Kırmızı çiçeklerle süslü fistanı rüzgârda onu binlerce ağacın ve meyvenin ve çiçeklerin süslediği bu dağ yolunda, çok da özenilmemiş bir korkuluk gibi sallıyor. Alnının esmerliğinde erken bir gelincik gibi kınalı bir tutam zülüf ifildiyor.
Akşam
olmadan, ışıklar kısa bir süreliğine de olsa yakılıp sofraya oturulmadan
yetişmek derdinde.
Elindeki
sepetin üzeri kocaman incir yapraklarıyla örtülmüş. Ucundan, namazlığın
birbirine ulanmış renkleri görünüyor. Adımları gittikçe düzensiz, gittikçe
hafif…
Arada
bir eliyle belini tutarak, aşağıda henüz kirece bulanmış damların akşama sarkan
telaşlarını görerek gülümsüyor. Alnında kınası gelmiş bir tutam pembe zülüf.
Aşağıdan
gelen ve kendi gibi kuru, esmer bir kadınla iki dakika sohbet ediyorlar. O iki
dakikada görüşülmeyen uzun zamanların bütün hikâyeleri, büyüyen torunların
sevgileri, buçuklu verilen ineğin durumu, bütün marazlar, akrabalıklar
konuşulup bitiriliyor. Yollara devam ediliyor.
Kırmızı
çiçekli fistanının gittikçe koyu örtüsünde ne erkekliğin getirdikleri, ne
kadınlığın getirdikleri, dilinde yalnız belki dünyaya sarkan bir türkünün asla
yaşanmaz hasretleri, torunların meraklı dinleyişlerinin gülümsettiği içinin
eski bir sızısından başka. Ve onlar da Namazlığı gibi dürülüp koyulmuştur.
Ancak onun kadar bir iştir.
Elinde
yukarıdan, yayladan verilmiş yeşil bir elma var. Avucunda, ara sıra fistanının
eteğine sürterek torunun dişlerindeki ilk sesini düşünerek elmayla kalbinin
arasında bir yol açıyor. Sallanan o kupkuru eli ve yeşil elma ve eline henüz
vurulmuş kınanın kesif kokusu, yeryüzünü kanatlarını havayla doldurup
gökyüzünde durakalan büyük kuşlar gibi didikliyor, bembeyaz evlerin damlarını,
torunların kalplerini ve komşuların ve bilinmedik insanların o anlarını
dolaşıyor hep birlikte.
Alnında
kınası gelmiş, beyaza yaklaşmış pembesiyle ifildeyen bir tutam zülüf…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder