Sıkıntılarını bağıra çağıra ilan eden, elindekiyle yetinmeyen, halinden mem- nun
olmayan insanlar çoğalıyor.
Giderek asık suratlı, somurtkan, sürekli sızlanan, şikayet eden bir toplum
haline geliyoruz.
Bu, müslüman fertler olarak bizim dışımızdaki birtakım olumsuzluklardan ziyade,
kalbimizle ilgili bir problem.
Zira farkında olalım olmayalım, çoğu şikayette ilâhi takdire itiraz, kazaya
muhalefet vardır.
Eskiler, selamdan sonra her fırsatta birbirlerine “Nasılsın?” diye sorar; “Hamd
olsun” yahut “Allah’a şükür iyiyim” gibi cevaplar almak suretiyle,
kardeşlerinin şükrüne vesile olmak isterlermiş.
Bu öyle laf olsun kabilinden bir mükâleme değil. Efendimiz s.a.v.’in bize her
hâl ü kârda şükretmemizi ihtar eden bir sünneti.
Gerçi bugün de ziyaretlerine gidip “Nasılsınız?” dediğimizde “Hamd olsun”
diyebilen hastalarımız, halini sorduğumuzda “Çok şükür” diyebilen fakirlerimiz
hâlâ var çok şükür. Fakat nesli tükenmek üzere.
“Herhangi bir sebepten dolayı hissedilen elem, rahatsızlık veya hoşnutsuzluğu
dışa vurma, sızlanma, yakınma” anlamına “şikayet”in bazı çeşitleri, hem
mahiyeti itibariyle hem de beşerî bir tavır olarak masiyetten sayılmıştır
dinimizde. Zira farkında olalım olmayalım, çoğu şikayette ilâhi takdire itiraz,
kazaya muhalefet vardır. Bir kısım şikayetlerimiz ise itminansızlığın eseridir;
nefsin ve dünyanın zebunu olduğumuzu ifşa eder.
Cennetin vizesi
İslâm’da kerih görülen bu kabil şikayetlenmelerin neler olduğuna geçmeden önce
aslî hedefimizi, niçin bu dünyada bulunduğumuzu hatırlamamız gerekiyor. Zira
hedefini şaşırıp yanlış istikamete yönelerek bir şekilde kendilerini
kaybedenlerin, ne kadar çaba gösterirlerse göstersinler, kalplerini sükuna erdirecek
bir netice almaları mümkün değildir. Beyhude gayretler ise yersiz şikayetlerin
anasıdır.
İnsanın aslî hedefi, imtihan için gönderildiği bu geçici dünyada kulluğunun
icaplarını yerine getirerek ahiret yurdundaki ebedi saadete erişmektir. Var
gücüyle Allah’ın rızasını kazanmaya, kendisini Allah’a sevdirmeye çalışır.
Bütün ibadetleri, hayır hasenatı bunun içindir. İnsan namaz kıldığı, oruç
tuttuğu, zekât verdiği, hacca gittiği, nafile ibadetler yaptığı için, bunların
karşılığı veya bedeli olarak cenneti hak edemez.
Bütün bunları muhabbet ve taziminin nişanesi, şükrünün ve kulluk şuurunun
ifadesi olarak yapmış, böylece Allah’ın rızasını kazanabilmişse eğer, “Gir
cennetime!” (Fecr, 30) hitabına mazhar olabilir. Yani ebedî saadet yurdu için
esas vize ibadetlerimiz değil, Allah’ın rızasıdır. Şu halde dünya hayatını
Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanma imtihanı olarak da anlamak
gerekir.
Peki insan bu imtihanı nasıl başaracak, kendisini Allah’ın razı olduğu bir kul
yapacaktır? Denilmiştir ki “Allah’ın rızası, kulun Allah’a olan rızasındadır”.
Allah’a bağlılığımız, itimadımız ve O’nun kazasına rızamız, Allah’ın bizden
razı olmasına sebeptir. Eğer kul Allah’ı hakikaten sever ve O’ndan razı olursa,
Allah da o kulu sever ve O’ndan razı olur.
