“…Her niyet aslını temsil eder ve
özü güzel olursa güzelliğine mutluluk katar…”
Toprak suyla birleşince suyun mu
yoksa toprağın mı bilemediği bu koku, toprağın içinde kendince yol alan bir su
misali anılarına yol alıp uzayıp gidiyordu, Ayşe Sultan’ın hatıraları arasında.
Önce en son yaşadıkları düştü zihnine sonra dört yaşındaki çocukluğu onu mutlu
etmeye çalıştı, karpuz tarlasında oturup yediği bir dilim karpuzla… Oysa
önündeki meyve tabağının içinde sadece dalından yeni koparılmış birkaç tane incir
vardı ve düşündü: “Neden bir dilim karpuz geldi aklıma?”
Aslında insanı mutlu etmek, en
küçük ayrıntılarda saklansa da teselliler gibi en sona kalır. Önce en acı
durumları hatırlarsın, yalnız kalırsın ve sonrasında toparlanmak için mutluluk
kuyusuna inersin. Orada gördüğün ilk yere oturursun. Kuyu kendini doldurmaya
başladıkça birkaç mutlu anı varsa kuyunun duvarlarında, onlara bakarsın. Ayşe
Sultan’ın yaşadığı bu hal dişlerinin arasında ezilse de hatırladıkları da onu
ezmişti. Sonra ağzındaki incirin incir olduğunu, anılarının bir dilim karpuzla
mutlu olduğunu fark etti. Şehre gitmek için yol kenarında annesi ve babasıyla
otobüs bekledikleri bir gün bir su kaynağının başında oturmuşlardı. Toprağın
içindeki su kaynağı berrak olduğu kadar ağızda şekerimsi bir tat bıraksa da Ayşe
Sultan o zamanlar da mutluydu. Çok uzakta bir tarla gördü, toprağın üzerinde binlerce
irili ufaklı koyu yeşil toplara benzeyen cisimler vardı. Onları görünce
eteğinin ucundaki ziller dile gelip şarkı söylese de bekledikleri otobüs her an
gelebilirdi. Ayşe Sultan’ın dudaklarından gözlerine bir yay edasıyla kıvrılan
gülüşü babasının da içini ısıttı. Hilmi Usta da gözleriyle olur şeklinde izin
verdi, Ayşe Sultan’ın karpuz tarlasına gitmesine. Toprak o kadar yumuşaktı ki Ayşe
Sultan koştukça ayakları toprağın içine gömülüyor gibiydi.
“…İnsan toprağa basmalıydı ki
aslını bulduğunda kendini bulmalıydı…” diyerek anılarının arasına koştu Ayşe
Sultan. İkinci inciri yediğinde mutluluk kuyusundaki o küçük kız çocuğu karpuz
tarlasındaki küçük koyu yeşil karpuzlara dokunmuştu ki babası Hilmi Ustanın
sesiyle kendine geldi.
“-Kızım otobüs gelmek üzere haydi
gidelim.”
Oysa o burada kalıp bu gördüğü
toplarla oynayacaktı. Ama ona onların birer top olmadığını anlatacak birileri
olmalıydı. Ancak tarlanın bir diğer ucunda oynayan yedi yaşındaki küçük
şalvarlı Akif Emre onu ikna edebilirdi. Akif Emre tarlaya koşan küçük kızın kim
olduğunu bilmese de önündeki küçük karpuzların içlerini oyarak oyuncak yapsa da
karpuz çekirdekleri isteklice toprağın içine düşüyordu, gelecek seneye yeniden
karpuz tarlası olabilmek umuduyla. Ayşe Sultan’ın peşi sıra gelen Hilmi Usta
toprağa diz çökerek kızının mutluluk kahkahası atan bakışlarını incitmeden
anlatmalıydı, gördüklerinin birer top olmadığını….
“-Kızım, gördüklerin hafif değil
onlar çok ağır ve içleri çok dolu.”
Dakikalarca dil dökse de Hilmi
Ustanın kızı inatla bastığı yerde durdu, dimdik. Akif Emre’nin babası durumu
uzaktan gördü. Oğlunun elinden tutup Ayşe Sultan’ın durduğu toprağın köşesine
yaklaştı ve elindeki bıçakla karpuzlardan birini kesti. Nereden bilsin Akif
Emre’nin babası, bu inatçı kız çocuğunun kirpiklerinin ucunda asılı kalan birer
su damlasının tutunduğu yerden sonbaharda düşmeye hazır bir yaprak gibi
kopacağını.
“-Baba, mutluluğum kesildi…”
“-Kızım, mutluluk hayal
ettiklerin olsa da gerçeği görmek için yaşamak da bir mutluluktur…”
Ayşe Sultan valizini toparlarken o
gün otobüse yetişmek için elinde bir dilim karpuzla babası Hilmi Usta’nın
kucağında koştukları günü anımsayarak gülümsedi. Akif Emre’nin karpuzdan
yaptığı oyuncakları gördüğünde o bir dilim karpuzun top olmadığına o kadar çok sevinmişti
ki, şimdi Ayşe Sultan herhangi birinin hikayesinde kötü olarak gördüğünün
başkasının hikayesinde iyi olabileceğini kavramıştı.
