diyor:
İnsanın vazifesi “beşer” olarak kalmamak,
beşeriyetini âdemiyetinin emrine vererek, başlangıçtaki, meleklerin secde
kıldığı kâmil hâlini kazanmaya çalışmaktır. Bu hâl “ ahsen -i takvîm”dir . Eğer insan beşeriyetine yönelir, âdemiyetini
ihmâl ederse “ esfel -i sâfilîn”den olur. Hazret-i Âdem'in Kur'ân-ı Kerîm'de hikâye
edilen macerası, bütün insanlar için bir misâldir. Hazreti Âdem, meleklerin
dahi ta'zimde bulunduğu bir mevki'de iken beşeriyetinin galip gelmesiyle ahdini
unuttu, Şeytan'ın iğvâsına kapıldı, kemâlâtını kaybedip rahat bir hayattan,
zorluklarla dolu dünya hayatına atıldı. Fakat İblis gibi günahında ve isyanında
diretmeyip tevbe etti. Allah da onun tevbesini kabûl ederek onu seçkin
kullarından yaptı, kendisine nebî, yeryüzüne halîfe kıldı. Bu, “Âdem'in
çocukları da beşeriyet ile âdemiyet arasında imtihan olduklarını unutmadan
Şeytan'ın ardı sıra gitmezler, sürçmeleri hâlinde tevbe ederler ve Elest
Bezmi'ndeki ahitlerine sâdık kalırlar ise meleklerin secde ettiği Âdem mevkiine
yeniden çıkabilirler” demektir.
Tekrar şiire dönecek
olursak “Hangi aynadan yekindirdiysem
kendimi/Tufan olup koptu koçanından/moralimin ahsen-i takvimi” diyor Hüseyin
Burak US. “Şairin ne dediğine bakmayın. Siz gönlünüzde neye tekabül ettiğine
bakın” diyen bendim az önceki paragrafta. “Moralimin
ahsen-i takvimi” derken şair aslında
ne demek istediği üzerine hem Hüseyin Burak US okuyucularının hem de bu yazıyı
okuyanların biraz düşünmesini istedim. Bu hususta bu kadar mıdır
söyleyeceklerimiz? Elbette değil. Hatta hem Hüseyin Burak US’u hem de “KİM
GELDİ PENCERESİ” kitabını dövebiliriz istersek. Ama niyetimiz bağcıyı dövmekten
ziyade üzüm yemektir.
Hüseyin Burak US
şiirlerini okurken, her şiirde, hatta her mısrada şaşıracağınız ifadelerle
karşılaşacaksınız. Daha doğrusu ezberinizi bozan ifadelerle… “Aaa! Bu ifade
mısrada kullanılınca ilginç olmuş!” diyecek, belki de bazı ifadeler için; “olur
mu canım! Bu ifade şiirde nasıl hazmedilir?” deyivereceksiniz. Kimi okuyucu
tenkit edecek, kimi okuyucu ise; “hah işte tam bana göre” diyecek. Zaten
edebiyat âleminde eksik olan da bu değil mi? Her şair ve yazar, ağzını açınca:
“Efendim tenkid müessesemiz gelişmedi bir türlü!” demez mi? Bu arada bir
hususta kim kimi tenkid etse onun düşmanı oluvereceğini da bir tarafa not
etmeliyiz.
Liman şiirinin “ikinci perde”si:
Sahi
biz ne kadar da iki kişiyiz
Sabah
namazı kadar iki kişiyiz
Kapanıp
durma bir topak et bu tarafım
Canım
şerre yoruldu damarlarıma müren gerek
Kimseye
sormadan arttı gençlik fotoğrafım
Kaba
olurdu bu çağda kısa boylu iman etmek
“KİM GELDİ PENCERESİ”ni okurken bazı şiirleri çok sevdim. Liman şiiri de onlardan birisidir. Hele
bu “ikinci perde” gerçekten bana
değdi. Çarptı gönlümün kapılarına… Gönlümüze gelen misafir ne getirecek, neyi
alıp gidecek şimdilik bilemiyoruz. Bakacağız…
Hüseyin Burak US’u
gönülden tebrik ediyorum. Her şeye, her türlü ortama rağmen şiirde ısrar
ediyor, şiir ile sürekli hemhal oluyor. “KİM
GELDİ PENCERESİ” güzel bir şiir kitabı olmuş. İnşallah okuyucusuna ulaşır.
En önemlisi de mısralar okuyucusuna ulaşır. Kitaplarına çok ilginç isimler
bulan şairin üçüncü kitabının adını şimdiden merak etmeye başladım bile.
Kitabın son şiiri olan “Uzun Kaldırımlarda Yaşanmış Bir Aşktan” şiiri
ile biz de yazımızı tamamlayalım.
Bir
yıl daha uzaklaşıyor giderek
Ömrün
yorgunluğuna yığılıyor anılar
Hikâyeyi
dinlemeden üzülmeye hazırlanıyorum
Kuşların
söyleştiği dallarda
Bir
sanrı gibi yırtan kabuğunu
Erken
açan tomurcuk ağaçlarda
Öptü
de bizi kana kana yanaklarımızdan
Yıldızsız
geceler ortasında kalakaldık
Örtülmeyen
kapılar arkasındayız
Renkli
düşün, uçarı düşün kimsesizliğinde
Med
cezirle baş kaldırmış hâlim
Uzun
kaldırımlarda yaşanmamış aşktan
-söyleşirken-
Örtülmeyen
kapılar arkasında
Kalakaldık
*** YAĞMUR YAĞAR MEHMET NARLI ISLANIR
Yağmur yağar
Ertelenir balık, aslında muhabbet
Ve mehmet narlı ıslanır
Hocam oltayı sağar
Demir paslanır.
Bir daha,
Bir daha
dağa bakar ihtiyar
Bulutlar
uslanır
Haykırarak
ufuklara, doğrulur da ihtiyar
Güneşe
yaslanır
Ve Yağmur
yağar
Mehmet Narlı
ıslanır.
Şimdi varlar
yok
Yoklar kadar
var yok
Yiğit
görmeden nasıl yiğitlik taslanır
Gençlik… Ah
gençlik…
Hangi
kaynaktan beslenir?
Gel gel eder
serviler
Gün boyu
ırgalanarak bana seslenir
Ben giderim
yol kayar
Yolum beni
rengine boyar
Bir bilebilsek
giden yolcular
Nerede
nefeslenir
Yağmur yağar
Mehmet Narlı
ıslanır.
Onca cürüm
işledim
Hepsi de
boğazımda şimdi
Geçmişim
bunlarla süslenir
Ben
işlemişim cümlesini cürmün
Hani kim üslenir?
Hani kim üslenir?
***
MERMİYE TOKAT ATMAK
Kuşların kanadı acıtır rüzgarı
silinir göğün yazıları
sızıları yüreğinde annelerin
kıpır kıpır dudakları
göğe açılmış eller
gelecek çağrıyı bekler
bebekler suskun
göğe bakmakta dedeler
gecenin ortasında
ses bıçak
kanatır
yerin bağrını
yarını çizer duaları
ninelerin
cümle erlerin
yürüyüşü başlar
itler bırakılmış
bağlı taşlar.
Başlar dik
Şehadete yarış ederler
Bilirler ki
Resul-ü Ekber’e komşu giderler
*
O günün ikindisi
Enginlerden süzülen uçaklara baktı anne
Çocuklarına işaret ederek
“Ne güzel değil mi? İşte bu bizim.
Öpesi geliyor insanın
Düşmana korkudur bu
Çocuklarım siz korkmayın”
Henüz bitmeden o gün
Sonik bir ses bebeklerin uykusunu böldü
Kendi bombalarımız
Kendi yüreklerimize gömüldü
Anadolu yiğitleri öldü
Anneler öldü
Bacılar öldü
Ve cümlesi şehadete yürüdü
Silahlarımızı kapan hainler tarihe gömüldü.
“Milletimi ülkemin meydanlarına davet ediyorum”
Dedi ulûl emir
Davrandı silahına Ömer Halisdemir
Ömer olup, Sütçü İmam olup,
Halis bir yürekle demirden iradesiyle
Dokundu tetiğine silahının
İl kurşunu sıktı alnına hainin
Otuz kurşun birden müjdeledi şehadetini
Mesuttu, devirmişti baş hain itini.
Türk Devleti yenide doğdu o gece
Türk Milleti düşmanını boğdu o gece
Halk hainleri kovdu o gece
Vuruşunca yiğitler erce
Gece muştularla aydınlandı sabaha
Nice kahramanlar ve yığınla dehâ
Ortaya çıktı beklenmedik yerlerden
Gönülden rızaya yürüyünce insan
Yardım gelirmiş meleklerden.
Hain vurdu er haykırdı
Tankı yumruğuyla kırdı
Bir gecede devlet kuruldu
Kâfirin aklını burdu
Mermiye tokat attılar
Tankın önüne yattılar
“One Minute!” diye
Millet gürledi bu sefer
Bayrağı kapıp yürüyen yiğitler
Tarihe “dur!” dediler.
***
ADEM’İN KEKLİĞİ VE CHOPIN KİTABI
“Adem’in Kekliği ve Chopın” Mustafa ÇİFTÇİ’nin nefis hikâye kitabının adı. ÜLKE Edebiyat’ın 26. Edebiyat Dizisinin 7. kitabı olarak Haziran 2012’de çıkmış.
Kitabın 2. Baskısı İLETİ- ŞİM Yayınları’ndan çıkmış yakınlarda. İletişim baskısını görmedim. İlave Hikâyeler var mı bilmiyorum.
Raşit Küçükkürtül getirdi ÜLKE Edebiyat kitabı bana. Zevkle okuyuverdim bir solukta. Kendi çocukluğumu, köyümüzü, köydeki evimizi, tarlamızı takımımızı, köyden şehre gelişimizi okudum aslında. Onlarca yüzlerce “Biz”i okudum. Ne kadar bizden bir kitap. İçinde ne kadar çok “biz” var. Ayrıca çok tatlı bir dili var kitabın…
Üniversite kütüphanesindeki odamda (Ahmet Doğan İlbey’in tabiri ile “Dergâh yayın bürüsu”nda) Ferhat AĞCA ile sohbet ederken dert yanmıştı Ferhat. “Ağabey önümüzdeki dönemlerin Mustafa KUTLU’sunu yetiştiremeyecek miyiz?” demişti. Mustafa ÇİFTÇİ’yi okuyunca Aklıma Ferhat’ın bu sözü geldi ve okuyucuya müjdeliyorum işte bir Mustafa KUTLU daha.
Kitapta 15 hikâye yer alıyor.
“Adem’in Kekliği ve Chopın” hikâyesi kitaba adını veren hikâye. Kitap bu hikâye ile başlıyor. Başlıyorsunuz da bırakamıyorsunuz. Okurken gülüyor musunuz ağlıyor musunuz fark edemiyorsunuz. Kitabın yarıya yakınını evde sesli okudum. Odada bulunanlar da sebeplensin istedim. Ben kitabı kısa sürede bitirince odada bulunanlar kitabı okumak için sıraya girdiler. Hafta sonu boyunca gece-gündüz mesai yaptı kitap evde bulunanlara.
ADEM’İN KEKLİĞİ VE CHOPIN :“Galeride İpek Abla var. Bora’nın sekreteri, ona soracak oldum. Sorarken ter sırtımdan aktı. Gülümsedi İpek Abla
– Ah Adem Usta keşke bilsem de söylesem ama buraya akşama kadar kaç kişi gelir sen de bilirsin...
Bilirim ya bilmez olayım, bilirim de...
Anlaşılan o ki adını bile öğrenemeyeceğiz.
Eh o zaman ben de “kekliğim” derim, “Adem’in kekliği” derim, “kekliğim” diye severim...
Kekliğim dedim başka bir şey demedim. Resmin karşısına geçip yine günlerce bekledim. Bir gün aklıma geldi, şu resmi ben alsam. Fiyatını İpek Abla’ya sordum. Benim altı aylık maaşımdan fazla.
Para gözün kör olsun.
Resmi alamadım.
Epeyce baktım sadece. Nasıl olduysa aklıma geldi, çıkardım cep telefonunu resmin fotosunu çektim. Yüreğim daraldıkça çıkarıp cep telefonundan resme bakıyorum. Sonra dedim ki bu galeride her daim bir müzik çalar, o müzik benim telefonda da çalsa. Hemen İpek Abla’ya gittim. Allah razı olsun “Tamam,” dedi “atarız senin telefona bu müziği”.
– At tabi abla at tabi, kendisi yok adı da yok, bari müziği olsun kekliğimin.
Gece oluyor, yatağa uzanıp açıyorum telefonu. Bir yandan resme bakıyor bir yandan müziği dinliyorum. Müziği çalan adam yaşamıyormuş, eskilerden bir adammış, adı da Şopenmiş. Adamın kendi yok burda, Allah’ı var iyi çalıyo, dertli çalıyo, belli ki o da sevdalık çekmiş. Söz yok, sadece müzik var. Sabaha kadar dinliyorum, ne zaman uyuyorum bilmiyorum. Kekliğim rüyama gelsin diye dua edip uyuyorum..."
Gelelim “ESE DAYI” hikâyesine…
“Ankara’ya dönünce dedim ki hayırdır Ese Dayı benimle ne işin var?
Elinde incecik bir kitap
-Bak bu neymiş dedi.
-Kur’an rehberi, Ali Haydar Elif Ba’sı
-Abdest al da gel
Abdest alıp diz çöktüm Ese Dayı’nın önüne. ‘Rabbi yesir’ okuttu önce.
-Bu ne ki Ese Dayı?
-Rabbim kolaylaştır zorlaştırma, demek”
(…)
“Sonra elini uzattı ‘bak bu Elif’ dedi
‘Bak bu Elif’
(…)
“Bu Elif de ne güzelmiş arkadaş. Şöyle incecik. Yazan da ustaymış ha, baksana hiç saptırmadan nasıl da güzelce yukarıdan aşağı çekmiş. Ben inşaatçı adamım. Düzgün iş benim hoşuma gider. Baksana şu Elif’e dal gibi, fidan gibi. Ne güzel incecik.
Elif’le kalmadık. Cim’e kadar geldik
Ese Dayı her gün bir harf belletiyordu.”
(…)
Tavşan gibi “Mim” kamburca “Dal” derken hepsini öğrendim. O yaz sonunda kur’an’a geçtik ki sorma, sevincimden deli olacağım.Vay ese Dayı, kölesi olduğum Ese Dayı. Oğlum Üsüyün kim derdi ki sen Yozgat’tan çık gel, inşaata bekçi dur da orada birisi çıksın sana Elham öğretsin.’“Elif’ desin ‘Be’ desin’ ”
Eee bu kadar. Hikâyenin burdan ötesinden zırnık koklatmam. Hazır yeni baskısı da çıkmışken herkes kendisine bir “Adem’in Kekliği ve Chopın” alsın.
***
YASİN MORTAŞ DELİRMİŞ
“Suya köprü şiir ipim -Tut k-alemi k-alemine”
Yukarıdaki ikiz mısra, Yasin
Mortaş’ın “KIYISIZ ŞEHİR RİSALESİ” şiirinden. Şiir “HECE TAŞLARI” dergisinin
16. Sayısında yayınlandı. Şiirin tamamını aşağıda alıntı yapacağım ve bu güzel
şiiri Yoldaki Kalemler okuyucuları ile de paylaşacağım.
Buraya kadar her şey
normal görünebilir. Ama Mortaş delirmiş, uçmuş adeta… Bu nasıl bir kanat? Bu
nasıl bir zihin dünyası? Muhabbetten kaynaklanan şaka bir yana bahse konu
şiirin Suya köprü şiir ipim -Tut k-alemi
k-alemine” mısraına bakalım.
Yasin MORTAŞ bu mısrada ne
demiş:
1-Suya köprü şiir ipim
Tut
kalemi kalemine
2- Suya köprü şiir ipim
Tut
alemi alemine
3- Suya köprü şiir ipim
Tut
âlemi alemine
4- Suya köprü şiir ipim
Tut
kalemi alemine
5- Suya köprü şiir ipim
Tut
kalemi âlemine
6- Suya köprü şiir ipim
Tut âlemi
kalemine
7- Suya köprü şiir ipim
Tut alemi
kalemine
Şiirin ikiz mısralarından
birini inceledik. Normal mısra “Tut
k-alemi k-alemine” mısraı. Yedi (7) oldu değil mi çözümlememiz? Ben bunu 13-14’e kadar çıkarıyorum. Ancak 7’den
sonrasının dünyası okuyucunun dünyasından farklı. Şiirin tamamının SAĞDAN,
SOLDAN, AŞAĞIDAN, YUKARIDAN okunabilme imkânı var ve bu okuma ile çözümleme
yaptığın zaman iş çok üst mecralara gidebiliyor. Çözümleme dedim ama elbette bu
yaptığımız tam olarak bir çözümleme değil aslında; lakin çözümleme
yapılabilecek bir şiir. Bazı noktaları var ki şiirin: İftarda susamlı bir
ekmeğin susamı bol yerinden koparıp ağzına götürürken o muhteşem koku gibi
kokusunu alıyorum şiirin çözümlemesinde ve şerhinde kanat açılabilecek
dünyanın.
Sözü çok uzatmadan şiirin
tamamını paylaşayım sizinle:
KIYISIZ ŞEHİR RİSALESİ/Yasin MORTAŞ
I
şiir cuma gibi
/aşık/ Elif gibi ve tertemiz
beş kere yıkarız kalbi aşkı aşka ilikleriz
ah şiirli
gülüşenim sırlı aynaya
aşinam
gözüm görmese de seni biz güneşli gülüşleriz
II
gece yarısı yüzüme
ayı çöz canım sevgili
aşk çeyizini bohçala gel kılalım teheccüdü
şiir vaktim /çöl
saatim ince ipli şiirim/ah
kalın urganlı göğümde sevgiliye su ararım
ah aşkımın
aydınlığı içe akan bir
kalem var
acılardan göğse kemer aşka kıvrılan yılan var
suya köprü şiir
ipim tut k-alemi
k-alemine
kırışmış kağıdı aç da ilhamı kur saatine
*şiiri karşılıklı,
alt alta, üst üste, aşağıdan yukarı, çapraz her ne şekilde okursanız şiir
okumuş olursunuz.
İĞNE
Hacı Yahya Emminin yolunu kesen Döne gelin, gözleri yerde bir noktaya bakarak:
-İğne var mı Hacemmi dedi.
Hacı Yahya Emmi:
-Dikiş iğnesi mi, kıyık mı, melefe iğnesi mi yoksa oya iğnesi mi kızım? Dedikten sonra elini guburuna sokarak iğnelerin siyah bir kâğıda batırılarak sıralanmış olduğu paketi çıkarttı. Döne gelinin istediği dikiş iğnesini çıkarıp uzattı.
Döne gelin uzatılan iğneyi başını kaldırmadan Hacı Yahya Emminin elinden aldıktan sonra dua ederek gitti.
Hacı Yahya, birlikte camiye doğru yürüdükleri misafirine dönerek:
-Cami, köprü, okul yaptıramıyorum Mıstafendi. Ben de yolum şehre düşünce her çeşit iğne alıp guburumda saklıyorum. Köy yerinde iğneye ihtiyacın olup da bulamadın mı çaren yoktur. Köyün kızları, gelinleri, kadınları alıştılar artık; iğneye ihtiyacı olan ya eve gelir, ya da böyle yolda görünce yoluma çıkıp, ihtiyaçları olan iğneyi alarak dua edip giderler. Dedim ya: Cami, Köprü, Okul yaptıramıyorum ama eh, buna gücüm yetiyor şükür.
***
HER ŞEY KUŞ OLUYOR ÖPÜNCE ANNEM
annem öpünce serçe oldu parmağım
babam
öpünce kartal.
/annemin
dudağı değince iyileşir yaralar/
ninemin
yüzünde rengarenk çiçekler…
anneminkinde
bahar var.
/babam
gülünce yaz olur her diyar/
hepsinden
bereket devşirir dedem
büyüyeceğim, tüm bunları anlayabilsem
***
HÜSEYNİ BİR ÇİZGİDİR BIRAKIP GİTTİN
Hüseynî bir çizgidir
gidişin bende
Alnımda senden iz olarak
durur
Geceye makamlar vurur
sensizlik
Ne ilk, ne de son gidensin
oysa sen
Hüseynî bir deniz içimde
kudurur.
“Açın çantasını nesi var?
Bir çift potini bir de
fesi var”
Ne dağlar dayanır bu
gidişe
Ne de makamlar
Hüseynî en uygun gidiştir
Bir de hüzzam
Benim yüreğim ve cümle
azam
Hasrete uyarlı şimdi
Sen gibi bulut olmaz
havada bir daha
Çocukluğum dayanır kapıma
Anne cenazeleri geçer
sokaktan
Korkarım çocukluğumda
kalmaktan.
Bir daha gazi ortaokulu
olacak mı?
Ya duvar üstündeki ekmek
Hâlâ kahrı var alamamanın
Lezzeti damağımda
yemişçesine…
Ya Harmancık İlkokulu…
Gübre torbasından muşamba
çantam…
İlk çözüşüm, çantamda
yazılı “TZDK”’yi
Daha güzel değil mi “nike”
yazan çantadan
Ya da “emre”’nin “adidas”
çantasından
Arkasından tüm bunların
arkasından
Hicaz bir şarkı çalsa ne
çıkar
Ya da kürdîlihicazkâr…
Hüseyni bir köyden
Hüseyni bir şehre aktı
hayatım
Hiç mahur besteler
yaşamadım ben
Sonra türkülerin hüznünde
buldum kendimi
Bendimi yıkarım edasıyla
yürüdüm üstüne şehrin
Derin kuyulara yusuf ben
oldum kentlerde
Sirenlerin çaldığı
saatlerde ansızın
Ben fırladım hışımla
sokaklara
Yâre sunacak tek güle bile
Dağlar yıkarım şimdi.
Hüseynî köyün
delikanlısını ben büyüttüm bu caddelerde
Sokaklar feryatta şimdi,
içemediler onun derin gönlünü
Yönünü şaşırmış pusulalar
âciz ve şaşkın karşısında
Bin âhına dayanamayan,
dağlara baskın yapılar
Yükselir etrafında, bin
inatla dağlara
Ağlara takılan sazanlar
gibi
Yutacakken şehir
O şimdi
Hür.
Bahar
Ancak dağlara
Yaraşır sanırdım
Oysa çiçekler açtı şimdi
Hüseynî köyün
delikanlısında
Faslında medeniyetler
haykıran
İcra-i sanat hilalinde ne
makamlar var şimdi
Delirecek gibi bir hazla
meşke doyan yürek o yürek
Kırmızı bir semerde mavi
boncuğu hayranlıkla seyretmek
Hüseynî bir çizginin,
hüseyni manalarla dolu hayatına denk
Beklemek gerek. Hüseynî
hayatın hüseyni nesli elbet gelecek.
ne yana baksan sarmaşık, budansa
bile asalak hep var
moğollar kadar yalnız
kalmadı tarih, ordular ve çizmeleri
dünya durdukça değmez
ağaçlar göğe, arılar çiçeğe hovarda
duvarda yalnız başına
ağlamakta büyük babam siyah beyaz.
her yaz doğrulup bir daha
terlerim ben; şiirde olduğu gibi
tâlibi olmayan düşünceler
gelip geçer tarlamda yağmur
mahmur bir sabahı akşama
taşısam ne çıkar, açmadan kitabı
iltihabı kurumuşsa yaranın
hastane uzak, eczam başucumda
sıcak iklimlere mısralar
yeşertebilir oysa yüreğim.
daha doğmadı ay, vayyy
gönül kahrına düştü karanlıklar
tüccarlar, seyyar
satıcılar ve komşular, iftarda boğulacaklar.
tornacılar isteseler de
put yapamazlar, zira darphane tekel
Henry Bergson, Nietzsche
ve Heidegger gülüyorlarsa bize ne çıkar
bütün yollar Çanakkale’ye,
Anadolu’ya çıkar, Mehmet Akif’e çıkar
aşikârsa hayat felsefe
yok; çiçekler var ve kuşlar ve çocuklar...
dert muhabbete değse vefa
ona komşu, aşk alt sokakta
yatakta ölmeyen yiğitler
tarihe ayna tutar ve kıskanır Hegel
gel eder gelecek, gelmeden
buğusu gelir yağmurun
bir yol uzar da önünde
âdemin, tarihe doğru gel gel eder
iki kere iki dört etmez,
beş eder, on eder, on bir eder.
biçilmezse ekin
karıncalara bayram, yaram derindir a dostlar yaram…
affediyorum yakın tarihi
ve kuşlar ülkesinin sultanını
sazını almadan yola çıkan
ozanları ve okumadan yazanları
affediyorum cümlesini
cürümlerin; babam aferin desin yeter
iki kere iki beş eder on
eder on bir eder, düşünce yere bider.
dilden beter hangi kurşun
var ki atılsın göğe ve yere?
göğsünü gere gere söylesin
şairler, şiir değer her yere.
***
SUYA EĞİLİP AY’I ÖPER ÇOCUKLAR
Pınarlar soğutur, soğuk duvarlara akar çağrı
Nerde! Hangi cana mercan sundu ki denizler
Şiir burcu ve hüzzam; bir makam öylesine durur
Ruhumu inletir name; hücrelerime kadar kudurur
Vurur bestelenmemiş ağıtlar kıyılara
Kayalara haramilik hünkârdır dalgalarda
Bir daha, bir daha, sonra ağıtlarda sükût…
Gözler yolcular bekler, eller duada
Ağıdı yaylalarda saklı köylüler
Gurbete gidince niçin ölürler?
Dökülürler yollara, önlerinde bir hayâl
Ağyar bir hayata sürükler ayakları
Yazları hiç göremedikleri köylerini
“Güzeldir köyüm” derler bilmeden
Oysa yarım bir yılda yaşadıkları
Karın üstünde, hasta çekilen döven
Şiir burcu ve hüzzam; bir makam öylesine durur
Ruhumu inletir name; hücrelerime kadar kudurur
Vurur bestelenmemiş ağıtlar kıyılara
Kayalara haramilik hünkârdır dalgalarda
Bir daha, bir daha, sonra ağıtlarda sükût…
Gözler yolcular bekler, eller duada
Ağıdı yaylalarda saklı köylüler
Gurbete gidince niçin ölürler?
Dökülürler yollara, önlerinde bir hayâl
Ağyar bir hayata sürükler ayakları
Yazları hiç göremedikleri köylerini
“Güzeldir köyüm” derler bilmeden
Oysa yarım bir yılda yaşadıkları
Karın üstünde, hasta çekilen döven
Ne çok fotoğrafı var benim ülkemin
Fotoğrafı çekenlerin ve çekilenlerin
Çektiği üzre türküleri söylemedim daha
Kıyısından başlanınca kocaman bir hayata
Daha küçük görünmek mi normali
Hâl-i pür melâli toprak olma ihtimali
Yalnızlıklar mı biriktirir gelmeyecek yolculara.
Fotoğrafı çekenlerin ve çekilenlerin
Çektiği üzre türküleri söylemedim daha
Kıyısından başlanınca kocaman bir hayata
Daha küçük görünmek mi normali
Hâl-i pür melâli toprak olma ihtimali
Yalnızlıklar mı biriktirir gelmeyecek yolculara.
Birinci parantez içi
(Öyle bir hâl-i pür melâl ki bu;
yokluğu sıcak yer kabuğu,
kıvamı hasret.
Çoğaldıkça acıyı bitiren
geldikçe gidilen, gidince,
güvercinler gibi
seyri eğri bir dal bırakmadan doğrultan hayatın,
yokluğu sıcak yer kabuğu,
kıvamı hasret.
Çoğaldıkça acıyı bitiren
geldikçe gidilen, gidince,
güvercinler gibi
seyri eğri bir dal bırakmadan doğrultan hayatın,
arkasından bakıp kaldık ya şimdi
hangi ikindi dönüp de yurduna
aydınlatacak kimliğimizi ve dirliğimizi
ellerimizi
kaldırınca göğe, gelir yüreğimize.)
hangi ikindi dönüp de yurduna
aydınlatacak kimliğimizi ve dirliğimizi
ellerimizi
kaldırınca göğe, gelir yüreğimize.)
Melâl çöllerinde sustu ceylan, avcıya ne gerek
Erek, atların nallarında parıldar, aydınlansın dünya
Anadolu dünyanın ortasında bükülmez direk
Şimdi gerçek, gerçekleşmez denilen kutlu rüya.
Bir daha olmamak için olmak nedendir ki?
İkindi sofralarında yalnızlık çağrı mı dostluğa?
Boşluğa koşmak kadar boşsa atılan ok
Hanidir? Hangi sultan yakındır koltuğa?
Yormadan hayatı yorulmaksa çâre
Daha başlamadı ağlamaya şehirler.
Erek, atların nallarında parıldar, aydınlansın dünya
Anadolu dünyanın ortasında bükülmez direk
Şimdi gerçek, gerçekleşmez denilen kutlu rüya.
Bir daha olmamak için olmak nedendir ki?
İkindi sofralarında yalnızlık çağrı mı dostluğa?
Boşluğa koşmak kadar boşsa atılan ok
Hanidir? Hangi sultan yakındır koltuğa?
Yormadan hayatı yorulmaksa çâre
Daha başlamadı ağlamaya şehirler.
Yormadan hayatı yorulmaksa çare
Hikmeti yok, sözüm yok dağlara
Kalsın kâkül yerinde aynalar bîçâre
Gençliğe küpedir açılan her yara.
Hikmeti yok, sözüm yok dağlara
Kalsın kâkül yerinde aynalar bîçâre
Gençliğe küpedir açılan her yara.
Sürülünce tarlaya imrenir bider kuşları
Yağışları beklemeden taneyi toplarsa
Neyi kıskanmalı ki çiftçiler ve çocukları?
Kastı, kurt kuş hakkını bilmeden yaşamaksa
Sözü bitmedi yolcuların, çağrıysa yakın
Beklenen kelebekler ve çiçekler ve arılar
Bebeği geldi gelecek dedirten ağrılar…
Tersine tutulan bir kalem yazar mı mîrim?
Ölüm ve dirim üzre yemin ki geleceğim!
Neyse can için cana susamış güneş
Canan için bildim ve bileceğim.
Yağışları beklemeden taneyi toplarsa
Neyi kıskanmalı ki çiftçiler ve çocukları?
Kastı, kurt kuş hakkını bilmeden yaşamaksa
Sözü bitmedi yolcuların, çağrıysa yakın
Beklenen kelebekler ve çiçekler ve arılar
Bebeği geldi gelecek dedirten ağrılar…
Tersine tutulan bir kalem yazar mı mîrim?
Ölüm ve dirim üzre yemin ki geleceğim!
Neyse can için cana susamış güneş
Canan için bildim ve bileceğim.
İkinci parantez içi
(Çocukken haykırırdım yüce dağlara bakıp
gençken meşaleler tutardım caddelerde yakıp
hür bir ruhun arkasından gittiğim yıllar kadar
haykırmaya borçluyum şimdi biliyorum.)
gençken meşaleler tutardım caddelerde yakıp
hür bir ruhun arkasından gittiğim yıllar kadar
haykırmaya borçluyum şimdi biliyorum.)
Hadi! Yürü! Nârına gark olan âşıklar tökezledi
Darmadağın hâlin, kepçeye ne gam, kaşıklar çarmıh
Mıh mıhı sökse de çekiç örse tamah
Durmadan yürürse, nalbantlara han bâkî
Tâ ki karanlıklar basıncaya kadar.
Darmadağın hâlin, kepçeye ne gam, kaşıklar çarmıh
Mıh mıhı sökse de çekiç örse tamah
Durmadan yürürse, nalbantlara han bâkî
Tâ ki karanlıklar basıncaya kadar.
Yaramaz yarasaları aydınlatınca çakallar
Tavşanlar kadar aydınlığa muhtaç yıldızlar
Kızlar, aynalarınca kaldılar tarlasında burçağın
Denildi ki, adanmış türküleri yarım.
Dolunay ve aydınlık ve kitaplar, harmana bereket
Terk et ruhunun pütürlerini, salıncaklar sallansın
Arkana bakmadan yürüdüğün yıllar, değişmedi
Caddeler, sokaklar, taş kaldırımlar; müze tatil.
Karanlığı korkutmak kadar çılgınlıktır mühür
Hür bir yalnızlığın bakiyesi, mutlu millet
Anadolu’nun her damına yol buradan gider
Milat ne ise, hadi, başlasın başlayacak olan
Bir koyunca birin yanına, on bir eder.
Terk et ruhunun pütürlerini, salıncaklar sallansın
Arkana bakmadan yürüdüğün yıllar, değişmedi
Caddeler, sokaklar, taş kaldırımlar; müze tatil.
Karanlığı korkutmak kadar çılgınlıktır mühür
Hür bir yalnızlığın bakiyesi, mutlu millet
Anadolu’nun her damına yol buradan gider
Milat ne ise, hadi, başlasın başlayacak olan
Bir koyunca birin yanına, on bir eder.
Takvim; ucuz bir yaprak, maliyede evrak
Toplu iğne paslı, yanaşsın gemiler isteyerek
Gerek duymadığın yalnızlıkların yekûnu günlük
Kaç günlük ömre biçildi ki bu cümle hayat.
Toplu iğne paslı, yanaşsın gemiler isteyerek
Gerek duymadığın yalnızlıkların yekûnu günlük
Kaç günlük ömre biçildi ki bu cümle hayat.
Kurşun kalem kıskanç, poşet bardakta kahve
Telve olmasa da unutulmaz geçmiş; kimmiş
mesaiye akortlayan sazları? Saat sıfır sekiz
Tek biz kaldık yar, diyar diyar gezmeden konan.
Telve olmasa da unutulmaz geçmiş; kimmiş
mesaiye akortlayan sazları? Saat sıfır sekiz
Tek biz kaldık yar, diyar diyar gezmeden konan.
Muhtarlar kadar kim alır hayatı ciddiye
İkindiye tamam senet, bakiye sonraya kalsın
Yıkılmadan yıldı yapıları kentlerin
Derin yaralara çare yazmaz kâğıtlar
Soyları tükenmeden koşsun atlar
Kefili kimdi? Yazmıyor, senetlerin.
Canan! Kaç çocuk, kaç misketi tokuşturur
Kim yakıştırır bizi, muşamba kaplı kondulara
İsterse felek, yakayı yakaya kavuşturur
Tabip bekler ilâç görmemiş müzmin yara.
İkindiye tamam senet, bakiye sonraya kalsın
Yıkılmadan yıldı yapıları kentlerin
Derin yaralara çare yazmaz kâğıtlar
Soyları tükenmeden koşsun atlar
Kefili kimdi? Yazmıyor, senetlerin.
Canan! Kaç çocuk, kaç misketi tokuşturur
Kim yakıştırır bizi, muşamba kaplı kondulara
İsterse felek, yakayı yakaya kavuşturur
Tabip bekler ilâç görmemiş müzmin yara.
İşte kanatlandı gelecek, çocuklar bakışır aynalara
Ruhuna dem tutar, kazma-kürekte ahengi babanın
Ekmeği helâl, alnındaki ter en beyazı beyazların
Sahibinin sözünü tekrarlayan papağanlar neden anlamazlar
İki büklüm çapa kazanlara bakıp, sıcağını yazların.
Kim yele yelken biçsin? Direk dikmeden olmaz
Kanadı kırık her serçe, mahkûm mu kedilere?
Bilinir ki, tabiat öcünü kimsede koymaz
Hangi aymaz itiraz etti, tarihine kuşların
Yokuşların hatırı için aktığını ırmakların
Yalnız kuşlar bilir, üstünde uçarken yolcuların.
Ruhuna dem tutar, kazma-kürekte ahengi babanın
Ekmeği helâl, alnındaki ter en beyazı beyazların
Sahibinin sözünü tekrarlayan papağanlar neden anlamazlar
İki büklüm çapa kazanlara bakıp, sıcağını yazların.
Kim yele yelken biçsin? Direk dikmeden olmaz
Kanadı kırık her serçe, mahkûm mu kedilere?
Bilinir ki, tabiat öcünü kimsede koymaz
Hangi aymaz itiraz etti, tarihine kuşların
Yokuşların hatırı için aktığını ırmakların
Yalnız kuşlar bilir, üstünde uçarken yolcuların.
üçüncü parantez içi
(Çocuklar sokakta, yavruları ağaçta büyür kuşların
Yarın, çocuklar için de, kuşlar için de aynı yarın
Bir taraftan sevincini yaşarken gelecek baharın
Hüznü yüklendikçe yüklenir yaşadığım güzün
Arkasından ırmaklar gibi akarım, koşuşan çocukların
Ve yukarıda telâşla uçuşan kuşların.
Yarın, çocuklar için de, kuşlar için de aynı yarın
Bir taraftan sevincini yaşarken gelecek baharın
Hüznü yüklendikçe yüklenir yaşadığım güzün
Arkasından ırmaklar gibi akarım, koşuşan çocukların
Ve yukarıda telâşla uçuşan kuşların.
Derler ki: “nolacak senin hâlin”
İflâh olmam, bunu ben de biliyorum
Vebalim, günahım, işte şiirlerim ve boynum
Olsun, kendi bağlamındadır her yorum.)