Allah’ı seviyorsak eğer
Sadece dil ile “Ben Allah’ı seviyorum” demek, hakiki bir sevgiye, samimi bir
rızaya delalet etmez. Bunun ibadetlerde olduğu gibi amel halinde tezahür etmesi
lazım bir; hakikatinin ve samimiyetinin test edilmesi lazım, iki. Kriter Âl-i
İmran Suresi’nin 31. ayetinde verilmiş. Peygamberimiz s.a.v.’e hitaben şöyle
buyuruluyor: “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi
sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Rasulullah s.a.v.’in sünnetine sarılmak,
Allah Tealâ’yı hakikaten sevmenin işareti demek ki.
Bütün şikayetlerin neticede bir “razı olmama hali”ni yansıttığını ima etse de,
şu söylediklerimizin asıl mevzuun biraz dışında kaldığı düşünülebilir. Sadede
şöyle gelelim: Bugün müslümanların şikayetlerinin çok büyük bir kısmı dünyalık
hırsı veya mahrumiyetiyle ilgilidir. Hz. Peygamber s.a.v.’in bu meseledeki çok
net ve açık tavrına rağmen müslümanların dünyayı “dert edinmesi”, sünnete
uymadığımızın, dolayısıyla Allah Tealâ’ya muhabbetimizde samimi olmadığımızın
göstergesidir.
Bizi günaha sokan, huzurumuzu bozan şikayetlenmelerden kurtulmak, rıza makamına
ulaşmak, nefs-i mutmainne mertebesine çıkabilmek, “salih” kullar arasına
girebilmek için Efendimiz s.a.v.’in dünya karşısındaki tavır ve tavsiyelerini
bir daha hatırlamamız gerekiyor öyleyse. Çünkü O, Allah’ın kendisinden en çok
razı olduğu kulu, en çok sevdiği habibidir. Rasul-i Ekrem s.a.v. de “Allah’ı
seven ve O’ndan razı olan bir kul”un en ideal örneği.
Sahi, biz hangi peygamberin ümmetiydik?
Bazen günlerce sıcak yemek bulamayan, sadece su ve hurma ile iftar eden, hane-i
saadetlerinde bir ay ocak yakılamayan, yamalı ayakkabı giyen ama bunlardan asla
şikayet etmeyen bir peygamberin ümmetiyiz. İstese dünyanın bütün
zenginliklerini kendisine verecek Cenab-ı Allah’tan ailesi ve soyu için sadece
“kifaf miktarı”, yani yaşamalarına yetecek kadar rızık talep eden; dünyalık
terekesi ibrik-leğenden ibaret bir peygamber.
Böyle bir peygambere ittiba edenlerin dünyalık diye bir derdi de, bundan
kaynaklanan şikayetleri de olmamalıydı. Halbuki halini beğenmemek, kendisine
verilenlerle yetinmemek, daha fazlasını elde edemediği için üzülmek ve bütün
bunlardan dolayı şikayetlenmek sıradanlaştı neredeyse.
Sanki Rasulullah s.a.v.: “Dünyalıkta kendisinden aşağısına, dinde de
kendisinden üstününe bakan (ve buna göre davranan) kimseyi Allah Tealâ hem
sabreden hem de şükredenlerden yazar. Fakat dünyalıkta kendisinden üstününe,
dinde de kendisinden aşağıda olana bakanları da Allah Tealâ ne sabreden ne de
şükredenlerden yazar.” buyurmamış gibi, “Ben şu kadar zamandır namaz kılıyor,
dua ediyorum; istediklerim gerçekleşmiyor da falancada namaz niyaz olmadığı
halde Allah ona veriyor.” türünden yakınmalarla sık sık karşılaşır olduk.
Sahibine zarar veren şikayet
Sadece bu hadis değil, Zeyd b. Sabit r.a.’den gelen başka bir rivayet de
dünyalık talebi ve hırsının başlı başına bir problem olduğunu haber
veriyor:
“Kimin emeli dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği
iki gözünün arasında kılar, dünyadan eline geçen miktar da kaderine yazılandan
fazla olmaz. Kimin de kastı ahiret olursa, Allah onun (dağınık) işlerini
lehinde toplar, zenginliği kalbine koyar, dünya nimetleri ona (kendiliğinden)
koşarak gelir.”