***
CEYLAN UYKUSU’NDAKİ RÜYA
İnsanlar ismiyle müsemma olduğu
kadar kitaplar da ismiyle ve de yazarıyla kimliğini belli eder; okuyucusuna
yeni keşifler için yön verir. Hayatınıza olumlu yönde küçük dokunuşlar
yapmasını istediğiniz bir yazar varsa onu okumaya şimdiden başlamalısınız. “Ceylan Uykusu” öykü kitabının yazarı Ayşegül
GENÇ, 1978 yılında Konya’da doğdu. Selçuk Üniversitesi Mühendislik Mimarlık
Fakültesi Maden Mühendisliği bölümünden 1999 yılında mezun oldu. Öykü ve
yazıları Hece Öykü, İtibar, Dergâh, Aşkar, Cins, Okur gibi dergilerde
yayımlandı. Kuğu Boynu romanı ile Eskader yılın romanı ödülüne layık görüldü.
Evli ve iki çocuk annesidir. Yayınlanmış kitapları: Metropol Bedevisi / Genç
Kitaplığı / 2010- Ölü Serçe Dönemeci / Okur Kitaplığı / 2013-Çile Kırgını /
Okur Kitaplığı / 2014-Dünyayı Kurtaran Kız / 2014-Kuğu Boynu / İz Yayıncılık /
2016- İç Bir Şey / İz Yayıncılık / 2017.
Bu zamana kadar Ceylan Uykusu’na
dalan halimizi yorumlayacak hiçbir cümle yokken bu kitap ismiyle müsemma yirmi
öyküden oluşmaktadır. Sayfalar arasındaki geçişlerim bir sonraki öykünün
içeriği hakkında merak içerisindeyken kendimi onuncu öyküde bu yazıyı yazarken
buluyorum.
Ayşegül GENÇ, “Kendimi anlatmaya
kimin yarasından başlasam…” derken kendimi onun yarasını anlatma heyecanı
içinde bulduğumda kendi yaramı iyileştirmeye çalıştığımı anlıyorum. Yazmak ve
okumak her ikisi de cesurca bir eylem. Biri yazar diğeri okur konumunda, peki en
kutsalı kim? Yoksa, melekler mi?
“Ancak kişiden kişiye aktarılmaz
duygular içinde olanlar kişiden kişiye emanet edilebilir bir görevi bir
başkasının omuzlarına bırakabilirdi.” Peki bu aktarılan şey kıymetkar değerler
olabilir miydi?
İlk öyküden sonra kitaba ismini
veren bir “Ceylan Uykusu” sizi “bir yatağın ölüm döşeği olup olmadığını
anlamanız için yataktaki kişinin ölmesi gerekiyor” cümleleriyle sarsıyor
düşüncelerinizi, işte o sarsılma noktasında bir fay hattı kırılıyor ve öyküyü
idrak etmeye çalışıyorsunuz. “ Ölüm döşeği ölümden sonra odamızın ortasına güp
diye düşüveren çiçekleri solmuş ağır yün minder gibidir.” Diye devam eden
cümlede anımsarsınız kaç kişinin ölümüne şahitlik eden eşyaları, anıları…
“Babamın yumruklarının sadece bir
dilencinin önünde gevşek bir ip yumağı gibi çözüldüğünü gördüm. Dilenciden
kurtulmak için verdim demişti babam. Verirsek ondan kurtuluruz, vermezsek
kendimizden kurtulamayız.” Dediğinde veren elin alan elden üstünlüğünü bir kez
daha idrak edersiniz ve yolunda gitmeyen, ayağınıza dolanan her işi
vermediklerinize bağlarsınız.
“Umut mucizenin ta kendisidir.
Mucize emin olamayan insanlar içindir zaten…” bu cümlenin öyküsü sizi o kadar
çok etkiler ki öykünün sonunda bir mucizenin olmasını istersiniz lakin
dişleriniz arasında bir tahta parçasının tadını hissetmekten öte üğüntüler
arasında elleriniz külleri topluyor farkında mısınız? Dişleriniz arasında kalan
o tahta parçasında sonbaharın ilkbaharın göğsünden sökerek aldığı yaprakların
telaşını ve sonrasında kütüğün bir fidana bakarken ağlayışını
duyumsayamazsınız. Çünkü ellerinizde külden bir demet vardır.
“İki kişi aynı suçtan yakalanıp
içeri tıkılınca dost olurlar. Yanlarında cellat belirinceye kadar birbirilerini
aklamaya devam ederler. Sonra biri diğerini kurban eder...” diye başlayan
öyküde çıkar üzerine kurulu ne kadar dostluk kurulduysa onların bittiğinin bir
kanıtı olabilecek bir öyküyü okumaya başlarsınız. Sonrasında “annem yüzümden
süzülen maskeyi kendi yüzüne taktığı başka bir maske ile karşılayıp kucaklıyor.