Kilit, kalem kadar tırmanırdı, olsaydı duvar
Bahar gelince ölçülürse yollar, turnalar gelir
Leylekler bir daha unutmazlar yuvalarını
Gelir konarlar, telefon direklerinin zirvesine
Yarını olmayan çocuklara haber iletircesine
Kanat çırparlar, caddelere, dükkânlara bakıp
Oysa kapılarını, kasaları kadar koruyan mağazalar
Bankaları ve kredileri ve paraları kadar yalnızlar.
Bahar gelince ölçülürse yollar, turnalar gelir
Leylekler bir daha unutmazlar yuvalarını
Gelir konarlar, telefon direklerinin zirvesine
Yarını olmayan çocuklara haber iletircesine
Kanat çırparlar, caddelere, dükkânlara bakıp
Oysa kapılarını, kasaları kadar koruyan mağazalar
Bankaları ve kredileri ve paraları kadar yalnızlar.
Bilsem dirilirdim, yalnız kalmazdı tarih müzelerde
Bir hayatçık kahkaha yetmez, gerisi korku ve yalan
Heyecan duyulan ne varsa binek taşlarında hazır
Mazur görülmeden dizilmeli hatalar, iplerine zamanın
Martılar suskunsa uyarmalı deniz;
Bir hayatçık kahkaha yetmez, gerisi korku ve yalan
Heyecan duyulan ne varsa binek taşlarında hazır
Mazur görülmeden dizilmeli hatalar, iplerine zamanın
Martılar suskunsa uyarmalı deniz;
Haykırmalıyız hepimiz!
Göklerin derinleri duymalı, bulutlar yere inene kadar
Bahar geldi gelecek, istediği kadar yağsın,
Göklerin derinleri duymalı, bulutlar yere inene kadar
Bahar geldi gelecek, istediği kadar yağsın,
Çocuk eğilip öperken suyu, ay ona selâm salar, bebekler uyur
Yeni bir dünya kurulur,
Yeni bir dünya kurulur,
Yeni bir hayat; ortasında hayatın
Denildi ki:
Beklesin yüreği yanında olanlar; beklenen yakın.
Denildi ki:
Beklesin yüreği yanında olanlar; beklenen yakın.
senin kırılgan ürkekliğin yok mu ceylan
ruhumu kanatlandıran
an be an kaçmaya hazır haline
ne aşklar susadı.
Ah ceylan!
ürkek aşkların zarif sultanı
karanlıkları silen aydınlığını
saklama dağlardan
senin gözlerinden kopan
bir deniz boğulur bende
merhametin ziyası sende parlar
güzellik sende kanat açar göklere.
ruhumu kanatlandıran
an be an kaçmaya hazır haline
ne aşklar susadı.
Ah ceylan!
ürkek aşkların zarif sultanı
karanlıkları silen aydınlığını
saklama dağlardan
senin gözlerinden kopan
bir deniz boğulur bende
merhametin ziyası sende parlar
güzellik sende kanat açar göklere.
Beni böyle koşturan
arkandan
bir avcılık halidir sanma n’olur
aşka uçan turnalar içimde kanat vurur
denizler içimde kudurur
okyanuslar içimde durulur
sana âşık her avcı içimde vurulur.
İn ovalara ceylan!
bu yürekle sana haykıran
en soylu ağıtları sunmalıyım.
Bir tel hıçkırır derinden
gözlerinden kopan bir damla yaş aşkına
bir yiğit ölür pusuda haybeden
yapılar yükselir göğe şehirlerden
ağır yükler altında sokaklar erir
binlerce insan binlerce yalnızlığı emzirir.
bir avcılık halidir sanma n’olur
aşka uçan turnalar içimde kanat vurur
denizler içimde kudurur
okyanuslar içimde durulur
sana âşık her avcı içimde vurulur.
İn ovalara ceylan!
bu yürekle sana haykıran
en soylu ağıtları sunmalıyım.
Bir tel hıçkırır derinden
gözlerinden kopan bir damla yaş aşkına
bir yiğit ölür pusuda haybeden
yapılar yükselir göğe şehirlerden
ağır yükler altında sokaklar erir
binlerce insan binlerce yalnızlığı emzirir.
İn ovalara ceylan!
buralarda yaşanmaz sensiz
şehirler kurmalıyız ceylanlar gezinen
kuşlar uçmalı göklerinde şehrimizin
marallar olmalı sokak başlarında
körpe yavrularını emziren
şaşırıp kalmalı avcılar iz sürerken.
buralarda yaşanmaz sensiz
şehirler kurmalıyız ceylanlar gezinen
kuşlar uçmalı göklerinde şehrimizin
marallar olmalı sokak başlarında
körpe yavrularını emziren
şaşırıp kalmalı avcılar iz sürerken.
Ay ceylan!
Boynumda bir vebaldir çağın insanı
kirlerinden oluşmuş zamanın lisanı
Boynumda bir vebaldir çağın insanı
kirlerinden oluşmuş zamanın lisanı
Her şeyin üstünde işgal
var
bunalıyorum ay ceylan
içinden çıkamadığım bir hal var
ya sen balalar balası
yüreğinde ateş, gözlerinde hilâl var.
Sen ve ben ceylan
cerenler bizi izlerken yükseklerden
asrın çizgilerini çizmek üzre
hayatı hüzn’olan turnaların
aşkına denk bir aşkla
çeteleler tutmalıyız yine aşklara dair
bunalıyorum ay ceylan
içinden çıkamadığım bir hal var
ya sen balalar balası
yüreğinde ateş, gözlerinde hilâl var.
Sen ve ben ceylan
cerenler bizi izlerken yükseklerden
asrın çizgilerini çizmek üzre
hayatı hüzn’olan turnaların
aşkına denk bir aşkla
çeteleler tutmalıyız yine aşklara dair
Ceylan ceylan!
hüznünde beni an
senden aldığım yaralardandır
yüreğimden sızan kan.
hüznünde beni an
senden aldığım yaralardandır
yüreğimden sızan kan.
Sen sultansın nazlan
ceylan
Yürekler kanatan naz var sende
Kıtalara yayılan yaz var sende
Bir kurşunla hazan olan güz var sende
Her hücremde gezinen iz var sende
Yüreğime sürekli batan biz var sende.
Yürekler kanatan naz var sende
Kıtalara yayılan yaz var sende
Bir kurşunla hazan olan güz var sende
Her hücremde gezinen iz var sende
Yüreğime sürekli batan biz var sende.
Sen sultansın nazlan ceylan
Senden aldığım yaralardandır
Yüreğimden sızan kan.
***
SORULAR
Çekersen hançeri böğrümden,
Kuşlar
nereye konar?
Çırpınır
da yere düşen turnalar,
Bin
yıllık yaram kanar
Derinden
sızarsa kanlar
Güvercinlerin
kanadı yanar
Yüreğime
Senin
adınla gelmezse bahar
Bebeklerin
hepsi ağlar
Fırtınaya
keser de dağlar
Yavru
ceylanlar donar
Çınlayınca
mısralarımda kelimeler
Harfler
seni anar
Adınla
akınca ırmaklar
Seferden
dönen atlar suya kanar
Gönlümün
coğrafyası yangın yeri
Söyle ey
sevgili!
Lâl
olmuşsa şairlerin dili
Pişirir
mi bizi bu nâr?
Gelir mi
beklediğimiz bahar?
***
ESKİ MARAŞ
İlk
amele kamyonuyla gelmiştim şehre; şehr-i Maraş'a. Şehre gelmek dedimse, köy garajının önüne
duran amele kamyonunun, orada alışveriş için birkaç saat eğleşmesiydi. Bizim
şehri görmüşlüğümüzse, babamın, seyyar dondurmacıdan aldığı, daha yalamadan
eriyen, küçücük bir külah dondurmadan ibaretti. Esas köyden şehre varmam, ilkokuldan
sonra okumak için şehre geldiğim zaman olmuştu…
Bizim
köy ile Şehr-i Maraş’ın arası otuz kilometre civarında olsa da; ortaokulu
okumam için ilk şehre geleceğimin akşamı; bir kat yatak, bir torba bulgur, bir
torba mercimek, döğme ve domates biber salçası; biraz tere yağ ve bir bidon
sade yağ ile birlikte denklerim hazır edilmiş; amcamlardan, halamlara kadar
herkes bizim evde toplanmıştı da nasihatler edilmişti bana.
Annem:
“Kızlarla konuşma!”
Babam
: “Sinemaya ve kahveye gitme!” demişti.
Ben
kötü bir çocuktum herhalde ki, ikisinin de nasihatini yerine getirememiştim. Anacığımın
kastettiği manada kızlarla konuşmamıştım belki ama sinemaya da kahveye de gitmişliğim
çok olmuştu.
Kahveye
gitmek tam bir racon işiydi o zamanlar. Ayrıca herkes her kahveye de gidemezdi.
Ülkücülerin gittikleri kahveler ayrı, solcuların gittikleri kahveler ayrıydı.
Mesela Ülkücülerin gittikleri kahveler bile kendi aralarında derecelere
ayrılırdı. Öyle bir miktar kırık ayak işlerine bulaşmış, cebinde kaması falan
olan ülkücülerin takıldıkları kahveye herkes gidemezdi. “FUL” vardı ki; oraya
ağır abiler takılırlardı. Marmara Kıraathanesi sonra… Bir de plak çalınan
kahveler vardı: Hatırı sayılı ağabeyler koydurabilirdi istediği plağı… Öyle her
isteyen her plağın çalınmasını talep edemezdi. Sonra çay bahçeleri: Hâlâ mevcut
olan Batıpark, Pınarbaşı ve şimdi kapanan Çocuk Bahçesi ve Akgül. Ve bizim
neslin ulaşamadığı, kahvecilerin adıyla alınan kahvehaneler…
Fakat
kahvehanelerin çoğu ve en önemlileri, babamın “oğlum kahveye gitme” diye
tembihlediği manada; kumar oynanan, pis işlerin döndüğü kahveler değildi. Birer
kültür ocaklarıydı adeta. Birinde yetişip, diğerine gidebilme hususunda terfi edilen
dereceli yerlerdi.
Sonra
bu günün sivil toplum örgütlerine denk ve hâlâ tesiri süren ve çoğu bu gün,
güncel isimleri ile devam eden güzelim kuruluşlar vardı: Milli Türk Talebe
Birliği, Ülkücü Gençlik Derneği, Akıncı Gençlik Derneği, İmam Hatipliler
Derneği gibi…
Sinema…
Ah o yılların sinemaları…
Babamın
“Sinemaya gitme!” nasihatine, tembihine rağmen gittiğim sinemalar... Aile
filmlerine, Yılmaz Güney’in, Cüneyt’in, Orhan Abi’nin filmlerine giderdik en
çok. Eee… Ferdi Tayfur’un filmlerine de gitmişliğimiz vardır elbette. Fakat
Ferdi’nin filmlerinde, sinema kantininde satılan biralardan alarak içip, sonra
da “ah ulan aahhh!” diyerek bira şişesini perdeye fırlatanlar olduğu için pek
tercih etmezdik bu tür filmleri. Daha doğrusu bizim âlemde “kız filmi” diye
adlandırılırdı aşk meşk filmleri. Sinemalarda bizim de değişmez içeceklerimiz
vardı: Ahırdağ Gazozu ve yanında Maraş’a has çörek.
Yazlık sinemalarda, (o zamanın
tabiriyle) aile filmleri, Renk sinemasında vurdulu kırdılı film. (Dövüş filmi)
Başka bir tabirle Çin Filmi ya da Burucelli (Brus Le)… Bingöl ve Çiçek
Sineması’nda ciddi filmler… Necip Fazıl üstadın konferanslarını verdiği Atlas
Sineması’nda yine ciddi filmler ve Ceylan, Şan gibi sinemalarda vurdulu kırdılı
filmler ve diğer her türlü filmler oynatılırdı.
O yılların, yani seksen öncesindeki küçücük Maraş Şehri’nin ne kadar da
çok sineması varmış meğerse.
Maraş’ta
sinema çok önemliydi. Ya hafta içinde bir çocuk gönderilerek oynayacak
filmlerle ilgili “GARTELE”lere (Afiş) baktırılır. Ya da bizzat mahalleden birkaç
kişi giderek, o hafta vizyona girecek filmlerle ilgili bilgi getirirdi
mahallenin çayhanesine. Zaten çayhanede birisi duydu mu, mahallede hemen
herkesin haberi olurdu o hafta oynayacak önemli filmden.
Cumartesi
günü çalışmayanlar, çalışmayanlar diyorum: Zira her okula giden çocuk
aynı zamanda da bir dükkânın çırağıydı nerdeyse. Sinemaya gitmek için biraz erken çıkılırdı mahalleden. Film öğleden sonra iki de oynayacaksa, on ikide inilirdi çarşıya; TEKSAS, TOMMİKS, ZAGOR okurduk bir miktar. Bakması beş kuruş, okuması on kuruştu; çoğumuz bakma parası verir, resimlerine bakıyormuş gibi yaparak hızlıca okurduk.
aynı zamanda da bir dükkânın çırağıydı nerdeyse. Sinemaya gitmek için biraz erken çıkılırdı mahalleden. Film öğleden sonra iki de oynayacaksa, on ikide inilirdi çarşıya; TEKSAS, TOMMİKS, ZAGOR okurduk bir miktar. Bakması beş kuruş, okuması on kuruştu; çoğumuz bakma parası verir, resimlerine bakıyormuş gibi yaparak hızlıca okurduk.
Cumartesi
ve Pazar günkü filmlere gidenlerin içindeki öğrencilerin çoğu köyden gelen
çocuklar olurdu. Şehirli çocukları daha çok aileleriyle, aile filmlerine
giderler ve bu kesimler genellikle yazlık sinemaları tercih ederlerdi. Kış
günleri, günler kısa olduğu için, bir de herkes işinde gücünde olduğu için
herhalde; şehrin yerli ahalisi aileleriyle birlikte çok sık sinemaya gitmezlerdi
kış aylarında. O yıllardan biraz daha önceki yıllarda ise sinemaya gitmeyi çok
iyi saymazlardı. Babamın bana “sinemaya gitme!” nasihati de o zamanların
bakışından kaynaklanıyordu herhalde. Filmlere yaklaşımlar hususunda anlatırlar
ya hani: filmde adam kızı terkisine alıp kaçırırken, izleyenlerden birisi belindeki
tabancasını çekerek perdeye boşaltmış. Yanındaki arkadaşları: “Ne yapıyorsun
sen?” deyince Adam: “Dayanamadım arkadaş, kızın kimsesi yoktu!” demiş ya! O
kadar değilse bile, daha o yılların heyecanı sürüyordu benim çocukluğumda; salonda
bulunanları çoğunluğu, filimde olanların hepsinin gerçek olduğuna inanır ve
öyle tepkiler gösterirlerdi.
Köyden
şehre varanlar kısa zamanda bütünleşiverirlerdi şehirle. Kahramanmaraş bu
manada şehirdir mesela… Kayseri şehir, İstanbul şehir, Ankara kent, Bursa
şehir, İzmir’in kent, Erzurum’un şehir olduğu gibi… Şehre gelenlerin şehirle
bütünleşmesinin yanında, kente gelenler gecekondu oluşturmak zorundadırlar. Bu
manada köyden şehre gelenler, kısa bir zaman sonra kendilerini şehrin kültür
hayatı içinde buluverirlerdi. Oysa kentlere gelenler gecekondulara kendi
şehirlerinin, köylerinin, kasabalarının kültürünü taşırlar...
Bir
de artistler gelirdi yazlık sinemalara…
Bizler
her zaman olduğu gibi bilet parası bulamazdık ve yazlık sinemanın duvarına
tırmanıp, gelen artistleri canlı canlı görmenin mücadelesini verirdik. Mesela;
Kale Yazlık Sineması’nda böyle bir programda duvara tırmanmıştım da perdeye
yakın bir yerden, Yılmaz KÖKSAL, elimden tutarak beni yazlık sinemanın içine
almıştı da aklımdan olmakla karşı karşıya kalmıştım.
Sonra
bakkallar vardı ve diğer dükkânlar… Elindeki torbanı, sepetini o dükkânlardan
birine bırakıverir de gidip çarşının başka bir yerindeki işini görürdün. Köy
garajları çevresine sıralanmış bu dükkânların en önemli misyonu da o dükkân
eliyle posta adresleriydi.
Köyde, dedemden kalma evimizin
yıkıldıktan sonra bir köşeye atılan kapısının, tahta aralarına, soğuk gelmemesi
için yapıştırılan, babamın askerlik mektubunu ve mektup zarfını kapıya hamurla
yapıştırılmış bulunca, ustalıkla çıkardık oradan; eski kitaplar tamir usulü
ile. Zarfın üzerinde: “Sokak başında
bakkal Ahmet Çavuş eliyle Karadere/Harmancık Köyü-Kahramanmaraş” yazıyordu.
Bizim çocukluğumuzda bu dükkânlar hâlâ misyonlarını devam ettiriyorlardı. Bazı
mektuplar; Andırın Garajı civarında
bakkal Çoban Fakı eliyle Karadere/Harmancık Köyü Kahramanmaraş, Bazısında
ise; Sokakbaşı’nda buğday arasası sahibi
Balbaba eliyle Karadere/Harmancık Köyü-Kahramanmaraş yazıyordu.
Şimdi oralara o sepetleri, çuvalları,
torbaları koysan çalınır mı; bir dükkânın eliyle mektup göndersen posta
ulaşmayan yere sorumluluk alarak gönderilir mi bilinmez ama iyi esnaflardı o
zamanları esnafları ve birçok işlevleri vardı. Şimdi bir tuvalet kâğıdı almak
için kasa önünde sıraya girilen AVM’ler için ne düşünürdü acaba o zamanın
esnafları diye söze başlarsak bitiremeyiz. En iyisi bitirelim; özledik
şehirlerimizin eski samimi havasını vesselam.
***
GEL DE GİDELİM
Canım çıkacak yar; gel de gidelim
Çiçekler gün sayar; gel de gidelim
Bura bize ağyar; gel de gidelim
Gelmek üzre bahar; gel de gidelim
Gelmek üzre bahar; gel de gidelim
RÜYALARIMI YOLUYORUM
I.
Harmanı yanan bir
ihtiyarın,
Yoksulluğunca yanıyorum.
Onmaz bir yarayım şimdi,
Yetimlerin gözyaşında
kanıyorum.
Tutturmuşum baharlar diye,
Gelmeyen baharın çiçeğiyle
oynuyorum.
Rüyasına yatıyorum bir
çiçeğin,
Sonra rüyalarımı yoluyorum.
Buz kaplı yüreklere
kaçıyorum,
Olmuyor; yine de
kaynıyorum.
Harmanı yanan bir
ihtiyarın
Yoksulluğunca yanıp,
Gelmeyen baharın
Gelişine ağlıyorum.
II.
Beni bir hangara çekin
Ağlayacağım
Bahtımı avuçlarımda
topladım
Bağlayacağım.
Öyle susuzum ki bu gün
Kanmayacağım
Yaşım, yam-yaşım biliyorum
Yanmayacağım
Oysa bir sevgi esintisi
gelse
Parlayacağım.
***
VURULUP VURULUP KIVRANMAYA TİRYAKİYİM
Çalıyı ucundan sürüyen
Deliler gibidir yüreğim
Bir türlü çekemem çalıyı yerine
Öyle hınçla dolarım ki
Hayal kurarım ufuklar ötesine
Hürriyetimi biçmeyen bir adım
Çalıyı düzgün sürüdüğüm mekânlar çizerim
Şiir kitaplarında gezen hafiye olur,
Yüreğimi kurşunlayan imajlarla,
Hazzına doyumsuz mısraların izini sürerim.
Pergelin ucundan kurtulduğum anlar
Kendi dairemi kendim çizerim
Oturturum denizleri, okyanusları yüreğime
Çıkarım bir dağ tepesine, dalga seslerini dinlerim.
Vurulup vurulup kıvranmaya tiryakiyim
Kurşunların önüne giderim koşa koşa
En acıyan noktalarımdan kurşun yer,
Her sevinçten acı bekler acı çekerim.
Kapıp bayrağımı sevince koşar,
Hep çileye, acıya, bayrak dikerim.
Bir türlü çekemem çalıyı yerine
Öyle hınçla dolarım ki
Hayal kurarım ufuklar ötesine
Hürriyetimi biçmeyen bir adım
Çalıyı düzgün sürüdüğüm mekânlar çizerim
Şiir kitaplarında gezen hafiye olur,
Yüreğimi kurşunlayan imajlarla,
Hazzına doyumsuz mısraların izini sürerim.
Pergelin ucundan kurtulduğum anlar
Kendi dairemi kendim çizerim
Oturturum denizleri, okyanusları yüreğime
Çıkarım bir dağ tepesine, dalga seslerini dinlerim.
Vurulup vurulup kıvranmaya tiryakiyim
Kurşunların önüne giderim koşa koşa
En acıyan noktalarımdan kurşun yer,
Her sevinçten acı bekler acı çekerim.
Kapıp bayrağımı sevince koşar,
Hep çileye, acıya, bayrak dikerim.
(Seni Yaşamadan Olmaz-Şiirler-1993 Ecdat Yayınları)
SENİ YAŞAMADAN OLMAZ
Seni yaşamadan
Ne ekinler göverir
Ne de koyverir söğüt yeşilini
Bülbül çıkamaz sabaha uyumadan.
Seni yaşamadan olmaz can
Bereketsiz olur harman
Sevinemez babam
Yenilenemez urbam
Seni yaşamadan...
Olmaz seni yaşamadan
Yitik güzellikler bulunmaz
Nohut tarlada kalır yolunmaz
Yayık yayılmaz
Gelin olunmaz
Olmaz, olmaz
Seni yaşamadan
Yitik güzellikler bulunmaz
Nohut tarlada kalır yolunmaz
Yayık yayılmaz
Gelin olunmaz
Olmaz, olmaz
Seni yaşamadan
Ali birden ikiye geçemezdi
Her yıl bire-beş gelen hasat
Bakarsın bu yıl gelmezdi
Seni yaşamadan
Belki gülmesini bilmezdi bebekler
Somurtkan olurdu bütün beşer
Çirkin olurdu belki de güzel olacaklar
Yapa-yalnız kalırdı belkide eşler
Seni yasamadan.
(Seni Yaşamadan Olmaz-Şiirler-1993 Ecdat Yayınları)
***
AKADEMİSYEN
Hikâye
Üniversite mensubuydu babam.
Üniversitede ambar memuru…
Benim üniversite mensubu olmam
eskilere dayanır.
Ortaokul, lise yıllarında babamın
işyerine, gidip gelmişliğim çoktur; yani bana, anadan doğma üniversite mensubu
deseniz yeridir.
Asker bir aileden geliyorum
demeyi çok isterdim aslında. Hatta hariciyeci, gazeteci veya babadan dededen
parlamenter bir ailenin çocuğuyum; annem ünlü ressamlardan falan. Sonra, şu
bazı sözcüklerle biten soyadları var ya! Soyadımın da öyle olması yanında
annemin, falan paşanın, bilmem kaçıncı göbekten torunu olduğu gelirdi tabii;
buna, ninemin ünlü bir piyanist, halamın balerin olduğunu ekledim mi, nasıl da
yakışırdı bana.
Ama olsun, üniversite mensubu bir
aileden geliyorum. Bu az şey mi?
Dedim ya, babam ambar memuruydu
üniversitede
Ambar memurluğunun önemini bilen
bilir.
Üniversite rektörü bile bir tek
kalemi, bir parça kâğıdı babamdan istemek zorundaydı.
Tabi babam asil adam; hiç istetir
mi bunları rektöre.
Kırtasiye alımı yaparken, o firmalardan,
satın aldıklarının dışında eşantiyonlar isteyip, üniversitenin en üst düzey
yöneticilerine hediye paketleri sunardı.
Çoğu zaman onların çocuklarını,
torunlarını da ihmal etmezdi ki, yöneticilerin eşleri, aileleri de pek severdi
babamı.
Ama sonunda babam yapacağını
yaptı.
Emekli olunca, onca asaletini bir
tarafa bırakıp, köye göçtü.
Göçtü de olan bana oldu.
Az mı çektim evlenirken.
Kızın ailesi soruyor; hangi
mahallede oturuyorsunuz?
Falan köyde…
Baba yapılır mı bu bana?
Aileler arası tanışma yemekleri…
Hadi anamı babamı alıp yemeğe
geldik kız evine.
Hop, bir hafta sonra bizim eve
gelinecek; köye…
Nasıl olacak bu? Çamurun, tezek
kokularının içinde…
Kaynanamın, evleneceğimiz kızın
ve yanlarında getirdikleri hanımların yüzünün eğrisine dayan dayanabilirsen.
Gerçi babama hak vermiyor da
değilim bir taraftan.
Ne yapsındı adam. Büyük babam
ölünce tarla takım ortada kaldı. Babannem desen yatalak.
Fakat
anlayamıyorum; koskocaman üniversite ambar memuru, Ökkeş
Danagüdenoğlu köye göçtü ve köyde yaşayacak. Üniversitede, Danagüdenoğlu dendi
mi, orda durmak gerekirdi; öğretim üyesinden memuruna, daire başkanından
rektörüne kadar.
Emekli oldun, güzel…
Şehir kulübüne git, orada otur
emeklilerle be adam.
Ne bileyim oyun falan oyna; pipo
iç.
Arkadaşlar bana buğuz ediyorlarmış.
Üniversite okurken, şu birlikte
kaldığımız arkadaşlar.
Her ne kadar da, üniversiteyi
bitirmemde unutamayacağım yardımları dokundu; yüksek lisans, doktora yapabilmem
hususunda büyük katkıları oldu ise de, benim gibi ileri görüşlü
olamadıklarından dolayı, aramızın açıldığı arkadaşlar.
Aslında onlar arayı açtı.
Neymiş efendim? İmam
hatipliliğimden, ekmeğini yediğim cemaatten utanmalıymışım.
Ben utanılacak ne yaptım Allah
aşkına. Aslında esas mevzu şu:
Biz bu arkadaşlarla birlikte
doktora yaptık.
Beş seneden fazla, doktoralı
öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra, ben kadro aldım ve Yardımcı Doçent
olarak atandım.
Tabiatıyla çekemediler beni.
Neymiş efendim? Ben fikri
yapımdan uzaklaşmışım.
İçkili yemeklere katılmaya, içki
içmeye başlamışım; imam hatipliliğimden utanmalıymışım.
Hele bir sabredin; bizim de bir
bildiğimiz var herhalde.
Fikri yapımdan biraz uzaklaşmış
olabilirim; hele bir bekleyin.
Yardımcı Doçentlik kadrosunu
almak kolay mı?
Siz benim ne çektiğimi biliyor
musunuz?
Bir de; neymiş efendim.
Yıllardır sözlü olduğumuz dayımın
kızı ile evlenmeyip, başka bir kızla evlenmişim.
Yok ya! o kadar da değil;
evlenmeyip de ne yapacaktım bu kızla.
Yoksa kadro alma ihtimalim var
mıydı? Sorarım, beni eleştirenlere;
Sizin gibi doktoralı öğretim
görevlisi olarak kalaydım değil mi?
Sanki benim canım çıkmıyor;
Beyza’nın durumuna.
Beyza köydeki dayımın kızı
oluyor. Eski sözlüm.
Allah için iyi kız.
Biçki-dikiş, nakış, halı,
bitirmediği kurs kalmadı.
Kur-an desen, çocukluğundan beri
büyük babam okuttu zaten.
İyi kız, güzel kız ama ben ne
yapayım Beyza’yı?
Söylesenize; Beyza ile balolara,
kokteyllere nasıl katılabilirdim?
Sorarım size; o balolar ve
kokteyllere katılmasaydım nasıl kadro alabilirdim?
Bir de, arkadaşların şu
benzetmelerine sinir oluyorum.
Bak hala arkadaşlar diyorum;
görüyorsunuz.
Elbette arkadaşlarım.
Neden anlamak istemiyorlar ki
beni?
Neymiş efendim? İnsan, inandığı
gibi yaşamıyorsa, yaşadığı gibi inanmaya başlarmış.
Kim demiş ben yaşadığım gibi
inanıyorum diye?
Yahu bu yaptıklarım benim inandıklarım
değil ki.
Sanki ben o balolarda sıkılmıyor
muyum?
Bir kısmını, hanımı kırmamak için
yapıyoruz.
Diğerlerini de biliyorsunuz;
kadroyu kapmak için yaptım. Doçent olana kadar.. İşte, yani…
Artık namaz kılmıyor olmama
gelince; o konuda, kim ne dese haklı. İçimde apağır bir yük ki, sormayın.
Gittikçe de taşınması güçleşiyor bu yükün. Bir de rahmetli büyük babamın yüzü
gözlerimin önüne gelince nasıl utandığımı eklerseniz tüm bunların üstüne; varın
siz anlayın halimi ve canımın nasıl yandığını.
İğne vurulurken canımız yanmıyor
mu?
Ama sonunda iyileşiyoruz değil
mi?
Şimdi canım yanıyor olabilir bazı
hususlarda.
Doçent olunca görün siz beni.
Nasıl benzetme yaptım ama?
Akademik benzetmem cuk diye oturdu değil mi?
Aslında benim kadro alamam ras
gele değil görüyorsunuz.
Bu üniversitede önemli bir
akademisyenim ben.
Farklıyım bizim arkadaşlarımdan;
akademik bilgi olarak da, kültür olarak da farklıyım.
En azından ileri görüşlüyüm değil
mi? Buna sizler de hak vereceksiniz.
İstesem bu konuda onlarca dipnot
bile düşebilirim.
Geçen İsmail hocam çağırdı.
Ben de bir şey söyleyecek sandım.
Halbuki onu ne kadar çok
severdim. Beni anladığını düşünüyordum.
Ona da kırıldım.
“Gel! Sana bir şey anlatacağım”
dedi.
Ben de sevine sevine gittim. Ne
bileyim adamın niyetini.
Sana da aşk olsun İsmail hoca!
Yahu ben meşgul bir adamım.
Hazırlandığım sempozyumlar var.
Gönderdiğim tebliğ özetlerine
olumlu cevaplar aldım mesela.
Anlarsınız; akademisyenlik
bilindiği gibi kolay değil.
Onca işimin içinde…
Bakar mısınız adamın anlattığı
şeylere…
Bir köy varmış da. O köyün ve her
köyün ağası varmışmış.
Abdallar demişler ki.
Abdallar var ya; şu müzisyen
vatandaşlar.
Her neyse.
Abdallar kendi aralarında
toplanıp, her köyün ağası var, bizim de ağamız olsun demişler.
Giyindirmişler, kuşandırmışlar;
kara yağız, en babayiğit bir delikanlılarını, köye salmışlar.
Arkasından da takip etmişler;
bakalım tepkiler nasıl olacak diye.
Ağaları köy meydanından geçtikten
sonra
Orada oturan kalabalığa
sormuşlar:
“Bizim ağa geçti mi buradan?”
diye.
Köy meydanında oturanlar:
“Ne ağası?” demişler.
Bu cevaba bozulan abdallar:
“Ağalar etmeyin, nasıl
görmezsiniz. Şu boyda, bıyıklı, uzun saçlı, şöyle şöyle elbisesi var.”
Meydanda oturan köylüler:
“Haa! Şu abdal çocuklarını mı
soruyorsunuz? Şimdi geçtiler.”
Abdalların ileri gelenlerinden
birisi, ağa olarak seçtikleri delikanlıya seslenmiş:
“Gelin lan gelin, herkes tani”
E, bunun benimle ne alakası var
da, hoca, bıyık altından gülerek bana anlatıyor.
Yok yok, beni gerçekten
çekemiyorlar.
Bu arada bir tanıdık araba
gelmedi ya.
Ben de niye bu kadar geç kaldım
ki?
Be adam! İşlere dalacak ne vardı
o kadar.
Servisi kaçırdın; hadi bakalım
tabana kuvvet.
Yahu o kadar yol da yürünmez ki.
Nasıl olsa üniversite tarafından
çıkan bir araba gelir.
Üff! Üstüm başım da çamur olmuş
Gene hanımdan kalayı yiyeceğiz.
Tabi çamur olacak.
Çamurda yürüyoruz, elbette çamur
olacak.
Ben de, biraz dikkatsiz mi
yürüyorum nedir?
Lan hala çoban tarafımdan
kurtulamadım.
Akademisyen olduk; hala çoban
gibi yürüyoruz.
Dikkatli yürümesini bir
öğrenemedim gitti.
N’olurdu güzelim mobileti eve
bağlamasaydık.
Neymiş? Hanımefendi utanıyormuş
halimden.
Koskocaman öğretim üyesi mobilete
binmezmiş.
Bir de yağmurlu günlerde,
tepemden bir muşamba çekiyormuşum ki, rezil bir görüntüye bürünüyormuşum. Hatta
görüntü kirliliği yaratıyormuşum.
Bak bak! Görüntü kirliliği
yaratıyor muşum.
Muşamba çekmeyip de ıslanayım mı?
Sen, bütün bunları, şu ne işimize
yaradığını bilmediğim eşyaları alırken düşüneydin.
Neymiş efendim? Koskocaman
öğretim üyesinin eviymiş.
Bir araba alaydık ya o kadar
paraya.
Eşyaların kredisini ödeyince,
sıra arabaya geliyormuş.
Ben böyle zayi olduktan sonra…
Yahu neden bunların hepsine hanım
karar veriyor?
Hala bir araba gelmedi ki el
kaldırıp binelim ya…
Şu önümüzdeki ay ne yapacağım
bilmiyorum.
Üç tane sempozyum var.
Hoca hazırlık yapalım diyor.
Yapalım diyor da, sadece ben
hazırlanıyorum.
Ohh! Ben her şeyi hazırlıyorum.
Hoca gidip sunuyor veya
yayınlıyor.
Onca hazırlığın köşesinde,
kıytırık bir yerinde, adım yazıyor.
Bu kadar işin ortasında, bir de
babam:
“Önümüzdeki ay senelik iznini al
köye gel” diyor.
Ne yapacakmışım köyde?
Bağların bahçelerin tımar
vaktiymiş.
Bağ bahçe budanacak; kazılacak.
Yapma baba, gözünü seveyim; bir
de sen etme.
Bir kere yalnız gitsem; “hani
karın? Kadın kısmı evde yalnız bırakılır mı?” diyecek.
Hanıma köye gidelim desem.
“İiih! Gidemem ben, o pislik
içine; duş yok, banyo yok, tezek kokusu bir yandan.” diyor.
Bunca akademik çalışma beni
bekliyor.
Sonra senelik iznimi nasıl
alayım?
Akademik takvim buna izin
vermiyor ki.
Genelge var: İzinler
eğitim-öğretim dönemi dışında kullanılacak.
Hem öyle olmasa bile, yaz
tatilini ne yapacağız?
Yazın tatil yapmazsa, ölür bizim
hanım.
Hatta önce delirir, sonra ölür.
İyice yanmazsa, nasıl gösterir
kollarını, omuzlarını, bacaklarını.
“Bu sene falan yerdeydik şekerim;
harika geçti tatilimiz, çok beğendik.
Ayol seneye siz de orayı tercih
edin.” Şeklindeki cümlesini nasıl kurar, tanıdığı hanımlara.
Anlamıyorum şu şehirlilerin
kapkara yanma merakını.
Oysa bizim köyde, tarlada çalışan
kızlar gelinler; yüzlerinin bembeyaz kalması için, tülbentle sararlardı. İyi de
yaparlardı. Yanmak bir yana; yüzleri daha da beyazlaşır tazelenirdi.
Bu lafların arasında, Beyza’nın
yüzü de nerden gözlerimim önüne geldi ki.
Ne güzel yüzü var Beyza’nın.
Aman Allah’ım o ne güzel kız ya.
Acaba, halâ anama yardım ediyor
mudur?
Ya birisi isterse Beyza’yı?
Höst ordan! Elbette isteyecekler,
sana ne bundan.
Bilmiyorum. Bilemiyorum
n’edeceğimi.
Yanlış mı yaptım yoksa?
Beyza ile evlenseydim nasıl
olurdu acaba.
Elbette bu kokteyller balolar,
yemekli toplantılar olmazdı.
Akademisyenlik de olmazdı belki.
Beyza’nın formatı uymazdı, bu
toplantılara. Hadi uydurduk diyelim.
Uydurmuş olsaydık bile; zavallı
Beyza, n’eder, ne konuşurdu ki, o insanlarla.
Hem onun, orada: “Üff, ne ayıııp…
Aman Allah’ım günah!” diye, hayretler içinde kalacağı, bir sürü şey olacaktı.
Diğer taraftan, şu anda, evde karım yerine Beyza’nın olması; bu kadar pahalı
möbleleri almak için kredi borcu altına girmemem demekti. Beyza’nın tutumluluğu
sayesinde, araba bile alırdım belki. Sonra, bana yüz çeviren, cemaat evinde
ekmeğimizi, harçlıklarımızı bölüştüğümüz arkadaşlarım; eşleri ve çocukları ile
bize misafir de gelirlerdi. Oh be! Ne muhabbetler olurdu; gelsin çaylar. Hem o
zaman çayı, ince belli narin çay bardağı ile içerdik.