Şu halde Peygamberimiz s.a.v.’in, üzerinden “garip bir yolcu gibi” geçip
gitmemizi tavsiye buyurduğu dünyayı mülk edinmeye çalışmak, asıl maksadı, yani
Cenab-ı Hakk’ın rızasını ve bu sayede kazanılabilecek ebedi saadet yurdunu
unutturmakla, bizi yanlış istikamete yöneltmekle kalmıyor, boş yere yorulup
şikayetlenerek huzursuz olmamıza da yol açıyor. Şikayet, bir problemin
çözümüne, bir mahrumiyetin giderilmesine imkan veriyorsa anlamlı ve gereklidir.
Oysa daha yüksek bir hayat standardı tutkusu veya talebinden kaynaklanan
şikayetlenmelerimiz hem dünya hem ahiret mahrumiyetlerimizi çoğaltıyor.
Müslüman meşru çerçevede elbette dünyalık da isteyecek, bunun için dua ve
niyazda bulunacak, çalışacak, sebeplere tevessül edecek ama neticeye de rıza
gösterip böyle takdir buyuran Rabb’ine hamd ü senadan geri kalmayacak.
Önce “lâ” demeyi unutmayalım
Modern cahiliyyenin sürekli bulandırması sebebiyle müslümanlar olarak “dünya
tasavvuru”muzu her fırsatta berraklaştırmamız gerekiyor. Burada da akıllara
takılabilir; dünyalık hususunda neticeye rıza, yetinme, kanaat, kendimizden
aşağıdakilere bakıp şükretmek, acaba dünyayı ihmal anlamına mı geliyor? İddia
edildiği üzere böyle yapageldiğimiz için mi geri kaldık?
İmanın ilk şartı kelime-i tevhide “lâ” diyerek başlarız. Önce zihnimizdeki
bütün kabulleri, bütün anlayışları, bütün tasavvurları yıkar, siler, yok ederiz
yani. Sonra oraya vahyin öğrettiği “tevhid”i yerleştiririz. Dünya konusunda da
böyle yapmaz, modernizmin zihnimize yerleştirdiği peşin kabulleri yıkmazsak,
yukarıdaki soruların sancısından kurtulamayız. Dahası, kendimize mahsus bir
dünya tasavvuru kuramadığımız için savrulur dururuz orta yerde.
Nitekim dünya anlayışını “lâ” demeden inşa eden nice müslüman “aydın”,
Efendimiz s.a.v.’in “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın” ibaresinin
geçtiği hadis-i şerifini Bektaşî’nin namaz ayetini okuduğu gibi okuyarak
konforu meşrulaştırmaya, izzeti servete bağlamaya, modernizmin dünya
telakkisine şirin görünmeye çalışıyor.
Müslümanın dünya diye bir hedefi yoktur. “Fani” bir varlığa bağlanmaz. “Dünya
sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır.” hadisini düstur edindiği için
dünyayı kalbine almaz. Onun dünyadaki hayat anlayışı da, refah, rahat, huzur,
fakirlik, zenginlik, izzet, zillet anlayışı da modern cahiliyyeninkinden
farklıdır.
Dünyayı ihmal mi ediyoruz?
Dünya müslüman için amaç değil araçtır. Asıl maksada götürmeye hizmet ettiği
ölçüde değer ve önem kazanır. Bizatihi değerli ve önemli değildir. Bir
vasıtanın hedef haline getirilmemesi, onun ihmal edildiği anlamına gelmez. Tam
tersine, bir aracı “amaç” ittihaz etmek, sapkınlığa ve akamete yol açtığı için
o “araç”ın kendisinden beklenen faydasını zarara, değerini değersizliğe
dönüştürmek demektir.
Müslümanın çok tüketerek “mutlu” olunacağına, ancak kuştüyü yataklarda “rahat”
uyunabileceğine dair bir kabulü olamaz. O, bölüşerek ve infak ederek mutlu
olur, komşusunun tok yattığından eminse rahat uyur. Dünyayı değil ahireti
önceler. Aslında dünya ve ahiretin “önem” bakımından mukayesesinin çok da
anlamlı olmadığını bilir. Çünkü biri vasıta, diğeri hedef olan iki şeye eşit
oranda değer verilemeyeceğini fark edecek kadar feraset sahibidir.