Geçecek bu günler diyor…” sahi bunun adı teselliydi değil mi? Ve Ayşegül
GENÇ’in dediği gibi, umut mucizenin ta kendisiydi…
***
SAATİN SESİ
“Geleceğe dair”
Zamana kayıyor her bir düşünce…
Düşünce aslına dönüyor insan, düşününce…
Oyunun en güzel yerinde,
Sen bu aleme bir anda gelince, öyle olurum…
Düştüğüm yerde…
Bozuk bir saat gibi aksar ayağım,
Yusuf değildim ki;
Düştüğüm o kuyuda kalayım…
O vakit körebe oyunun en güzel yerinde,
Bileğimin incindiği yerdeki sesten,
Bulasın…
Sen yazgısı olmayan bir şiirsin.
Ya hayali ya da kurgusal,
Bir hikâyeden ibaretsin…
Şimdi istop oyunun en güzel yerinde,
Kendi adımı söyledim.
Ve kaybettim…
***
GÖKYÜZÜNE SERENAT
Gökyüzünün rengine boyasam saçlarını
Her bir telinden damlasa yağmur
Sırılsıklam ıslanan da toprağım olsun…
Karanfiller dile gelsin seninle birlikte
Bir ömürlük “Canın” sağ olsun…
Saçlarının her bir telinden kaysa yıldızlar…
Yıldızlara diyorum.
Hani karanlık gecede,
Kara taşın üstündeki siyah karıncayı,
Söze getiren “kutsal”, kıyameti koparırsa…
O yıldızlar,
“Canının kalbine” kaymasın istiyorum…
Aynaya baktığın her anda,
Saçlarının her bir teline karlar düşer...
Zamanın o sinsi yüzü söze gelir.
“Sonbahardım, “kardan bir zamansın” karşımda…
Şimdi sen baharı bekliyorsun,
“Canına” dokunan
pencere kenarında…”
Güvercinler konar her bir telin ucuna.
Anne güvercinin gagasında yem olur,
Saçlarındaki düşünceler…
Yüzbinlerce kelime, binlerce hikâye,
Bir şairin dünyasında tek “Canın” olur…
***
"YENİLGİDEN DÖNERKEN"
Her insanın okudukça ruhunu yakalayan bir kitabı ya da bir yazarı vardır. Bu kimi zaman bir kelimeden bir cümleden bir harften ibaret olsa da diğer yazarlar ya da kitaplar gibi ruha renk verir. Aslolan okudukça ruhun uyumuna denk olan kitap dostluğunu kurabilmektir.
1969 yılında Erzincan’da doğan
yazar Ali AYÇİL ilk, orta ve lise eğitimini Erzincan’da tamamlamıştır. Erzurum
Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Tarih Bölümünü
bitirmiştir. Şiirleri ve şiir üzerine yazıları Dergâh, Hece, Kitaplık gibi
dergilerde yayınlanmıştır. Eserleri; Arastanın Son Çırağı (Şiir), Naz Bitti
(Şiir), Bir Japon Nasıl Ölür? (Şiir), Sur Kenti Hikayeleri (Hikâye), Ceviz
Sandıklar ve Para Kasaları (Deneme), Kovulmuşların Evi (Deneme), Yenilgiden
Dönerken (Deneme).
Yazar Hasan EJDERHA’ ya göre Ali
AYÇİL’in kıymeti şurada, “Son zamanların değerli yazarlarından biri ve okunması
gerekir.” diyerek vurguladığı bir yazar. Mustafa KUTLU’ya göre ise şehirleri
kapsayan çevre kirliliği münasebeti ile pek bulunmuyor. Karakovan balı gibi
mübarek… O atalarının yolundan yürüyor ama günümüzün jargonunu kullanarak.
Ayrıca muğlak olmak bir yana olabildiğince dobra olduğu dikkate şayan bir dille
ifade ediyor.
Böyle bir yazar hakkında kısa
bilgiler aldıktan sonra onu okumadan yazmak anlamsız ve sığ olurdu. Önce Sur
Kenti Hikayeleri’ni okumalı her bir hikâyedeki bağlantıyı kaçırmadan düğüm
çözülmeliydi. Yenilgiden Dönerken kitabını okurken kendimize adım adım
yürümeliydik, dobraca. Bu kitap altı bölümden oluşmaktadır. Konu başlıkları o kadar etkileyici ki insana
farklı düşüncelerin kapısını aralar gibi ışık saçıyor. Birinci bölümdeki konu
başlığı “Önce Göğsünü Arala”. Bu kitabı okumaya başlarsanız önce derinden bir
nefes aldırıyor size, sanki atmosferdeki tüm oksijeni yutuyor gibi oluyorsunuz.
Çünkü nefessizseniz tek bir nefes yeter sizi diriltmeye…
Her bir bölümde üçer sayfadan
oluşan içsel konuşmalara yer verilen bu kitapta yazar cümle aralarında
kendisini etkileyen yazar isimlerini ve kitaplarını da konuk etmiştir. Georges
Perec’in Şeyler’inden öyle etkilenmiş ki okuduklarını hâlâ bir muamma olarak
görmektedir. Kitabın içerisinde Oblomow’dan o kadar çok bahsetmiş ki bir yere
not ediyorsunuz bu ismi.