Yahu bu arada şu memur kantini de
olmasa, ince belli narin cam bardakla çay bile içemeyeceğiz. Öğrenci kantininde
bile kâğıt bardakla satılıyor çay. Hangi odaya gitsen, herkesin maşrapa gibi
kupaları… Anlayamıyorum; o kupada çay içmekten nasıl zevk alıyorlar. İtiraf
edeyim ben alışamadım. Ne yapalım, banal gözükmemek için mecburen biz de bir
kupa edindik.
Beyza ile evlenseydim; anam evime
bile gelirdi.
Evet! Evet; kesinlikle gelirdi.
Gelince uzun süre kalırdı belki de.
Gerçi, yaz aylarında gelemezdi.
Doğacak buzağı falan beklemiyorsa, kış aylarında olsun gelirdi. Gelince de
Beyza haline bırakmazdı; bizde kalırdı anam. Beyza olunca, babam da anama: “git
ama hemen geri dön” demezdi; kırmazlardı Beyza’yı.
Şu anamla babam, bizim hanımı sevemediler gitti.
Hoş, bizimki sevmelerine izin
verdi ya.
Ne o tepeden bakış, o aşağılama?
Bizim apartmanın kapıcısına
davrandığı gibi davranıyor babama.
Anama da kapıcının hanımına
davrandığı gibi.
Hatta bazı zamanlar, kapıcı ve
hanımına bile onlara davrandığından daha saygılı davranıyor.
Emekçi onlar bizim hanıma göre;
ama babam emekçi değil…
Halt etmişsin sen!
Yahu ben bu kadınla nasıl
evlendim? Vay eşşek kafam vay!
Ama olmazdı ki, nasıl kadro
alacaktım?
Canım bizimkilerde idare etsinler
biraz
Okumuş gelinleri var işte.
Torunları iyi yetişecek; akıllı
olacak.
Akademik kariyer yapmak, o kadar
kolay değil; görüyorsunuz.
Hele ki hocam var. Hocam, önemli
bir profesör…
Onun da çekemeyenleri var.
Bizde, akademik çevrede; birisi
önemli bir çalışmaya imza attı mı, çekemezler.
Dediğim gibi hocamı da
çekemiyorlar tabi.
Bilseniz ne dedi kodular, ne dedi
kodular…
Efendim, sözüm ona hoca, beş bin
sayfa fotokopiyle profesör olmuşmuş da…
Bak bak! Şerefsizliğin,
haksızlığın bu kadarı da olmaz.
Daha bununla kalsalar iyi;
Neymiş? Beş bin sayfa fotokopi
çekerek sunduğu tez hırsızlıkmış, başka bir profesöre aitmiş de, hatta o
profesör de, bilmem hangi Fransız bilim adamının tezinden aşırmış da, da. da…
Yani anlayacağınız, kıskançlık
diz boyu; bu bizim akademik çevrede.
Bu günlerde, Beyza ne kadar çok
aklıma geliyor böyle?
Sadece aklıma gelse iyi; yüzü,
hiç gözümün önünden gitmiyor.
İtiraf edeyim, bu çok hoşuma
gidiyor; gidiyor da, hanım aklıma gelince de ,ödüm kopuyor.
Yanlış mı yaptım yoksa?
Olur mu canım en doğrusunu yaptım
Böyle yapmasaydım, doktoralı
öğretim görevlisi olarak emekli olurdum.
Bak, ne güzel; önüm açık artık.
Akademik kariyer yapmama hiçbir
engel kalmadı.
Hemen konuşsun arkadaşlar…
Aslında şu, Kutlu Doğum
Haftası’ndaki toplantılarına gitseydim iyi olacaktı.
Uff! Uf!. Nasıl gideydim; kesin
bir gören olurdu beni orada.
Akademik kariyerim mahvolurdu.
Akademik kariyer deyince; yahu şu
hocaya açılan soruşturma…
Altı astarı yok ya; ya bir de
bilim hırsızlığı ortaya çıkarsa.
Gerçi hoca anlattı; tam olarak
bilim hırsızlığı diyemezlermiş.
“Canım bunu herkes yapıyor” dedi.
Tamam da, hoca ayrılırsa ben
n’olurum yahu?
Bir sürü proje var; sempozyumlar
konferanslar.
Ya kitap? Vay anasını! Önemli bir
kitapta hocayla yan yana adım yazılacaktı.
Bak buna da müsaade etmesinler
de; olur mu, olur vallaha.
Bir de kursağımızda kalmıyor mu
hocayla yayın yapmak.
Acaba, hoca gerçekten hırsız
olabilir mi?
Yabancı dil biliyormuş gibi
davranıp, yabancı dil bilmediği doğru.
Bunu ben biliyorum; bizzat
gördüm, iki kelime bile edemedi yabancı hocalarla.
Bilim hırsızlığına gelince… Hoca,
alanında bir sürü şey biliyor canım.
Sahiden biliyordu değil mi? Tabii
tabii canım! Elbette biliyor.
Biliyordur herhalde? Koskocaman
profesör; az mı çalışmalar yaptık.
Ama bu çalışmaların hepsini ben
yaptım; hoca bir şey yapmadı ki!
Zaten karışık olan kafam bir
demlik karıştı ya.
Her neyse canım. Hoca olmasa,
benim kaçım kaç kuruş.
Beyza…
Yine beni görünce, öyle bakar mı
acaba?
Hem tatlı bir bakış, hem de
sitem.
Çok kızmamış gibi duruyordu
aslında.
Yoksa ben mi öyle olsun
istiyorum?
Kıza da amma ayıp ettik.
Bütün köy; akrabalar, herkes bizi
evlenecek diye beklerken, benim yaptığıma bak.
E, ne yapaydım peki; değil mi
ama?
N’olacaktı bizim akademik
kariyer?
Ah Beyza!
Sen gerçekten iyi kızsın.
Oğlum, Beyza’yı düşünecek zaman
değil şimdi.
Sen asıl yarın gelecek
misafirleri düşün.
Abi sizin yaptığınız da iş mi
şimdi?
Neymiş, efendim; üniversitedeyken
kaldığım cemaat evinden abiler, bana ziyarete geleceklermiş. Hem de
üniversitede.
Bir uğrayıp hayırlı olsun diyeceklermiş.
Telefonda söylediniz işte, daha
ne demeye geliyorsunuz.
İşin yoksa uğraş şimdi abilerle.
Hayır; normal bir misafir olsa
başım üstüne.
Şimdi gelecekler; öğleyin namaz
kılmak için yer arayacaklar.
Ben de onlarla namaz kılmak
zorunda kalacağım; birisi görecek.
Çık işin içinden çıkabiliyorsan.
Hayır, Allah var severim gelecek
olan abileri.
Bende az emekleri yok.
Bir kere, üniversite bitene
kadar; hatta yüksek lisansta, doktorada bile burs sağladılar, evlerde parasız
kaldım. Bunları inkâr edersem çarpılırım.
Ama onlarla beni namaz kılarken
görürlerse gene çarpılırım.
İçlerinden sakallı olanları var.
Onlarla görünmem bile problem olabilir.
Beni neden anlamazlar ki?
Bu gün de, tanıdık bir arabanın
gelmeyeceği tuttu.
İyi ki şu otobüs durağı var.
Bu arada saat de epey geç olmuş;
üniversitede kalan olmuş mudur ki bu saatte.
Acaba yürüsem mi? Peki yağmur!
Şemsiyede alamadık bu gün.
Kaldık mı şimdi burda? Hele biraz
daha bekleyeyim.
Allah kerim… Niye ürperdim ki
şimdi? “Allah kerim” deyince…
Kimse yok etrafımda; yapayalnız
bekliyorum, şu otobüs durağında.
Bak bak! Nelere dikkat etmek
zorunda kalıyor insan.
“İnşallah” “Allah
Kerim” demeyeceksin; görüyorsunuz değil mi?
Bir de arkadaşlar bana yüz
çeviriyor.
Kafanız çalışsaydı, şimdi siz de
öğretim üyesiydiniz.
Beyza’nın bakışında biraz sitem
vardı aslında.
Ama çok değildi sanırım.
O beni anlıyordur; anlayışlı kız
Beyza.
Şu arkadaşlar; Beyza kadar
olamıyorlar. Bir de doktoralı insanlar.
Evet! Evet, Beyza’ya ayıp ettik.
Adı çıktı kızın.
Kimse talip de olmaz artık. Talip
olmasınlar iyi.
Höst dedik lan hadi ordan! Niye
talip olmasınlar?
Sana ne Beyza’dan, yazık ettiğin
yetmiyor mu kıza.
“İnşallah hayırlı bir kısmetlisi
çıkar” demen dururken, senin ettiğine bak.
Talip olan çıkmayacak da
n’olacak?
Hadi cevap versene! N’olacak
kızcağız?
Babamı kırmamak lazım; zaten bir
o kaldı bana kırılmayan.
Önümüzdeki ay bir haftalık rapor
uydurmalıyım.
Desene, onca ders ücreti gidecek;
hem de, çoğu ikinci öğretim.
Sen boş ver ders ücretini de,
hanımı, nasıl razı edip de köye gideceksin?
Yahu bir de, köyden dönünce, tam
bir köylüye benziyorum.
Sinirim bozuluyor bu duruma;
zaten cılız halimizle köylüler gibiyiz.
Köyde; biraz yüzüm yanıp da,
elimi, ağaçları budarken çalılar çizdi mi, elime yüzüme bakılacağı kalmıyor.
Zaten el de el değil ki mübarek.
Her neyse de, bunca akademik
çalışma kalacak.
Bakalım hoca ne diyecek bu işe.
Gerçi, onun soruşturma ile başı
dertte; gözünün önünü görecek hali yok.
Aslında bu durumu iyi benim için.
Ben de, şöyle işleri güçleri toparlamış olurum.
Beyza’yı da görürüm herhalde;
köye gidince.
Anama kesinlikle geliyordur.
Eskiden Beyza sağardı, bizim
ineklerin sütünü.
Buzağıları beraber emzirirdik,
Beyza ile.
Siyah beyaz olan buzağı benim;
sarı olanı onundu.
O buzağılara n’oldu acaba?
Büyümüşler, kocaman inek olmuşlardır.
Beyza’nın aklında mı acaba, hangi
buzağının kime ait olduğu?
Acaba hala sahipleniyor mu,
kendisine ait olan buzağıyı.
Kim bilir, yolda yolakta görünce
seviyordur belki; buzağısı, şimdi kocaman inek olmuştur.
Siyah beyaz olan benimkiydi.
Beşiktaşlı.
Beyza, bu “Beşiktaşlı” sözünü ilk
duyduğunda: “o da ne?” demişti.
Bende anlatmıştım Beşiktaş’ı.
Anlamış mıydı bilmiyorum.
Beşiktaş deyince… Rektör
Beşiktaşlı diye, herkes Beşiktaşlı oldu.
Vay anasını be! Şu bizim, koyu
Galatasaraylı, bölüm başkanı bile rektörü görünce: ”Hocam, Beşiktaş şöyle yaptı
Beşiktaş böyle yaptı. Falan futbolcuyu alacakmış. Falan takımı kolay yener.
Falan maçı da aldık mı, bu sene kesin şampiyon oluruz hocam” diyor.
Bak Bak! Bir de “şampiyon oluruz”
diyor.
Dünkü kokteylde, şu asistanla
yakınlığımı hanım fark etti mi acaba?
Yok! Yok, fark etmemiştir. Hem,
fark etse, evde kıyametleri koparırdı.
Kıyamet koparmaz; başımı
koparırdı.
Sanırım biraz fazla kaçırmıştı
şarabı; yoksa fark etmemesi imkânsızdı.
Yahu asistan da ne sırnaşık
kızmış ha! Hoş da kız hani.
Bu, balolar, kokteyller hoşuma
gidiyor biraz.
Daha önceleri, bir hoca gördüm
mü, sıkılır, söyleyeceğim şeyi söylemekte güçlük çekerdim.
Balolarda durum bambaşka; bir de
iki kadeh içtin mi, tam bir medeni cesaret âbidesi kesiliyorum.
Babam, medeni cesaret demez di de
“yırtık adam” derdi.
Gerçi, o tür adamlardan pek
hoşlanmazdı; ama sanırım ben içki içince öyle bir adam oluyorum.
Çünkü her istediğimi, her hocaya
söyleyebiliyorum o zaman.
Ayıptır söylemesi hovardalık bile
ediyorum, kıyısından bucağından.
Bu tür şeylerin, lafını etseler
utanırdım eskiden.
Yoksa arkadaşların dediği gibi
ben fikri zeminimden uzaklaşıyor muyum?
Ne fikri zeminiymiş ya! Benim hiç
fikri bir zeminim olmadı ki?
Cemaat evinde garibanlıktan
kaldım. Zaten orada kalmasam; üniversiteyi bitiremezdim.
Yüksek lisans ve doktora yapamam
da zor olurdu. “Zor olurdu” ne kelime, asla yapamazdım.
Fikri zemin…
Hayır, hayır! Fikri zeminim
var...
Benim fikri zeminim var canım.
Var, var…
Yani… Olması lâzım. Ben imam
hatipliyim sonuçta.
Büyük babam da, ninem de hacıdır
benim. Hacı torunuyum yani.
Aha! Bir araba geliyor… El
kaldırayım; inşallah alır. Bak, gene “inşallah“ dedik.
***
O gün, size, otobüs durağında
beklerken, anlattıklarım vardı ya.
İki aydan beri n’oldu merak
ediyor musunuz?
Asla tahmin edemezsiniz, başıma
gelenleri.
Aslında bir noktada iyi de oldu
sayılır.
Şimdi anlatınca; “bu ne hız
yahu?” diyenleriniz olacak.
“Oh oldu senin gibi kendini
bilmeze” diyenler de olacak
Bana, kim, ne dese haklı.
Hani ertesi gün misafir bekliyordum.
Üniversitedeyken kaldığım cemaat
evinden, abiler gelecekti ziyaretime.
İstemeye istemeye olsa da kabul
ettik. N’edeceksin, abilerimiz sonuçta. Bu noktada gerçekten samimiyim. Gelen
abileri çok severim.
Uzatmayalım. Abiler öğleye doğru
geldiler. Oturduk hoş beş ettik. Yan masalardan ve komşu odalardan; o, size
bahsettiğim, maşrapaya benzer kupalardan ödünç aldık. Çay kahve içtik. Kahve
dediysem sözün gelişi; çünkü abiler çaydan başka bir şey içmezler. Daha doğrusu
çayı çok severler. İnce belli narin cam bardakla olsaydı daha memnun olurlardı
ya; kupalarla mecburiyetten içtiler çaylarını.
Her zaman söylerim. Benim aklıma
gelen başıma gelir. Öğleye doğru, abiler mescit sordular.
Üniversitede mescit yok. En yakın
cami on kilometre uzakta. Gerçi şoförler odasının yanındaki bir odayı, memurlar
mescit olarak kullanıyorlar ya; benim, abilerle oraya gidip namaz kılmam
imkânsız. Namaz kılmamdan bahsediyorum. Mecburen abilerle birlikte, biz de
namaz kılacağız. O kadar da dinden uzaklaşmadık canım. Neyse ki, bizim bölüm
sekreterinin ve bölüm memurunun kendi seccadeleri var. Tam öğle yemeği vakti;
hazır herkes de yemekhanedeyken, öğle namazlarımızı kaçak göçek, odada kılalım
dedik. Her zaman yaptığı gibi, Mustafa abi demez mi; cemaat olalım. Cemaat
olduk. Seccadenin birini, imamlık yapacak olan Mustafa abiye; diğer seccadeyi
enine serip, ayaklarımıza gelen yeri de kağıtlarla destekleyerek namaza durduk.
Kapıyı kilitlesene be akılsız adam! kapıyı kilitlesene! Halbuki bir ara aklıma
da gelmişti, kapıyı kilitlemek. O telaş içinde unutmuşum. Öğle namazının
farzının son rekâtındaydık. Arkamızda kalan oda kapısının, pat diye açıldığını
duydum. Dizimin bağı çözüldü. Mustafa abi “Allahüekber” dedi mi demedi mi
duymadım. Sadece cemaate uyup, secdeye gittim. Sonra da tahiyata oturduk da
düşmekten kurtuldum. E, bizim rektör nazik adam. Rektör seçileli altı ayı
geçmişti halbuki; odalara teşekkür ziyaretleri hala sürüyormuş. Bizim odaya da,
o gün, o saat denk geliyor.
Gerisini anlatmama gerek var mı?
Tahmin edenleriniz olmuştur. Ne olduğuna
dair aklınıza gelenlere; “yok canım o kadar da değil” diyenleriniz de vardır
muhakkak. Evet; o kadar; tam da tahmin ettiğiniz gibi. Bu tür durumlarda olacak
belli aslında. Hem de bilmem ne kadar zamandan beri değil belli olan.
Endülüs’ten beri.
***
Çok hızlı sonuçlanan bir
soruşturma oldu. Disiplin komisyonu canla başla çalışmış olacak ki, kısa sürede
aldım, üniversite mensupluğumu sona erdiren belgeyi. Akademisyenlik bitti yani.
Esas önemli gün, bir hafta sonra bizim evdeki gündü. Evet! Evet. Bir hafta
sonra: Kaynanam, kayınpederim, yedi göbekten akrabaları, bizim evde iğne atsan
yere düşmez.
Karar verdik ayrılmaya. Daha
doğrusu, ayrılmamıza karar verdiler.
Kitaplarımı manav Kadir Abinin
deposuna bırakıp, iki üç valizle köye geldim.
Babama da adam lazım; zeytinler,
kirazlar, elmalar dikmiş; tabi beni ve benim çocuklarımı düşünerek bahçeler
yapmış.
Anam olanlara: “neylerse Mevlam
eyler, neylerse güzel eyler” dedi çıktı işin içinden.
Şu anama bayılıyorum. Her ne
kadar, akademik kariyer uğruna yediğim haltlardan dolayı yüzüne bakmaya utansam
da, anama bayılıyorum.
Arkadaşlar acı söylemişler.
Okullardan birinde görev verin; ya da bir üniversiteye referans olun diye, bir
iki yeri aradım. “N’olur n’olmaz; şimdi alırız, biri, bir kemik sallar, bırakır
gider” demişler; kulağıma geldi. Bu zamana kadarki halime bakılınca, haklılar
belki ama; çok canım acıdı. Kahroldum.
Güzel bir menkibe var.
Zamanında, hasta yatan
Ermenilerden birisi, Hafız Ali Efendi (Maraş’ın önemli alimlerinden)’ye haber
salmış. Mübarek geldikten sonra da, Kelime-i Şahadet getirerek ruhunu teslim
etmiş. Ölen Ermeninin hanımı feryad-ü figan ederek ağlıyormuş. Hafız Ali
Efendi: “Hatun acını anlıyorum ama; niye ağlıyorsun kocan Müslüman olarak
ruhunu teslim etti sevinsene” demiş. Kocası ölen Ermeni kadın: “Kocamın
öldüğüne ağlamıyorum efendim. Zaten hastaydı. Fakat, İsa (as)’dan yüzden düştü;
Muhammet (sav) tanımaz. Arasatta kaldı kocam; ona ağlıyorum” demiş.
Şimdilerde bu menkibe, hiç
aklımdan çıkmıyor; tam olarak bana uymasa da. Aslında yediğim haltlara hiçbir
menkibe uymaz ya. Anam çok seviniyor eve döndüğüme.
Babam: diplomalı çiftçi iyi olur;
keşke ziraat alanında doktora yapmış olsaydın diyor.
Beyza…
Beyza mı?
Beyza iyi kız
Affeder mi bilmiyorum.
Affetse bile, onu hak ediyor
muyum, onu da bilmiyorum.
Bundan sonra ne yapacak, ne
edeceğim; onu, hiç ama hiç bilmiyorum.
Koskocaman öğretim üyesini
görüyor musunuz? Ne kadarda bilmediği şey varmış.
Aklımı, mantığımı, yüreğimi
kullanıp, bunları bilmediğimi bilseydim.
Bari bir tane, bildiğim şey olurdu
değil mi? Acı bile olsa.
Affeder mi bilmiyorum.
Beyza iyi kız.
Beyza mı?
Beyza…
***
ABBAK AŞ
Öykü
Âdem’i
ve Dursun’u gördüm bu gün. Beraber büyüdüğümüz bu iki arkadaşı bir arada
görünce, iki minik hikâye, ikisi bir yerden hücum etti gönlüme.
Sokakbaşı’ndan
andırın Garajı’na diye inmiştim.
Andırın
Garajı falan yoktu yerinde.
Oysa
ben Şazi Bey Camisi’nin yanından aşağı inerken.
Sokakbaşı’ndan
aşağı, hemen Şazi Bey Camisi’nin köşesinden inince Andırın Garajı’na, nam-ı
diğer köy garajına ineceğimi sanmıştım: Şazi Bey camisinin yanından geçerken
Aziz Hocayı görüp elini öpeceğimi, orada köyümden Emmilerimi; köyden gelen
akranlarımı, tanıdıklarımı göreceğimi; onlarla hasret gidereceğimi ne de çok
ummuştum…
Başta
da söylediğim gibi Âdem ile Dursun’u tam da orada gördüm. Değişen köy garajında
inip, oralara, alışkanlıklarına, dost oldukları esnaflar ile alışveriş etmeye,
belki de deftere yazdırmak için oraya gelmişlerdi ki onları gördüm; kucaklaştık
hasbihal ettik.
Köyde,
yaz aylarının bir akşamüzeri: Davarların ağıllarına, sığırların ahırlarına
konulduğu arkasından da Hafız Hoca’nın akşam ezanını okuduğu saatler…
Bir
çocuk çağırıyor çardağın ucundan: Ede anam gelsin diyooo! Yememizi yicik!
(yemeğimizi yiyeceğiz)
Çağıran
çocuktan biraz büyük ve daha oyuna doymamış Âdem cevap veriyor: Siz yen yemenizi
ben oynicim!
Çardağın
ucundan çağıran çocuk ısrar etmiyor; ancak mini bir hatırlatma yapıyor abisine:
Ama abbak aş…
Oyundan
kopamayan Âdem cevap veriyor: Tamam geliiim!
Yemekte
pirinç pilavı olduğunu anlayan Âdem oyunu bırakarak koşuyor…
***
Aynı
köyde yine aynı saatler ve yine bir yaz akşamı
Bir
kız çocuğu çağırıyor bu seferde: Dursun edeee! Köfteyi yiyokkk! (Dursun abi
köfteyi yiyoruz)
Dursun
oyunu bırakarak eve koşuyor…
Ertesi
gün, bir sonraki gün; aynı saatlerde hep aynı çağrı: Dursun Edee! Köfteyi
Yiyookkk!
Bu
hal birkaç gün böyle sürdü. Küçük kızın her akşam aynı şekilde Dursun Ede’sini
çağırması anacığımın da dikkatini çekmiş olacak ki; kız bir gün bizim eve bir
istek için geldiğinde kıza sordu:
“Kızım
her akşam Dursun Ede’ni “Köfti yiyookk” diye çağırıyorsun. Siz her akşam köfte
mi yiyorsunuz ki öyle çağırıyorsun?”
Kız
mahcup bir halde yere baktı önce. Sonra da utanılacak bir şey olmadığına karar
vermiş olacak ki, gayet vakarlı, biraz da komikmiş gibi tebessüm ederek:
“Evet
teyze her akşam köfte yiyoruz… Teyzem doğum yaptı ve anam teyzeme bakıyor.
Ablam da sadece mercimek köftesi yapmasını biliyor; biz de her akşam köfte
yiyoruz…”
Âdem
ile Dursun’dan ayrılırken ben yıllar öncesinden bilip de unuttuğum bu mini
hikayecikleri, onları görünce hatırlamış; eve varır varmaz yazıp, Ahmet Doğan
İlbey ağabeye çok seveceğini düşünerek postalamayı planlıyordum yolda yürürken.
***
ÜÇ AYLAR
Masal-Çocuk Hikâyesi
Bir köy varmış; ama yolları yokuşmuş.
Gene de çocuklar köy yollarında koşuyormuş.
O köyün göklerinde kuşlar uçuyormuş.
Kırlarında her renkten çiçekler açıyormuş.
Köylüler tarlalara tohum saçıyormuş.
Dedeler nineler dua için el açıyormuş.
Bütün köylü yiyeceklerini topraktan karşılıyormuş.
Köylülerin hepsi çok mutlu yaşıyormuş.
İşte bu güzel
köyde, üç arkadaş varmış. Aslında bu çocuklar köyün diğer çocuklarıyla da
arkadaşmış; ama bu üç çocuk diğerlerine göre daha yakın arkadaşlarmış.
Çünkü bu üç
arkadaş; okula birlikte gidiyorlar, okuldan sonra ise köyün, her tarafı ahşap,
pencereleri ve kapıları yeşil boyalı, şirin camisine kur-an okuyorlarmış.
Bu üç
arkadaşın sarı saçlı olanının adı Recep, kıvırcık saçlı olanının adı Şaban,
Siyah ve uzun saçlı olanının adı ise Ramazanmış.
Recep, Şaban
ve Ramazan; günün kalan zamanlarında ise Ramazan’ın dedesinin harmanında top
oynarlarmış. Çünkü harman, her tarafı bayır olan köyün tek düz yeriymiş.
Tarlada yetişen buğdayları hasat edip, buğdayı başaklardan ayırmak için bir
düzlük gerekliymiş ve tarlanın bir kenarına bu işler için dümdüz bir alan
yapılmış. Bu düzlüğün adı da harmanmış.
Recep, Şaban
ve Ramazan ne zaman harmana top oynamaya gelseler, Ramazan’ın dedesi Gazi Dede;
evin önünden geçerlerken onları her görüşünde:
—
Ne o üç aylar? Gene bir araya gelmişsiniz, top mu
oynayacaksınız? Diyormuş.
Onlar da Gazi
Dede’nin elini öptükten sonra:
—
Evet dede top oynamaya gidiyoruz. Diye saygıyla cevap
veriyorlarmış..
Ama Gazi
Dede’nin onlara neden “üç aylar” dediğini ise çok ama çok merak ediyorlarmış.
Bazen Şaban,
Ramazan’a:
—
Ramazan! Bizim adımızı bildiği halde deden bize neden “üç
aylar” diyor? Diye soruyormuş.
Ramazan ise:
—
Ben de bilmiyorum bize neden “üç aylar” dediğini. Diye
cevap veriyormuş.
Ama üçü de Gazi Dede’nin
kendilerine, neden “Üç aylar” dediğini çok merak ediyorlarmış.
Bir gün yine,
Recep, Şaban ve Ramazan harmanda top oynarken, Ramazanın dedesi onlara
seslenmiş.
—Hey! Üç
aylar! Hadi koşun bakalım; bahçeden kayısı topladım sizin için demiş.
Onlar da
koşarak gitmişler ve Gazi Dede’nin verdiği bal gibi kayısıları afiyetle
yemişler.
Bir
başka gün camiden çıktıklarında Gazi Dede ile caminin avlusunda karşılaşmışlar.
Gidip Gazi Dede’nin ve avluda oturan cami cemaatinin ellerini öpmüşler. Gazi
Dede ise onları teker teker öptükten sonra cüzdanını çıkarmış ve üçüne de ayrı
ayrı para verdikten sonra:
—
Hadi bakalım üç aylar, bakkala gidip şeker alın da
yiyin demiş.
Gazi Dede’nin
yanında oturan aksakallı bir dede Gazi Dede’ye:
—
Çocukları sevindirdin Ramazan Allah (c.c.)’da seni
sevindirsin! Demiş.
O aksakallı
dedenin Gazi Dede’ye Ramazan diye hitap etmesi Recep’in çok dikkatini çekmiş ve
arkadaşı Ramazan’a sormuş:
— Ramazan!
Deden, Gazi Dede’nin adı da Ramazanmış. Peki, o zaman biz ona neden “Gazi Dede”
diyoruz diye sormuş.
Ramazan:
— Dedemin
adının Ramazan olduğunu biliyorum; ama niye “Gazi Dede” denildiğini ben de
bilmiyorum diye cevap vermiş.
Böylece ortaya
Recep, Şaban ve Ramazan’ın bilmediği iki soru çıkmış.
Birisi: Gazi
Dede’nin kendilerine neden “Üç aylar” diye hitap ettiği.
İkincisi ise:
Gazi Dede’nin adının Ramazan olduğu halde, neden herkesin ona “Gazi Dede” diye
hitap ettiğiymiş.
Bu iki sorunun
cevabını Recep de Şaban da, Ramazan da çok ama çok merak ediyorlarmış.
Günlerdir bu
iki sorunun cevabını düşünmüşler.
Aralarında
tartışmışlar; ama bir sonuca da varamamışlar.
En sonunda;
Şaban’ın herkesin “Pamuk Nine” diye hitap ettiği; yüzü apak, ağzı dualı; yanına
gelen her çocuğa, şeker ya da kuru üzümler vererek onları “kuzucuklarım!” diye
seven ninesine sormaya karar vermişler.
Hiç zaman
kaybetmeden Pamuk Nine’ye gitmek üzere yola koyulmuşlar.
Yola
koyulmuşlar ama bu defa da Ramazan’ın kafasına bir soru daha takılmış.
Şaban’a sormuş
sorusunu:
—
Şaban! Peki, senin ninene neden “Pamuk Nine” diyorlar?
demiş.
Recep
dayanamayarak:
—Gördünüz mü?
Biz iki tane sorunun cevabını sormak için Pamuk Nine’ye gidiyorken karşımıza
bir soru daha çıktı. Şimdi bir de Pamuk Nine’ye: “Nine sana neden Pamuk Nine
Diyorlar?” diye mi soracağız? Demiş.
Üçü de şaşırıp
kalmış olanlar karşısında. Çünkü soru üstüne soru birikiyormuş. Ama kendi
aralarında olanlara da kahkahayla gülmeden edememişler.
Fakat bu defa,
daha Pamuk Nine’ye varmadan, ona neden “Pamuk Nine” denildiğini aralarında
konuşup fikir yürüterek çözmüşler ve buna çok sevinmişler.
Üçü de aynı
karara varmışlar. “Pamuk Nine evvela tertemiz bir nine… İkincisi yüzü, elleri
ve başörtüsü bembeyaz… Dolayısıyla; her yönüyle pamuğu aklına getiriyor insanın
ve herkesin ona Pamuk Nine demesinden tabii bir şey olamaz” diye düşünmüşler.
Gerçekten de düşünerek vardıkları sonuç doğruymuş. Bütün köylü Pamuk Nine’ye,
apak bir nine olduğu için Pamuk Nine diyormuş.
Bu arada da
Pamuk Nine’nin kapısının önüne varmışlar.
Bahçe kapısını
çalmadan önce, kapının üzerine çıkmış ve oradan kendilerine bakan, sonra da
aniden korkup, “miyavvvv!” diyerek kaçan kediye bakıp, arkasından gülüşmüşler.
Pamuk Nine’nin,
bahçe içinde; damı toprak, duvarları kerpiç bir evi varmış. Bu evin bir de
toprak ama tertemiz bir avlusu ile avlunun çevresi rengârenk çiçeklerle
kaplıymış ve her tarafı burcu burcu çiçek kokuları kaplıyormuş.
Pamuk Nine’nin
evinin kocaman bir tahta kapısı varmış. Bu kapı iki kanatlı bir kapıymış. Fakat
bu çift kapının bir tanesinin ortasında mini bir kapı daha varmış. Bu kapıdan
Recep, Şaban ve Ramazan rahatlıkla geçebilirmiş ama boyu az daha uzun olan bir
kişi eğilmeden geçemezmiş. Bu kapının adına “Yavru Kapı” denildiğini Şaban daha
önce duyduğu için arkadaşlarına şöyle anlatmış.
— Atalarımız
evleri yaparken, kapının içinde bir de “Yavru Kapı” yani küçük kapı
yapıyorlarmış ki, bu kapıdan geçen kişi eğilmek zorunda kalıyor; böylece hem
girer girmez karşıda görmemesi gereken mahrem bir şey varsa görmemiş oluyormuş,
hem de ev sahibine saygıyla eğiliyormuş.
Recep ve
Ramazan yeni bir şey öğrendiklerine çok sevinmişler.
Şaban’a
verdiği bilgilerden dolayı hem teşekkür etmişler, hem de onu kutlamışlar.
Şaban, arkadaşları
Recep ve Ramazan’a kapının üzerinde duran bir küçük, bir de büyük tokmağı
göstererek:
—
Dikkat ettiniz mi şu kap tokmaklarına? Bunların da
anlamı var demiş.
Recep ve Ramazan
“hadi anlat1” diyeceklermiş ki, Şaban, onların ricasına gerek kalmadan
anlatmaya başlamış:
—
Bu büyük tokmak “Tok! Tok! Tok!” diye kalın ses
çıkarır. Küçük olan ise “Tık! Tık! Tık!” diye ince bir ses çıkarır. Der demez.
Recep ve
Ramazan aynı anda:
—
Ee ne olmuş yani öyle ses çıkarmışlarsa demişler.
Şaban onlara
gülümseyerek:
— Hiç olur mu;
çok önemli bu iki ayrı ses çıkaran tokmak: Evde yaşayanlar büyük tokmağın
sesini duydukları zaman anlarlarmış ki eve gelen misafir erkek. O zaman kapıya
evin erkeği bakar ve eve bir erkek misafir geleceği için evde yaşayan kadınlar
ve kızlar ya odalarına çekilirler ya da karşılamaları gereken bir misafirse
gelen; örtünerek onu karşılarlarmış. Gelelim küçük tokmağa: Küçük tokmağın sesi
duyulduğu zaman ev halkı anlarmış ki eve, hanım bir misafir geliyor; bu sefer
misafiri evin hanımı karşılar ve evde yaşayan erkekler odalarına çekilirler.
Demiş.
Recep ve
Ramazan’ın bu kapı tokmaklarının yaptığı iş çok hoşlarına gitmişti. Şaban’a
tekrar teşekkür ederek kapının büyük tokmağını üç kere tıklatmışlar.
Bir süre
beklemişler kapıyı vurduktan sonra. Ama beklerken de çok heyecanlanıyorlarmış.
Çünkü hem Pamuk Nine’yi göreceklermiş, hem de Pamuk Nine’den Gazi Dede’nin
kendilerine neden “Üç Aylar” dediğini; bir de Gazi Dede’nin adının Ramazan
olduğu halde, herkesin ona neden Gazi Dede dediğini öğreneceklermiş.
Nihayet kapı
açılmış ve Pamuk Nine görünmüş kapının arkasında.
Pamuk Nine
Recep Şaban ve Ramazan’ı görünce çok sevinmiş.
—
Gelin bakalım kuzucuklarım. Siz ninenizi ziyarete mi
geldiniz bakalım? Demiş.
Recep, Şaban
ve Ramazan, Pamuk Nine’yi gördüklerine çok sevinmişler. Çünkü Pamuk Nineyi
köyün diğer çocukları gibi, onlar da çok seviyorlarmış. Sıraya geçip elini
öpmüşler.
Önce Recep
öpmüş Pamuk Nine’nin elini.
Sonra Şaban…
En son da
Ramazan öpmüş, Pamuk Nine’nin pamuk gibi ellerini.
Hem Recep, hem
Şaban, hem de Ramazan Pamuk Nine’nin önce yüzüne, sonra başörtüsüne bakıp elini
öperlerken onun pamuğa benzediğini yakından görüp, ona niye Pamuk Nine
dendiğini bir kere daha anlamışlar.
Pamuk Nine, bir kere daha:
— Kuzucuklarım
ninelerine gelmişiler! Maşallah benim kuzucuklarıma, maşallah. Allah esirgesin
yavrularımı. Nineniz kurban olsun size. Diye dualar ederem sevmiş onları.
Sonra da
bahçedeki üzerine minderler olan tahta sedire sırayla oturmuş Recep, Şaban ve
Ramazan.
Pamuk nine ise
iskemlesine oturup, gülümseyerek onlara bakıyormuş.
Bir süre sonra
Pamuk Nine iskemlesinden kalkarak mutfağa gitmiş ve koca bir tabak kiraz ile
geri dönmüş. Kirazı Recep, Şaban ve Ramazan’ın önündeki küçük masanın üzerine
bırakarak:
— Hadi bakalım
kiraz yesin benim kuzucuklarım. Demiş.
Recep, Şaban
ve Ramazan, Pamuk Nine’nin ikram ettiği kirazları yerken; Pamuk Nine de az önce
olduğu gibi gene onlara bakıp gülüyormuş.
Bu defa
gerçekten üçünün de dikkatini çekmiş Pamuk Nine’nin kendilerine bakıp gülümsemesi.
Ramazan
dayanamayıp sormuş:
— Nine neden
hep bize bakıp gülüyorsun? Bir kusurumuz mu oldu? Demiş.
Pamuk Nine:
— Hay siz çok
yaşayın emi benim kuzucuklarım. Hakkınız var. Size bakıp, sürekli gülümsediğimi
siz de fark ettiniz elbet. Diye cevap vermiş.
Sonra
konuşmasına devam etmiş. Fakat Pamuk Nine hâlâ gülümsüyormuş onlara bakarak:
— Kuzucuklarım!