Yukarda işaret ettiğimiz ve halk arasında “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın
ölecekmiş gibi ahirete çalışın.” şeklinde meşhur olan hadis de zannedildiği
üzere dünya ile ahireti dengelemez. Bu hadis-i şerifin muteber kaynaklardaki
metni “Hiç ölmeyeceğini zanneden kişi gibi (dünya için) çalış; yarın
öleceğinden korkan kimse gibi de (dünyaya bağlanmaktan) kaçın.” mealindedir.
Dikkat edilirse hadis, müminin dünya ile münasebeti sadedindedir. Ahiret için
yapılacaklarda acele etmeyi, dünya için ise daha teennili davranmayı
salıklar.
Nitekim ulema bu hadisin özellikle ilk bölümünü tevil ederken, “İnsan ebedî
yaşayacağını farz ederse dünya hırsı azalır. Bilir ki arzu ettiği dünyalık, onu
talepteki hırs ve koşuşturmayı bir kenara bıraksa bile elinden kaçacak
değildir.” demişlerdir. Peygamberimiz s.a.v.’in aşırı hırs ve tamahtan imtinayı
tavsiye eden “Dünya talebinde mutedil olun; çünkü herkes kendisi için takdir
edilmiş olana müyesserdir.” hadisi de bu tevili desteklemektedir.
Aziz-i vakt olduğumuz zamanlar
Bir “vasıta” olduğuna, ahiret saadeti ancak bu vasıta ile temin edilebildiğine
göre, müslümanın dünyayı büsbütün yok sayması, ona sırt çevirmesi söz konusu
değildir. Bizimle mezara gelmeyecek, orada bulunmayacak şeylerden ancak zaruret
miktarı faydalanma temayülümüz de zenginliğe, dünyalık kazanma talep ve
çabamıza engel değildir. Zira infak etmek suretiyle bunları dahi mezara
getirmek mümkündür. Bununla beraber dünyalık bir mahrumiyetten dolayı asla elem
çekmez müslüman. Hatta “Dünyalıktan bir şey kaybettiğine üzülen kimse,
cehenneme bir aylık (veya bir senelik) mesafe yaklaşmış olur.” hadis-i şerifi
mucibince bundan özellikle kaçınır.
Nihayet aza kanaat ettiğimiz, kaderciliğimiz, bir lokma bir hırka ile
yetindiğimiz için geri kaldığımız, izzetimizi yitirdiğimiz iddiaları tevil
götürmez birer zırvadır. Hz. Ömer r.a., hilafeti devrinde bir gün, Ashabın
“Ondan daha doğru sözlü olan birisini ne gök gölgeledi, ne de yer taşıdı” diye
övdüğü Ebu Zer r.a.’ı çağırır ve ona “halkın halife aleyhine neler konuştuğunu”
sorar. Bu soruşturmayı, varsa eğer hatalarını görmek ve telafi etmek için sık
sık yapmaktadır Halife. Ebu Zer r.a., hürmetinden dolayı susmak istese de ısrar
edilince şöyle der: “Halk arasında senin sofranda iki çeşit yemek bulunduğu ve
üzerindekinden başka bir kat elbisen daha olduğu şayiası var.” Hz. Ömer r.a.
mahçup olur, başını eğer, “Evet, öyleydi.” der, “Fakat çok şükür şimdi
dedikleri gibi değilim.”
İşte böyle yaşayan Hz. Ömer r.a.’ın fethettiği yerlere ve müslümanlara
kazandırdığı itibara, mesela her türlü zenginlik, konfor ve şaşaa içinde dem
süren bazı Emevî sultanlarının bırakın yenilerini katması, bunları muhafaza
etmesi bile nasip olmamıştır. Biz samimiyetle “bir lokma bir hırka” dediğimiz
devirlerde aziz-i vakt idik. Çünkü dünya ayaklarımızın altındaydı. Şimdiki
zilletimiz ise dünyayı başımızın üstünde taşımamız gerektiğine inandırılmaktan
kaynaklanıyor. Ezikliğimiz, perişanlığımız, feryad ü figana dönüşüp göklere
yükselen şikayetlerimiz bundan.