“Eğer kitaplarla aralarındaki ölü
bir ilişki değilse, insanların kitaplıkları, hayat hakkındaki fikirleri ve
zihin işleyişlerinin bir aynası olarak şekillenir.” diyen yazarın
kitaplığındaki düşünce süvarilerinin isimlerini bu kitabında bulabilirsiniz.
Sayfa sayfa okudukça Tehir Duası
bölümüne geldiğinizde sizde çağrıştırdığı konu ile yazarın bahsettiği konu
arasında bağlantı kurmaya başlıyorsunuz. Ali AYÇİL’ce terimler ve konular
ışığında onun gibi “ bir yol nasıl kokar!” diyorsanız, göğsünüz aralanmış ve
doğru yoldasınızdır. “Yol, geçmişin izlerine dönemeyecek kadar katılaştığında,
yolculuk da bitiyor”, “Artık taşınma bitti!” ve “kim hatırların yükünü yalnız
taşıyabilir ki!” diyorsanız onun gibi “kendimi de hatıralarımı da fazla
abartmış, dersimi almıştım işte.” diye mırıldanırsınız. Kitabın bu ikinci
bölümündeki içsel konuşmasında yazar, “kendimi, kendi üzerime atılmış bir suç
gibi hissediyorum” der ve soğuk olduğu için, ıssız olduğu için, umutsuzluk
içinde kaybolup gitmek kolay olduğu için gidip dünyanın çatı katına yerleşmeye
de kararlı olan yazar biraz düşündüğünde düşünmenin de insanı
kararsızlaştırdığından yakınır.
Üçüncü bölümde aşkın,
mesafesizliğin kurbanı olduğunu vurgular ve düşünür. “Seni tanımlamaya
çalışırken aslında tanımlamaya çalıştığım kişinin kendim olduğunu pekâlâ
biliyorum” der. “Yine de kendimle hesaplaşmanın beni daima canlı tuttuğunu,
dünyaya teslim olmamı engellediğini, beklenmedik tepkiler vermemi
kolaylaştırdığını söylemeliyim. Eğer araya bir mesafe koyup, kendi boşluğumda
bıraktığım temsilleri resmedebilseydim, muhtemelen sana hiçbir zaman ihtiyaç duymayacaktım.
Bir aşk, sürekli olarak temsillerimizi görmek istediğimiz muğlak bir aynadan
başka nedir ki?” der ve konuyu kapatır.
“Bizim kıyametimiz, eve ekmek
götüremediğimiz gün başlıyor. Bu yüzden en mahrem utancımız sensin…” Ekmek için
kurulan bu cümle-i sofrada onun için nasıl cümleler kurulur bilemem ama Ali
AYÇİL sofranıza düşen ekmek kırıntılarını size bir güzel toplatır sonra da
pencerenize konan serçelere ikram etmenizi ister. Çünkü ekmeğin yüceliği ve
bereketi paylaşmaktır. Bu yüzden onun gibi bir anda “İnsan bir yazarı sevince,
onun ilgilerinde hikmet aramaya başlıyor.” ve “ruhu işgal eden bütün imgeler
isimsizdir; biz bir imgenin kendisine değil bir işgale ad koyuyoruz yalnızca”
dersiniz.
Siz onun bu kitabında yazılarının
derinliğine indikçe bir anda kitaplığında duran kitaplar konuşmaya başlar ve
yazarlar arası bir düello gibi canlanır zihninizde bu konuşan Tolstoy’dur.
Anlarsınız onun düşünce dünyasındaki yerini bunun adı “samimiyettir. Ona göre
“insanlar, incelikten yoksun bir yüz okuyucusudurlar ve başkaları hakkındaki
kararlarını çabucak vermekten kaçınmazlar” ve bu cümlelerini renksiz olarak
betimler ve alıcısı olmadığını söyler. “Eğer kazanmak için yola çıkmışsan o yol
sana ihanet eder!” diyerek cümlelerine devam eden Ali AYÇİL, bir sonraki
yazısında “Olsun; biz yine de içimizde yalnızca şiir ve yazı müsveddeleri,
yalnızca kitap taşıyan bir adam tarafından onurlandırıldığımız için mutluyuz.”
Kitabı okurken ilk defa
karşılaştığınız yazar ve şairler olur. Bunlardan biri de yazarın çok sevdiği
Ezra Pound… Merak edersiniz ve kitap listesine eklersiniz bu ismi de diğerleri
gibi… Yunus Emre’den bahseden cümlede onun gibi içiniz titrer ve ilerlersiniz
bu kitabın sayfaları arasında…Ve üçüncü bölümdeki cümle sizi uçuruma getiren
düşüncelerden kurtarır… “Çünkü boşluğa yaslanamayız!”
“İnsan isterse bir şaşkınlığın
ömrünü uzatabilir pekâlâ!” diyen bir cümlede durur ve düşüncelere dalarsınız.