Sedire otururken öyle bir sırayla oturdunuz ki; Recep baş tarafa oturdu. Ondan
sonra Şaban; sonra da Ramazan oturdu. Üç aylar yan yana karşıma gelmiş de
durmuş gibi oldu. Demiş.
Recep Şaban ve
Ramazan bu duruma çok şaşırmışlar. Nerdeyse kahkahayla güleceklermiş. Ama
büyüklerin yanında kahkahayla gülmenin ayıp olacağını hatırlayıp tutmuşlar
kendilerini.
— Nineciğim!
Demiş Recep. Sonra devam etmiş konuşmasına. Biz de tam bu soruyu sormaya
gelmiştik sana demiş.
Bu defa
şaşırma sırası Pamuk Nine’ye gelmiş.
— Hangi
soruyu? Demiş şaşkın bir halde.
Recep demiş
ki:
— Nineciğim
Ramazan’ın dedesi, Gazi Dede; bizi her görüşünde: “Gelin bakalım üç aylar”
diyor. Biz de Gazi Dede’nin bize neden üç aylar dediğini merak ettik ve sana
sormaya gelmiştik ki sen de bize üç aylar diyorsun.
Pamuk Nine
neşe ile gülmüş. Pamuk Nine’nin neşesi, Recep, Şaban ve Ramazan’a da geçmiş ve
onlar da neşelenmişler.
Pamuk nine,
önce Recep, Şaban ve Ramazan’ın yüzüne tebessümle bakmış teker teker. Daha
sonra bir süre dalıp gitmiş gibi sustuktan sonra, en tatlı tebessümü yüzüne
yayılarak şöyle demiş:
— Gazi Dedeniz
ne güzel söylemiş. Sizin adınız; “Recep, Şaban ve Ramazan” üç aylar ediyor.
Sizin ne güzel adlarınız var bilseniz. Üç tane ay var ki; bu aylar: Recep,
Şaban ve Ramazan; yani sizlerin adı. Üçü de mübarek aylardır. Bu aylara üç
aylar deniyor. Allahü teâlâ, kulları için, bazı aylara, günlere ve gecelere
kıymet vermiş. Bu zamanlarda yapılacak olan duaları, tövbeleri kabul edeceğini
ayetlerden de bildirmiş. Kullarının daha çok ibadet yapması, dua ve tövbe
etmeleri için böyle geceleri ayları ise sebep kılmış. Bu gecelerde ve aylarda
tövbe edenin günahları af olur. Üç aylar olarak bilinen mübarek ayların ilki
olan Recep ayı, hicrî ayların yedincisi ve mübarek üç ayların birincisidir.
Recep ayının her gecesi kıymetlidir. Recep ayı Âdem aleyhisselâmdan beri
kıymetli idi. Her ümmet, bu aya saygı gösterirdi. Bu ayda savaş yapmak bile
günah idi. Recep ayından sonra, Üç ayların ikincisi Şaban ayıdır. Bu mübarek
ayın içinde Beraat Kandili vardır. Beraat Kandili gecesini Müslümanlar ibadetle
geçirirler ve o zamana kadar işledikleri günahları af olur. Üç ayların üçüncü
ve son ayı ise Ramazan ayıdır. Yani oruç tuttuğunuz aydır Ramazan ayı. Ramazan
ayında Müslümanlar oruç tutar. Teravih kılarlar, yardımlaşırlar, zengin olan
fakir olana yardım eder. Ramazan ayının son on gününde ise Kadir Gecesi vardır.
Cenab-ı Allah bu geceyi bin aydan daha hayırlı kılmış. Ne demektir bu? Kadir
Gecesini ibadetle geçiren Müslüman, bin ay ibadet etmiş gibi olacak demektir.
Ramazan ayında otuz gün oruç tutarız. İbadet edip, Fitre ve zekât veririz.
Kimsesizlere ve fakirlere yardım ederiz. Otuz günün sonunda da, sağlıcakla
Ramazan orucunu tutabildiğimiz için sevinir bayram yaparız. Demiş.
Sonra da Recep
Şaban ve Ramazan’ın yüzlerine teker teker gülücüklerle bakıp:
— Anladınız mı
benim kuzucuklarım demiş.
Recep, Şaban
ve Ramazan Gazi Dede’nin kendilerine neden “üç aylar” diye hitap ettiğini
anlamışlar; üstelik de birçok güzel bilgiler öğrenmişler üç aylar ile ilgili.
Ama merak ettikleri bir şey kalmış. O da; Gazi Dede’nin esas adının Ramazan
olduğu halde herkesin ona neden “Gazi Dede” diye hitap ettiğiymiş.
Hemen ikinci
sorularını sormuşlar Pamuk Nine’ye.
Bu defa soruyu
Recep sormuş:
— Pamuk
Nineciğim! Gazi Dede’nin esas adı Ramazan olduğu halde, herkes ona neden “Gazi
Dede” diye hitap ediyor? Demiş.
Pamuk Nine
yine tebessüm edip, bu defa daha uzun süre dalıp gitmiş.
Bizim üç
arkadaş, şaşırmışlar Pamuk Nine’nin dalıp gitmesine; ama ses çıkarmadan
beklemişler saygı ile.
Nihayet Pamuk
Nine konuşmuş:
— Güzel
yavrularım benim! He ya Gazi Dedenizin esas adı Ramazan; bu ismi ona doğduğunda
annesi ve babası vermiş. Ama gazi ismini kendisi almış; kazanmış yani.
Gazi Dede’nin
torunu Ramazan merakla sormuş:
— Nineciğim
nasıl kazanmış gazi ismini?
Pamuk Nine
yine dalgın dalgın uzaklara bakmış. Bu defa yüzünde tebessümle birlikte hüzün
de varmış. Tebessüm ediyormuş ama gülümsemeyle birlikte acı da varmış sanki
yüzünde. Bu durumu çocuklar hemencecik fark etmişler.
Pamuk Nine
onlara dönüp demiş ki:
— Güzel
yavrularım Allah o günleri bir daha göstermesin. Herkes gibi Ramazan Dedeniz de
savaşa gitmiş. O zamanlarda Gazi Dedenizin yaşındaki bütün gençleri askere
çağırmışlar. Çünkü bütün düşmanlar memleketimizi almak için her yerden
saldırmışlardı. Askerlerimizin bir kısmı Yemen’de bir kısmı Çanakkale’de ve
daha nice yerlerde memleketimizi korumak için savaştılar. İşte Gazi Dedeniz de
Çanakkale’de savaştı. Birçok arkadaşı şehit oldu. Biliyorsunuz değil mi şehit
olmak nedir? Söyleyeyim: Din için, Vatan ve namus için savaşan Müslümanlar
savaşta ölürlerse şehit olurlar. Cenab-ı Allah şehitler için “Onlar diridirler”
buyurmuş ve onları direkt olarak cennetle müjdelemiş; hem de cennete girerken
ayrı bir kapıdan gireceklermiş. Vatan için yapılan savaşta şehit olmayıp da
memleketine dönenler ise gazidir. Yani Gazi Dedeniz gibi. Onlar düşmanlarımızı
yurdumuza sokmadılar ki, bu gün sizler rahat rahat okuyasınız, öğrenesiniz ve
mutlu mesut yaşayasınız diye demiş.
Recep, Şaban
ve Ramazan, Pamuk Nine’nin evinden ayrılıp kendi evlerine giderlerken çok
mutlularmış. “İyi ki Pamuk Nine’ye bilmediklerimizi sormaya gelmişiz. Ne güzel
bilgiler öğrendik” demişler. Artık Gazi Dede “gelin bakalım üç aylar” dediğinde
onun ne demek istediğini bileceklermiş. Sonra, “Şehit, Gazi” ne demek? Onu da
öğrenmişler. Ayrıca da Pamuk Nine’ye neden Pamuk Nine denildiğini kendileri
düşünüp, aralarında tartışarak bulmuşlar. Bir de, “Yavru Kapı” ve onun
üzerindeki bir küçük, bir de küçük kapı tokmağının ne işe yaradığını
öğrenmişler ve çok mutlu olmuşlar.
BEBEK GÜLÜCÜKLERİ
Bir daha ağlamadan yorulmalı sana
Sonra bir sevda türküsü
tutturmalı
Şam düşerken toplanacak ya
melekler
Gıdıklayacaklar cümlesini
bebeklerin
Gülücüğe kesecek sema ve
yer.
Bir Ayasofya bir Kudüs
Durmadan uçacak
güvercinler
Çizmenin içinde bir telaş
Vıngır vıngır kaynayan
kurtlar
Birden açığa çıkacaklar.
Ve kokuyor, boğuluyor mu
ne Avrupa?
Çizmeden akan irine
bulanmış
Roma, Paris, Berlin ve
Londra
Daha olmadı olacak olan,
olmadı daha
Kahkaha içinde kalınca
böğürür ya insan
İşte batı bu; duyulan en
son kahkaha
Yoklasan yüreğini resim
sana da açık
Anlayacaksın bu resmi
kendini biliyorsan
Kalk şimdi! Masaya tekmeyi
vur ve çık!
EL İZLERİ İLE HAVARYA
“Havarya”
Şiir Kitabı,
“EL
İZLERİ” ise deneme…
Cafer
KEKLİKÇİ’nin bu kitaplarına ikiz kardeş dememin sebebi; ikisinin de yayın
tarihi Nisan 2015 olması. “ÜLKE Edebiyat” yayınlamış. “EL İZLERİ” 136 sayfa ve
45 yazıdan oluşuyor. “HAVARYA” ise 107 sayfa ve 32 “Cafer Keklikçi şiiri” var kitapta.
HAVARYA’da
32 “Cafer KEKLİKÇİ şiiri var” derken,
bir şeyi vurgulamak istedim. Cafer KEKLİKÇİ’nin remz duruşunun şiirleridir
yazdığı şiirlerin cümlesi. Farklı ve kendine has denilebilecek bir şiir
poetikası var. Dolayısıyla da çok dikkati çekiyor şiir yapısı. Özellikle
imgelerinin kendine has anlamları var. Kullandığı imge, genel olarak neyi
çağrıştırıyorsa çağrıştırsın, asıl önemli olan o imgeye Cafer KEKLİKÇİ’nin
yüklediği manadır. Kullandığı ıstılahlar tamamen bizden ve yerli; ama zaman
zaman yeni söyleyişler, yeni şiir kurgusu ve imgelerindeki anlamların bütününün
bize söylediği, yer yer şiirimizde ilk defa rastlanan, hatta aykırı
denilebilecek ufuklarda kanat çırptığını, delişmen taylar gibi ufuklara doğru
uçarcasına koştuğunu görürüz Cafer KEKLİKÇİ’nin.
Genç
yaşında, gibi yapmadan, kimsenin
taklidi olmadan kendi şiirini oluşturan bir şair Cafer KEKLİKÇİ. Mart 2004‘te
TANINMA KORKUSU-Şiir (Şule Yayınları), Ocak 2007’de YASAK BÖLGE-Şiir (Lamure
Yayınları), ve TAHAMMÜL ŞERİDİ-Şiir ise 2010 yılında Timaş yayınları arasında
çıkmıştı. Şiirlerindeki söyleyiş çoğu zaman serttir, aykırıdır, dikinedir;
belki zor okunabilir; zor anlaşılabilir ama hiç batmaz, rahatsız etmez.
Anlaşıldığı zaman ise, tıpkı çıtırık cevizlerin uğraşa uğraşa çıkarttığınız içi
gibi nefis tatlar ve rayihalar bırakır damağınızda.
Cafer
KEKLİKÇİ’yi çok yakından tanıyan birisi olarak şunu söyleyebilirim ki; Keklikçi
inadına kendi farklı poetikasını ve şiir tarzını oluşturmuş bir şairdir. Bir
sürü taklitçi, yalaka, kapçık şairlerin at sürdüğü bir sahada elbette dikine
yürümeliydi. Elbette kendi ıstılahlarını oluşturup, imgelerine kendi manalarını
yüklemeliydi… Mecbur olduğu bu hal, tepeden tırnağa derviş bir şairin vitrinini
aykırı şiirlerin şairi görünümüne bürüdü. Ben Cafer Keklikçi’nin hal-i pür
melali doğrultusunda açtığı bu yolu, aykırılığını, hatta öfkesini bile gönülden
destekliyorum. Cafer Keklikçi beyazlara yaltaklanıp, onların gölgesine tenezzül
etmedi. Zaten bu samimiyeti de kendi yolunun ve kendi şiir tarzının oluşmasına
vesile oldu.
Cafer
KEKLİKÇİ’nin “HAVARYA”sında nefis şiirler okuyacaksınız. Bir HAVARYA
edinmelisiniz bence…
Gelelim
EL İZLERİ kitabına: Bir şair nesir yazarsa, yoğun bir şekilde şiir mısraları
ile karşılaşacağınız ve şiir tadını alacağınız bir yazıyı okursunuz. Cafer
KEKLİKÇİ’nin “EL İZLERİ” kitabı tam olarak böyle… Bir solukta okudum kitabı.
Sonra bazı yazılara yeniden dönüp tekrar tekrar okudum. Denemelerden birini
burada paylaşmaya karar verdim ama “GÜNAYDIN TÜRKİYE” yazısında bir bölüm var
ki canımı aldı doğrusu. Kıskanmadım ama çok imrendim Keklikçi’nin bu zept-ı
rapt’ına. Bahse konu bölüm: “Günaydın
cemaatin en yaşlı küçükleri; höbelekler, büyüklerin ayağını gıdıklayanlar,
caminin avlusunda ezan okuyanlar” diye başlıyor ve “ebcet
ezberleyenler, elifba CD’si soranlar, on yaşında Yasin okuyanlar” diye
devam ediyor. Sonra da yapacağını yapıyor Cafer KEKLİKÇİ. Bir çocuk duasını yakalıyor. Çocukluğumuzda
ettiğimiz yalın duaları; belki biraz köylü çocuklarının ettikleri duaları.
Sonra şöyle bitiriyor: “Allah’ım bana bir
kamyon ve diye dua edenler.” Canım çıktı, tam manası ile canım çıktı.
Burayı “Allah’ım bana bir kamyon ver”
ifadesini okuduğum an. Sanırım kalbim bir miktar durdu; fakat ne kadar süre
durdu bunu bilmiyorum. “Allahım bana bir
kamyon ver” Ne kadar tatlı, ne kadar büyük bir dua çocuk için;
istenebileceklerin en zirvesi. Yanındaki çocuk cemaatten biri duysa belki şöyle
itiraz ederdi: “Oğlum hemen o kadar büyük şeyler istenir mi?” İstenir. Kamga
(çam kabuğu) yontarak araba yapan çocuklar, kocaman kamyonu Rabbinden ister.
EL
İZLERİN’nde su gibi denemeler var, çetrefilli olanları da hatta Cafer
KEKLİKÇİ’nin aykırılığını, öfkesini, cezbesini aynen yansıtan kelimelerin
çoğunlukta olduğu cümlelerden müteşekkil denemeler de… Ama tamamı da okuyunca
“ne iyi ettim de okudum” diyeceğiniz denemeler, yazılar… Kitaba adını veren
yazıyı sunarken, Cafer KEKLİKÇİ’yi de gönülden kutluyorum.
EL İZLERİ
Geçmiş
çağlardan kalma; dağların yalçın yamaçlarında yer alan kayalardaki izleri
bilirsiniz. Hiç değilse çocukluğunuzdan kalma bir anıda gözlerinizin puslu
bakışlarında belirir; nefesinizin açıldığını hissedersiniz. Hayalinizde ne
büyük kayalar yükseliyordur şimdi. Hele bir de üzerine çıkıp mavi gökyüzünü
seyretmişseniz ya da bir nehrin geniş görüntüsünü ruhunuza işlemişseniz bu
'hayal' büyüdükçe büyür... Ama benim sözünü edeceğim bu değil! Sosyal yaşamdaki
el izimizin izini sürsek nereye çıkarız acaba?
Elimiz
nereye değse buruşuyor; sararmış dakikalar çıkıyor karşımıza. Yaşanmış bir
andan yaşanmamış anlara zikzaklı geçişimiz sadece yanılsamadan ibaret değildir
kanaatimce. Girintili çıkıntılı çizgide bir atmosfer dağılıyor her prizmaya.
Her oluş bir çentik bırakıyor akıp giden zamana. Kalıcı veya geçici... Önemli
olan çentik... İnsan için, kalıcı olması esas ve esaslıdır. Cirmi kadar. Her
tarafı yakan ateşten ziyade bir kalbe düşen çıngı... Kendiliğinden mükemmel...
Derin muzdarip...
İnsan
seslerinden oluşuyor hayatımız. Bir ıssız sokakta ıssız bir ses akıp gidiyor;
geniş bir zaman emiyor arsızca. Zaman emdiğini geri verse, ister miyiz? Bu
çılgınca bir soru. Şu duvar emdiği sesleri kussa acaba ne çıkar ortaya.
Taşların dili olsa da konuşsa der gibi oldu, ama öyle değil mi. Derin izler
bırakıyoruz arkamızda seslerden yapılma. Bir kütle. İçi sarmaş dolaş. Veya
salaş bir yüzey cızırdıyor. Parmaklarımızın arasındadır bazen öfke. Çıktı
çıkacak. Hayır bastıralım. Elimizi öfkemize koyup bastıralım. Elimizi abdeste
koyup bastıralım. Namaza duralım, isteklice. Hayatın namazına. İçimiz gümbür
gümbür. Yeter ki sesimiz olsun. Rengimiz gelecektir arkamızdan. Özgün bir renk;
çağla yeşili gibi. Ama nasıl?
Elimizin
izinde renklerimiz de saklı değil mi. Her sesin bir de rengi vardır. Renksiz
ses olmaz. Renklerin dili diyor maddeci bakış. Hayır, renklerin sesi demeliyiz.
Ya da seslerin rengi. Tekil olacak. Sesimin rengi nasıl güzel kardeşim,
örneğin. İçimizin ısısını veriyor mu? Isı ne şimdi?
Sosyal
yaşamdaki bütün davranışlarımızın ayrı ayrı ısısı var. Her konuda. Isı olmasa
tanımadığımız bir çocuğu nasıl sevebiliriz annesinin kucağındayken. Nasıl
gülümseyebiliriz sokağımızdan geçen nur yüzlü aksakallı bir ihtiyara. Nasıl yol
verebiliriz karşı karşıya geldiğimizde karşı cinsimize. Burada bir ısı var.
İnsanlık ısısı. Bitimsiz cevher; hürmet uyandıran her noktacıklarında. Saygı
demedim bakın, hürmet diyorum. Hürmet saygıdan daha sıcaktır. Hürmet ettiğimiz
insanı aynı zamanda severiz. Saygıda zorunluluk var. Sevme olmaz çoğunlukla.
Haliyle resmiyet söz konusu. Resmiyet ikiyüzlülüktür bir bakıma. Gerçeğini
değil kabuğunu sunuyorsun karşındakine. Kabuk, yani çöp sepeti sermayesi…
Sermayedarların ısı yoksunluğu bu 'sepet'ten kaynaklanır. Kabuğa yüz tutarlar.
Kabuğa yüzsuyu dökerler. Oysa kabuk kabuktur sonuçta. Alınır satılır bir şey.
Ticari hendese. Ama hürmet canlılıktır. Alınamaz ve satılamaz. Muhkem.
Her
tarafı kabuk bağlamış birinden korkarız. Isı yoksunluğu soğuk akımda
-cereyanda- kalmamıza neden olur. Nezle olmamız kaçınılmaz hale gelir;
hastalanabiliriz maazallah. Kış günlerinde bunları söylemek bile, hem söyleyeni
hem de dinleyeni üşütebilir. Ceketlerinizi iyi giyinin insan ısısızlığına
karşı. Ceket sözcüğü bana hep sıcak gelir nedense. Mevsimlerden ilkbahardır her
zaman. Şiir boyutu var galiba...
Elimizin
izinden büyük kayalar yapabiliriz; sesimizdeki renge boyut verip ısıyı
temellendirdiğimizde. İçimize bir koridor ayırdığımızda yaşamdan. Çitleri
kaldırmadan ama yeni çitler icat etmeden hayata. Hepimiz bir duruma bağlıyız
çünkü. Bir bağı olmadan yaşamanın 'ipi kopmuşluk' olur adı. Zeminsizlik.
Derinleşememe hadisesi. Oysa önce zeminimiz olmalı; derinleşme arkadan
gelecektir. Çitleri kaldırmadan derken, putları kırmama anlaşılmamalı bu. Ön
koşulu kaldırırken yeni bir ön koşul konmamalı önümüze. Yaptığımız putları yeme
komikliği... Yiyeceksek hiç yapmamalıyız. Çit bir korunakken, put bir
tapınaktır. Maddeye ulûhiyet yüklenemez. Bizim, yalın bir hissedişle mesut olma
göstergesi, bahse konu ettiğimiz. Sıcak bir el izi her şeyden önce. Tarihsel
gerçekliğin 'sahne'sinde yer almak istiyorsak. Ki istiyoruz değil mi. İstemek,
atılacak adımın ilk metresinin ilk santimidir. Cetvel ne peki, yani ölçüt; ses,
renk, ısı; bütün bunlardan meydana gelen kütle; el izimiz...
Sokağa
çıktığınızda el izinize dikkat etmelisiniz; belki de beni saran bu sıcaklık,
sizin hayata kattığınız seslerin renkleriyle oluşuyordur. Kim bilir;
elinin izini geleceğe bırakanlardan biri de sizsinizdir. Ya da, bizim, geleceğe
bıraktığımız el izlerimizin hayatıyla mukayyettesiniz. Bütün mesele yücelik
görgüsüdür.
***
VAKT-I SÜKÛT
Vakt-ı SÜKÛT Dergisinin 2. sayısı var elimde…
Dakikalardır derginin kapağına (yüzüne
demeliyim) bakıp durdum sayfalarına geçmeden önce. Allah’ım bu ne tatlı bir
heyecan! Bilirim dergi çıkarma heyecanını. Yazıların şiirlerin toplanması,
dosyalanması; yazılar şiirler bir araya geldikçe dergi çıkmış gibi hissetmenin
heyecanını bilirim. Sonra dergi yöneticileri arasında geçen şu naif cümle: “Abi
aklı başında bir reklam bulsak ya!” Bu, Aklı başında reklam: Derginin yüzünü kızartmayacak bir iş
kolu, derginin basım masraflarını, ikinci bir reklama ihtiyaç duymadan
karşılayacak reklamdır. Arka kapak ya da arka kapağın içinde ne de hoş durur
gelen reklam parası derginin her şeyine yettiyse. Bu hiçbir zaman olmaz.
Sonunda mecbur kalınır cep harçlıklarına… Ama gene de mutludur dergiyi
çıkaranlar. Dergi çıkmıştır. Okuyucuya ulaşmıştır. Şimdi yeni bir evlat sahibi
olmuş baba duygularıyla oturup çay içilebilir işte; tam zamanı.
Vakt-ı ŞÜKÛT Dergisini çıkaran dostlarımın;
”Tam da bizi anlatmış” dediklerini duyar gibiyim. Ama bu Anadolu’da çıkan
dergilerde aşağı yukarı böyle; bu tatlı sergüzeşt sürüp gidecek… Kim bilir
beklide tadı burada bu işin.
Vakt-ı ŞÜKÛT Dergisinin güzel kapağı Türk
Şiirinin Aksakalı Bahaeddin KARAKOÇ’un kartal edasındaki nurlu yüzü ile
karşılıyor okuyucularını. İkinci sayı oldukça zengin: Yazılar, denemeler,
Hikâyeler ve şiirler ile dopdolu bir dergi. Ayrıca Bahaeddin KARAKOÇ ile
yapılan nefis bir söyleşi…
Vakt-ı ŞÜKÛT Dergisinin bu sayısının
yazarları: Gazi BALCI, İlknur SÖKER, Mehmet YIKILMAZ, Muhammet İbrahim BALCI,
Berrin Müzeyyen ALPAY, Şeyhşamil EJDERHA, Saliha GÜNGÖR, Abdulkadir ŞAHİN,
Nedim YILMAZ, Ramazan AKYEL, Betül GÜNGÖR, İsmail SAĞIR, Zeynep KIRAÇ, Çetin
İDEM, Şahin ŞANAL,Naci YENGİN ve Gülsen Gülbin ALAKAY.
Arka kapakta Bahaeddin KARAKOÇ’un nefis bir
şiiri yayınlanmış. Tekrar tekrar okuyup da doyamayacağınız bir şiir:
DÖNÜŞÜM ZİNCİRİNDEN İNCE HALKALAR
Topu topu üç dönümlük buluttu
Serpilip büyüdü gökleri tuttu
Yağmura dönüştü toprak çıldırdı
Dağ-taş, kurt-kuş susuzluğu unuttu
(…)
Hiç kimseyi aldatmadım arlıyım
Yazdığım da çizdiğim de sücuttu
“Karakoç kendini yaktı” demişler
Yaktığım hamlıktı, kırdığım puttu
Bu sayının diğer şairleri: Adem TOKAÇ, Kadir
ERDOĞAN, Ahmet MENTEŞ, Ülkü GÜVEN, Abdurrahman BALTA, Muhammet İsa ÖZTÜRK,
Hasan KONÇ, Rana İslam DEĞİRMENCİ, Figen DALKIRAN ve Omor SULTANOV’ dan bir
çeviri şiir. Şiiri Dilimize İbrahim TÜRKHAN çevirmiş.
Vakt-ı ŞÜKÛT Dergisinin soylu yürüyüşünü
selamlıyorum. Nice yeni sayılara inşallah.
***
ESKİ KIŞ GECELERİ
Annem ağlar, ben bakardım "Muhammediye" okunurken
"Hazreti Ali Kan
Kalesi" okununca heyecanlanması gibi
Heyecanlanamak isterdim
babam ile birlikte
Her ikindi Okumuş Hoca
gelirdi bize
Akşama Sîret okurdu
Evimizde biriken kış
gecesi kalabalığına
Amca, hala çocukları
hepimiz diz dize
Sükût adeta ders verirdi
hepimize
Anlamasak da olanları
"Sîret"te
Heyecanlanıp yerinden
kalkan amcamla biz de kalkardık
Oturup yeniden Okumuş
Hoca'nın yüzüne bakardık.
Sabah oldu mu dağlara
koşardım
Değnekten kılıcımla akın
eder
Akşam okunan cenkleri
yeniden yaşardım
Şarkılar bilmezdim o
zamanlar, bilmeyecektim de
Ağıtlara konu olan
olayları yaşardık biz
Ceyhan’a akan bir çocuk
olunca görseydiniz
Ah bir görseydiniz bütün
kadınların ağlayışını
Yaşını göstermeyecek kadar
yaşlı dedeler
Yaşından daha çok
yaşlanmış nineler
Gelinler ve köydeki cümle
genç kızlar
Yıldızlar kadar çok ağıtlar yazdılar.***
TUTUNMUŞUM BİR MISRAYA
RUHUMU GEZİYORUM
Karanlıkta deniz sokaklar
yürüyorum
yüreğimde sen özlüyorum
her yerimi kaplıyor sevdan
an be an boğuluyorum
“sevdadan boğulmak ha?”
diye soruyorum sonra
utanıyorum
ağlıyorum…
Karanlık soğuk
üşüyorum
üşüdükçe seni düşlüyorum
bir şarkıya başlıyorum
olmuyor
bir türkü tutturuyorum
yürürken
şaşırıyorum
kendi türkümü
tutturmuş gidiyorum.
Biliyorum
bir daha dönmemeye
gidiyorum
gizliyorum
sanki bir sırı
ama sırrımı
bilmiyorum.
“Dönsem” diyorum ansızın
gitmeyi özlüyorum
bende olmayan
bir şeyleri seziyorum
bir mısraya tutunmuş
ruhumda geziyorum aylak
ağlayarak anlıyorum ki
ancak yüreğim kurtarır beni
hasretten kanadı
kanayacak
biliyorum
yüreğim kurtarır beni
yüreğim
ancak.
yüreğimde sen özlüyorum
her yerimi kaplıyor sevdan
an be an boğuluyorum
“sevdadan boğulmak ha?”
diye soruyorum sonra
utanıyorum
ağlıyorum…
Karanlık soğuk
üşüyorum
üşüdükçe seni düşlüyorum
bir şarkıya başlıyorum
olmuyor
bir türkü tutturuyorum
yürürken
şaşırıyorum
kendi türkümü
tutturmuş gidiyorum.
Biliyorum
bir daha dönmemeye
gidiyorum
gizliyorum
sanki bir sırı
ama sırrımı
bilmiyorum.
“Dönsem” diyorum ansızın
gitmeyi özlüyorum
bende olmayan
bir şeyleri seziyorum
bir mısraya tutunmuş
ruhumda geziyorum aylak
ağlayarak anlıyorum ki
ancak yüreğim kurtarır beni
hasretten kanadı
kanayacak
biliyorum
yüreğim kurtarır beni
yüreğim
ancak.
***
***
BİR FİKİR VE GÖNÜL ADAMI
MEMDUH ATALAY ŞİİRLERİ...
İki-üç
gün geçmeden de Memduh Atalay’ın Kahramanmaraş’a tayin olduğunu öğreniyor ve
seviniyoruz. Bir gönüldaş kazanmıştık; şiir, türkü, çile ve dâva yolunda bir
yoldaşımız daha olmuştu. Memduh Atalay zaman zaman bizlere, yani bizim nesle
yoldaşlık etmiş olsa da, çoğumuz ondan bu yola, muhabbete, türkü’ye sanata,
edebiyata; en önemlisi de gönle dair talimler aldık. O’nun eşya ve hadiseler karşısında duruşuna,
bakıp, kendimize çeki-düzen verdik; âdemiyetimizi hatırlayarak halimizi gözden geçirip, ondan adamlıklar
talim ettik. İnsanlar arasında alışkanlık ve samimiyet olarak kullanılan
“gardaş” ifadesinin, Memduh Atalay tarafından içi dolu olarak kullanıldığını;
birine “gardaş” denilince, garındaşın olmadığı halde nasıl gerçek gardaşın
olabileceğini belledik Memduh Hoca’dan. Hiç darası olmayan samimiyetin tadını
aldık onun samimiyetinden ve gardaşlığından.
Memduh
Atalay’ın uzun bir aradan sonra, arkası arkasına yayınlanan iki şiir kitabının
müjdesini vermek için bu yazıya başlamıştım. Ancak Üstadın benim hayatımdaki
anlatılamaz değerinden, onunla ilk tanışma maceramdan başlamak istedim. Memduh
Atalay, nezaket gösterip iki kitabını da imzalayarak göndermiş fakire. Ben de
adıma imzalanan kitaplar ile ilgili yazma geleneğimi sürdürerek kitabın
sayfalarına daldım heyecanla ve muhabbetle.
“DÜNYA
HALİ” ve “HÂLCE” Memduh Atalay’ın bir arada çıkan şiir kitapları…
Kitaplar
“Fikir Teknesi Yayınları” arasında çıkmış. Memduh Atalay’ın aynı anda iki şiir
kitabı birden yayınlama hızı Aslında Fikir Teknesi Yayınları’nın hızından
geliyor. Birkaç cümleyle de olsa Fikir Teknesi Yayınevi’nden bahsetmeliyiz.
Yani Av. Haki Demir’den… Yani Fikir Teknesi Yayınları’nın yayın devriminden…
Yüze yakın kitabın yayınını bir-kaç aya sığdıran kahramanlardan bahsetmemek
olmazdı elbette. Onlarca fikir kitabı: Av. Haki Demir’in elliden fazla, Ahmet
Doğan İlbey’in yedi, Nuri Yıldız, Ömer Karayılan gibi birçok kıymetli yazarın
kitapları yayınlandı Fikir Teknesi Yayınları’ndan.
DÜNYA
HALİ/Memduh ATALAY (Şiirler) :
Kitap;
Fikir Teknesi Yayınları’nın 73. Fikir Teknesi Külliyat 70 ve Memduh Atalay
Kitapları serisinin ise 1. kitabı olarak yayınlanmış. Kitap 96 sayfa, güzel bir
kapak ve kitapta ilk olarak Ali YURTGEZEN Hocam’ın kaleme aldığı (bazı dostlarımızı
kıskandıracak olan) “ELDE VAR ŞİİR” yazısı dikkati çekiyor. Ali Yurtgezen
Hocamın ifadelerinden nasıl bir şairin ne tür şiirlerini okuyacağınızı
anlayıverince daha bir heyecanlanıyorsunuz. Kitapta yer alan 54 şiiri bir
solukta okuyuveriyorsunuz. Kitabın sayfalarında daha ilerleyemeden ARASAT şiiri
ile karşılıyor sizi Memduh Atalay. Sohbetlerinde olduğu gibi gene
sallayıveriyor sizi. Dur! Sirkelen dünyadan! Öbür dünya! Arasat! Cennet!
Cehennem! Kendinize geliveriyorsunuz mısraları hazmettikçe. Hayatının her
noktasında olduğu gibi, mücadele, mücadele, hep mücadele… Dava, Müslümanlık her
noktasında, her zerresinde; güzelim boyası ile sizi de boyayıverir adeta…
Ve hep bulunduğunda
kaybedilen sır
Açmazlara girdi yürek kervanı
Kim yüreğini geç tutarsa dağların
Hiçliği künyesine yazan yabancı
Kışları başlayan soylu göçlerce
Siyahî bir nurdan ağaran gece
Yersizlikten yer kazanan biz
Çırpındık bir ömür kıyametlerce
Ayrılık gökleri doğuran perde
Bir ağaca kazıdığım ebedilik avuntusu
Dünyaya kefen bulunmaz diye
Ruhumu dağlayan ipeğin uğultusu
Yere ve yöne sığmayan boşluk
İnkarı deviren kırık belli karınca
Aşkı çarpanlara ayıran felsefe
Bir çaresizlik çığlığı donuk
Arasatta giyiniriz sükut ve sonu
Çırpınır sonsuza ayarlı cevher
Serin zamanların zevk şölenleri
Mısır mumyaları ki benimle beraber
Yalın yürek mecnunlarla yarenlik gibi
Huzuru emdiğimiz sevgi memesi
İnsanı temizler aşk yunağında
Arasatta beliren önder gölgesi.
Açmazlara girdi yürek kervanı
Kim yüreğini geç tutarsa dağların
Hiçliği künyesine yazan yabancı
Kışları başlayan soylu göçlerce
Siyahî bir nurdan ağaran gece
Yersizlikten yer kazanan biz
Çırpındık bir ömür kıyametlerce
Ayrılık gökleri doğuran perde
Bir ağaca kazıdığım ebedilik avuntusu
Dünyaya kefen bulunmaz diye
Ruhumu dağlayan ipeğin uğultusu
Yere ve yöne sığmayan boşluk
İnkarı deviren kırık belli karınca
Aşkı çarpanlara ayıran felsefe
Bir çaresizlik çığlığı donuk
Arasatta giyiniriz sükut ve sonu
Çırpınır sonsuza ayarlı cevher
Serin zamanların zevk şölenleri
Mısır mumyaları ki benimle beraber
Yalın yürek mecnunlarla yarenlik gibi
Huzuru emdiğimiz sevgi memesi
İnsanı temizler aşk yunağında
Arasatta beliren önder gölgesi.
Sonra
İç Hazırlı, Kıyamet, Musalla Kardeşler Şiiri Ölüm Provası, Hafız Şiiri, Babamın
Bavulu tekrar tekrar okuduğum şiirler oldu. Her şiiri okuyuşta geriye yaslanıp;
“Ne kadar bizden, ne kadar yerli ve ne kadar insanımıza dair” demeden kendimi
alamadım.
HÂLCE
/ Memduh ATALAY (Şiirler) :
Hâlce
de Fikir Teknesi Yayınlarından çıktı ve Fikir Teknesi Yayınları’nın 74. Fikir
Teknesi Külliyat 71 ve Memduh Atalay Kitapları serisinin ise 2. kitabı olarak
yayınlanmış. Hâlce 100 sayfa ve yine “DÜNYA HALİ” kitabının aynısı ve başka
renk tonunda güzel bir kapak…
HÂLCE
Kitabında da 54 şiir yayınlanmış. Dünya Hali kitabında yayınlanan şiirler ile
aynı dozda birer Memduh Atalay Şiiri…
Âdem
şiiriyle başlayan HÂLCE’nin beni en çok sallayan şiirini sunuyorum.