Asıl nimetin farkında değiliz
Şikayet, bazen bir şükürsüzlük veya sabırsızlık halinin dışa vurulmasıdır.
Halbuki müslümanın dünya hayatı şükür ve sabırdan ibaret olmalıdır. Hatta
Peygamberimiz s.a.v.’in, “Mümin kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır. Zira her
işi onun için hayırdır. Bu durum sadece müminlere hastır, başkalarına değil:
Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder; bu ise hayırdır. Bir zarar gelse
sabreder; bu da hayırdır.” hadisinde “şükür” ve “sabr”ı özellikle mümine tahsis
etmesi, Maide Suresi’nin 23. ayetinde de “Gerçek müminler iseniz Allah’a tam
bir itimatla tevekkül ediniz.” buyurulması, şükür ile sabrın imanın önemli bir
rüknü olduğuna işarettir.
Şükür gerekirken şikayet etmek böyle bir iman zafiyetinin sürüklediği nankörlük
olur ki vebali vardır. “Siz beni anın, ben de sizi anayım. (Bir de) bana
şükredin; nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152) ayetinde beyan buyurulduğu gibi
Allah’a şükretmemek nankörlüktür. Kendisine verilen nimeti fark etmeyene,
ihsanın kadrini bilmeyene, iyiliği inkâr edene nankör derler. Dünyalıkta
kendisinden yukardakilere bakıp “Allah bana ne verdi ki şükredeyim” deyip
şikayetlenenler Allah’ın nimetlerinden gafil olanlardır. Böyleleri genele ait
nimetleri göremez, özel servet ve imkanlar umar.
Allah kendisini var kılmıştır, insan yaratmıştır, İslâm’a dahil etmiştir,
yaşaması için gerekli havayı suyu vermiştir, sağlıklıdır, azaları tamdır,
herkesinkiyle birlikte pazara çıkarılsa yine kendisine ait olanı alacağı bir
aklı vardır, vs... Bunlara nisbetle kendisinin nimet bildiği şeyler çocuk
oyuncağı mesabesindedir. Fakat neylersiniz ki çocuk kalmışsanız eğer,
oyuncaklara meyleder; onlar elinizde bulunmadığında şikayetlenirsiniz.
Bir bardak suya şükür
Abbasî halifelerinden biri, huzuruna çağırdığı vaizlerin efendisi
İbnü’s-Semmâk’a “Bana öğüt ver” dedi. Halife bu sırada içmek üzere olduğu bir
bardak suyu elinde tutuyordu. İbnü’s-Semmâk, “Bir çölün ortasında çok şiddetli
bir susuzluğa yakalandığın vakit, şu elindeki suyu bütün servetin karşılığında
sana teklif etseler ne yapardın?” diye sordu. Halife, “Bütün servetimi verir,
bu suyu alırdım.” dedi hiç tereddütsüz. Bunun üzerine İbnü’s-Semmâk şunu
söyledi halifeye: “O halde bir bardak su değerinde olan servetinle daha niye böbürlenirsin?”
Bu hikâye bir yanıyla dünya servetinin değersizliğine dikkat çekerken, diğer
yanıyla bir bardak suyun dahi ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlatıyor.
Şükredecek küçük gibi görünen o kadar büyük nimet var ki.. Cehalet ve marifet
eksikliği bunların fark edilmesini engelliyor; şükür yerine şikayete sevk
ediyor insanı.
Alemlerin Efendisi, kendisine bahşedilen ilim ve marifet sebebiyledir ki
geceleri kalkıp gözyaşları içinde ayakları kabarıncaya kadar namaz kılar, “Ya
Rasulallah, senin geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışlanmıştır. Neden
kendini bu kadar hırpalıyorsun?” diyenlere “Şükredici bir kul olmayayım mı?”
cevabını verirdi.
Peki, bir bardak suya olsun şükredelim, bundan dolayı şikayetlenmeyelim ama ya
onu da bulamıyor, geçim sıkıntısıyla bunalıyor, hastalıklarla boğuşuyor,
musibetlere maruz kalıyorsak; Allah verdi diye bunlara da mı rıza göstereceğiz?