Her insanın hayatında yaşadığı bir şaşkınlık noktası vardır. Yazar sizin
düşünce dünyanıza dalmanız için öyle bir zemin hazırlamıştır ki her bölümün
sonundaki cümleyi merak ederek okursunuz. Aslında merak ettiğiniz hangi bölüm sizi
hatıralarınızın sırtından yakalayacak ve hangi cümle sizin geleceğinizi
aydınlatacaktır. Ali AYÇİL gibi sizin de ümitleriniz vardır, bir şairin-bir
yazarın çantasında…
Kitaba ismini veren son bölüme
geldiğinizde Ali AYÇİL gibi cümleler kurmaya başlarsınız ve hece hece okursunuz
kitabındaki bu son bölümü… “Ben o ülkeyi sevdiğimde, içimde bir siren sesi
vardı… Hıçkırıkların izi silindi özenle. Yeni korku çağı böyle başladı. Ben o
kızı sevdiğimde, içimde bir flüt sesi vardı. Bir utangaçlık… Kimdi bu
utangaçlığın sahibi? Yanağa biriken sıcaklık; uykulara hücum eden rüya! İnsan
dönüp bir bahçeye bakınca hemen görürdü, yan yana duran iki vişnenin nasıl
titrediğini… Yeni ayrılık çağı böyle başladı. Ben o yalnızlığı sevdiğimde,
içimde bir rüzgâr sesi vardı. Bir ıslık, kış dumanlarına…Yeni yalnızlık çağı
böyle başladı. Ben o yenilgiyi sevdiğimde, içimde bir zafer şarkısı vardı…
İncinmiş gururlar, ıssız bakışlar eşyayla onarıldı. Öyle ustalıkla çözüldü ki
yumruk, kimse fark edemedi bu yoksul gövdeye bu pahalı ipeğin nasıl giydirildiğini.
Yeni yenilgi çağı böyle başladı.” Ve kitap bu cümlelerle bittiğinde yazardan
bir şiir beklersiniz ancak yoktur.
YENİLGİ
Ağzıma aldığım ekmeğin tadı,
Islandı bir ikindi sonrası
yağmurla,
Bir yenilgi değil zaferdi,
göklerdeki muştu…
Kırıntıları serptim toprağa.
Serçeler için ekmek, benim
için nimetti…
Bir yenilgi değil zaferdi,
topraktaki muştu…
Tek bir türkü vardı
mırıldandığım,
Sözleri yankılanıyordu
kulağımda,
Bir yenilgi değil zaferdi, bendeki
muştu…
Güvercinler “elif” dedi,
Kanatları gökyüzüne değdi,
Bir yenilgi değil zaferdi,
yağmurdaki muştu…
Rüzgarların kanatları “vav”
dedikçe,
Ömrüm kıvrıldı uzandığım
yerde,
Bir yenilgi değil zaferdi,
düşüncedeki muştu…
***
İĞDE AĞACI
İğde çiçeğinde arıyorum huzuru
Sanki senin varlığına
Bir alamet arıyorum dokunduğun
Her yerde, sevdiğim bu çiçekte...
İğde ağacında geçiyor zaman...
Çocukluğum ya bu ağacın dalında,
Asılı kalmış olmalı...
Ya da gençliğim,
Bu çiçeğin kokusuna saklanmış...
İğde dalında sallanıyor ruhum!
Seninle neşe bulduğum bir ilk baharı
Doyasıya yaşıyorum...
Sonra sensizliğini yaşadığım
Bir son bahar matemi, sanki:
Saçlarıma düşen bir kar tanesi gibi
Ömrümden ömür alıyor...
Biliyor musun?
Bir öğrencim, seni hep bana hatırlatıyor...
Onun gülen gözlerinde görüyorum, ümidi...
Onun kaleminden okuyorum,
Seni ne kadar çok sevdiğimi...
İğde çiçeğim!
Sen her mevsim ya hep açmalısın
Ya da her ağaç,
Baştan ayağa sen olmalı...
Şimdi,
Gökyüzünden yağan her bir kar tanesi
Senin dalından saçlarıma düşen
Bir iğde kokusu gibi...