KEŞKE ŞİİRİ
Bendim aynalarda kuruyan ırmak
Gözleri namluya çeviren öfke
Ayrılıkta son söz, hazda ilk
Bitmemiş mektuplarım kitaplar arasında
Ruhuma hazlardan bir kemik
Değişmez kelimem: keşke
Hangi ırmağın sesiyim, hangi şiirin
Tih Çölünde dön dur bitmez yolculuk
Saçlarım bir tarih, ölüm tarih
Keşkesiz hayatın sırrı meleklerin
Ben dünya mülkünden geliyorum efendim
yüzler demir kütle, beton korkuluk
Sarışın korku şehir, ayartı panayırı
Eşyadan eşyaya değişen nöbet
Sokak et istifi kurnaz ve kaypak
Yeryüzü savaş alanı, kelimeler ürkek diye
Ki sıfatlar, roller ruhuma kement
Ey aşk kelimeler bıçak gece nöbetlerinde
Gidiyorum yolculuğun vaktidir
Kurşunlar beni buldu, bin bir vuruldum
Kadının saçlarına küsen güneşe
Bir masal bulur belki çocukluğum
Sükutum yağmalandı çokluk içinde
Bana ölmek, bana ikindi serinliği
Aşkın adı kaldı,aşığın resmi kaldı
Beni gören kalabalıklar hüzün görüyor
Çiğnenmiş çiçeklerde dünyayı tanımaktan
Gençlik rüyalarım hep yarım kaldı
Şehrin iskeleti tanık bekliyor
Toprağı öpüyorum gizli bilmediğim
Kelimeler doldur boşalt gece nöbetlerinde
Dağ kaçkını Ferhat'ım kelimelere sığınıp
Kararttığım aynaların arkasında ağlamaklı
Bu kaçıncı düşüş, kaçıncı inlediğim
Memduh
Atalay şiirlerini okurken, kendi yüreğindeki kıvrımlardan geçen patikaları,
eski ayak izlerine basarak yeniden yürüyormuşsun gibi hissediyorsun. Her
şiirde bu ben diyorsunuz. Bir sonraki şiiri okuyunca bu da ben; bu kitap
tamamen ben ve Memduh Atalay benim diyorsun şiirlerin sonunda.
***
NİHAYET YAHUT SON NOKTA; YANİ HİÇ’TEN BİR ÖNCESİ
Tespih;
zikrin, sabrın tadıdır, adıdır. Tesbihattır belki de afranın devşirildiği son
nokta… Tespih bir yoldaş, tespih sevgilidir kimi zaman. Kimi zaman sabır
gerektiren bir şeye birlikte sabır yoldaşlığı, sabır talimi yapılan, hiçbir
dert vermeyen dost… Tespih ile ilgili elbette çok söz var söylenecek. “Peki,
‘nihayet’ ifadesi ile tespihin ne alakası var?” diyenleri duyar gibiyim. Belki
haklı olabilirler; ama izahını yapacağım elbette. Nihai değil, nihayet. Çünkü
nihai müzekker, Nihayet müennestir. (Dil
tekniği olarak bakıldığında bu böyle midir bilmiyorum. O dilcilerin işi.) Nihai bey, Nihayet hanım gibi. Dolayısıyla bu
tespih modelinin ”Nihayet” olarak adlandırılmasını ustalar daha uygun görülmüştür.
“Nihayet”,
bir tespih tarzının, modelinin adı; daha doğrusu delice bir tespih
çalışmasından sonra elde edilen zarif bir tespih türü… Tornada bir tespihi
çalışırken son nokta; yani “HİÇ”in bir öncesi. (Aman dikkat buradaki “HİÇ” sadece zayî manasınadır.) Genellikle beyzi ve arpa kesim tespih yaparken
kullanılması daha uygun olan delice bir tarz...
Daha
tornanın başında normal bir tespihi zar zor yapmayı becerebilmişken geçenlerde
ben de kuka bir “nihayet” çalıştım. Günlerdir sağ cebimde gezdirdim. Ara sıra
elimi cebime sokup kuş tüyü hafifliğini ve zarafetini hissetmeye çalıştım.
“Çekmesem de bu tespih cebimde yedek olarak bulunsun; ola ki bir gün ya
tespihimin ipi kopar (Gerçi ben o
dikkatsizliği asla yapmam.
Çünkü tespihimle sürekli hemhalım ve ipi zedelense fark ederim. Sevgili
gibidir tespih. Hemhal olmak ister, ilgi ister. Habbe aralarında hafif bir genişleme
olup olmadığını anlamak zorundasındır. Hafif bir değişiklik
varsa, incinmiştir; incinmişse zedelenme vardır. İncinmişse
kırılır, kırılırsa dağılır; dağılırsa toplayamazsın ve tespihini kaybedersin.
Her tespih sahibi bunu bilmek zorundadır.) ve ya evden kazara tespih
almadan çıkarsam sigorta olsun diye cebimde günlerdir taşıdım. Sonra “bu güzel
tespihi hediye etsem kime hediye etmeliyim?” diye düşünceler geçmeye başladı
kafamdan… O anlarda “Hayır, hayır. Bu tespih cebimde sürekli bulunan sigorta
tespihi olsun” diye karar verdim. Sonra da “eğer birine hediye edecek olsam
ancak Ali Hocam’a hediye ederdim herhalde” diye düşünmeden de edemedim. Derken
bir gün İsmail Göktür, kalabalık bir sosyal ortamdan bir mesaj yazdı “Abi güzelim mercan tespihimi kaybettim!”
“İşte dedim, İşte! Bu tespih, bu zarif
adama da hediye edilebilir.” Bu narin, “Nihayet Kuka” tespihi İsmail Göktürk’e
hediye ettim. İsmail Göktürk’e “Bunun adı nihayettir” diyince İsmail: “Anladım
abi; artık bunu da kaybedersen tespih yapmam demek istiyorsun” dedi ve ona izah
etmeye çalıştım. Anlayıp anlamadığından emin olamayınca; ya da anlatmak için
çok cümle kurunca bu yazıyı yazmak fikri doğdu. Bu arada İsmail Göktürk’ün her
tespih kaybedişinde, (sık sık
kaybedişinde) ne kadar çok tespih
verdiğimi de burada söylemiş oldum. Yok, dostlara tespih hediye etmekten
şikâyetçi değilim. Bilakis en çok zevki dostlara tespih hediye etmekten aldığımı
söyleyebilirim. Bir de; otuz üç “Süphanallah” otuz üç “Elhamdülillah” otuz üç
“Allahuekber” çekerek hediye ederlerse, değmeyin keyfime…
Yeniden
konumuza dönelim: Nihayet “HİÇ” ten çalışılır.
Nedir
hiç? Hiç; kuka çekirdeğinden çeşitli ebatlara kesilerek tespih yapıldıktan
sonra kalanıdır. Yani hiç olmuş, işe yaramaz ebattaki parçalardır. Bu, hiçbir milimetre
tespih kalibresine uymadığı için atılmak üzere olan parçalar alınarak, standardın
dışında, beyzi ve arpa kesim tespih yapılır.
Nihayet,
son nokta, Hiç’ten bir öncesi nedir peki?
Nihayet,
son nokta, Hiç’ten bir öncesi çalışma: Tornada kuka parçası çalışılırken,
ortasındaki, tespihin ipe dizileceği delik ile dış çevresinin inceltilerek son noktaya,
nihayetine gelinmesidir. İşte bu noktadır Hiç’ten bir önceki nokta. Bir hamle
daha yaparsın nihayeti bulmak için, ya ortadaki deliğe çok yaklaşmışsındır,
habbe “çıt” diye kırılır “HİÇ” olur; ya da habbe iyice nihai noktaya gelmiştir
ve yapacağın son hamle ile zayıflar ve iki ucundan tornaya tutturulduğu için, o
minicik baskıya bile dayanamayarak kırılarak “HİÇ” olur. Bu çalışma o kadar
zevklidir ki; çalıştığın habbeye bir tur zımpara yaparsın ve “belki bir tur
daha zımpara atmalıyım daha son noktaya vardır” diye düşünürsün ki habbe “çıt”
diye kırılıverir. Bir tur inceltirsin habbeyi; “belki bir tur daha inceltirsem
son noktaya gelirim” deyiverirsin. Bir tur daha inceltsen, habbe kırılmasa bu
defa yine aynı hisse kapılacaksın ve “acaba bir tur daha mı inceltsem” diye bir
duyguya kapılırsın. Hiçliğe o kadar çok varıp gelirsin ki: Otuz üç tane Nihayet
Habbesi yapmışsan, bir o kadar da hiç olan habbelerin olmuştur. Bununla da
yetinmeyip, yaptığın habbelere yan yan bakarsın: “Acaba biraz daha inceltebilir
miydim” diye.
Fakat
sonunda Nihayet habbelerini ipe dizmişsin ve “HİÇ” olmuş parçalardan zarif, zap
zarif, incecik ve narin bir tespihin ortaya çıkmasını seyreder ve doyamazsın.
Bu tam bir deliliktir ve akıllı bir tespihdar bunu çalışmaz. Akıllı tespihdar,
elindeki malzemeleri ölçer biçer; parçalara böler ve kaç tane hangi tür ve
hangi ölçüde tespih yapacağını planlar ve belli ölçülerde habbelerini yaparak
işini bitirir. Ben akıllı bir tespihdar olmadığımı peşinen kabul ediyorum. Ama
şunu da söylemeliyim. O zarafet timsali tespihi cebine koyduğun zaman, elini
her cebine atışta aldığın haz anlatılamaz. Hafif, narin; var ile yok arası bir
zarif şey hissedersin cebinde. Ona dokundukça, tespihi yaparkenki emeğin,
deliliğin, tahammülün, nihai nokta ile hiç’ten bir öncesinde durduğun zar
inceliğindeki yer ve zaman dilimi aklına gelir. O anı her habbeye dokunuşta
yeniden yaşarsın; yeniden kalbin çarpar ve yeniden heyecanlanırsın.
Kuş
tüyü kadar hafif, kuş tüyü kadar zarif “nihayet kuka” tespih cebinde… Aynı
zarafette bir dost ile karşılaşırsın ve sunarsın ona bu zarif tespihi. İki
zarif ne de yakışmıştır birbirine. Dostunun zarif gönlü ile yoldaştır artık
senin “nihayet kuka” dostun. O zarif tespihe sahip olma mutluluğunu yaşayan
dostundan daha mutlusundur artık. Çünkü o zarif kuka layık olan ellerde
yolculuğuna devam etmektedir.
***
GÜLLÜ
Ökkeş
Emmi at arabasıyla birlikte evin bahçesine girer girmez “hoovvv” diye attığı bir nara, hem arabaya bağlı atı
durdurur, hem de kızı Güllü yukarıdan bu sesi duyarak, bahçeye inmek üzere;
terliklerini yere sürüyerek şipir şipir eden bir sesle merdivene yürürdü.
“Hoovvv” diyen bu ses sadece, atları durdurup, Güllü’yü bahçeye inmek için
uyarmaz; bahçede bulunan kedileri korkutup kaçmalarına, tavukların oradan oraya
kaçışmalarına sebep olurdu. Yine bu naranın akabinde bizim evin At Arabacı Ökkeş
Emmi’nin bahçesine bakan balkonunda, ev ahalisinden kim oturuyorsa, bakışları
bahçeye yönelirdi.
Ökkeş
Emmi at arabasını durdurur durdurmaz eve çıkan merdivenlere yönelirken, Güllü,
ya at arabasının yanına inmiş olur, ya da babasıyla merdivende karşılaşıp “Hoş
geldin baba” dedikten sonra, duraklamadan at arabasının yanına yürürdü. Atı
koşumlarından çıkararak, yaz ise bahçeye dut ağacına, kış ise ahıra bağlardı.
Atı yerine bağlar bağlamaz da yemini verir, atın üzerinde temizlenecek bir şey
varsa onu temizler ve atın tımarını yapardı. Ökkeş Emmi sadece atı nallatmak
için nalbanda götürür, atın diğer bütün tımarını, koşumlarının bakımını,
tamirini Güllü yapardı.
Ufak
tefek, çelimsiz; annemin tabiriyle: “Mercimek çalısı gibi bir kız” olan Güllü,
ne zaman evlerinin bahçesine inse, kız kardeşlerimle birkaç cümle de olsa
sohbet etmeden eve çıkmazdı. Bu sohbetler genellikle, oya, dantelâ, nakış gibi
çeyiz konularında olurdu. Çoğu zamanda, yukarıdan annesinin “kız Güllü nerde
kaldın kıızzz? Hadi babanın yemeğini hazırla!” diyen çırtlak sesi bu sohbetleri
yarıda keserdi. Güllü’nün annesi; yine annemin tabiri ile abdal maması gibi
oturur; “Güllü kazanı ocağa koy, güllü kardeşinin bezlerini yıka. Güllü çardağa
bir süpürge çal! Güllü koş! Güllü at! Güllü tut” gibi emirler yağdırır dururdu.
Annem, Güllü’nün annesine çoğu zaman: “Kız anam abdal maması gibi oturup, şu
mercimek çalısı kadar kıza yumuş üstüne yumuş buyuruyorsun. Kalk bir işe de sen
koş da eri biraz eri” derdi. Güllü’nün annesi ise: “Aman abla benim bu kilom
oturmaktan değil, gizli şeker var bende, gizli şeker!” derdi.
Zaman
bu ya! Nasıl geçtiğini, ne ara geçtiğini bilemez insanoğlu. Duyduk ki, bizim
Güllü’yü o akşam istemeye geleceklermiş. “Vay, Güllü büyümüş ha!” dedik hep bir
ağızdan. Sonra gene duyduk ki: Güllü’nün nişanı varmış, bir başka hafta sonu. Ve
yine bir gün duyduk ki Akşama Güllü’nün düğünü varmış. Güllü’nün arkadaşları
olan kız kardeşlerimin tabiriyle: “Güllü gelin oluyormuş!”
Derken
düğün başladı. Perşembe günü kına oldu. Cuma günü Güllü gilin uzaktaki
akrabaları geldi. Yer bulunmadığı için düğüne gelen akrabalarının bir kısmına
bizim evin bir bölümü tahsis edildi. Babam yeni insanlarla tanıştı ve zevkle
misafirler ağırladı. Kardeşimle ben çaydı, yemekti, sofraydı derken koşuşturduk.
Kız kardeşlerim Güllü gilin evine gitti geldi, gitti geldi derken, Pazar günü
geldi ve güllü evden gelin çıkacak… Güllü’nün başının bağlanmasından,
gelinliğini giyene kadar sürekli yanında olan kız kardeşlerim, gene de güllü
evden çıkarken: “geline bakalım güzel olmuş mu?” diye balkona, çardak uçlarına
yığılan kadın ve kızlarla birlikte onlar da orada başlarının sığacağı bir yer
bularak geline bakmaya çalıştılar. Güllü merdivenlerden inip, damadın dayısının
çalıştığı fabrikanın muhasebecisinin gelin arabası olarak süslenmiş araya
binerek, diğer piyasadan tutulmuş taksiler ve tek tük kendi arabalarıyla gelen
misafirlerin korna sesleri arasından gelin olup gitti. Güllü gelin olup gitti
gitmesine de, bu defa annesi gerçekten abdal maması gibi oturup kala kaldı.
Kahramanmaraş’ta
gelenektir: Gelin olan kız, bir sonraki hafta kocası ile birlikte babası evine
yemeğe gelir. Baba evine ilk gelişinin de bir kuralı vardır. Gelin olan kızın
annesi bir hafta dolunca, yakın akrabalarını alarak kızını görmeye gider. Bu
yakın akrabalar genellikle: Hala, teyze, yenge; bazen da akraba olmadığı halde
annenin bir arkadaşı, yakın bir komşu, gelin kızın çok yakın arkadaşının annesi
de bu topluluğun içinde olur. Gelinin yeni evinde yenilir içilir; ev gezilir,
eşyalar incelenir. Aynı günün akşamı da gelin olan kız, damat ile birlikte
babası evine gelir ve dede, baba, amca, dayı gibi büyükler ziyaret ederek
ellerini öper.
İşte
o akşam. Yani Güllü’nün baba evine el öpmeye geldiği o akşam kardeşlerim
heyecan içindeydiler. Ailecek evimizin balkonunda otururken durmadan Güllü
gilin bahçesine bakıp duruyorlardı. Nihayet dayanamamış ve Güllü’nün annesine
seslenerek Güllü’yü görmek istediklerini çağırıvermişlerdi. Annem: “Kızım ne
acele ediyorsunuz, görürsünüz elbet Güllü’yü; kızcağız hele kendi akrabalarını
ziyaret etsin önce; akrabalarına ziyareti bitince elbette bize de gelir sabırlı
olun” diye kardeşlerimi uyarırken, Güllü’nün evlerinin merdivenlerine doğru
indiğini gören küçük kardeşim:
“Güllü
abla geliyor! Güllü gelin abla geliyor!” diye bağırdı.
Güllü’nün
annesi önde Güllü arkada evlerini merdivenlerini inerek, nerdeyse bahçelerinin
içine yapılmış bir havuz gibi duran bizim evin balkonuna doğru yürüdüler. Kız
kardeşlerim balkondan aşağı ellerini sarkıtmışlar muhabbetle Güllü’yü
beklerken, merak edip ben bile heyecanla Güllü ile annesinin geldiği tarafa
doğru bakıyordum.
Güllü’nün
babasının arabaya koştuğu atı, bizim balkona doğru geldikleri güzergâhın
üzerindeki kocaman dut ağacının köküne bağlanmıştı. Atın yanına yaklaştıklarında,
Güllü’nün az bir duraklamasından, kızcağızın her gün yemini verip, tımarını
yaptığı atlarını görünce hüzünlendiğini, duygulandığını düşünmüştüm. Sevgi ve
muhabbetle Güllü’nün yeni, tafta bordo elbisesi, ilk defa giydiği o
ayakkabısına, kocaman bir madalyon gibi sarkan boynundaki zincir ucuna takılmış
kolyesine bakarak Güllü’nün gelişini izliyorduk.
Güllü'den kahredici bir söz:
Güllü'den kahredici bir söz:
“Ay anne! Atınız ısırır mı?”
Güllü’ye dikkat kesilmiş herkeste bomba
etkisi yaptı bu söz. Annesi bir an olduğu yerde şaşkınlıkla durakladı. Ellerini
balkondan aşağı sarkıtarak Güllü’ye seslenen kardeşlerim gayrı ihtiyari; kimi
ellerini çekti, kimisi öylece kalakaldı. Ben ise balkondaki tek kendi halinde
olan babama dönüp, olanlardan ilgimi çekerek dudaklarımda asılı kalan bir
tebessümle kendi içime oyuklandım.
MURAT GİLİN ORA...
Birkaç kuş cumartesi günleri baraj kıyısının tam olarak göründüğü devasa bir çam ağacının dalına sıralanıp, gün boyu oradan ayrılmıyor. Aynı kuşlar, haftanın diğer günleri de aynı yere gelip, kıyıya bakıp bakıp, orman içinde kayboluyorlardı.
Muzaffer Hocam’ın bir balıkçı ekibi, bir de yazar-çizer ve fikircileri var... Nerdeyse her cumartesi Klavuzlu Barajı kıyısına balığa gidilir... Diğer balıkçıların ve piknikçilerin pek uğramadığı; yukarıda bahsi geçen kuşların kondukları daldan tam olarak görünen, sapa bir kıyıyı mekân tutmuş hocamın balıkçıları. Hocamın reisliğinde: Yunus BARMAN (Balık tutamasa da…) Dr Mehmet CERAN, Tayfun GÖKTÜRK, Mehmet YAŞAR, Enver ÇAPAR, Hacı Ahmet ERALP, birkaç senede bir de olsa Hasan KEKLİKÇİ, ara sıra Gaziantep’ten motosikleti ile gelerek balıkçılara katılan Seyfettin ALBAYRAM, Güccük Doktor İsmail, Murat YÜCEL, Murat YÜCEL’in oğlu Muzaffer Hocam’ın ahbabı Ömer, Tayfun’un Oğlu hocamın dostu ve ortağı Abdülrezzak ve… Ve bir daha ve… Hacı ARIKMERT. Neden mi ve… Ve… diye yazdım Hacı’nın adını? Balıkçı ekibi için de, yazar ve fikirciler için de kıymetli Hacı ARIKMERT… Hacı, balıkta, menemenden kuru fasulyeye kadar yemekler yapıyor ve baraj kıyısında lahmacun yapmayı planlıyor. Plandan öte; proje son aşamalarında bildiğim kadarıyla.
Balıkçı baraj kıyısına Muzaffer Hocam’ın reisliğinde sıralanıyor… Onlar kıyıda, hocamı seyreden kuşlar kıyıyı tam gören devasa çam ağacının dalında sıralana dursun. Sık çamların bulunduğu kıyıya paralel bir tepecik var… Burada: Hacı Arıkmert yemek hazırlığına girişirken hemen yakınına serilmiş bir hasırın üzerine sıralanmış bir ekip daha var: Ali Hocam, Ahmet Doğan İLBEY, Ben abdi aciz, (sık sık bulunmasam da Hasan KEKLİKÇİ’den çok bulunuyorum) İsmail GÖKTÜRK, bazan, Memduh ATALAY Hoca, Mehmet YILMAZ Savaş KIYAK hocam, İlker Hocam (gelmiştir herhalde) ve Hacı’ya yemek hususunda yamaklık eden gençler… Bu gençlerin Hacı Ahmet Eralp gibi müdavimleri olsa da zaman zaman değişkenlik gösterdiği de oluyor: Ferhat AĞCA, (Bazı zamanlar böcek toplamakla meşgul olsa da) ALİ; Susan adam, tam bir hizmet ehli, dost ve ehl-i semaver, Çağrı GÖKTÜRK, Şeyhşamil EJDERHA, Memduh GÖKTÜRK, Süleyman KILIÇBAY, Mehmet Can, Yasin gibi gençler… Bu gençlerin değişkenlik seyri, daha nice gençlerin gelip geçeceğinin habercisi…
Mehmet NARLI, Mustafa GÜNALAN, Cüneyt CESUR, Ufuk TÜRK gibi gurbette olan dostlar da memlekete geldiklerinde bu kıyıda yerlerini alırlar. Belki Dündar KÖK, Durdu GÜNEŞ bile Maraş’a geldiklerinde, cumartesi gününe denk gelmişse bu kıyıda olurlardı herhalde.
Hacı’dan ve yemeklerinden bahsettik ya! Hacı gerçekten yemek konusunda çok maharetli: Menemen yapacağı gün yumurta unutmuş.
Bütün nevale hazır yumurta yok.
Yumurtasız menemen olur mu? Olmaz elbette.
Balıkçıların; balık tutamazlar, yemek yapamazlar, ancak konuşurlar, memleketi kurtarırlar diye güldükleri yazar-çizer ve fikircileredir dert…
İsmail hoca yumurta bulmak için yola revan oluyor.
Şura senin bura benim derken bir köye varır.
Bir bakkal ya da evden yumurta alacaklar… Köyde kimsecikler yok. Bir çocukcağıza rastlarlar…
“Oğlum burada bakakal var mı? Nereden yumurta alabiliriz?” diye sevgiyle sorarlar minik kardeşe.
Çocuk dik dik bakar bizimkilere önce. Sonra biraz düşündükten sonra cevap verir.
“Murat gilin orda var” der. Yazımızın başlığını da atar çocuk böylece.
İsmail hoca şaşkın… Yoldaşı ile bakışırlar tebessümle.
“Murat gilin ora…”
İyi de Murat gilin ora neresi? Hülasa-i kelam biraz daha sorarak "murat gilin ora"nın kısmen hangi tarafta olduğunu öğrenirler ve gidip bakkalı bulurlar da menemen yapmak için lazım olan yumurtayı alırlar.
O günden sonra her balığa gidişte unutulan bir şey olduğu zaman: “Murat gilin oradan alırız” deyişi balıkçı termonojisine yerleşir.
Hacı iyi bir aşçı; iyi bir aşçı olduğu kadar da kendisinden emin bir aşçı. Allah aşkına bir aşçı şöyle bir cümle kurar mı?
“Size bu hafta “kısır” yapacağım. Daha önce hiç yapmadım ama benim kadar kimse kısır yapamaz.”
Bu kadar da kendine güven fazla doğrusu.
Nerdeyse ömrünü kemalizmin foyasını meydana sermek için araştırmalara ve bu konudaki yazılara hasretmiş Ahmet Bey’e bile, Kemalist bir tatlı yaparak yedirmiştir bizim Hacı. Yemek konusunda hiç ideolojik davranmaz. Yemek konusunda hiç ideolojik davranmaz da; yemekten sonra çaylar da içilince şehre dönmek için yola revan olan yazar ve fikircilere laf atmaktan da geri kalmayarak, tarafını da ilan etmiş olur böylece.
Ah Hacı ah! Yıllardır okulda özene bezene, onca fedakarlıklarla yaptığı bulgur pilavını beğendiremedi Yunus. Her pilavdan sonra “Pilav da iyi olmamış” dediler; Yunus’un pilavı olmasa aç kalacakları halde. Yunus’un, salatanın içindeki domatesleri, hepsi eşit bir şekilde küp küp doğraması bile bir işe yaramadı. Bu da yetmezmiş gibi, en iri balığı tutsa bile Yunus balık tutamaz diye arkasından konuşulması da cabası. Ancak bir rivayet var ki; Ali Hocam’ın Adana Kitap Fuarı’na gittiği gün Yunus çok balık tutmuş.
Biz yeniden kıyıya dönelim. Sık çam ormanının bulunduğu tepeden, Kuşların kıyıyı izledikleri devasa çam ağacının tam karşısından kıyıyı izleyelim:
Hocam hazretleri oltasını atıyor… Yavaş ve balıkları incitmemeye çalışarak suyun bir noktasına düşürüyor oltasını. Balıkların çoğu kıyıda etrafına doluşmuş. Adeta karşısına sıraya dizilmişler; yem bekleyen civcivler gibi kıpırdaşıyorlar. Mehmet Yaşar Hocam’ın bulunduğu yere doluşmuş balıklara yan yan bakıyor. İçinden planlar kuruyor: “Şuradan, hocama çaktırmadan, oltamı şıpbadanak atsam da Hocam’ın karşısındaki balıklardan bir kaçını çeksem mi acep?” diye düşünürken edebi galip geliyor ve “hocamın bulunduğu yere doluşan balıkları tutmak olmaz! Sonra onların balık olduğu ne malûm!” diyerek fikrinden vazgeçiyor ve hemen yanındaki Hacı Ahmet’in yanına varıp yere çömeliyor. Tabakasını çıkararak: “Gel sigara sar Hacı” diyor. Bu arada iki kuş Hocam’ın üzerinden, epey enginden uçarak karşıdaki çam ağacına konuyor.
Hocam ağır ağır çekiyor oltasını. Kıyıya çektiği oltayı havaya kaldırıp, balıkların hamurdaki diş izlerine dikkatle bakıyor. İçinden: “Sizi keratalar sizi. O kadar da tembihliyorum size gönderdiğim hamuru dikkatli yiyin diye. Sonra kazara oltaya takılacaksınız da canınız acıyacak. Gerçi ben sizi çevremdeki dostlarıma çaktırmadan yeniden suyla buluştururum ama canınız acır kuzularım!” diyor. Herhalde böyle diyordur. Ben niye uydurayım; karşıdaki çam ağacının dalına sıralanmış kuşlar bile biliyorsa bu durumu... Sonra iri bir alabalık hemen önünde sıçrıyor Hocam’ın cemalini görmek için.
Doktor Mehmet: “Hocam kocaman bir balık sıçradı gördün mü? Şimdi alıyorum hocam o iri balığı” diyerek oltasını balığın sıçradığı yere attıktan sonra malzeme çantasının bulunduğu yere oturup bir sigara yakıyor.
Hocam bir karşı yamaca, bir suya bakıyor…
Hocam bir suya, bir gökyüzüne bakıyor.
Önce daldan bir kuş kalkıyor, sonra Ahmet Bey ansızın kıyıya bakıyor. Bir şeyler sezer gibi oluyor; fakat bir türlü anlayamıyor, oradakilerin fark edemediği o sırrı.
Gökyüzünde suyu, suda gökyüzünü görüyor Hocam. Aynı anda hem suya hem gökyüzüne gülücükleri yayılıyor. Ahmet Bey aniden doğruluyor yukarı tepecikte zar zor oturduğu hasırın üzerinden. Yeniden bir şeyler sezer gibi oluyor; etrafı dinler, gözler gibi bir hale bürünüyor. Gözü ve kalbi gökyüzüne bakarken dili söyleniyor: “Efendim hasırın üzeri hiç ortopedik değil. Diskimiz zarar görecek; ah şuraya bir sandalye getirmeyi akıl eden bir devrimci çıkmadı ki!” diyor.
Hacı devrim peşinde: Patatesleri, soğanları közün içinde nizami askeri birlikler gibi dizmiş pişiren, pişirirken de etrafındakileri de birlikte pişiren Ali Hocam’ın etrafında fır dönüyor. Hayır, tavaf ediyor adeta. Patatesler, soğanlar cızır cızır sesler çıkararak zikrediyor. Zikir halkası genişleyerek hasırın üzerinde oturanlara yayılıyor ve onlarda da yanma, kavrulma başlıyor.
Hacı devrim peşinde: Patatesleri, soğanları közün içinde nizami askeri birlikler gibi dizmiş pişiren, pişirirken de etrafındakileri de birlikte pişiren Ali Hocam’ın etrafında fır dönüyor. Hayır, tavaf ediyor adeta. Patatesler, soğanlar cızır cızır sesler çıkararak zikrediyor. Zikir halkası genişleyerek hasırın üzerinde oturanlara yayılıyor ve onlarda da yanma, kavrulma başlıyor.
Hacı cezbeye kapılıyor. Dönüşlerini hızlandırarak: “Pişiyorlar hocam! Pişiyorlar hocam! Şu taraftakiler yanıyorlar mı ne Hocam?”
Ali Hocam: “Yanmazlar! Çok ham olanların çok pişmeleri gerek” diyerek ateşin içinde bir noktayı gösteriyor. Ali Hocam’ın tam gösterdiği, ham olanların piştiği noktada kendini görüveriyorum. Közlerin içine içine, en korlu olan yerine gömülmek istiyorum. Ben de pişmek istiyorum Hocam'ın pişirdikleri ile... Ama hocam pişirmeden olmaz; hocam pişirmek isterse pişirir... "Gene de ben korun içine giriversem mi" diye planlar yapıyorum.
Mehmet Yaşar saçının jölesini bozmamaya özen göstererek alnının terini siliyor. Alnının terini silerken, içinde alın teri geçen şiirler, türküler dökülüveriyor gönlüne ve mırıldanıyor gökyüzüne bakıp; hayretler içinde o da bir gökyüzüne bir suya bakıyor.
Telaşını fark eden Hacı Ahmet soruyor “abi noldu?” söyler mi zalım gördüklerini. Der mi iki Hocamların cemallerini hem suda hem gökyüzünde gördüm diye... Demiyor dememesine de Hacı Ahmet de ondan az değil. Şüpheleniyor Hacı Ahmet. O da bakıyor bir suya bir gökyüzüne ve tebessüm ediyor.
Az öteden gürlüyor Tayfun’un sesi: “Aslanım akıllı olun! Siz balığınızı tutup, keyfinize bakın. Büyüklerin işine de karışmayın. Gördüklerinizi kendinize saklayın lan!” diye azarlıyor.
Bu arada Yunus heyecenla oltasını çekiyor… Kocaman bir alabalık… Muzaffer Hocam tebessüm ediyor Yunus’tan tarafa bakıp… Ben heyecanla Ali Hocam’a: “Hocam Yunus kocaman bir balık tuttu” diyorum. Ali Hocam közleri pişirdiklerinin üzerine çekerken sadece “inanmam” diyor, tebessüm ederek. Enver’in Yunus’un tuttuğu balığa muhalefet eden sesi duyuluyor öteden. “O kadar da büyük değil heri Yunus abi. Bir de hiç kıpırdamıyor, kıyıda buldun da sen mi taktın nettin oltana?” Yunus balık tutmanın keyfi ile duymazdan geliyor Enver’in şakasını. Enver olta atıyor ama gözü tepenin başında… Merak ediyor neler konuşulduğunu. Bir türlü karar verememiş nereye ait olduğuna. Aidiyeti hususunda şüpheleri var. “Balıkçılar içinde mi yer alsam, fikirciler içinde mi?” diye hep ikircikli…
İsmail Hoca huysuzlanan küçük bir çocuk gibi Ali Hocam’a mızmızlanıyor: “Hocam beni de pişir! Hocam beni de pişir! Beni de pişir Hocam” Hocam etrafında fır dönen İsmail’e bakmadan cevap veriyor: “Daha fazla pişersen yanarsın!” İsmail devam ediyor: “Ateşe at beni Hocam. Yak küllerimi savur istersen Hocam!” “Vayh” diyor Ahmet Bey öteden. Vayh! işte bu. Bu ismail GÖKTÜRK işte!
Ferhat elinde file açık alanlarda dolaşırken Memduh ona eşlik ediyor. Ferhat’ın üniversitedeki ödevi için yüz çeşit böcek yakalaması gerekli. Bütün açık alanı dolaştığı halde bir anda böceklerin arkasında gele gele bir noktaya geldiğini fark ediyor. Ormanda bulunan bütün kuş, böcek ne varsa bir noktaya hücum etmişler. Hayretle bakıyor bulunduğu yerden. Oraya ilk geldiklerinde, oradan geçen köylü amcanın atının içlerinden birini görünce, nasıl sevinçle şaha kalkıp, kıkırdar gibi sevinç hareketleri sergilediğini hatırlıyor bir an ve böcekler ile kuşların gittiği tarafı yeniden izlemek üzere oturuyor olduğu yere. “Acemi Ferhat. Hiç böcek yakalayamadın” diyenlere tebessümle karşılık vermeye hazırlanıyor Ferhat.
Doktor Mehmet iri bir balık çeker çekmez beliriyor Savaş Hocam doktorun arkasında. Doktor balığı oltadan çıkarınca Savaş Hocam: “Sen oltanı topla Doktor. Ben balığı yıkayayım, bak toza bulandı yere düşünce” diyor ve balığı alıp kıyıya çömeliyor. Birkaç dakika sonra da: “Aha! Balığı elimden kaçırdım Doktor” diyor. Doktor Savaş Hocam’ın balık azatçısı olduğunu biliyor. Savaş hocam doktora bakıp gülüyor. Hocamın bildiğini Doktor, Doktorun bildiğini hocam biliyor…
İsmail Hoca yanık sesi ile bir Yemen Türküsü tutturuyor. Muzaffer Hocam kıyıdan öte İsmail’in sesinin geldiği yere doğru nazar edip gülümsüyor. Hacı yemek ile meşgul olduğu yerden “Breh! Breh! Breeehhh!” diye nara atıyor. Ahmet Bey ormandan topladığı odunları kırmaya çalışan gençlere nasihat ediyor: “Efendiler odun diz ile kırılır!” derken Yemen Türküsü’nü duyuyor ve eli ayağı birden çözülüyor. Sanki böğründen bir hançer yemiş de tüm kanı oradan boşalmış gibi gelip İsmail Hoca’nın yanına serdiği minderin üzerine oturuyor.
Çağrı ile Şeyhşamil Hacı Ahmet ağabeylerinin talimatına uygun bir şekilde çalıları kırarak sabırla semavere atıyorlar. Semaver harlandıkça yürekleri de harlanıyor. Çay demlendikçe kendileri de demleniyor. Çaydan önce demlenerek semaverin yanında oturan Susan Adam Ali’ye bakıp, demlenince nasıl şekil alacaklarını tecrübe ediyorlar Ali ağabeylerinin yüzünden.
Ahmet Bey’in Süleyman bir tarafında, Güccük Doktor İsmail bir tarafında; ikisi iki yerden sağlam zarflar atıyorlar. Ahmet Bey zarfları alıyor; lakin dikkati İsmail Hoca’nın yanık sesinde.
“Yemen’e gitmiş Ahmet Abi yok burada” diyor Süleyman.
“Askerler terhis oldu; inşallah yemene gidip de dönmeyenlerin değil, dönenlerin içinde olur Ahmet Abi” diyor Gücük Doktor İsmail.
Ben hâlâ Ali Hocam’ın “bunlar ham, çok pişmeleri lazım” dediği noktaya gidip uzanma peşindeyim. Ben köze bakarken, Ali Hocam bana bakıp gülümsüyor. Sonra: “Oradaki sigaralardan sigara getir de yakalım birer tane” diyor. Koşarak götürüyorum sigarayı. Birer tane yakarak çekiyoruz ilk nefesleri.
Hocam: “Ateş!” diyor. “Ateş…” “Ateş yakar!” Sigaraya bakarak: “Ateş yakar: Kimisi yanıp duman olur, kimisi çelik… Hamur ateşte pişerek ekmek olur. Odun ateşte yansa n’olur? Kül olur. Sonra rüzgâr esince savrulur. Rüzgâr durunca, su da durulur. Pişen şey fazla yansa kavrulur. Kararında pişerse iyi olur”
Vücudumda bir sıcaklık, daha önce hiç hissetmediğim bir sıcaklık hissediyorum…
Hocam sigarasını bitirip, patateslerin, soğanların, patlıcanların piştiği noktaya maşa ile kor taşırken, ben onlardan çıkan dumanı izliyorum. Bir an ben yanarsam duman mı olurum acaba diye korkuyorum. Sonra kalkıp semaverden bir çay dolduruyorum Hocam’a getirmek üzere…
Kıyıda Doktor Mehmet oltasını uzak bir noktaya attıktan sonra kendi kendine gülümseyerek: “Herkes beni gerçekten balık tutmaya geldiğimi sanıyor” diye geçiriyor içinden. Bulunduğu yerden Tayfun Doktora doğru bakarak: “Üçkâğıtçı… Yavaş ol! Kendini açık edeceksin” diyor.