Rıza bazen de sabırdır
İmam Gazalî rh.a., belalara rıza, sabır ve dua ile bunların izalesini
istemektir, diyor. Yani sıkıntı ve musibeti talep etmek, bunlardan dolayı
sevinmek yok ama şikayet de yok. Sabır rızayla çelişmez. Zira sabr-ı cemil,
Allah’ın takdir ettiğine razı olabilmenin semeresidir. Dua da rızaya münafi
değildir; sahibini rıza makamından çıkarmaz.
Peygamberimiz s.a.v., rıza makamının en üst derecesinde olduğu halde dua etmiş,
Allah Tealâ Enbiya Suresinin 90. ayetinde dua edenleri övmüştür. Dua ile
Allah’tan medet, çare ve ihtimam istemek şikayet olmaz, denilmiştir. Esasen
kulluğun icaplarına riayetle, tevazu ile baş eğerek müptela olduğu bir derdi
Allah’a açmak tarzındaki bir şikayetlenme de kerih görülmemiştir.
Buna rağmen başımıza gelenin hakkımızda daha hayırlı olduğunu düşünmek,
isterken de hayırlı ise istemek evlâdır. Mesela az kazançta, fazlanın
hesabındaki zorluk, şımarma, harama bulaşma gibi tehlikeler de azdır ve bunlar
kazanç azlığı gibi mukayyet değil mutlak birer musibettir. Nasıl nimete şükür,
nimetin kendisinden ziyade onu verenin ilgisinden dolayı ise, belada da belanın
üzüntüsü değil, verene bağlılık öne çıkarılmalıdır. Fakirlik ve hastalıktan
dolayı halini insanlara açarak şikayetlenmek hoş karşılanmamıştır.
Toplumsal plandaki aksaklıkları, yönetimden kaynaklanan arızaları şikayet ise
bir tesbit yapmak ve çare aramaya teşvik etmek maksadı taşıyorsa mubahtır. Aksi
halde bir aczin ve kaçışın ifadesidir. Görünen sebeplerinin de ötesine geçerek
böyle sıkıntıların bize niye verildiğini, niye hep böyle şeylere düçar
olduğumuzu, kendimizi tenzih etmeden anlamaya çalışmak, durumdan vazife
çıkararak sorumluluk üstlenmek, hiç değilse dua etmek, şikayetlenmekten daha
soylu bir davranıştır.
Şikayeti şükre dönüştürmek
Şöyle toparlayalım: Ya nimeti azımsadığımız ya sıkıntıyı çok bulduğumuz için
şikayet ederiz. Her iki halde de bu kadarını hak etmediğimiz kabulü var. Yani
bir haksızlığa uğradığımızı düşünürüz hep. Böyle bir düşüncenin aradaki
sebepler zincirine rağmen rıza-yı ilâhiye dokunabileceğini hesaba katmak lazım.
Bir de şikayet etmeden önce hakikaten neye müstehak olduğumuzun muhasebesini
adaletle yapmak... Neyi ne kadar hak ettiğimizi insafla düşünürsek eğer, bütün
şikayetlerimiz şükre dönüşecektir.
Kuraklık sebebiyle sık sık yağmur duasına çıkan ama netice alamayan bir belde
halkı, kendilerine katılmayan bir Allah dostunun yanına varır, sitem ederler.
Derler ki:
- Perişanlığımızı gördüğün, ne çektiğimizi bildiğin halde bizimle gelip yağmur
duası etmiyorsun!
Bu Allah dostu şöyle cevap verir onlara:
- Siz yağmur yağmadığı için şikayet ediyorsunuz. Ben ise başımıza taş yağmadığı
için gece gündüz şükürle meşgulüm!
Birbirimizden Şikayet
“Bana faydalı bir şey öğret” diyen ashabına Rasul-i Ekrem s.a.v.’in
“Müslümanların yolundan rahatsızlık veren şeyleri kaldır.” tavsiyesini düstur
edinmiş bazı müslümanlar, hem kendileri yol almak hem de arkadan gelecek diğer
kardeşlerine yol açmak için bir araya gelip hasbî bir çabayı sürdürmek
konusunda sözleşir öteden beri.