***
NERGİS KOKUSU
“Hikâyesi Biten Çiçek
Beyazlar içinde,
Bir gelin edasıyla toprağa
süzülen kar…
Hüküm verir gibi
Kararı son noktaya bağlayan,
Yağmur yüklü bulut …
Ve her duyguya imzasını
atan,
Toprağa bir vahiy gibi inen
yağmur…
Ve Toprak…
Ve Dağ…
Ve Yıldırım…
Şahit olun Nergisi sevdiğime!…
Ne zehirde buldum ben onu
Ne de balda…
Güneşim oldu; “Aydoğduğum…”
Kar’ım oldu; “Isındığım…”
Yağmurum oldu; “Islandığım…”
Rüzgarım oldu;
“Kanatlarına sığındığım…”
Benim oldu;
“Kabullendiğim…”
Şükr-ü mucizem oldu;
“Kokusunda ruhumu bulduğum…”
diyerek
şiirle son bulan hikâye kitabını bitirdi, Gökçe Naz. Yağmurun ha bire kırbaçladığı pencerenin
camından seyre dalarak, bu hikâyenin bu şiirle bitmesiyle ruhunun da
titrediğini fark etti. Vazodaki suyun içinde duran Nergis demetini, odasının en
güzel köşesine bıraktığı yerden aldı ve kokusunu ciğerlerine çekmeye başladı. Bu
hikâyedeki şiirin etkisinde kalmış olmalı ki çiçekçiden aldığı bu demet şimdi
bu hikâyeyle bu şiirle taçlanmıştı. Ruhunun duvarlarına çarpan bu endamı zarif
çiçeğin kokusu hikayedeki şiiri okuyunca ruhunun duvarlarını iki renge
boyamıştı. Nergisteki bu iki renge binlerce anlam verebilirdi, ama beyaz
saflığın ve duruluğun, sarı ise ayrılığın simgesiydi çiçeklerin dilinde. Gökçe
Naz’ın ruhundaki lambanın tozu ıslak bir mendille silindikçe zihninin
aydınlandığını fark etmeyen Gökçe Naz, nergisin bilime ve mitolojiye göre
kimliğini araştırmaya karar verdi, bu çiçekle ilgili bir tez konusu bulmak
ümidiyle. Akşamın aydınlığında odasında
dinlenirken kaydettiği türkülerden birini daha açtı ve dinlemeye başladı. İçine
işleyen Anadolu türküleri kadar sazın her bir teli de ruhunun notalarına ritim
verirken cam bardakta soğuyan çayından bir kez daha yudumladı. Düşüncelerine
yerleşen nergisten mi yoksa daldığı türkünün nağmesinden mi fark etmedi soğuk
çay içtiğini…
Ona göre okuduğu bu hikâyenin
sonu böyle bir şiirle bitmemeliydi. Devam etmeliydi belki de belki de değil
arkası yarınları olmalıydı. Okudukça devamı olmalıydı, bir yerde kördüğüm olup
kırılmamalıydı. Suya atılan ilk taşın dairesel halkaları gibi genişlemeliydi.
Bu hikâyenin dahi türküsü bir başka türkü olmalıydı. Bu çiçeğin efsaneleri
yerine yaşanmışlıkları olmalıydı. Hayata bağlayan umudu, sadece güneşe bakınca
aydınlığa erdim diyen rengi olmalıydı, beyaz gibi… Sarıya çalan ayrılıkları
olmalıydı…
Gökçe Naz’ın araştırmalarına göre
Nergisgil familyasından olan bu yumuşak tonda kokuya sahip olan Nergis çiçeğinin
soğanı nasıl olur da zehirli olabilirdi? Bir türlü anlamış değildi. Kokusu ruha
tatlı gelen ancak soğanı zehirli olan bu çiçek nasıl olur da iki zıt uyumu bir
anda mucizevi bir ahenge dönüştürür? Efsaneye göre de Narsist duyguları temsil
eden bu çiçek nasıl olur da kokusuyla bütün çiçekleri yarışa çağırır? Acaba
çiçeklerin kokuları yarışsa hepsi tek mevsimde çiçeğe durur mu? Acaba nergis
birinciliği güle bırakır mı?
Bu gibi düşünce ve sorularla
mutfağa giden Gökçe Naz, yatmadan önce sıcacık ballı sütünü içmeliydi. Bir
kaşık balı bardağın içindeki sütüyle karıştırırken aklına şu soru geldi?
“Zehir bala nasıl dönüşür?”
Odasının duvarlarına sımsıkı
sarılan nergis kokusunun etkisiyle kendi kendine cevapladı soruyu; “Biraz
tefekkür, biraz tevekkül ve biraz da teslimiyet ile şükrü arz-ı endam edince
ruh, zehir bal olmasın da ne olsun?” Dedi…
Odasına döndüğünde yağmurun hala
kırbaçladığı pencerenin camını açtı ve odaya yağmurun seslerini de davet etti. Pencerenin
kenarına bıraktığı ballı sütünden bir yudum daha aldı. Yağmurun adımları
nergisin kokusuyla buluşunca odanın bir köşesinde soğuyan ballı süt orada
öylece yarım kalsa da unutulmuş olsa da ruhuna iyi gelen her şey yalnız ona aitti
bu gece… Yalnız ve Sade-ce…Şiirce…
“Nergisce
Odaların siyah acısı vardı,
Elleri vardı; incitmeyen…
Gözleri vardı; baktıkça hep
izleyen…
Ayakları vardı; zamanla
yorulmayan…
Sesi vardı; ruhumuza dokunan…
Kulakları vardı; hep
dinleyen…
Ve bu yüzden hissederdi,
İnsan kokusu aldığında…
Yeter ki duyumsa!
Yeter ki dokun, odana! …
Anlayacaksın duvardaki acının,
Renk değiştirdiğini…
Göreceksin odaların da,
Bu Nergis’e esir olduğunu…”
***
HİÇLİĞE DÜŞEN ŞİİR
Uyandır beni ey şair!