Tayfun’un söylediklerini belli belirsiz duyan Yunus: “Bu balıkların hepsi üçkâğıtçı; taktığım yemleri yiyorlar ama oltaya düşmüyorlar. Kesinlikle Hocam öğütlemiştir bunları; Yunus’un oltasına düşmeyin diye…”
Muzaffer Hocam oltasını attıktan sonra sesleniyor etrafına: “Gelin sigara yakın döller” diyor; elindeki sigara paketini yukarı tutarak. Doktor Mehmet, Mehmet Yaşar, Hacı Ahmet birer sigara yakıyorlar. Sonra Hocam sigara paketini Hacı Ahmet’e vererek: “Dağıt Hacı! Hadi koçum herkese dağıt!” diyor. Hacı sigara paketini alıp, o geniş alanda sigara tutmadığı kimse kalmayana kadar dolaşmak üzere ayrılıyor oradan. Hacı tepede oturan yazar-çizer ve fikircilerin yanına doğru tırmanır tırmanmaz oltasının zili çalıyor. Mehmet Yaşar zil sesine hasret kalmışlığın sevinci ile koşuyor Hacı’nın oltasının bulunduğu yere…
Hasırın üzerinde çay ve sigara eşliğinde memleket kurtaran bir grup, kıyıya iniyoruz. Önce Yunus’a “rastgele” dedikten sonra, hemen sağındaki Tayfun’a uğruyoruz. Tayfun’un yanında çeşitli meyveler… Birer şeftali ve birer de salatalık alıyoruz. Halbu ki tepede eşyaların olduğu yerde poşetler çeşitli meyvelerle dolu. Olsun! Tayfun’u kızdırma ihtimalinin tadı meyveden tatlı. Balık tutmaktan vaz geçip, oltasını orada bırakarak Hasan Keklikçi de bize katılıyor. Hacı Ahmet ile Mehmet Yaşar’ı selamlayarak hemen ötelerinde yeni bir olta bağlamaya uğraşan Muzaffer Hocam’ın etrafında hilal oluşturuyoruz. Hocam tam hilalin iki ucu hizasında parıldıyor tebessümü ile. “Ne o lan yazarlar! Balıkları kaçırmaya mı geldiniz? Ahmet Bey niye gelmedi” diyor.
“Yokuşu inip çıkmak, Ahmet Bey’in diskine zarar veriyormuş hocam” diye cevaplıyorum hocamın sorusunu.
“Eee Türkiye’nin durumu ne âlemde? Daha kurtaramadınız mı şu memleketi?” diyor. Hocam.
Hasan Keklikçi söze karışıyor: “Türkiye’nin diski rahatsızmış Hocam!” Hep birlikte gülüşüyoruz. Bu arada Doktor Mehmet’in oltasının zili çalıyor ve “Hocam Türkiye’nin kurtuluşunun zili bu” diyerek oltaya doğru koşuyor.
Süleyman KILIÇBAY Ahmet Bey’e sorular soruyor...
Ahmet Bey: “Uzun bahis efendim, sonra konuşuruz” diyor...
Ali Hocam tabakasını dizinin üzerine koymuş sigara sararken gülümsüyor.
Süleyman tekrar, daha yan bir soru soruyor.
Ahmet Bey: “Önemli bir başlık; ama geniş zaman lazım efendim bu mevzuuyu konuşmamız için” diyor.
Süleyman gene soruyor; ama gene alacağı cevap belli.
Belli ki Ahmet Bey hocamlar eşliğinde ruhunu dinlendirmekte kararlı. Oysa en geniş zamanın içerisindeyiz. Akşama kadar o tepede oturacağız ve hiçbir işimiz yok. Süleyman da akşama kadar sorular soracak ve zarflar atacak; lakin Ahmet Bey kararlı akşama kadar çok hoşlandığı zarflara cevap vermeyecek. O cevap vermedikçe de Süleyman Ahmet Bey’i sıkıştırdığını sanacak ve keyiflenecek.
Öğle namazını kılmak üzere üzerine durduğumuz seccadeyi her selam verişimizde düzeltmek zorunda kalıyoruz. Zira biz kıbleye durup namaza başlıyoruz; selam verdiğimizde seccade kayarak başka yöne dönüyor bayırda… O gün Ali Hocam küçücük bir kazma ile yeri kazarak güzel bir namazgâh yapıyor da sonraki zamanlarda orada namazlarımızı kılıyoruz.
Ahmet Bey’in bu kayan zeminde bir namaz kılma hikâyesi var ki burada anlatabilemem. Bu hikâyeyi; Ahmet Bey’in namaz anında seccadenin kaymasına olan tepkisini, usta bir tiyatrocu gibi ancak Hacı Ahmet oynayarak anlatabiliyor.
Öğle namazından sonra Hacı Alarm veriyor. Çağrısına gelmeyecek bir genç yiğit asla olamaz. Aslında bu tam bir emir. Tam oltasına balık vurmaya başladığı anda Hacı Ahmet ve Mehmet Yaşar bile geliyorlar Hacı’nın çağrıyı yaptığı tepeye. Herkes Hacı’nın emrine amade; yemek hazır olmak üzere ve salata, sofra hazırlığı derken işleri taksim ediyor Hacı. İki küçük delikanlıya da : “Çayı ihmal etmeyin ede! Millet yemeği yer yemez çaya düşer haberiniz olsun. İki demliğe de dem tutun” diyerek çay ile ilgili talimatı da ihmal etmeyerek sofra hazırlığına koyuluyor. Hacıya zarf atıyorum: “Hacı sen gerçekten Müdürmüşsün. Ben senin okuma yazma bildiğinden bile şüpheliydim; ama çocuklara talimat verişinden anladım ki sen gerçek müdürsün.” Hacı gülerek cevap veriyor: “Ben müdürü olduğum personele böyle talimatlar vermem ki; onlar görevli, işlerini bilmek ve yapmak zorundalar. Bunlar başka; sofi bunlar. Bunların yaptığı görev değil hizmet” diyerek, gençlere bakıyor ve: “Hadi aslanlarım hadi! Elinizi çabuk tutun biraz.”
Ahmet Bey: “Hacı benim elim çabuk ben yapayım yapılacak ne varsa” diyor.
Hacı: “Abi sağ olasın, sen otur keyfine bak” diyor.
Muzaffer Hocam’ın kıyıda oltalarını bırakarak yemeğin yenileceği tepeye teşrif etmesi hepimizi sevindiriyor. En çok da Ali Hocam sevindiğini belli ediyor, Hocam’a çeşitli zarflar atarak. Bu arada karşıdaki devasa çam ağacından birkaç tane kuş havalanarak orman içinde avlanmaya çıkıyorlar.
Ali Hocam: “Hocam bak Ahmet Bey ne kadar sevindi geldiğinize diyor.”
Ahmet Bey: “Hocam güneşin altında uzak aralıklarla akşama kadar duruyorsunuz kıyıda. Şuraya gelse zat-ı âliniz; otursak, sohbet, etsek de gönlümüz inşirah bulsa!...”
Muzaffer Hocam: “Ahmet bey biz fikircilerin işinden anlamayız. Siz ne güzel kurtarıyorsunuz işte memleketi” diye cevap veriyor.
Bir kuş, oldukça enginden, kıyı boyunca uçup, kıyıyı kontrol ederek geri gidiyor. Kıyı geçici olarak boşalınca kuşlarda fırsattan istifade beslenmek için ormanın içinde kayboluyorlar.
Bu arada Hacı Arıkmert Ne konuşulduğuna bakmaksızın: “Hadin bakalım hadin lafınıza sonra devam edersiniz yemek başına. Soğumadan yiyin yemeğinizi babam, hadin bakalım!” diye, kimsenin geri duramayacağı ve herkesi kapsayan talimatını veriyor.
Ali Hocam sofraya otururken Hacı’ya: “Şurada bir lahmacun yapamadın Hacı!” diyor.
Hacı: “Onu da yapacağım hocam!” diyor, kendinden emin bir şekilde.
Ben lafa karışarak: “Menemeni yumurtasız yapan, menemen’e yumurta konulacağını bilmeyen bir aşçı lahmacunu nasıl yapsın hocam” diyorum.
Hacı: “Ede -Murat gilin ora-dan aldık taman yumurtayı… Menemen yumurtasız olur mu? Kim dedi yumurtasız menemen yaptığımızı?”
İsmail Hoca: “Hacı lan! -Murat gilin ora-da lahmacun yok mu ola?”
Hacı: “Yookk! Olmaz, lahmacunu burada yapacağım inşallah” diye kesip atıyor net bir şekilde.
Yemek yenilip, çaylar içildikten sonra yazar ve fikirciler birer birer şeh-i Maraş’a doğru yola revan olacaklar. Hocam’ın balıkçıları bir daha kıyıya sıralanacaklar; ta ki yatsı ezanı okununcaya kadar… Bekli de yazar ve fikircilerin ayrıldıkları tepeye gelip, oradan kıyıyı seyredecek kuşlar. Belki de civar köylü emminin atı, evin altındaki direkten bağını kopararak, kuşların baktığı yerden kıyıya bakacak. Belki de Hacı Ahmet Hocam’ın üşüyen ellerini ısıtması için ateş yakacak. Sonra Hocam, o ateşten daha büyük ateşi balıkçılarının gönlünde yakacak. Oturacak, kalkacak ve yapamayacak; diyecek ki: “Hadi yazar ve fikirciler, gene kıyamadım size” diyerek onların da gönlüne ateşler yakacak.
Kuşlar mutlu mesut ateşe kesecekler durdukları yerde. Bir at kızıl ufuk çizgisinden bir yalım halinde belli belirsiz geçecek: Cüneyt Cesur Yozgat’tan, Mehmet Narlı ve Mustafa Günalan Balıkesir’den, Dündar KÖK Denizli’den, ve serhat boylarından Ufuk TÜRK; “ufuk çizgisinde, kızıllıklar içinde, ateş yallımı halinde bir at gördüm; ama üzerindeki süvarinin kim olduğunu söylemem” diyecekler. O, ateşten atların üzerindeki süvarilerin kim olduğunu bilenler, kendilerinden başka bilenlerin de olduğunu hiçbir zaman bilmeyecekler.
***
GARİP EMMİ
Ben yaşlandım;
mecnunumuzu dersen benden farksız; geçenlerde eskeri hastaneden,
zekâ yaşı dokuz, akıl yaşa on dört dediler; askere de almadılar zati.
Aklım almadı; yirmi
yaşındaki delannının nasıl olur da bilmem şu yaşı bilmem bu yaşı olur yeğenim.
Mecnunumuz bize Allahı’n bir lütfu, olsun dutmadığı-dutamadığı bir iş yok; idare
edip gidiyoruz elhamdülillah.
Evde üç erkeğe bir
sahiplik eden gerekiyordu hasılı. Elif bibin bize sahiplik edemez olmuş
idi. Eh! Galan gelin sahibimiz olur
inşallah.
Oğlan nedeceğini
şaşırmış, kendini bir kaba goyamaz olmuştu gayrı.
“Maraş’ta mı işe girsem! Köyün işini mi çekip
çevirsem!” diye şaşım şaşım şaşıyor idi. Eh onun da ayağını bağlamış olduk deel
mi yeğen böylece?
Açlıktan ölmek ya
şunun şurasında, yeter ki Allah can sağlığı versin.
Eee aklımdan geçeni
biliyon herhal!? Yarın bir de torun aldık mı gucağımıza, Elif bibin ile bizim
değme keyfimize.
Ohudamadık yeğen,
çocuğu ohudamadık.
Köyde akıllılık eden
çıktı birkaç tane. Tarlayı takımı satıp, bir kısmı öylecene bırakıp, şehre
gitti ve ohuttu cocuklarını.
Zor gerçi; tarlan
tapanın var iken gedip şehirde amelelik etmek, ama şimdi gününü görüyorlar
hani. Bir çocuk ohutdularsa da, diğer çocukları da iş sabı oldular.
Biz edemedik...
Bırahıp da gedemedik şehre.
Bırakılmıyo yeğen,
baba ocağı bırakılmıyo.
Tam doymasak da, aç
galmışlığımız yok çok şükür.
Aha gelini de
getirdik. Borcumuz yok elhamdülillah.
Bu muhtar akıllı
çıktı. Her düğünde, kuytu bir yere bir masa kurdurtuyor. Koyuyor başına iki
aza; bir defter, kolonya, şeker, cıgara… Köylü sıraya girip beşer onar düğün
yardım sandığına para yazılıyor.
Peh ne ala! Herkesin
geçmişine ırahmet olsun. Düğün için satıp savıp, biraz döküldü isek de,
toplanan para borcumuza yetti, arttı bile.
Bu her düğünde böyle
yeğen; zengini fakiri yok, masa hepisinde kuruluyor ve herkes golundan ne
goparsa yazılıyor deftere. Sabah kendisinin de düğünü olacak deel mi yeğen. Bu
gün bana yarın sana demiş eskiler.
Şükür herkes geldi
düğüne yeğen. Aşımız ekmeğimiz de eksik olmadı hamdolsun. Yenildi içildi,
dualar edildi. Allah herkese nasip etsin.
Artık bibin ile
bize, ömrün mühletini beklemek düşüyor.
Bizde seksenini
geçen olmadı yeğenim.
Babam yetmiş
dokuzunda, emmim yetmiş beşinde, edem ırahmetlik yetmiş altısında göçtü. Aha
geldim yetmişine, ha göçtüm ha göçecem. Allah imanla göçmeyi nasip etsin
inşallah.
Gayrı gözüm arhada
kalmaz yeğen. Şu oğlanın ayağını köye bağladık ya, baba ocağımız tüter, tarla
tapan işler.
Zaten bize de burada
galmak şart olmuştu yeğen. Mecnunumuz nereye sığar burdan başka. Hoş biz
getseydik bile, o dolanıp geri buraya gelirdi. Yapamazdı o şehirde, zayi olurdu
Allah muhafaza.
***
Evden ayrılırken,
arkamdan koşarak geldi Garip Emmi’nin oğlu.
“Abi kurbanın olayım şehirden bana bir iş ayarla.
Fabrika, hamallık, aklına ne gelirse her işi yaparım abi!”
“Vay Garip Emmi’nin köye
ayağını bağladığını sandığı oğlu” demiştim içimden.
Kafamdan kaynar
sular dökülmüştü adeta.
Bir hafta sonra
Garip Emmi’nin öldüğünü duydum. “Oğlunun şehirde iş planından haberi var mıydı
acaba?” dedim kendi kendime.
***
“AŞKIN ELİF HÂLİ”
“Aşkın Elif Hâli” İnci OKUMUŞ Hanım’ın
şiir kitabının adı. Kitap, Kumrum Yayınları arasında çıkmış. Muhteşem bir
kapak, muhteşem bir ebat ve muhteşem bir kâğıt seçimi ile tam bir şiir kitabı…
İnci OKUMUŞ’un “Aşkın Elif Hâli” şiir kitabı 117 sayfadan oluşuyor. Tercih
edilen kâğıt, 117 sayfaya rağmen kitabı nefis bir ebat’a getirmiş. Hülasa-i
kelâm hacimli bir şiir kitabını disipline edilmiş sayfalarından, güzel bir sayfa
düzeni ile okuyacaksınız İnci OKUMUŞ’un şiirlerini.
Kitapta 45 şiir yer alıyor. Ancak
Aşkın Elif Hâli’nin sayfalarını çevirince sizi “Tegannî” ve “Sunuş” mısraları karşılıyor.
“kalemimi ilhamınla donat ki,
sözümü güzelliğinle söyleyeyim.
her talep,
şüphesiz ki katında değer bulur.
sevdan ki;
dilimde yarımsa, aşkımın liyakatsizliğindendir.
affola vesselam.”
Bu teganni daha şiirleri
okumadan, şiirlerin ve şairesinin aidiyeti hakkında bilgilendiriveriyor sizi ve
anlayıveriyorsunuz nasıl şiirler okuyacağınızı.
Ayrıca kitap üç bölüme ayrılmış.
Birinci Bölüm: AŞKIN ELİF HÂLİ. İkinci Bölüm: SANA AŞKIMIN YOKTUR İZAHİ. Üçüncü
Bölüm: ŞİİR DÖNDÜ LEYLA’YA. Bölüm başlıkları ile bölümlerde sınıflandırılan
şiirler uyumlu halde tanzim edilmiş.
Kitabın adı “Aşkın Elif Hâli” ya!
Daha ilk sayfalarda yoğun bir aşk ve sevda şiirleri halesine kapılmış
buluyorsunuz kendinizi. Bizim ıstılahlarımızla, bizim medeniyetimize ve inanç
dünyamıza uygun kelimeler özenle seçilerek söylenmiş mısralar… Bu mısraların
sahibi Kim? Kimdir İnci Okumuş? Soylu Dolunay yürüyüşünün sadık taliplerinden
bir şaire… Şiire, kelimelere, ıstılahlarımıza, inançlarımıza, medeniyetimize,
medeniyet kodlarımıza, sanatımıza ve estetiğimize asla ihanet etmeyecek bir
duruşun neferleri arasında yerini almış, hanım bir şair.
İşte bu çerçevede sevda şiirleri
okuyacaksınız “Aşkın Elif Hâli”nden.
iki ayrı nehir üstüne kurulu iki
namazgah gibi
can kafesimde çınlayıp duran bir ah gibi
hiç inmemecesine kalbin kıblesinden
hiç düşmeden firkatin bir hecesinden
öylece sevdim seni
Nasıl sevdin’e böyle cevap
verilir herhalde. Sonraki mısralar içinse nara-i sevda demeliyiz belki de…
ey gönlün galibi, sevdanın kaybedeni
ey ebede hükümlü sevgili, hüzünlerin
yedivereni
ey uykusuz ateş, cenneti fısıldayan aşk
nehri
ey özlemlerin sesleyeni,ırakların
bekleyeni
çölde nefes nefese koşan hacer gibi
asırlar boyu gönlü sırılsıklam, yüreği
terli
öylece sevdim seni
Aşkın Elif Hâli şiiri ile
buluşturuveriyor kitabın elli dördüncü sayfası sizi. Okuduğunuz onlarca sevda
şiirinden sonra çok önemli bir durağa geldiğinizin farkına varıyorsunuz. Kitaba
adını veren şiirdesiniz artık. Yeniden bir toparlanıştan sonra okumaya başlıyorsunuz
Aşkın Elif Hâli şiirini.
elif gibi uza yüreğime
acıyla yansam da
seni üzmeyeceğim
çölde her şey sudur, burada ateş
gözyaşının sere serpe indiği derin ırmaklara
elif diyeceğim.
zindanındayım yusuf’un
yüreğmden sızı sızı
sökülen ipliğin
adı: elif olsun
…
elif gibi uza yüreğime
acıyla yansam da
seni üzmeyeceğim
mazimin adı Elif
istikbalimin adı Elif
dertlerimin tadı Elif
asıldığım dalın tadı Elif
aşka sürgün giden kalemin
adı: elif olsun.
“Aşkın Elif Hâli” kitabının sayfalarında ilerlerken bir başka
ve bambaşka bir durağa daha getiriyor sayfa çevirişleriniz sizi. Gül Efendim I,
ve Gül Efendim II şiirleri ile birden aşk merdivenlerini tırmanışınızda farklı
bir basamağa erişiveriyorsunuz. Bu iki şiiri buraya bilerek almadım. Ucundan da
olsa koklatmayacağım bu yazımın okuyucularına. Zira şiir kitabını satın
almalısınız. İnci OKUMUŞ’un Aşkın Elif
Hâli kitabından gerçekten bir tane alın ve kütüphanenizde, hatta elinizin
altında bulunsun.
Şaire İnci OKUMUŞ Hanım’ı
gönülden tebrik ediyor ve “kitabının okuyucusu bol olsun” duasıyla
selamlıyoruz.
***
EV BARK OLMAK
Gerçi rahmetli anacığım da iyi bir ev
kadınıydı; ama gelin olana kadar, gözüm hep oyunda olduğu için hiç iş
öğrenemedim. Evlendiğimde daha çocuk sayılırdım. İş öğretmek kimsenin aklına
bile gelmemişti doğrusu. Kaynanamı, yani neneni çok sevişimin asıl nedeni ise
bambaşka:
Sen doğduğunda ne yapacağımı
şaşırmıştım. Elimde ölüp kalacağını sanıyordum adeta. Küçücük ve çok tatlı bir
şeydin. Kucağımda nefes alıp veren o şeyi neye benzeteceğimi şaşırmıştım. Çok
seviyordum ama o zamana kadarki sevdiğim şeylerden hangisine benzer bir
sevgiydi bu bilemiyordum. Bambaşka duygular içindeydim. Geceleri uyanıp,
uyanıp, nefes alıyor musun diye bakmadan edemiyordum sana. Ne kundak yapmasını
biliyordum ne de seni nasıl yıkayacağımı ve nasıl doyuracağımı. Üstelik de büyüklerin
yanında seni kucağıma almaktan bile utanıyordum.
Nenen akıllı, güngörmüş kadındı. Seni
yıkıyor, paklıyor, kundağa sarıp bana veriyordu. Öyle çok seviniyor, öyle çok
seviniyordum ki; kaynanama sarılıp öpesim geliyordu. Ama nerdeee… O yıllarda
bir büyüğe sarılıp öpsen sana delirmiş derlerdi. Seni yıkarken de çoğu zaman bana
tutturuyordu ki elimde bebeği dengede tutmayı falan öğreneyim diye…
Öğrendim de sonraları. Kısa sürede
bebeğimi yıkamasını da kundak yapmasını da öğreniverdim. Nenen, bu ve buna
benzer becerilerime şahit olunca: “Çok iyi bir kadın olacak bu” derdi.
Ev
kalabalıktı. Amcanlar ve dedenlerle birlikte kocaman bir evde oturuyorduk. Evin
koridorunun karşı odalarında onlar, beri tarafta dedenlerle biz oturuyorduk.
Ben böyle kalabalık bir eve gelin geldim.
Hiç unutmam; deden yemek yerken bana ara
sıra bakıp dururdu ve ben fena şekilde utanırdım. Sonraları ise beni sürekli
yanına oturtmaya başladı. Meğerse kaynanam, amcanın hanımı ve halan ile
birlikte otururken onlardan utanıp yemek yiyemediğimi gözlemiş olacak ki; beni
yanına oturtarak: “ye kızım, hadi şundan da ye! Utanılmaz yemek başında, hadi
bakalım!” diyerek uzunca bir zaman beni yemeklerde yanında oturttu. Hâlbuki
haddim değildi sofrada kayınbabamın yanına oturup yemek ama o öyle istemişti.
Her öğünde, “bu yemekte yanına çağırmasa Allah’ım” diye dua ederdim ama gene
çağırırdı. Çünkü Kayınbabamın yanında daha da çok utanırdım.
Kayınbabamın
tek kızı vardı; halan. Bana küçük kızım derdi. Küçücük, çelimsiz bir şeydim
gelin olduğumda. Bakınca gelin demeye bin şahit gerekirdi. Onatlı on yedisine
gelince serpildim. İşte, serpilip de çocuk görünümünden çıktım biraz. Yoksa
bizim sülalede babayiğit bir kadın hiç olmadı. Hepimiz böyle minyonuz. Ama
babam, ağabeylerim onlar hep babayiğit adamlardı.
Bir
gün babanla kavga ettik.
Kavga dedimse; hani çocuklar oyun
oynarken kavga ederler ya öyle bir şey… Baban da çocuk sayılır; topu topu
benden iki üç yaş büyük bir çocuk işte. Biz evin en arka odasında yatıyoruz ve
eve girip çıkarken yakın olduğu için genelde evin arka kapısını kullanırdık. Ön
taraftan, evin asıl kapısından ise dedenlerle birlikte amcanlar işlerlerdi.
Zaten ana merdiven de deden ile ninenin kaldığı odanın önüne çıkar, oradan
koridora dönülürdü. Dedenle ninen, merdiven sahanlığının devamına yapılmış
genişçe bir çardakta yatarlardı yaz boyunca.
Hani
kavga edince çocuklar, ev sahibi çocuk, diğer çocuğa “evimizden git!” Der ya!
Tıpkı çocuklar gibi kavgamız uzayınca baban beni arka kapının önüne koyup,
kapıyı kapattı.
Kapının önünde bir müddet durup
düşündüm. Karanlıktan da o kadar korkarım ki! Gece karanlığında köyün karşı
tarafında bulunan babamın evine gidemem. Çünkü hem dereyi, hem de mezarlığı
geçmem lazım; asla geçemem oralardan. Kaldı ki gitmek de istemiyordum. Evimi
bırakıp da nereye gideyim? Üstelik gebeydim de.
Evin etrafında dolaştım ön merdivenden
çıkarak, çardakta uyuyan kaynanam ile kayınbabamın yanına vardım ve kaynanamı
hafifçe dürterek uyandırdım.
Rahmetlinin uykusu çok hafifti
hemencecik de uyandı. Oğlunun beni kapının önüne koyduğunu söyledim. O zamana
kadar üzülmemiştim bile. Sadece kavganın hırsı vardı. Ama bu durumu ikinci bir
kişiye söyleyince bir ağlamaklık geldi ve gözlerimden yaşlar boşandı. Bu arada kayınbabam
da uyanmıştı. Hiç ikiletmeden ve devamını anlatmama izin vermeden:
“Hadi
güzel kızım yorgan döşek getir de kaynananın arka tarafına yerini yaz ve yat!”
dedi. Ben de gidip kendime yorgan döşek getirdim. Yerimi yazdım; yatar yatmaz
da uyuya kalmışım.
Ertesi
gün kalktık normal işlerimize devam ettik.
Ama baban bulunduğumuz alana gelemiyordu
elbette. Beni sabah evde görünce hemen anladı durumdan babasının haberi
olduğunu ve korkusundan yanımıza yaklaşamadı.
Günler geçti kayınbabam hiçbir şey
olmamış gibi davranıyordu. Kaynanam da ben de merak içindeydik. Bu arada baban
uzaktan bana gülümsemeler falan atıyordu ama hiç aldırır mıyım; olduğu
taraflara bakmıyorum bile. Akşam yemeğine bile gelemiyor. Daha doğrusu
gelemiyor. Gelemezdi de. Biliyordu dedenin hışmına uğrayacağını. Sonraları
öğrendim; halanlara gidiyormuş yemek zamanlarında. Gebe olduğumdan haberi yoktu
babanın. Ben de inat olsun diye halana söyledim ki haberi olup daha fazla canı
acısın diye. Ertesi gün bana daha bir gülümseyerek bakmasından gebe olduğumu
öğrendiğini anladım. Tabi ki hiç yüz vermedim. Çünkü kayınbabamın tembihi
vardı.
O
günlerde serindir diye soframızı çardağa seriyor; deden, ninen, bir de ben
yemeğimizi birlikte yiyorduk. Amcanlar ise oturdukları bölümden dışarı açılan
bir çardakta yemeklerini yiyorlardı. Bir gün akşam yemeğinde kayınbabam:
“Oh be gelin! Ne güzel oldu böyle…
Gerçekten kızım oldun. Peh! Ne de güzel oluyor böyle. Seni o gereksiz adama
vermeyeceğim artık. O, dolansın dursun evin etrafında. Bir şey vermeyin ona; aç
susuz dolaşsın.”
Baban
baktı ki olmuyor; benim babama gitmiş. Durumu olduğu gibi anlatmış. Rahmetli babacığım
çok kızmış. “Demek sen kızımı kapının önüne koydun ha! Gidip de evime getireyim
kızımı” diyerek hışımla yürümüş; baban da arkasından. Bu defa benimki daha bir
kaygılanmış.
Rahmetli
babam çok olgun adamdı. Gençle genç, yaşlı ile yaşlı olmasını bilir, halden
anlardı. Dedene gelip, hadise çıkaracağı
yerde; “bizler cahal olmadık mı? Bizler de tartıştık, kavga ettik ilk
evlendiğimiz yıllarda. Öyle ev bark olunuyor. Ver adamın karısını” demiş
dedene. Deden diretmiş: “Vermem! Senin damadın kafasızlığının cezasını çeksin”
demiş.
Bakar mısınız muhabbete!
Bu şaka falan değil gerçekten ikisi de
samimiydi; hem babam, hem de kayınbabam. Oysa bu hadiseden dolayı babam beni
alıp götürmeliydi de deden tekrar vermesi için ricacı olmalı değil miydi?
Eski adamlar öyleydi işte.
İnandıklarını yaparlar ve inandıkları
da hep doğru olurdu.
Allah ikisine de rahmet eylesin.
Sonunda deden razı oldu beni babana
tekrar vermeye de o akşam evime geçtim.
Biz böyle ev bark olduk evladım.
O, yıllarda büyüklerin bir hükmü vardı
küçüklerin yanında. Büyüklerin sözü dinlenirdi. Büyükler dinlenince de yanlış
yapılmazdı. Dolayısıyla da yanlış yapılıp bedel ödemek zorunda kalınmazdı.
Şimdi olsa büyüklerin tecrübesinden faydalanacağı yerde, yanlışının bedelini
ödemeyi yeğler zamane nesli.
Şimdi o yaştaki çocuklar, okuldan
gelince kendi yemeğini bile alıp yiyemiyor.
Gurban olayım Rabbime. Onun yardımıyla
öyle de böyle de insan neslini sürdürüyor işte.
***
ATEŞ BİTTİ KÖZ BİTTİ
Hangi dağ yamacına ağar ki serçeler
Deseler ki aşktı o
yamaçları kaplayan
Her yan ihata, kale
duvarları yüksek
Ortasında aşk, kör topal,
yeknesak…
Turan ellerinden uçtu aşka
giden turnalar
Rüzgâra teslim en soylu
atların yelesi
Ve ovalarda hıçkırır
sararmış başaklar
Aşkın çığlığında yorulur
yılan kalesi
Sustukça tabiat yükselir
aşkın sesi.
Ana sıcaklığında bir yar
olmazmış anlamalısın
Kanadın kırık, kuşlara ve
dağlaradır feryadın
Bin kahrın içinde çığlık
ve sen yoksun
Korkun, haykırmadan
gitmektir korkun
Hayali olmasaydı onun,
şimdiye boğulurdun.
Umudun; yar üzre, kar
üzre, kor üzre bir umut
Bu hal içinden çırpınmakla
çıkamazsın
Mirim kalk yürü! Çağrılara
gem vurulmaz
Sevgilinin çağrısı
karşısında durulmaz
Ona koşan adımlar asla
yorulmaz
İşte nokta bu; ağla, içine
dön yine ağla şimdi
Her ikindi yenile kahrını,
gücen, kahret dağlara
Yara ulaşmayan selam boş
anlamadın mı daha
Hep bekledin gelmedi
gelmeyecek; kuşlar bile gitti
Umudunu savur dağlara,
baharda çiçekler açmayacak
Kapatmalısın bu defteri ve
artık sayfa bitti söz bitti
Bilesin ki ardınca hiç
ummadıkların ağlayacak
Yoklasan yüreğini bir, ateş bitti köz bitti.
Yoklasan yüreğini bir, ateş bitti köz bitti.
***
KAHRAMANMARAŞ’TA ŞİİR ÂLEMİNDEN DUMANLAR YÜKSELİYOR
Kahramanmaraş’ta şiir hep gündemdedir. Her sahada, her mahfilde şiirin ayak sesini duyar, farkına varmadan şiirin huzur verici halelerinden birinin içine düşüverirsiniz. Hesaplamadığınız o halelerden birinin içinde siz de huzur bulur, şiirle alakanız olmasa bile, bir de bakarsınız ki; biriktirdiğiniz güzel kelimelerinizden siz de mısralar oluşturmaya başlamışsınızdır bile. Bir anda kendinizi şair olarak şairler meclisinin ortasında buluverirsiniz.
Yazımın başlığını neden
“KAHRAMANMARAŞ’TA ŞİİR ÂLEMİNDEN DUMANLAR YÜKSELİYOR” diye attığımı az sonra
anlayacaksınız.
Kısa bir süre önce Türkiye Yazarlar
Birliği Kahramanmaraş Şubesi (Dükkân- ‘gönül dükkânı’) müdavimi bir grup dost
her zaman olduğu gibi üniversiteye ziyaretime geldiler. İşte orada bir tartışma
çıktı. Tartışmanın konusu SERBEST ŞİİR… Tartışmayı başlatan Mehmet YAŞAR’ın
tabiri ile piyasa şiiri…
Mehmet YAŞAR; “Günümüz serbest
şiirinden oturup, bir buçuk saatte onlarca yazarım” deyiverdi. Bu sözden sonra
ortalığa bomba düştü. Ya da benim başıma düştü bomba…
Önce tebessüm etti odada bulunanların tamamı.
Mehmet YAŞAR her zaman olduğu gibi, sohbet başlatmak için şaka yapıyordur diye
düşündük. Sonra iş uzadı ve tartışma büyüdü.
Mehmet Yaşar dostumuza; “Azizim yapamazsın. O iş
öyle bildiğin gibi değil. Şiir yapmaya kalksan bile, sen sahnede yoğun bir
şekilde şiir okuyan, şiir ile hemhal birisin. Öyle bir şeye kalkışsan bile,
dağarcığında biriktirdiğin kelimelerle oluşturduğun şiir, serbest şiir oluverir
çıkar. Biz de zaten ona serbest şiir diyoruz dedik.”
Mehmet YAŞAR dostumuz ısrar etti.
“Biraz dolap, oda, cadde ve sokak, biraz Filistin, Gazze, Urumçi v.s. ekledin
mi işte sana serbest şiir deyiverip çıktı.”
“Sana bir buçuk ay mühlet, yaz bir
şiir de getir. Ancak yazdığın şiirde sen farkına varmadan çok güzel mısralar
kuracaksın” dedik ve dostumuzun taammüden yazacağı, hatta yapacağı şiiri
beklemeye koyulduk.
Mehmet YAŞAR dostumuz tam da bir buçuk ayda, zar
zor bitirerek getirdi şiirini. (Bu mesele üzerine çok söyleyeceklerim var ama bu
yazı Yoldaki Kalemler’de yayınlanacak. Genel Yayın Yönetmeni olarak
tarafsızlığımı korumak zorundayım. Yukarıdaki sözlerim ise, okuyucunun meseleyi
tam olarak anlaması için bir girizgâhtır.)
Bahse konu şiiri arz ediyorum
efendim. (Başlığa Bakın!)
***
PİYASA ŞİİRİ/Mehmet YAŞAR
Koltuklar
Takım elbiseler içinde yürüyen dilsiz uşaklar
Üstüne az gelişmiş mesai bitimleri
İple çekilen cumartesiler, pazarlar
Bizim çektiğimiz miladî Cuma, hicrî Cumartesi akşamları
Ne çekiyorsak, çektiğimiz bundan değil mi zaten
Sonra mı?
Sonrası biraz küfür, biraz iman
“Bir
dikili taştan gayrı nem galdı”
Bürokrasinin çiçekleri dolaşıyor parke taşlarında
Formal kokular sızlatıyor direğini burnumuzun
Telgrafın telleri
Aaaah telgrafın telleri
Kuşlar unutalıdan beri
Hatta Lozan’dan beri
Neyse…
Unutmak için sakladığımız dünleri
Sırtındaki çuvalda biriktiriyor bir adam
Kişisel erişim noktamızı açmamızı bekliyor belki de
Sonra mı?
Sonrası biraz şiir, biraz türkü
“Bir
akılsız baştan gayrı nem galdı”
Ayın 15’i, iki nokta üst üste, mübarek gün
Viski şişelerinden içtiğimiz sular
Ve Gazze
Ve bir kısa mesaj
Ve 5 TL
Damlaya damlaya dağılan vicdanımız
Ne uykulardan geçtik de geldik oysa biz
Nice yürüyen merdivenler katettik
Sonra mı?
Sonrası biraz Çeçen ağrıları, biraz Urumçi sızıları
“İki
damla yaştan gayrı nem galdı”
Pardon!
Biraz fikir alabilir miyim
Şöyle ortaya karışık
Az açık oturumlu, bol gözyaşılı
Biraz da hamaset serpiştirin üstüne lütfen
Niğbolu’dan ya da Malazgirt’ten olsun
Durmasın babaanneler ‘Yasin’ okusun
Kimse oturmasın yerime
Kimliğimi kaptırdığım bankamatiklere
Bir saygı duyup geliyorum hemen
Ve gecelerimi çalan tasarruflu ampullere
Sonra mı?
Sonrası biraz ilave yazı, biraz yer bildirimi
“Bir
yaralı döşten gayrı nem galdı”
Şiirde her şey görülüyor elbette, yine söyleyecek çok
sözümüz var ama söylemiyoruz diyerek Şair
Ufuk TÜRK’ün şiir için yayınladığı MANİFESTO’sunu
aynen aktaralım. (Bu arada bir bilgi: Mehmet Yaşar dostumuz bahse
konu Piyasa Şiiri’ni bütün dostlarına zevkle okuyor ve beğenilmesinden de çok
hoşlanıyor.)
***
ŞİİR SATILIK DEĞİLDİR/Ufuk TÜRK
Şiir'e "Piyasa" çizenlere
Şair Ufuk TÜRK'den
MANİFESTO
Şiir satılık degildir.
Az gelişmiş bir ülkeden sesleniyorum. Az gelişmiş,
çok kalabalık. Böyle diyor batılılar bize 'az gelişmiş'. Ankara İstanbul'dan
daha batıdadır. Şiire piyasa çizenler en batıda. Doğuluyum ben doğunun oğlu.