İşte böyle cemaatlerin yürüyüşünü aksatan en büyük tehlikelerden biridir
şikayetlenme. Soğumaya, şevk ve heyecanın kaybına sebep olarak verimimizi düşürmekle
kalmaz, insanı kardeşleri hakkında su-i zan ve gıybet gibi günahlara da
sürükleyebilir.
İnsanın olduğu her yerde poblemler de olacaktır. Bazen bunlar karşısında
üzülmemek, şikayetlenmemek, hatta öfkelenmemek kaçınılmazdır. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de müttakiler için bile “hiddet etmeyenler” değil, “hiddetini yenenler”
ifadesi kullanılır (Âl-i İmran, 134). İhmaller, sürçmeler, yanlışlar karşısında
haklı bile olsak öfkemizi yutmak, şikayet etmemek, kardeşlik hukukuna uygun
davranmak gerekir. Kardeşlik hukuku bağışlamayı, mazur görmeyi, kusurları
araştırmamayı, ikinci kez fırsat vermeyi, iyilikle ve yumuşaklıkla muameleyi
icap ettirir.
Bunlar problemleri görmezlikten gelmek, tekrarlanan hatalara tahammül etmek
demek değildir. Müdahaleler ya gizlice nasihat yoluyla, ya sorumlulukları daha
ehil olanlara vermekle yapılır. Yahut Peygamberimiz s.a.v.’in “Bazı kimselere
ne oldu ki şöyle şöyle yapıyorlar” diyerek isim vermeden, ima etmeden, zatları
değil, sadece yanlış sıfat ve fiilleri eleştiren tarzı örnek alınabilir.
Haklılığa rağmen yol kardeşlerinden “sürekli şikayet” sevgisizliğin alâmetidir.
Sevilenin veya sevildiği iddia edilenin kusurları görülebiliyorsa, muhabbet
kalbi istila etmemiş demektir.
“Dualarım Kabul Olmuyor!”
Bir an için insanları “Şikayet etme, dua et!” diyerek yönlendirdiğinizi
düşünün. Muhtemelen çok kısa bir süre sonra büyük kısmı “Dua ettim ama kabul
olmadı” şikayetiyle gelecektir yanınıza. Ebu Hüreyre r.a.’ın rivayet ettiği bir
hadis-i şerif tam da bu tutumumuzu anlatıyor:
“Acele etmediğiniz müddetçe her birinizin duasına icabet olunur. Ancak şöyle
diyerek acele eden var: Ben Rabbime dua ettim, duamı kabul etmedi.”
Yapılanın “dua” olması şartıyla Allah kulunun ellerini boş çevirmez. Dua,
insanın aczi karşısında Allah’ın kudretini itiraftır. Bu hal ile netice
hususunda sabırsızlık göstermemek, günah kapsamında bir şey istememiş olmak,
sıla-i rahmin kopması talebinde bulunmamak, dilindekini kalbiyle de temenni
etmek ve kulun imkanları çerçevesinde fiilen de tahakkukuna çalışmak kaydıyla
bütün dualara icabet olunur.
Fakat bu icabet ya dünyada peşin olur, ya ahirete saklanır, yahut da dua
miktarınca kulun günahlarından hafifletilmek suretiyle gerçekleşir. Duada
özellikle bir şeyler istemek şart değilse de, dünyalık bir talepte bulunulmuşsa
eğer, böyle duaların kabulü kulun fiilî iradesine, yani o istikamette
çalışmasına, sebeplere tevessüldeki kararlılığına bağlıdır.
Allah hakkında beslememiz gereken hüsn-i zan icabı, duanın kabul olacağına
inanmak ve acaba hepsini verebilir mi şüphesine düşmeden bol bol istemek
tavsiye edilmiştir. Bu meyanda dualarımızda kardeşlerimizi, bütün müslümanları,
hatta insanlığı unutmamak, “Onlar için de istersem bana bir şey kalmaz” diye
düşünmemek gerekir. Hadislerle sabittir ki kişinin kardeşi hakkındaki duası
daha çabuk icabet bulur ve bir melek Allah’tan o duanın aynısını dua eden için
ister.