Bu şehirden,
Bu yağmurdan,
Bu hiçlikten…
Her bir harfin şekli,
Mürekkebin rengini yakalıyor…
Metropol şehirlerin yüzü gibi
Durmuyor duvardaki çivi…
Beynime saplanıyor o kurşun…
Bu acıyı kaç hiç doldurabilir,
Keşke her şey hiç olsaydı…
Ve hiçbir şey için değişseydi her
şey…
İçim paramparça ey şair!
Saman alevinin başlangıç noktası
gibi…
Gelecek… evet gelecek!
Bir başlasam biterdi filiz,
Hüma kuşunun kanatları
Gök yüzüne dokunurdu…
Çeşmede akan su,
Ellerinde kalem olmayı dahi
isterdi…
Oysa ben,
Her şey için kül olmayı seçtim…
Yolu ince ipliğe düşen şair!
Gergefin ortasındaki gül nakışı
gibiyim.
Hal buysa eğer, oldum bir kül…
Haydi yapraklarımı,
Motif motif işle iğnenin ucuyla…
Rengini kül yeşili yapabilir
misin?
Gül yapmaksa muradın
Önce başladığın şiiri bitir,
Kelimeler bir kül uğruna
Uçurumdan düşmesin.
Bak, kayıyor kalbinden
Tut ve yakala….
Masanın ucundaki titreyen kâğıda
Düşerken kelimeler,
Uyandır beni ey şair!
Bu şehirden,
Bu yağmurdan,
Bu hiçlikten,
Bu şiirden…
***
RÜZGARIN KANATLARINDA BİR LEYLAK KOKUSU
“Günü aydınlatan yüce varlığa hamdolsun!” diyerek kütüphanenin penceresini açtı Ömer Âsaf ve rüzgarla birlikte konuk olan leylakların kokusunu ciğerlerine çekti. Zaten onu bu hale getiren bu efsunlu kokular değil miydi? Ömer Âsaf okulun kütüphanesinde sıradan bir hizmetli gibi görünse de onun da hisseden/duyan bir kalbi vardı, sonuçta o da diğerleri gibi bir insandı. Günün en erken vaktinde gelir, kitapları ve rafları itinayla sildikten sonra hayatına anlam katan kitapları demirbaş sırasına göre dizerdi. Bir yandan da bu hafta okuması gereken kitaplarını seçerdi. Zaten onu dünyaya bağlayan bu kitaplar olmasa o kiminle konuşacak, kalbinden başka kimin sesini duyacaktı? Ömer Âsaf sağır ve dilsiz olarak dünyaya gelmiş olmanın acısını içinde yaşasa da işaret diliyle anlaşarak, çalıştığı bölümde herkesin kalbini kazanmış değerli bir insandı. Ömer Âsaf’ın duruşu ve davranışlarından onun sağır ve dilsiz olabileceği ihtimali dahi yoktu. Yakın arkadaşları onunla anlaşabilmek için işaret dilini öğrenmişlerdi. Uzaktan bakan biri, Ömer Âsaf’ın değil de yanında ona işaret diliyle bir şeyler anlatmaya çalışan arkadaşın sağır ve dilsiz olabileceğini düşünebilirdi.
Ömer Âsaf’ın gözleri, çoğu zaman kütüphanenin
müdavimi olan, çalışma masasında ders çalışan üniversiteli genç bir kıza takılı
kalırdı. Bu genç kız her vize haftasında kütüphaneye gelir, kendine bir masa
seçer ve ders kitaplarını tek tek açar, sınavlarına çalışırdı. Sınavları
bittikten sonra kütüphaneye düzenli aralıklarla gelir beğendiği bir kitabı
seçer, bir saat kadar kitabını okur ve giderdi. Ömer Âsaf, bugün her
zamankinden farklı bir halde gördü bu genç kızı… Adının Ecehan olduğunu ders
çalıştığı defterin kapağındaki yazıdan öğrenmişti. Kütüphanede rafların tozunu
alırken kitabını okuyan Ecehan’ın bir sayfada saatlerce kaldığını fark etti.
Adına kitap kurdu dediği bu kızın bir sayfaya saatlerce dalgın ve donuk bir
şekilde bakmasına çok şaşırdı. Onun yakınından geçerken Ecehan’ın okuduğu
kitabın sayfasını not aldı ve kütüphaneden aynı kitabı alarak o sayfayı okudu.
Ecehan’ın altını çizdiği cümleye atıfta bulunarak bir kâğıda şu cümleyi yazdı.
“Ölümün kıyısından geçerken ben
de uğradım uçurum vadisine. Biliyordum ayağıma takılan prangalarımın doğuştan
olduğunu. Bu yüzden kendim olmaya karar verdim, prangalarımı severek!...”
Ona bu cümleyi Ecehan’ın masadan
kalktığı bir zamanda onun defterinin arasına yerleştirerek vermeyi uygun buldu,
sessizce… Ecehan masasındaki defterinin arasında bulduğu bu yazıyı okuyunca
şaşkına döndü. Kalbi güb! güb! atmaya durunca etrafına bakındı ilkin…
Kütüphanede rafları düzenleyen görevliden başka birkaç öğrenci vardı. Herkes
kendi meşguliyeti içindeydi. Ecehan bu sessiz kağıtlara bir anlam veremedi.