Açarım ellerimi Allah'a yalvarırım, Batıya değil.
Artistik şiirler yazamam ama uyarım alnımdaki
yazanlara.
Şiir satılık değildir.
Şiir, ciğer yakar, hançer saplar. Malazgirtte şehit
olursun bazen, bazen bir sokak lambasında sabahlar. Kaleminden kan akar
mürekkebi değil. Mücahit olursun Kafkas dağlarında Urumçi'de uygar(!) dünyaya
meydan okuyup tertemiz bir Uygur olursun.
Şiir piyasada olmaz, dost meclisindedir şiir.
“Vurulup vurulup kıvranmaya tiryaki” olmaktır şiir.
Dost vurur gül biter kurşun girer ah etmezsin.
Biz de bekliyoruz o Cumaları biz de. Ama olmuyor
Cumalar burda oralar gibi. Telgrafin tellerine kuşlar konar konmaz bir kara
tren geçer içimin damarlarını söke söke. Ama sen bilmezsin. Sen parke taşlarını
görürsün, biz taşların taş olmadığı söyler bağırdaki taşları görürüz. Biz çiçek
görünce Yârin ellerindeki demetler gelir aklımıza, sen bürokrasiyle çiçeği aynı
cümlede kullanabilirsin bile.
Sen yerini bildirenleri görürsün biz tayyi mekan
yapanlara bakarız.
Sen ampul dersin, tasarruf dersin; biz yolumuzu
aydınlatan kandillere bakarız. Sen şâir olursun, biz; çaycı, hamal.
Konu ile ilgili Şehr-i Maraş ve şehirdeki şiir
mahfilleri ve dolayısıyla şiir âlemi toz duman iken, Hasan KEKLİKCİ ortaya
çıkıyor ve “ŞAİR OLMAYAN ŞİİR YAZAMAZ
/YA DA ŞAİR OLMAYAN ŞİİR YAZAMAZ MI?” başlığı ile aşağıda sunacağımız metni
kaleme alıyor. Yarı mizah, yarı tenkid
bir metin ama kime çattığını gene fark ettirmeden sözünü söylüyor Hasan
KEKLİKCİ.
Hasan KEKLİKCİ’nin metni ile bitireceğim sözlerimi
ve ondan sonra sözü okuyucuya bırakacağım.
ŞAİR OLMAYAN ŞİİR YAZAMAZ
/YA DA ŞAİR OLMAYAN ŞİİR YAZAMAZ MI?/Hasan KEKLİKCİ
Geçen hafta bir tartışma vardı
Hayır,
Hayır, ruhumun derinliklerinde
değil.
Bu mübarek mecliste.
"Şiir..." dedi bir kısım dükkancı
"Öyle her babayiğidin harcı değil"
Bir kısım dükkancı da:
"Ya ne var ki,
Şimdiki şairlerin yazdıklarında"
Hangi tarafı tutacağımı
bilemedim işin başında,
İki tarafın da iki kulağı var
çünkü başında.
Daha beyaz kıl yok
şair olmayanların başında.
Ya bu da oldu mu bilemedim
Yazıldı mı daha önce, kıllı şiir
Kimseden dinlemedim.
"Bir şaire bakalım
Şimdi,
Bir de şiirine.
Bir şair olmayana bakalım
Bir de onun şiir sayılmayan şiirine"
Demeyi ne kadar isterdim.
Ama yok
Yok
Ne şairim ben,
Ne anlarım şiirden?
Fakat
Şairlerin gönlü bol olur,
elleri sıkı.
Siz hiç bir şairin evinde
Elbistan ameleleri gibi;
yan yana dizilerek,
diz dize oturarak,
suluya ekmek batırarak,
dolmaları, yufkalara yatırarak...
şiir yazıp şiir dinlediniz mi?
Bu gece daha mı karanlık şehir,
Daha mı soğuk odam...
Sessizliğin çığlığı kulaklarımda
Geçiyor sokaktan bir adam.
Esine de Garip Hasan'ım esine,
"Şairim" diyenler gelsin sesime.
Lakin yedek asker gibi,
yedek şair de olmalı.
Hadi seferberlik ilan edilse,
"Eli kalem tutan gelsin" dense
O zaman salonlar dolmalı.
Yedekler, şairlerin yüküne
omuz vermeli
ortak olmalı.
Olmadı,
Hadi bir misafir gelse,
aniden bir şiir lazım olsa.
kime gidip, kimden istemeli.
İLAVE ŞİİR
Bir Türk çıkmış Ufuk'tan
"Artistlik şiirler yazamam..." demiş
"Şiir satılık değildir" demiş.
"Hançer" demiş
"Hamal" demiş
Amenna.
Bir de;"Vurulup vurulup kıvranmaya tiryaki" demiş.
Yanlış demiş
Oyuna gelmiş.
Vurulup vurulup kıvranan,
kıvranıyordu hele,
kendi diyememiş,
ısmarlamış.
Ey Türk titre... diyecektim ama, hava yeteri kadar soğuktur
serhatta.
Zaten titriyorsundur. 24.10.2014
Diyor Hasan KEKLİKCİ…
***
"SÖZ AÇARI"
Mehmet GÖZÜKARA ve Tayyip ATMACA’nın
atışmalarını epeydir izliyordum. Çeşitli yayınlarda, çok güzel atışmalarını
okudum. Nefis zarflaşmalar, sataşmalar vardı. Zaten atışma da bu değil mi?
Atışmalarıyla kültürümüzü gelecek nesillere aktarma açısından bir hizmeti de
yapmışlar böylece.
İşte bu atışmalar KİTAP olmuş. İki
imza ile remz bir kitap.
SÖZ AÇARI (Atışma-Şiir) Mehmet GÖZÜKARA-Tayyip
ATMACA. Kitap, BERİKAN Yayınları arasında çıkmış. Editörlüğünü Mehmet Gözükara,
Kapak tasarımını Mehmet Fidancı, kitap yayına hazırlanırken son okumaları da
yine Tayyip Atmaca yapmış. Sonunda ortaya zevkle okuduğum bu güzel kitap
çıkmış.
Kitabın girişinde güzel yazılar var, Kültürümüze ve
halk edebiyatına dair. SÖZBAŞI’nı Ali AKBAŞ yazmış.
“(…)Atışmada âşıklar, daha roman ve hikâyenin
olmadığı devirlerde bir vezin ve kafiye disiplini içinde halk irfanının
yansıması olan hikmetli bir söyleyişi sergilerlerdi. Estetik planda dilin
imkânlarını zorlayarak bir zekâ ve bilgi yarışmasına girişirlerdi. Güreşteki er
meydanı gibi aşık kahvesinde de bir söz meydanı kurulurdu (…)” şeklinde aşıklık
edebiyatımızın geleneğini anlatmış AKBAŞ Hoca.
SÖZ AÇARI kitabının “TAKDİM” yazısını,
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü hocalarından
Yrd. Doç. Dr. İbrahim ERŞAHİN yazmış.
Ramazan AVCI, “GELENEĞİ YENİ ŞARTLARINDA SÜRDÜRME
ÇABASININ MEYVELERİ” başlıklı yazısında edebiyatımız ve Halk Edebiyatı
geleneğimizi irdelemiş; hatta dünden bu güne güzel fotoğraflar sunmuş bize.
“SÖYLEŞME”
başlığıyla güzel bir giriş yazısını da Adem KONAN yazmış.
Kitabın son giriş yazısı “Gözükara-Atmaca” ortak
izmzası ile yazılmış. “ATIŞMA HAKKINDA BİR KAÇ SÖZ” Halk edebiyatımız, Kahramanmaraş’ta
halk edebiyatı geleneği ile kitabı oluşturan atışmaların hikayatını aktarmışlar
bir nebze. Kitabın nasıl oluştuğu hakkında kısaca bilgilendirmişler okuyucuyu.
Mehmet
GÖZÜKARA ile Tayyip ATMACA’nın “SÖZ AÇARI” ortak imzalı kitabı 176 sayfadan
oluşuyor. Son üç sayfasının birer sayfası şairlerin özgeçmişlerine, bir sayfasında
ise yayınlanmış eserlerinin tanıtımına yer verilmiş. Kitapta kırk bir atışma
var. Atışmaların her biri “kırk bir kere maşallah” dedirtecektir okuyucuya.
Tayyip Atmaca ile Mehmet Gözükara’nın
atışmalarından Halk edebiyatımızın birçok örneğini son derece üst düzey bir
disiplin içinde okuyacaksınız. Bu iki şairi yakından tanıyan okuyucularsa daha
çok zevk alacak atışmalardan. Zira onların hallerini, kişiliklerini,
dostluklarını bilenler zaman zaman tebessüm edecekler.
SÖZ AÇARI kitabında, şairlerden birisi söz açıyor,
bir diğeri cevap veriyor. Birbiriyle hem halleşiyorlar, hem zarflaşıyorlar; bu
arada da gelenekli disiplinden şaşmadan halk edebiyatımızın redif dâhil, çok
çeşitli örneğini vererek atışıyorlar. Zaman zaman birbirine dokundukları; gümüş
kamanın ucunu batırdıkları oluyor ama kesmeyecek, acıtmayacak şekilde. Azıcık
acıtsa da yaralamayacak şekilde batırıyorlar.
Mehmet GÖZÜKARA’nın lütfederek bir arkadaşla elden
gönderdiği kitabı zevkle okudum doğrusu.
Benim tattığım zevki Yoldaki Kalemler-KİTAP okuyucularının da tatmaları için kitabı
buradan aktarmak bile isterdim. Ama bu hem mümkün değil, hem de temin edip
okusunlar canım! Fakat birkaç atışmayı aktararak, atışmalar ve kitabın
muhtevası hakkında fikir sahibi olmanızı sağlayacağım.
Hadi ATIŞMA okuyalım:
Atmaca:
Ayı armut görse hemen
bayılır
Katırlara atlar dayı
sayılır
Kazın cücükleri güzün
sayılır
Yapsınlar hesabı kalandan
yana
Gözükara:
Ayı nöbet tutar suyun
başında
Kuzgun düğün eder toyun
başında
Kırk dolap dönüyor, oyun
başında
Şartlar evriliyor dalandan
yana
Atmaca:
Tavşanlar atarken avcılar
tutar
Kediler fareyle birlikte
yatar
Eşekler atları yarışta
satar
Anırır, ağnanır palandan
yana
Gözükara:
Uyanık bellidir saflar
bellidir
Karınca misali saflar
bellidir
İltifat edilen laflar
bellidir
Öfke beş vaktini kılandan
yana
***
Gözükara:
Pervanenin döne döne
düştüğü
Kanadını yakan nârda aşk
vardır
Kadim-i kelam’da var
görğştüğü
Musa’nın çıktığı Tur’da
aşk vardır.
Atmaca:
Sevgilinin mancınıktan
düştüğü
Alevin içinde nârda aşk
vardır
Üstüne bir ağ bulutun
düştüğü
Şam’a yola çıkan turda aşk
vardır.
En sevdiğim mısralarla
sonlandıralım yazımızı. Zira sonu yok bunun. Kitabı okumaya başladınız mı;
sonuna kadar götürüyor sizi. Merak içinde kalıyorsunuz atmaca ne demiş? Gözükara
ne cevap vermiş diye.
Atmaca:
Bir düzen vermedin gittin
sazına
Taş atıp başını yardığın
yeter
Sabah akşam polenlerin
yüzüne
Baktım, peteğini ördüğün
yeter.
Gözükara:
Felek gam düşürdü gönül
sazıma
Taş atıp başımı yardığım
ondan
Yar’da yarda kaldı benim
yüzüme
Uçuruma duvar ördüğüm
ondan
***
IŞIĞA KOŞMAK
Arkasından tüllerin, güller kokardı
yollar kokardı burnuna
ruhuna kenetlenen çoklu hasretler
bırakmazdı yakanı
şimdi sen dağları bile tınmaz oldun
savrulduğun karanlıklar
hoyrat yalnızlıklar biriktirir.
Süvari kapıda
Beliklerin ve bileklerin
Kurtaracak seni yalnızlıktan.
ruhuna kenetlenen çoklu hasretler
bırakmazdı yakanı
şimdi sen dağları bile tınmaz oldun
savrulduğun karanlıklar
hoyrat yalnızlıklar biriktirir.
Süvari kapıda
Beliklerin ve bileklerin
Kurtaracak seni yalnızlıktan.
Yazıklan kaçırdığın kervanların arkasından
Halkasından kopmadığın aynalar sana uzak.
Anne kadar kalabalık, bir gelin kadar ürkek
Varlığın durultur belki seni bir gün
Öldüğün anlaşılmasa da varlığın bir nokta
Uzakta parlayan ışık senin, o sensin
Nefesin yetecek koşmalısın, kendine yetişmek için.
***
ÇAĞRILAR GÖKLERDE YANKILANIR
“Bomba attılar, evimizi yıktılar;
babam öldü,
yüzü kanadı annemin,
biz ağladık.”
Duman duman yükselen
gözyaşları
Emziremez gökleri ve yeri
Yağmur düştü düşeli
Değeri muşambada teşekkül
etmiş insan
Hangi lisan üzre sınandı?
Ve hangi çağrıya
gelmemişliğiyle yandı?
Kapandı annelerinin
eteklerine çocuklar
Bir zelzeledir sarsar
dünyayı aniden
Yeniden önceki günden
kalan bir çığlık
Ilık bir sıvı şakaktan
aşağı
Nedir olanlar, neden
olanlar
Çocuklar anlamadı
Zaten anlayamasınlardı
Sorular, sorular… Ateşten
sorular
Soruları doğradı uçakların
kanatları.
Ölmekle sınandı müslüman
Dünya kan, kan olan yerde
müslüman
Bir çağrıya durmuş ki âdem
Ya her şey yeni başlamış,
ya da son dem
Kendi ateşiyle yandı
müslüman
Hangi sır aşikâr, hangi
gelecekte güman?
Bir daha akşam oldu; yine
aştı gün dağların ardından
Kahrından haritalara
yaslanan adamlardan
Ve dağlardan, haykırmalar
devşiren
Binlerce nine daha
ağıtlarla doldurdu yüreğini
Yelkeni denizlere sığmayan
yiğitlerin dümeni
Şaşırdı şimdi menzilini,
pergellerin iğneleri gibi
Denizin dibi; ana gibi,
yar gibi gördü olanları
Dağları ve ovaları
suvaracak ne bereketler devşireceklerdi oysa
Doysa da doymasa da yetim,
umuru değil dünyanın
Rüyanın tersine bir yorum
gerekiyorsa
Dervişler yolda ve tamam
zikir
Birikir yetimlerin
açlığından neşet ağıtlar
Yetimlerini doyurmak için
topladığı kâğıtlar
Savrulur göklere ve yere
ve denizlere
Toprak kabarır, denizler
utanır ve gök ağlar
Ve yankılanır göklerde
çağrılar.
Cümle tirenler, cümleten
kalktılar yine istasyonlardan
Hüzün satmak için gelen
adamlar ve kadınlar
Neden bizim gurbetin
kapısına dadandılar
Yola çıkan yolcular hüzün
tacirlerine aldırmadılar
Acılarını kuşanıp
silahlandılar çığlıkların inadına
Bomba seslerinden sağır
olan ihtiyarlardan yana
Sessizlikler sınadı,
sessiz müslümanları ve cümle insanları
Varları ve yokları ile
ölümler sunuldu zalimlerce
Zalimce naralar yükseldi
uçakların arkasından
Binlerce yiğit binlerce
kere haykırdı göğe, yiğitçe, erce
Çocukların korkmasından,
annelerin yasından
Daha acı izler
çıkmayacaktı şimdi haritalardan.
Nergisler
satılık hastane avlusunda, yağmur olmasa ne ki!
Haki bir elbise uymaz yatağa, çağırsan da uzak annen
Dinleyene söylev, uzatmalı delisi kürsüde dünyanın
Nabız tükenince hastanın, Birleşmiş Milletler uyanmaz
Haki bir elbise uymaz yatağa, çağırsan da uzak annen
Dinleyene söylev, uzatmalı delisi kürsüde dünyanın
Nabız tükenince hastanın, Birleşmiş Milletler uyanmaz
Duymaz
nadan senin çığlığını; çağrına çare uzak
Tuzak
kurmuş bekleyene inat, Anadolu umut
Yürüdü
yürüyecek ordular, artık verilmiştir kut
Geldi
gelecek rahmet, bulutlar yağmur getirecek ekinlere
Yetimlere yakın şimdi büyükbaba, kaç baba kaldı Yemen’de?
Çanakkale’de, Sarıkamış’ta ve bereketi kesilmiş döven üstünde
Yetimlere yakın şimdi büyükbaba, kaç baba kaldı Yemen’de?
Çanakkale’de, Sarıkamış’ta ve bereketi kesilmiş döven üstünde
Namusu İsrail'in namusu
kadar işte dünyanın beş ahlaksızı
Sızı bizim,
haydutluk-soysuzluk sizin
Hangi denizin korsanı
olursanız olun
Ölüm yencek sizi,
şehadetimizi muştulayınca melekler
Yol bize yasak, yok ki
kırbamda su
Kapladı şimdi cümle
azalarımızı hasretin buğusu…
Öyleyse alnımızın
hizasınca gider yolun doğrusu
Şahadete dönüştü ölümle
sınanma korkusu.
RAHİM BEREKE EMMİ
Programın yapılacağı sanat akademisinin salonunun kapısından girerken kapının önünde bana bakar görmüştüm onu. Ağustos ayına rağmen ceket giymişti. Gerçi Gürcistan’ın ağustosu bizim Anadolu’nun, hele benim yaşadığım Kahramanmaraş’ın ağustosuyla asla kıyaslanamaz; Tiflis en azından akşamları serin... Beyazı siyahından daha çok olan kısa sakalının yeni tıraş edildiği, yani sünnetlendiği hemen belli oluyordu. Başı açıktı ama saçları da yeni tıraş edilmiş olduğu halde diğer zamanlarda başında takke olduğu alnının ve çevresinin güneş yanıklarından belliydi. Çok dikkatli bakışları dikkatimi çektiği halde bana öyle geldiğini sanmıştım önce. Yanından geçerken “Hele eğleş Hasan” demesiyle irkildim adeta. Hem birisi Türkçe konuşuyordu. Hem de bana hitaben konuştuğu gibi adımı da biliyordu. Adımı nereden bilebilirdi bu sevimli ihtiyar? Yanına yaklaştığımda iyice kamburlaşmış belini doğrultmaya çalıştı. Bir miktar belini doğrulmuştu ama bu sefer de belinden doğrulduğu kadar dizlerinden bükülmüştü. Ellerini beline destek vermiş öylece ekliyordu.
O
kadar heyecanlanmıştım ki: Heyecandan kalbim yerinden uçmaya hazırlanan bir kuş
gibiydi. Sevinç, merak, heyecan karışık, izah edemeyeceğim bir duyguya
kapılmıştım. Heyecanıma bakan da beni uzun zamandır memleketime hasret
yaşadığımı sanırdı. Oysa Sarp sınır kapısından çıkalı bir gün bile olmamıştı.
“Selamünaleyküm amca” demeye hazırlanmıştım ki kendisi “Selamünaleyküm” dedi.
“Aleykümselâm
amcacığım; nasılsın?” dedim.
“Sağ
olasın. Sen nasılsın onu de ele. Hoş gelmişsim.” Dedi ellerime sarılarak
“Hoş
bulduk amca” diyerek elini öptüm.
Estağfurullah
diyerek çekti ellerini ama bırakmadım. Sıkı sıkı kucaklaştıktan sonra sordum:
“Amca benim adımı nereden biliyorsun? Daha önce tanıştık mı” dedim.
Gülümseyerek:
“Yok tanışmadık; ama bak şurada asılı kâğıtlardan belediyenin camına da
asmışlardı. Senin adını orada gördüm” dedi; cama asılı afişi göstererek. Sonra
devam etti. “Hasan… Hasan…” diye tekrarlarken. “Çok hörmetli adın var” Ya
Acemistandan ya Türkiye’den diye düşündüm. Bir taraftan da Türk olduğunu içime
doğmuştu ki öyle de oldu dedi.
Tekrar
sıkı sıkı kucakladım amcayı; babam gibi, dedem gibi, Efendi hocam gibi yakın
hissettim onu kendime. Adeta Tiflis, Batum, Gori, Poti, İsani ve Gümrü bizim
oluvermişti. Bizim oluvermesi bir yana; bu şehirler, bu şehirlerin camileri,
camilerin avluları Rahim Bereke emmiyle doluvermişti birden. Hatta onları
torunlarının ellerinden tutmuş bayram namazına gelirken bile görüvermiştim.
Görüvermiştim de: Rahim Bereke emmilerden birisinin torunu, kurban bayramında
namaza giderken benim çocukluğumda dedeme sorduğum gibi soruyordu işte.
“Dede
namaza giderken kurban bıçağını niçin cebine koydun?”
Dedesi
ona sevgiyle cevap veriyordu.
“Evladım
şimdi namaz kılacağız… Dua edeceğiz… Bıçak yanımızda olsun ki dualansın, sonra
da kurbanımızı keselim” diyordu.
Rahim
Bereke emmiyle uzun uzun sohbet ettik program başlamadan önce. Rahmetli Annesi
İranlı, Babası Türk’müş; Ahıska Türkü. “Akrabalarımız Artvin’in köylerindedir”
dedi. Çok uzun seneler görüşememişler. Birbirinden haber alamamışlar ama son zamanlarda
rahatlıkla birbirine gidip geliyorlarmış. Hatta birkaç tane kız bile alıp
vermişler.
Programımızın
sıkışıklığı nedeniyle çok istediğim halde Rahim Bereke emminin evine davetine
icabet edememiştim. O da çok üzülmüştü ben de. Aslında ben daha çok üzülmüştüm.
Gürcistan’da bir Türk köyü görmek, orada dedelerin ninelerin elini öpmek
çocuklarla şakalaşmak, yeğenlerimi sevmek istiyordum ama olmadı.
Bizi
götürdükleri; dünyanın çeşitli yerlerinde yetişen ağaçlar ile çalı ve çiçek
türü bitkilerin bir noktada toplandığı BOTANİK PARKINI gezerken hep Rahim
Bereke emmiyi düşündüm. Parkın muhtelif yerlerine yerleştirilmiş gürcü evleri
vardı. Oraya yerleştirilen Gürcü köylüleri hem burada yaşıyorlar, hem de
binlerce hektarlık parkın bakımı için istihdam ediliyorlarmış. O evlerin
önünden geçerken gördüğüm, dünyasından bezmiş yaşlılarla Rahim Bereke emminin
hayat dolu halini karşılaştırmadan edemedim. Gariptir ama burada gördüğüm gürcü
ihtiyarlarını değerini kaybetmiş, bir tarafa atılmış gibi gördüm ve öyle
hissettim. Oysa Rahim Bereke emmi: Yanında el pençe divan duran oğlu, biz
konuşurken yanımıza gelen birkaç Ahıska Türkü’nün O’na hürmetlerine bakıp,
yaşlandıkça değerinin arttığını hissettim. Histen öte, öz gözümle bizatihi
gördüm bu söylemeye çalıştıklarımı.
“Medeniyet
farkı” dedim sonra.
Rahim
Bereke emmi, votka içerek gününün yarısını sızmış geçiren, ayık olduğu
zamanlarda da kendi kendine bağıran, feryat eden bura ihtiyarlarının sahibi
oldukları memleketlerinin ortasında esas sahip olarak kendi medeniyetini yaşatıyordu.
***
POSTA TRENİ
Okumakta olduğu sınav kâğıtlarından başını kaldırıp; “bir gün hep birlikte tren yolculuğu yapalım” dedi.
Lafını bitirir bitirmez salonda bulunan herkes tebessüm etti. Anlaşılan hocam, odada bulunanların hararetle tren yolculuklarını anlatmalarına kulak misafiri olmuştu. Sonra tebessüm edenlerin hepsi birbirine baktı. Hepsi de birbirinden emindi ki tebessümlerinin sebebi hocamın öğrencilik yıllarında başından geçen tren yolculuğu hikâyesini hatırlamış olmalarındandı, o ilginç hikayeyi hatırlamış olmaktan kaynaklanıyordu gülmeleri. Herkesin güldüğünü görünce hocam da güldü.
Hocamın da aklına Kahramanmaraş-Erzurum arasındaki kendi tren yolculuğu hikâyesi gelmişti ve tebessüm ederek bakışlarından, odadakilerin de o hikâyeyi hatırlayıp güldüklerinden emin olduğu anlaşılıyordu.
Tebessüm edenlere garip garip bakan ve hocamın tren hikâyesini bilmeyen bir ağabey hocama sordu: “Hoca nedir bu herkesin güldüğü hikâye?”
Hocam: “Canım önemli bir şey yok! Sadece trende uyumuşum. Tren Erzurum’a varınca da uyuduğum vagonu bakım için başka bir yere çekmişler, ben içinde uyumaya devam etmişim. Vagonu oraya ne zaman çektiler, ben ne kadar uyudum bilmiyorum. Uyanınca da kalkıp üniversiteye gittim hepsi bu.”
Odadakiler tekrar kahkahayla güldüler her biri bir yerden.
Hocamın da aklına Kahramanmaraş-Erzurum arasındaki kendi tren yolculuğu hikâyesi gelmişti ve tebessüm ederek bakışlarından, odadakilerin de o hikâyeyi hatırlayıp güldüklerinden emin olduğu anlaşılıyordu.
Tebessüm edenlere garip garip bakan ve hocamın tren hikâyesini bilmeyen bir ağabey hocama sordu: “Hoca nedir bu herkesin güldüğü hikâye?”
Hocam: “Canım önemli bir şey yok! Sadece trende uyumuşum. Tren Erzurum’a varınca da uyuduğum vagonu bakım için başka bir yere çekmişler, ben içinde uyumaya devam etmişim. Vagonu oraya ne zaman çektiler, ben ne kadar uyudum bilmiyorum. Uyanınca da kalkıp üniversiteye gittim hepsi bu.”
Odadakiler tekrar kahkahayla güldüler her biri bir yerden.
*
İsmail Hoca: “Bizim öğrenciliğimiz boyunca, Konya’dan Kahramanmaraş’a gelişlerimizde bütün tren yolculuklarımız ilginçtir.”
Tayfun gülerek lafa karışıyor: “Evet, ilginç; ama çoğunu sen ilginç hale getiriyordun. Hep başımıza iş açardın”
İsmail Hoca: “E ne yapaydım? Şu bayrama gelişimizi diyorsun değil mi?” dedi.
Tayfun: “Zar zor trene yetişmiştik. Yarın bayram. Ortalık mahşer yeri… Trene binmeye hazırlanıyoruz. Valizlerimiz, çantalarımız; yükümüz ağır mı ağır. İsmail Hoca’ya doğru yaşlı bir amca yaklaşıyor. Amcanın İsmail hocaya bakışından anladım. Eyvah! Dedim ama amca İsmail Hoca’ya yaklaştı ve -Oğlum falan yere kadar gideceğim param yok- dedi. Tren paramız İsmail Hoca’da. Hiç şansımız yok. Ben zaten amcayı görür görmez anlamıştım başımıza gelecekleri ve İsmail Hoca elini cebine attı parayı amcaya verdi.”
İsmail Hoca: “Başka şansım yoktu” dedi gülümseyerek.
Tayfun: “İhtiyar amca gitti biletini aldı ve trene kuruldu. Kaldık mı biz orada. Bayramda Kahramanmaraş’a gelememiş olacağımıza, Konya’da kalacağımıza yanmıyorum. Valizleri, çantaları tekrar eve kadar taşımak bir ölüm; bir dolmuş paramız bile yok. Tabi suçlu İsmail Hoca olunca çantaları valizleri de ilk sırtlayan da o oldu. Bu arada benim trenin ardından bir bakışım var görmeliydiniz... Tepeden tırnağa hüzne kestiğim gibi, sırtladığım valizler çantalar bile hüzne kesti. İsmail Hoca’nın yaptığından şikâyetçi de değiliz. Para hangimizin cebinde olsa aynı şeyi yapardık herhalde. Ben Konya’da, İstasyondan eve çok ağır yükler taşıdım. Yükten, ağırlıktan yılmam; ama bu dönüş o kadar ağır geldi, o kadar yıldım ki anlatamam. Eğer her zaman olduğu gibi Erdal mucizesi olmasaydı o gün eve ulaşamazdım gibime geliyor.”
İsmail Hoca kahkahayla gülüyor Tayfun’un anlattıklarına.
Odadakilerden birisi sordu: “Erdal mucizesi nedir?”
İsmail Hoca: “Erdal’da da para olmaz bizim gibi; ama olağanüstü haller için cüzdanının bir tarafında katlanarak konulmuş bir sigorta vardır her zaman. Ayrıca da bu paralar yeni banknot olmak zorundadır. Parayı görsen harcamaya kıyamazsın. Uzatmayalım. Konya Tren İstasyonundan çıkmak üzereydik ki Erdal geldi.”
Erdal: “Emmi nereye?” der demez valizleri yere bıraktık. Kucaklaştık. Fakat Erdal’da para olacağı aklımızda falan yok; biz bir an önce eve ulaşma derdindeyiz. Aslına bakarsanız evde yiyecek falan da yok. Yiyecek olmamasına alışkınız da, işin kötüsü çay şeker de yok; işte bu çok önemli bir mesele. Daha doğrusu acı bir durum. Yani halimizi anladınız sanırım. Ben bir sigara yakmakla meşgulken Erdal ile Tayfun konuşuyorlardı. Tayfun başımıza geleni anlatmış Erdal’a.
Erdal: “Ben Posta Treni ile gideceğim; bir saat sonra posta treni var gidelim beraber” demez mi… Erdal cüzdanının okul kimliğini koyduğu bölmesinden katlanmış paraları çıkardı; üzerine de cebinden bir miktar bozuk para ekleyerek Tayfun’a verdi ve “hadi biletleri alalım” dedi.
İsmail Hoca:“Posta treni ucuz. Biletleri aldık ama fazladan bir liramız bile yok; Kahramanmaraş’a kadar aç olduğumuz gibi, Türkoğlu’nda trenden inince, oradan öte, yani Türkoğlu-Kahramanmaraş arası ne yaparız, nasıl gideriz bilmiyorum. Yirmi kilometrelik yol…”
Tayfun lafa karıştı gülerek: “Bilet parasını bulmuşuz; Türkoğlu’ndan sonrasını mı düşünürüm” dedi. Sonra devam etti: “Kaldı ki; Türkoğlu ile Kahramanmaraş arası Konya Tren İstasyonundan bizim eve kadar olan mesafeden daha az. En azından bir minibüse atlayıp, Kahramanmaraş’a gelince: 'Abi biz öğrenciyiz; eve gidip paranı getireyim' derim.”
Konuşulanlar, masada sınav kâğıtlarını okuyan hocamın da dikkatini çekmiş olacak ki “Konya’dan buraya kadar aç mı geldiniz?” dedi.
İsmail Hoca: “Hocam trende aç kalınır mı o kadar insanın içinde” dedi gülerek. “Ayrıca bilet parasını verdiğimiz amca var ya! O amcanın herhangi bir amca olmadığını anladık. Çünkü Konya’dan Kahramanmaraş’a kadar ziyafetteydik adeta. Hepimiz olanların o amca sayesinde olduğuna inandık iman getirdik; zira yıllardır Konya-Kahramanmaraş tren yolculuğu yaparız; başımıza hiç böyle bir şey gelmemişti. Kaldığımız kompartımanda bir ikram bir ikram anlatamam. Daha önceleri de yolculuk esnasında aynı kompartımanda birlikte seyahat ettiğimiz insanların yiyecek ikram ettikleri oldu elbette; ama o yolculuk başlı başına farklı bir hadiseydi. Sonra, Türkoğlu’na gelince olanlar… Gerçi benim inandıklarıma Tayfunla Erdal inanmadılar; yanılıyorsun dediler; ama onlar istediği kadar inat etsinler, ben göreceğimi gördüm.”
Salonda herkes dikkat kesilmişti. İsmail Hoca çayından iki yudum alıp bir sigara yaktıktan sonra anlatmaya devam etti: “Paramız pulumuz yok ya! Bir kompartımana yerleştik. Yerleştik mi saklandık mı o da belli değil. Yiyecek içecek için hiç paramız yok ya! Uyuyacağız. Kahramanmaraş’a kadar uyuyarak gelmeye karar verdik. Canımıza minnet. Tren, Konya – Kahramanmaraş arası iki kere gidip gelse gene uyuruz biz. Kompartımana yerleştik ya! Yerleşir yerleşmez de üçümüz de uyumuşuz. Erdal ile aynı anda uyandık. Uyandık ki ne görelim: kompartımana bir aile binmiş, yemek yiyorlar. Gözümüzü açar açmaz: “buyurun çocuklar buyurun” dediler. Bir de acıkmışız ki… Ne kadar zamandır uyuduğumuzu bilmiyorum. Uyumakta olan Tayfun’u göstererek “arkadaşınız mı? Uyandırın da o da yemek yesin çocuğum” dedi karşımda oturan teyze. Anama benziyordu. Gerçekten anama mı benziyordu? Yoksa şefkatle “yiyin çocuğum yiyin” deyişinden dolayımı anama benzettim bilmiyorum. Geçmiş gün o kadar güzel yemekler yedik ki anlatamam. Bir de uzun zamandır mükellef bir ev yemekleri sofrasına oturmayıp, hep kahvaltı ve makarnayla yaşadığımız için müthiş bir ziyafetti o yemek bizim için. Yemeği yedikten kısa süre sonra da o yolcular indiler. Biz ise yeniden uykuya daldık.”
Odadakilerden birisi: “Artık o yemek sizi Kahramanmaraş’a kadar idare eder.” Dedi.
Tayfun: “Sen öyle san. Daha ne ziyafetler var geride.”
İsmail Hoca: “Evet! Ziyafet devam ediyor… Neyse; Bir uyandık ki, bizim Tayfun kompartımana yeni gelen aileyle ahbap olmuş; bir tabağa çoban salatası yapıyor. Uyandığımı görünce: “Hadi kalk! Kalk! Yemek ye; Erdal’ı da uyandır” dediler. Sofrada ne istersen var; börekler, tatlılar… Aklına ne gelirse var desem yeridir. Bir daha karnımızı doyurduktan sonra koridora çıkıp biraz gezelim dedik ve Erdal ile ben kompartımandan dışarı çıktık. Her uyuyup uyanmamıza kompartımana birileri geliyor; yemek tamam da, Konya’dan çıktık çıkalı çay içmedik. Ben açlığa dayanırım; ama çaysızlık zor. Koridor penceresinin önünden zar zor bir yer buldum. Tren gittikçe kalabalıklaşmaya başlamıştı. Adana’yı geçince kalabalıklaşacağını biliyorduk; ama daha oralara varmadan bu kalabalık fazlaydı.
"Tam sigaramı yakmıştım ki; Erdal elinde bir bardak çay ile geldi. “Emmi bu çaydır! Bak görüyor musun? Bu ince belli narin çay bardağı ve içindeki de çay!” dedi. Bir an; bana vermez herhalde! Nereden bulduysa çay bulmuş adama bak dedim içimden; ama çayı hâlâ yüzüme yakın tutuyordu. “Alsana emmi!” Bana mı dedim. “Elbette sana!” dedi. Birilerini çay içerken görmüş ve onlardan çay istemiş benim için. Müthiş bir andı, müthiş... Ömrümde öyle güzel bir çay içtiğimi hatırlamıyorum. Aslında Erdal da çayı çok severdi ve canının benim kadar çay istediğini biliyordum; ama Erdal ilginç bir adam. Bu tür durumlarda fedakârlık etmeyi çok sever. Fedakârlık etmeyi ben de severim; ama çaydan fedakârlık edemem. Hele böyle bir durumda çaydan fedakârlık etme konusunda kendime hiç güvenemem.
Tayfun iyi ki kompartımanda kalmış. Yanına öyle zor yerleştik ki tekrar. Bekledik bir süre. Bir sonraki istasyonda inecekmiş yanındaki amca. Amca iner-inmez amcanın yerine Erdal ile ikimiz yerleştik. Kompartımana bizden biraz önce yerleşen aile ortaya iki sepet çıkardı. Sepetlerde aklına gelen her meyvadan vardı nerdeyse. Kompartımandakileri de taşıp kapının önünde bulunanlara kadar meyve ikram ettiler. Ömrümüzde hiç böyle bir yolculuk yaşamamıştık. Tayfun’un kulağına eğilip; bilet paramızı verdiğimiz amca neymiş be Tayfun? Gönderdikçe gönderiyor; bu ne ziyafet dedim.
Tayfun: “Ben karışmam. Beni nasıl düşüneceğim konusunda zorlama. Rızkı veren Allah’tır.” Diye kesip attı. “Elbette rızkı veren Allah, dedim; ama bu hali de daha önce yaşamamıştık. Kesin bir sebebi olmalı, bu bir lütuf değil de nedir?”
Tayfunun sertliği üstünde: “Tamam! Lütuf varsa ortada Cenab-ı Allah’tandır.”
Dedi. Bize kulak misafiri olan Erdal söze karıştı: “Sahi Emmi ya! Birkaç yıldır yolculuk ederiz bu güzergâhta, hiç böyle bir durumla karşılaşmadık. Bir kompartıman bulursak uyurduk son durağa kadar. Ya da koridorda bir yere kıvrılırdık.” dedi.
İsmail Hoca: Erdal kıvrılmak deyince: Yine yolculuklarımızdan birindeydi. Bir posta treni ile geliyoruz. İğne atsan yere düşmez. Koridora bir yerlere kıvrılıp yattım. Geçenler hem üstüme basıyor, hem de bana kızıyorlardı. Uyumuşum. Uyandığımda kendimi bir yokladım ki donmuş, kaskatı kesilmişim. Başımın altındaki kirli elbiselerimin bulunduğu çantadan elbiselerimi, çamaşırlarımı alıp alıp sırtıma, böğrüme tepmişim ki yere temas eden sırtım, yanım donmasın diye. Geri de öylece uyumuşum. Uyandığımda, uyurken çantadan çıkarıp sağa sola saçtığım gömleklerimi, kazaklarımı Tayfun toplamış ve başımın altındaki çantaya koymuş.
Odadakilerden birisi: “Kalkıp üzerine giyseydin hepsini” dedi.
İsmail Hoca: “Ohoo! Kalkacaksın da, üzerine giyeceksin de… Kim uğraşacak o kadar. Ben uykum aramda gelen kondüktör’e bilet yerine kimliğimi uzatmışım; sen öyle diyorsun.”
Hocam: “Kondüktör delmedi mi kimliğini?”
Odada herkes kahkahayla gülüyor.
Hocam tekrar açıklama yapıyor: Elindeki biletleri görülmüştür onayı için delen kondüktör, o kadar alışmış ki eline bilet yerine ne uzatsan delip geri verir.
İsmail Hoca: “Az daha deliyordu. Son anda fark etmiş kimlik olduğunu. Ben bir şey görmüyorum tabi. Uykum aramda kimliği uzatıyorum. Tayfun durumun farkına varıyor da, kimliği alıp cebimdeki bileti uzatıyor kondüktöre. Ne tren yolculukları yaşadık Konya-Kahramanmaraş arası biz biliriz. Ancak hepsi de güzel yolculuklardı. Sonunda eve ulaşmak vardı. Hem de hasretle… Bir de; ya bayram olurdu ertesi gün, ya bir başka önemli gün; kardeşlerimizin akrabalarımızın düğünü falan. Yani her yolculuğun sonu bayramdı kısacası.”
İsmail Hoca önündeki çayın kalanını başına diktikten sonra devam ediyor: “Trenimiz Adana civarından ilerlerken, üçümüz de sus pus olmuştuk. Bir suskunluk çökmüştü ve üçümüz de bu suskunluğun sebebini biliyorduk. Artık Türkoğlu İstasyonunda trenden inince Kahramanmaraş’a kadar olan yirmi kilometre yolu nasıl gideceğimizi düşünür olmuştuk. Hiç birimizde de beş kuruş para yoktu. Üstüne üstlük Türkoğlu’na gece varacaktık ve o saatte Kahramanmaraş’a araba bulunmamız imkânsızdı. Bazen, “Amaann!” desek bile kaygı etmeden de yapamıyorduk. Osmaniye’yi henüz geçmiştik. Bir istasyonda durduk. Oradan binen bir teyze bulunduğumuz kompartımanın kapısına kadar geldi. Az önceki istasyondan binmişti herhalde. Bizim oturduğumuz tarafta olan beş kişi kalktık teyzeye ve yanındaki yaşlı amcaya yer vermek için. Kapının yanına yakın olan arkadaşlar dışarı çıkıp da, teyze ile amca onların yerine oturunca biz yine kompartımanda kalmıştık. Zaten yerimizi birine versek bile artık Kahramanmaraş’a yaklaştık sayılırdı. Çok konuşkan, tatlı mı tatlı bir teyzeydi yanımıza oturan teyze. Kocası olduğunu anladığımız amca ağzını bile açmadı yolculuk boyunca; ama teyzenin ailesinde kaç kişi olduğundan, kaç kardeş olduklarına, kardeşlerinin hangisinin hasta hangisinin sağlıklı olduğuna ve anne babasının ne zaman öldüklerine kadar bütün hayatını dinledik. Nurdağı Tünelini aşıp da tren Kahramanmaraş’a doğru dönünce, teyze içi kavrulmuş yer fıstığı dolu olan bir torbanın ağzını kıvırarak ortaya koydu. “Hadi yiyin evladım” dedi. Sonra da herkesin utangaç davrandığını fark edince önce etrafındakilere, karşısındakilere avuç avuç dağıtmaya başladı. Bir süre sonra kompartımanın kapısının önündekiler bile fıstık yiyorlardı. Bu arada Erdal kulağıma eğilerek: “Haklısın emmi dedi. Bu işin içinde gerçekten iş var. Senin bu yaşlı mübarek amca göndermeye devam ediyor.” Dedi. Sonra gülerek devam etti: Tayfun’u kızdırmayalım. Mübarek amcanın yüzü suyu hürmetine Rabbim gönderdikçe gönderiyor.” Dedi.
Tayfun tebessüm ederek: “Hah şimdi doğru ifade kullandınız işte.” Dedi.
Erdal kulağıma tekrar eğilerek: “Emmi bu iyi ki makine mühendisliği okuyor. İlâhiyata gitse nederdik bunun elinden?” dedi.
Tayfun kahkahamıza iştirak ederek: “Duydum Erdal duydum” dedi.
***
Türkoğlu’nda trenden indiğimizde gerçekten korktuğumuz olmuştu. Gece karanlığında istasyonda in cin top oynuyordu. Bizden başka kimse inmedi trenden. Bir de gecenin ayazı çökmüş ki… Trende o kalabalığın içinde nasıl da terlemişiz. İner inmez geceye çöken ayaz bizim üzerimize çöktü. Hâlbuki daha kış da sayılmazdı ve güz günü görülmemiş bir soğuktu. Çenelerimiz takır takır takırdamaya başlamıştı. Çantalarımızı, valizlerimizi trenden indirmiştik; ama o durumda taşıyabilmemize imkân yoktu. Yük taşımak bir yana, durduğumuz yerde titriyorduk.
İstasyonun çitinin dışına eğreti bir şekilde yapılmış evin kapısı açılınca, gayri ihtiyari üçümüz de o tarafa baktık. Ev, on beş-yirmi metre ötemizdeydi. Esas olan evin giriş kapısının üzerindeki florasan yanınca oldu. Kapıdan bastonlu bir amca çıktı ve sırtı bize dönük vaziyette bir süre ayakkabılarını giymeye uğraştı. Sonra da bize doğru gelmeye başladı. Tam bize doğru gelmeye başlayınca Tayfun da ben de olduğumuz yerde heykel gibi kaldık; ama ne kalma, gözlerimiz fal taşı gibi dışarıda.
Bizim, gözüne projektör tutulmuş tavşan gibi halimizi gören Erdal, oldukça fazla telaşlanmış olacak ki: “N’oldu lan! Oğlum n’oldu? İsmail Emmi konuşsana n’oldu? Tayfun n’oldu sen konuş!” diye çırpınmaya başladı. Gerçekten çok şaşırmıştık. Yaşlı amca yanımıza gelene kadar, hatta gelince bile yerimizden kıpırdamadık. Belki nefes bile almadık. Amca yanımıza kadar geldi ve: “Maraş’a gidecekseniz az sonra oğlum gelecek arabayla, sizi de ona katayım çocuklar” dedi. Sözünü bitirmesiyle de bir araba bulunduğumuz yere doğru yaklaşmaya başladı. Gelip önümüzde durdu ve evden bir kadın omuzundaki ekmek tablasını getirip, şoförün açtığı bagaja koydu. Bu arada yaşlı amca şoföre bizleri göstererek: “Bu gençleri de Maraş’a götür!” Dedi. Şoför bagajı tekrar açarak valizlerimizi ekmek tablasının yanına koyduktan sonra çantalarımızı arka koltuğun önüne yerleştirdi ve eliyle işaret ederek: “Atlayın!” dedi.
Tayfun da ben de şoförün “atlayın!” demesiyle kendimize geldik; ama hâlâ yaşlı amcaya bakıyorduk. Erdal şoförün yanına, Tayfun ile biz ise arka koltuklara geçtik. Arabanın koltuğuna oturduk; ama ben hâlâ hayretler içinde yaşlı amcaya bakıyordum. Araba hareket edince Tayfun’un kulağına eğilerek: “Gördün mü Tayfun? Konya’da, istasyondaki amcaydı. Bizden yol parası isteyen amca” dedim. Tayfun, bana bakmadan: “Ben karışmam” dedi sadece. Arabanın şoförünün yanında meseleyi aşikâr edemiyorduk; ama Erdal durumu anlamıştı sanki. Arabanın camından taraftan bana eğilerek: “N’oldu emmi? Beni çatlatmadan anlatın” dedi.
Erdal’ın kulağına eğilerek: “Bizi arabaya bindiren yaşlı amca, Konya’da, istasyondaki amcaydı. Bizden yol parası isteyen amca.” Dedim.
Erdal’ın tam bayıldığı bir durumdu bu. Tayfun’a dönerek: “Tayfun doğru mu lan? Söyle doğru mu?” dedi.
Tayfun yine aynı ciddi edâ ile: “Ben karışmam!” dedi sadece.
Erdal heyecandan çıldırmak üzereydi adeta. Sonra tekrar bana dönerek: “Emmi söyle doğru mu bu durum? Çabuk söyle” dedi.
Tayfun’u göstererek: “Ben karışmam! Büyüklerin işine karışmam!” dedim.
AŞK BİR YALNIZLIK ŞARKISIDIR
ÇAĞIRMA BENİ EY SEVGİLİ
Çağırma beni ey sevgili
Özlem ve umutsuzluk arasında kalmaktan bıktım
Uzak düşler gibisin hep uzak,
Söğüt yeşili gözlerin türkü gibi sıcak
Bakıp bakıp hep kendimi yaktım
Özlem ve umutsuzluk arasında kalmaktan bıktım
Uzak düşler gibisin hep uzak,
Söğüt yeşili gözlerin türkü gibi sıcak
Bakıp bakıp hep kendimi yaktım
Çağırma beni ey sevgili
Sen dağ dorukları gibi asi ve yükseksin
Ben dağ yamacında yalnız mezar gibiyim
An olur hırçın rüzgârlar gibi esersin
Bense bir yağmur sonrası gibi dingin
Sen dağ dorukları gibi asi ve yükseksin
Ben dağ yamacında yalnız mezar gibiyim
An olur hırçın rüzgârlar gibi esersin
Bense bir yağmur sonrası gibi dingin
Çağırma beni ey sevgili
Bir gül ömrü kadar bile olmaz düşlerim
Sen yoz kentlerin yaldızısın
Ben saf köylerin sızısıyım
Ellerinde yarım kalır gülüşlerim
Bir gül ömrü kadar bile olmaz düşlerim
Sen yoz kentlerin yaldızısın
Ben saf köylerin sızısıyım
Ellerinde yarım kalır gülüşlerim
Çağırma beni ey sevgili
Senin anlatacak anıların olur
Benimse anlatamadığım yürek sızıları
Uçurum kenarı çiçek, netameli rüyasın sen
Sana neşeli an, bana acı yarın olur
Senin anlatacak anıların olur
Benimse anlatamadığım yürek sızıları
Uçurum kenarı çiçek, netameli rüyasın sen
Sana neşeli an, bana acı yarın olur
Çağırma beni ey sevgili
Gülüşlerimizi paylaşamadık hiç, bilirsin
Yaşayamadıklarımızı biriktiremem artık
Aşkın yalnızlığımı çoğaltıyor hep
Sen yaşanacak değil söylenecek şiirsin
Gülüşlerimizi paylaşamadık hiç, bilirsin
Yaşayamadıklarımızı biriktiremem artık
Aşkın yalnızlığımı çoğaltıyor hep
Sen yaşanacak değil söylenecek şiirsin
Bu şiiri size, Durdu GÜNEŞ'in "AŞK BİR YALNIZLIK ŞARKISIDIR" şiir kitabından sundum. Fark ettiniz değil mi ne dediğimi. "Durdu GÜNEŞ'in şiir kitabından" dedim. Niye buranın altını çizdiğimi anladınız değil mi. Durdu GÜNEŞ'i mizah ile biliriz.:
MEMUR OLDUĞUMU KİMSEYE SÖYLEMEBİTKİLERLE SOHBET
EMEKLİ MEHMET EFENDİDEN FIKRALAR
Can GÜNEŞ imzasıyla:
AŞK İNSANI KOMİK YAPAR
BEN HAKİMİM MASUM BEY
HAYVANCA ŞAKALAR
AŞK ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER Kitaplarından bazıları. Hepsi mizah, hep mizah. Gerçekten mizah konusunda dönemine adını şimdiden yazdırmıştır Durdu GÜNEŞ. Hem mizahının kalitesi, hem fikri yönü, hem de mizah ve kültür geleneğimiz açısından mizahımız için hem yeni bir nefes olmuş, hem de kendine ve bu millete özgü yeni bir çığır açmıştır.
"AŞK BİR YALNIZLIK ŞARKISIDIR" gibi güzel bir şiir kitabını konuşmak üzere başladık, mizaha kaydık. Elbette konu Durdu GÜNEŞ olunca şansınız yoktur elbette. Durdu GÜNEŞ, o mizah üretim merkezi gibi hep üreten Durdu GÜNEŞ ve şiir. Açık söyleyeyim ve hatta itiraf edeyim. Mizah ile bunca hemhal olduktan sonra Durdu GÜNEŞ'in adıyla şiir kitabı denince çok şaşırmıştım. "Eh canım benim de bir şiir kitabım bulunsun" babından bir şiir kitabı gelmişti aklıma. Bu arada yakından bilirim durdu Güneş'in şiirle alakasını ama o yıllar önceydi. Mizahta bunca yol almışken, şiirin taa arkalarda kaldığını düşünüvermiştim.
Şiirleri okuyunca bunun böyle olmadığını anlamakta gecikmedim.
"ÇAĞIRMA BENİ EY SEVGİLİ" şiiri ile başladık. Seslendirilmiş şiirinin kaydını sunacağım sizlere.
Durdu GÜNEŞ mizahta da şiirde de eğip bükmeden söyleyen bir şair ve mizah ustası. Mizah kitaplarında Durdu Güneş'i okurken hem duygulanacak, hem düşünecek hem şaşıracaksınız. Biliyor musunuz, şiirlerini okuyunca da bu duygulara gark olacaksınız. Bazen nostalji, bazen tam gerçeğin ortası, bazen aşk ve bazen de üzüntünün, hüznün o kendine has tadını yaşayacaksınız.
Hadi Durdu GÜNEŞ'in bir şiiriyle noktalayalım yazımızı.
SÖYLE EY DENİZ!
Söyle ey deniz!
Dalgaların neden böyle hırçın, neden köpürür
Kederden mi, sevinçten mi pek bilinmez
Sana bakan hep kendi kalbiyle görür
Dalgaların neden böyle hırçın, neden köpürür
Kederden mi, sevinçten mi pek bilinmez
Sana bakan hep kendi kalbiyle görür
Söyle ey deniz!
Neden bazen sessizleşir, durgunlaşırsın?
Bir şey söylemek ister ama söyleyemez gibi
Yoksa sende içinde gizli bir sevda mı taşırsın
Neden bazen sessizleşir, durgunlaşırsın?
Bir şey söylemek ister ama söyleyemez gibi
Yoksa sende içinde gizli bir sevda mı taşırsın
Söyle ey deniz!
Bazen suların ne güzel bulut olup yükselir
İmrenirim sana, ağır gelirim kendime bazen
İçimden, benim de hep bulut olasım gelir
Bazen suların ne güzel bulut olup yükselir
İmrenirim sana, ağır gelirim kendime bazen
İçimden, benim de hep bulut olasım gelir
Söyle ey deniz!
Senin yüreğin bazen ısınır, bazen soğur mu?
Benim yüreğim hep sıcak, bazen dayanamam
Onu sana, ara sıra emanet versem olur mu?
Senin yüreğin bazen ısınır, bazen soğur mu?
Benim yüreğim hep sıcak, bazen dayanamam
Onu sana, ara sıra emanet versem olur mu?
Söyle ey deniz!
Her vuslatın sonu hasret bileceğiz
Şimdi veda zamanı, bir gün kısmet olursa
Kaldığımız yerden devam edeceğiz
Her vuslatın sonu hasret bileceğiz
Şimdi veda zamanı, bir gün kısmet olursa
Kaldığımız yerden devam edeceğiz
AŞK
Bir yakıcı büyü gözlerinde
Bakışların mızrak mızrak
Dolaşma kalbimin üzerinde
Nolur bırak
Bakışların mızrak mızrak
Dolaşma kalbimin üzerinde
Nolur bırak
Bilmezsin içimde kandil kandil
Duygular yanar, umutlar yanar
Bilmezsin bu gönül cahil
Birden kanar
Duygular yanar, umutlar yanar
Bilmezsin bu gönül cahil
Birden kanar
Sıralar arasında görünüşün
Bir ateş gibi içime dolar
Biçaresi olurum bu kızgın düşün
Rengim solar
Bir ateş gibi içime dolar
Biçaresi olurum bu kızgın düşün
Rengim solar
Bir duman olurum mısra mısra
Şiirlere sığınırım çaresiz
Sarılıp ölürüm kefen gibi sayfalara
Sessiz sessiz
Şiirlere sığınırım çaresiz
Sarılıp ölürüm kefen gibi sayfalara
Sessiz sessiz
Sen bundan habersiz eğlencelerini
Sürdürüp zevk almaya bakacaksın
Kim bilir benim gibi nicelerini
Yakacaksın
Sürdürüp zevk almaya bakacaksın
Kim bilir benim gibi nicelerini
Yakacaksın
Sen gelince
Kırk kuş, kırkı birden
Kalp yatağıma girip,
Tıkış tıkış dolduruyorlar
Sonra kıpır kıpır
kıpırdayıp,
Âdeta beni öldürüyorlar.
Sen gelince oluyor bende
ne olduysa
Nasıl dayanırım ben aşk
buysa
Sen gelince cezbe
çığlıkları içinde
Kuşlara karışıp gidiyorum
Kuşlarla olmak güzel de
Dağıttığın ateşten yoksun
oluyorum
İçimde kuşlar kıpır kıpır
Geri dönüyorum
Ayrılınca huzurundan ateş
sıfır
Küçük tepeleri aşınca
sönüyorum.
Medet ya sultanım medet
Beni ceylanlarına çoban et
Aldıkları ateş ile
dönerken millet
Benim ateşimi de gönlüme
hapset
Sultanım beni de adam et
Pür-i perişanım efendim
Öyle zalim ki nefsim
Ancak sen olursun bana
mukayyet
Medet ya sultanım medet.
KALEM YOLDAŞIMIZ GÜN SAZAK GÖKTÜRK EVLENDİ
Yoldaki Kalemler’in kıymetli yazarı, aykırı mısralar şairi Gün Sazak GÖKTÜRK evlendi. Sevgili dostumuz, gönüldaşımız, kalem yoldaşımıza bütün Yoldaki Kalemler mensupları adına mutluluklar diliyorum.
Necip Fazıl KISAKÜREK Üstad’a şiir getirip, “üstadım şu şiirime bir bakar mısınız” diyenlere Üstad’ın; ”evlenin de görelim şiirlerinizi, evlendikten sonra şiir yazarsanız getirin bakalım” dediği rivayet edilir. Bu ifadelerin kıymetli kalem yoldaşımız Gün Sazak Göktürk ile ne alakası var diyenler olacaktır bu yazıyı okuyunca. Tabi Üstad’ın bu sözlerini bana hatırlatanların da “bu sözün Günsazak Göktürk ile ne alakası var” diyenleri olduğunu söylemeliyim.Mesela Yine
Yoldaki Kalemlerin yazarlarından, hatta Yoldaki Kalemlerin başlangıç
vesilelerinden Bekir Büyükkurt kardeşimiz evlenince bu ve buna benzer kaygılar
taşımamıştım. Hoş evlendi evleneli bu dostumuzun da bir satır yazmışlığının da
olmadığını kimse duymadan söylemeliyim.Bu arada
Üstad’ın bu sözünü aktaranlar, Yoldaki Kalemlerin Yayın Yönetmeni olarak beni
etkilemediler mi? Bu sözden Gün Sazak Göktürk adına etkilenmedim mi dersem
yalan olur. Elbette: “Eyvah! Yoldaki Kalemler’in kıymetli şair ve yazarlarından
birini kaybettik” dediğim olmuştur elbette. İnkâr edemem. Zira şahitler
huzurunda söylemişliğim vardır.
Gün Sazak
Göktürk’ün şiirleri ve yazıları ile ilgili bir değerlendirme yaparken: Gün
Sazak Göktürk yazı ve şiirlerini “kamanın ucuyla yazıyor” diye bir tabir
kullanmıştım. Gerçekten de öyleydi hemen her yazdığı…
Bir şair
dostum Ahmet Doğan Bey ve bana gönderdiği mülakat sorularını cevaplandırıp gönderdiğimiz
günlerin sonrasında, Ahmet Doğan Bey’in ve benim verdiğim cevapları okuduktan
sonra beni arayarak; “Gardaş, Ahmet Ağabey’in de senin de mülakat sorularıma
verdiğiniz cevapları okudum. Okudum da aramadan da edemedim. Allah aşkına
memlekette cenk var da, herkes cenge çıktı da bizim mi haberimiz yok diye
şüpheye kapıldım” demişti de kahkahalarla gülmüştük karşılıklı. Bu dialoğu
şunun için anlattım: Ben de Gün Sazak Göktürk’ün gönderdiği her yazı ve şiirde
bu duyguya kapıldım. “Memlekette cenk var da bizim mi haberimiz yok!”
Evet, yukarıdaki
şaka bir yana Gün Sazak Göktürk cenk adamı; her şiirinde, her yazısında
davasının cengini yapar. Konu, fikir, memleket meselesi, aşk ne olursa olsun,
Gün Sazak Göktürk kamasının elinde olduğunu hissettirir. Üstelik de kamanın
bileğilenmişliğinden kaynaklanan parlaklığını bilmesi için muhatabının gözüne
bir iki yansıma gönderir.
Yazılacak ve
söylenecek oldukça çok mesele var bu konu ile ilgili.
Gün Sazak
kardeşimize kıymayalım. Hem daha nefis yazılar ve şiirlerle aramızda olmaya
devam edeceğinden zerre kadar şüphem olmadığını da belirtmeliyim ki bu kadar
söz söyledikten sonra Yoldaki Kalemler’e göndereceği nefis şiirler ve yazılar
karşısında mahcup olmayalım.
Sevgili kalem
yoldaşımız Gün Sazak Göktürk’e mutluluk dileklerimizi bir kere daha yineleyerek
muhabbetlerimizi sunuyoruz.
Allah eşini
kendisine, kendini eşine mübarek eylesin.
***
GÖRMEDİN Mİ?
Aşk yürüdü önünden de görmedin mi?
Yürüdün aşkın önünden
görmedin mi?
Hayalini kurduğun
zamanların hatırına
Anlar bahşedildi de sana
görmedin mi?
Görmedin mi? Yekten
kapladı da aşk seni
Ekseni sana ayarlı dünyayı
çek önünden
Gönlünden bir tele dokunup
dinle kendini
Seninle titreşen sesindir
inlet şimdi bendini
İnan dağlara bile çeksen
kutlu yelkeni
Aşarsın cümle okyanusları
ve hırçın denizleri
Görmedin mi kapına kadar
gelen garip kuşu?
Görmedin mi ansızın
karşına çıkan yokuşu?
Görmedin mi kesendeki son
gümüş kuruşu?
Duymadın mı kalbindeki o
aniden vuruşu?
Yürüyen ayaklarının
keramet halini görmedinse
Kapına kadar gelip, el
açan Hızır’a vermedinse
Kapalıyken gören
gözlerinin sırrına ermedinse
Dostunun önüne gönlünü sofra
gibi sermedinse
Göremezsin sen; kapına
kadar gelen garip kuşu
Göremezsin sen; ansızın
karşına çıkan sırlı yokuşu
Göremezsin sen; kesendeki
son gümüş kuruşu
Göremezsin sen göremezsin;
kalbindeki o ani vuruşu.
Şimdi görme zamanı, görüp
de bilme zamanı
Gönlünü aç da bir başka
gözünle temaşa et
Ser gönlünü de bekle
yeniden göreceğin anı
Değiştir seni karanlıklara
boğan eski mekânı
Bakmışsın ki aşka komşu
olmuşsun birden
Aşk değince kanadına
kurtuluverirsin kibirden
Zira bir gün çağıracaklar
seni geldiğin yerden.
VECD DENİZİNDE YÜZEN ADAM
“Açın
çantasını nesi var”
Türkünün burasında soruyoruz: “Nesi
varmış abi” diye.
Cevap veriyordu: “Yüreğim el vermez.
Söyleyemem” diyordu. “Bir çift potiniyle
bir de fesi var” diyemiyordu Ahmet abi. Yüreği el vermiyordu bunu demeye… Zira O
oradaydı. Yemen’deydi yani. Mızıkalar çalınırken de, ölünürken de oradaydı.
Şehadeti buram buram yaşamıştı Yemen’de adeta. O ruh ile yaşıyordu günümüzde
bizlerle yaşarken. Bizim dinlediğimiz türküleri dinliyor, bizim okuduğumuz
kitapları okuyordu ama ruhu türkülerin manasındaydı. Hiçbir türküdeki hiçbir
manayı kaçırmadan yaşıyordu. Türkülerin kendisi oluverip çıkıyordu. Daha doğrusu
türkü dinlerken yok olur giderdi o.
“Açılın
kapılar şaha gidelim”
Kapıları zorlardı. Şaha giden kapıları…
Pir sultan olup, yollara düşerdi. Öyle bir şah tasavvur edip, öyle bir kapıya
yönelirdi ki; hayran olmamak elde değildi o yüksek vecdine.
“Kırmızı
gül demet demet/Sevda değil bir alamet” demeden göklere yükselirdi adeta. Daha sazın tellerinin ilk vuruşuyla
Kırmızı Gül türküsünü baştan sona dinlemiş olurdu ruhunda. Türküyü sonuna kadar
dinleyince nereye varılacaksa oraya ulaşıverirdi herkesten önce. Daha türkünün
adı geçince bile “Vurulup vurulup kıvranacak” bir noktaya varıverirdi
hemencecik. Her an her saniye hazırlıklıydı çok sevdiği derdine kavuşmaya.
“Dostun
davetine zaman olur mu”
Bu güzel türkü Mehmet NARLI’nın
şiirinden, yine Mehmet NARLI’nın bestelediği bir türkü... Bu türküyü Narlı çalıp söylerken Ahmet abinin canı çıktı çıkacak
sanırdık.
Türküyle öyle hemhal, öyle hem haldi
ki: Bir zamanlar küçük bir kasetçalar taşır olmuştu yanında. “Bin mili gramlık
türküler” diye tabir ettiği türküleri dinlemek için o kasetçaları sürekli yanında
taşırdı.
Türkü
dinlediği anlarda vecdinin zirvesine ulaşırdı
Kendisiyle
yarışır kendisiyle savaşırdı
Gidilecek
yere kendisinden önce ulaşırdı
Bazen
vecdi kendisini, bazen kendisi vecdini taşırdı
Hep geçmiş zaman kullandım. Evet,
farkındayım; zira o şimdi türkü dinle/ye/miyor.
O şimdi türkü dinlemiyor.
O şimdi türkü dinleyemiyor.
İşitme problemi yaşıyor çünkü.
Kulağına düzensizce gelen sesler
beynine balyoz gibi iniyor kendi tabiri ile.
Ama o buna dayanıyor.
Vecdi ile dayanıyor, yüreğindeki
muhabbetle dayanıyor.
Türkülerden kitabın sayfalarına
kaçıyor. Türkülerden kaçmıyor aslında. Öldürücü seslerden kaçıyor O. Kaç yiğidi
yanı üstü devirecek, beynindeki ağırlıklarla yaşıyor ömrünü.
Boş ver abi.
Türkülerin de dinleneceği kalmadı zaten
diyesim geliyor ona.
Artık
bağlamalara elektrik kablosu
taktılar, üzülme abi diyesim geliyor. Kaldı ki o da bunu biliyor. Hem
türkü dinlemek için ölüyor, hem de türkü dinleyince ölüyor.
Gündüzlerden, insan kalabalığından
gecenin sessizliğine kaçıyor.
Yüreğini dostlarına kalemiyle açıyor.
***
Geceleri çalışırken, geriye yaslanıp,
onu düşünüyorum.
Görür gibi oluyorum hep.
Evet, evet, gözlerimin önüne getirip
seyrediyorum onun hal-i pür melalini.
Gecenin sessizliği…
Masasının üzerinde yeniden ısıtılarak
doldurulmuş çayı…
Geceyi dinliyor…
Gecenin sessizliğini.
Gündüzün beynine indirdiği balyoz
darbelerinin acısının hafiflemesini bekliyor. Kendi tabiri ile: Biten şarjını
dolduruyor.
Gözleri kapalı.
Az sonra şarjı dolacak.
Çayından birkaç yudum alınca bir sigara
yakacak. Çayı gene soğumaya durmuş. Olsun. O şekilde içer çayını. Yeter ki
önünde bekliyor olsun çayı.
Bekleneni yapıyor ve çayından birkaç
yudum alarak sigarasını yakıyor.
Şimdi hangi vecd denizine açılmalı diye
birkaç dakika soluklanıyor.
Belki bu gün çok hafif bir sesle türkü
açacak, vecdinin çıldırması için.
Her gece olduğu gibi gene yeni bir vecd
denizine açılacak. Daha önce olduğu gibi açıldığı vecd denizinde yine boğulma
tehlikesi geçirecek. Vecd fazlası yaşayacak. Kalbi çatlayacakmış gibi olacak
vecd denizinde kulaç atarken.
Yine vecd denizi…
Yine vecd fazlası…
Yine vecd denizinde boğulma tehlikesi…
Yine vecd fazlasından ve vecd denizinde
geçirilen boğulma tehlikesinden alınan zevk. Her defasında yeni bir haz… Yeni
bir başlık, yeni bir dosya ve yeni bir konunun içine dalış…
Bir sonraki gün dünyaya dönüş…
Dünyalıların ve dünyalık işlerin,
mecburi olarak kalabalıkların, mantalitesiz insanların, kendisini anlamayan,
anlayamayan pervasızların farkına varmadan yaptıkları öldürücü saldırıları.
Uğraşmak zorunda olduğu dünyalık işler…
Yeniden beyne inen tonluk balyoz
darbeleri ve eriyormuş gibi bir tükeniş.
O dayanılmaz tükenişe geceyi düşünüp
dayanma ve karşı koyma…
Arkasından yeniden gece ve sessizlik…
Kitaplar, önceden atılmış yazı
başlıkları, bir önceki günden yarım kalmış yazı…
Yine çay ve sigara...
Vecd denizine doğru yine yolculuk, yeni
bir yolculuk…
***
YOL VE RÜYA
Kim, hangi rüyadan, riya çıkarası?
Yaygarası arşa çıkmış bir
iyilik
Hangi kömürün çıkmaz
karası?
Darası alınmadan tartılan
söz gibiydik
Okumasaydık
bilmeyebilirdik
Okuduk da; bilmediğimizi
bildik
Sevindik, lakin ağlayanlar
içinde ilktik.
Çare yok; kalkmadan
yürümek olmaz
Acıyan ayaklarımızla yola
dizildik
Solmaz bir çehreyle çile
dolmaz
“Yol erleri” diyordu ya
hazret; bizdik
Kanadı kırık kaç turna
geçti buradan
Turnaların soyluluğu
önünde eğildik
Kimi durakta beydik, kimi
duraktaysa ezildik.
Yürüdü kervan, gökte
turnalar sıralı
En son şimdiki durağa
varalı
Yaralı ne kadar dost varsa
yaralı
Bir türküden şifa buldular
Karlı dağların ardının
maralı
Gördü olanları, cümle
kuşlar duydular
Oluyordu olacak olan,
olmadı; ama sezdik
Döndürüp yolu içimize,
âlemi gezdik.
Sancıyan hangi yara,
selamdır yâra?
Çıksa haykırsa başı
dumanlı dağlara
Koca Muzaffer Gözükara;
gelin dese
Gelse gelecek olan dostlar
kâmilen
Melekler yukarıdan bakıp
gülümsese
Tebessüm etse olanlara bir
bilen
Adıyla hitap ettim mesaj
olsun ağyara
Şiirleri emzirsin
kelimeler doya doya.
Yaya ne kadar köylü varsa
yaya
Aya gidecek kadar
kıvamdadır yürekleri aya
Güya her şeyi bilen Avrupa
ve Amerika
Patika yolların âhını bile
çözememiş
Gülümseme kıvamında
sırıtmışlar dünyaya
Bu ahmaklar içlerinde
canavarlar gizlemişler
Dünyadan gizlemişler,
gizlemişler lakin
Canavarlarının içlerinde
öldüğünü bilememişler.
Kalktı sis; şimdi dünya
her şeyi biliyor
Birçok yere ulaşıyor
müslümanın elleri
En uzaktaki yetimin bile
gözlerini siliyor
Onca acı ve onca insan;
arşa çıkmış kederleri
Hesap günü ödenecek, tüm
acıların bedelleri.
***
ANSIZIN ÇAĞIRIRSA ZAMAN
İMZAN HÜKÜMSÜZ BİR ÇİZİKTİR
Gelmek tüketir hasreti; ya
da başlar yeniden ap-acı
Kaçıncı şarkı seni
hatırlatır ve sen kaplarsın ansızın her yeri
Geri dönüşsüz yolculuklara
kalır hüseynî kaderim
Giderim, giderim lakin sen
yoksun, seni ağlar her yerim.
Bir yer var, bir de yar.
Ey yar akşamüstü hüzün şimdi
Dağların üstüne kıpkızıl
ufuk çökmüş, belki ikindi
Bir çekiç sesi, Maraş’ın
bakırcı çarşısından tın… tın… tın…
Hani gelecektin? Gelmedin…
Gelmedin… Gelmeyecek(mi)sin.
Uzunoluk’ta Sütçü İmam
Çeşmesi hasretle sana akar
Benim yüreğimi
sensizlikten kalma susuzluklar yakar
Çok hikmeti var, dağlar
kadar ağlamaksa bana kalan
Talan edilmiş bir mülkün
varisiyim şimdi yapayalnız.
Kaygısız bir başı
taşımaksa kaygılandığım
Hangi yığına gitsem fert
olurum dert olurum
Solurum da bir nefes, kul
olur yürürüm ve menkıbem başlar
Aşklar, acılar, sancılar hayat
olur yürür üstüme üstüme.
Bir daha dönmemek için
gitmeli değil miydim ilk önce
Gülünce titreyen dağlar
çocuklara ne borçlu bilmek isterim
Piri ilham olan mısra
gibi, şiir gibi, dipdiri biri çıkıp yükseklere
Haykırsa ne çıkar. İşte
zamanı şimdi konuşuyor şiir, konuşuyor şiir.
Seni aramak sana yürümek
meramında konuşuyor şiir
Kim bilir yokluklar dar
düşer akşama, maliye tatil
Katil bir süvari
haykıramaz, vaaz için kürsü boş
Sarhoşa nara gırtlaktır,
kapkara sabahlar, tiksinti ve sokak.
Kulağım çağırır sesi,
dokunmadan uçmak kuşa değdi
Yiğidi bol bir beldenin
korkakları tüccar, hayat onlara borçlu
Suçu bir daha gelmemek,
karnede kırık not, yere sızmış parkta kan
Ağlayan anadır mezar taşı
kadar büyüdü göz pınarları.
Ölüme ne kadar yaklaştın ki,
zaten ensesinde insanın
Lisanın resmin mi, dersin
okumaksa cümle evreni, helal bir bakış yeter
Kastı acımaksa, sevmeliydi
acıtmadan, candan öte yol çıkmaz.
Soğuktan ve sıcaktan beter
acısı hıncın ve kılıcın buyruğu kesti.
Bir gün ansızın çağırırsa
zaman, imzan hükümsüz bir çiziktir
Varsa söylediğin, göklere
değen bir sözün, orda bir yerde duruyor şimdi
Bekle; hiçbir çağrıya
gelmemişliğinle kendine yalnızlık biriktir
Hani, kim söyleyebilir ki,
kaç imzadan, kaç kahramanlık anıtı dikildi.
***
YANDIM AMMA (DA) YANDIM
Kanadım ey yar kanadım
Feryadım yaram değil
Kanadım
Yaramdan sızarken kan
Şimdi yerlerde kanadım
Göklerdeyken de kanadım
Yerdeyken de kanadım
Bilmediklerime ağladım
Ağladım da yandım
Yandım dayandım
Kanadı yaram
Kırıldı kanadım
Ağladım
Ağladım yandım
Yandım dayandım
Yandım da yandım
Ahhh Hasan agabey ah, sen ne güzel bir şairsin, sen ne iyi bir yazarsın.
YanıtlaSilSen baştan ayaga milli ve yerli bir yazarsın.