Okuma saati bitince müdavimi olduğu bu kütüphanedeki köşesinden kalktı ve evine
doğru gitme hazırlığı içine girdi. İçinden karar verdi yarın bu kütüphaneye bu
saatlerde gelecek, her zamanki yerinde olacak ve bu kâğıdı bırakan kişinin kim
olduğunu çözecekti.
Ömer Âsaf, Ecehan’ın gidişini
sessiz bir şekilde kitapların arasından izledi ve gülümsedi onun telaşlı
adımlarına. Adımların sesini duymasa da Ecehandaki heyecanı anlamıştı. Kim olsa
aynı tepkiyi verirdi. Ömer Âsaf evine gittiğinde yemek sonrası divana
uzandığında anladı yorulduğunu, biraz uzandı ki annesi Ayşe hatun elinde çay
tepsisiyle içeri girdi. Ayşe hatun her zaman bu vakitlerde onunla yorgunluk
çayı içerdi baş başa. Hiçbir acı yarasız başlamaz ve hiçbir yara da acısız
iyileşmezdi. Ayşe Hatun oğlunun sessiz dünyasında, kalbindeki sesten başka bir ses
duymadığını biliyordu. Kütüphanenin bahçesinde açan leylakların kokusundan
başka hiçbir koku da onun dünyasına girmemişti. Ömer Âsaf bugün Ecehan’ın
kitabında okuduğu cümleyi ve onun neden bu çağda bu düşüncelere daldığını
düşündü.
Sabahın kuşlara, çiçeklere umut
vermesiyle güne başlayan Ömer Âsaf yine her zamanki görevini ifa etmeye
başladı. Kütüphanenin penceresini açtı ve içeriye dolan leylak kokusunu yine
ciğerlerine “oh mis!” demek niyetiyle çekti. Vakit ikindi olduğunda kapıda
Ecehan’ı gördü, yine o da görevini ifa eden memurlar gibi çalışma masasına
oturdu ve çantasından kitabını çıkardı ve başladı Sur Kenti Hikayelerini okumaya…
“Ben Sur Kentini bir insana
benzetirim: Evleri birer hücre gibi düşün, küçük ara sokaklarımızı
vücudumuzdaki ince damarlar say, ana caddelerimizi kalın damarlarımıza benzet, şehrin
meydanını yüreğimiz kabul et. Eskiden her yandan temiz kan akardı Sur şehrinin
yüreğine; çarpıntısı dakik ve sağlıklıydı, ama artık değil.”
Ecehan sayfaları okudukça
derinleştiğini hissetti, bir anda durakladı ve gözleriyle kütüphaneyi gözden
geçirdi. Kimler vardı ya da kimler yoktu bilmeliydi, o kağıdı defterinin
arasına bırakanı bulmalıydı. Kütüphanede birkaç öğrenci ve rafları düzenleyen bir
görevliden başka kimse yoktu. Ecehan başını okuduğu kitaptan kaldırdı ve
pencerenin önündeki leylak ağacına baktı. Sonra okuduğu kitaptan bir cümlenin
altını çizdi:
“Bazıları, kimsenin
anlayamayacağı bir eziyetin nöbetini tutarlar, bir türlü kapatamazlar dünyayla
aralarındaki uçurumu.”
Ömer Âsaf, Ecehan’ın bugünkü
halini anormal gördü ki dünkü yaptığı şeyi yapmak istemedi. Leylakların kokusu
ona bugün hiçbir not bırakmamasını tembihlemişti ve o da kendisine denileni
yaptı. Ertesi gün ve daha sonraki günlerde de hiçbir not bırakmayarak umursamaz
bir halde davranmayı seçti. Ama Ecehan’ı
daldığı uykudan uyandırmayı sağlamıştı. Umursamıyor gibi görünse de o bir hafta
içinde iki kitap bitiren kız gitmiş yerine haftalardır aynı kitabın tek bir
sayfasını okuyan kız gelmişti. İnsan tekrara düşüyorsa ya anlamıyordur ya da
uykuda olduğu için zamanını çalıyordur.
Ömer Âsaf haftalardır onun
yaşadığı bu duruma duyarsız kalamazdı ve onun defterinin arasına yine bir not
bıraktı.
“Uyumak, sessiz kalmak gibidir
ama sen ölme!...”
Ecehan bu cümleye baktı ve “Ölümü
beklediğimi benden başka kim bilebilir?” diye dilinden mırıltı şeklinde bu
cümleler düştü ve her bir kelime buzdan bir heykel gibi devrilmişti yere,
kırıldı ve dağıldı tüm buzlar. Ecehan’ın saatlerce tek bir sayfada dalıp altını
çizdiği tek cümle şuydu:
“Ölmeyi hiç bu kadar çok
istememiştim…”
Ecehan ölüme hazırdı, kalbinde
birden fazla delik vardı ve doktor durumunun kritik olduğunu söylemiş uygun bir
kalp nakli olmazsa yakın zamanda öleceğini söylemişti. Bu düşüncelerle o gün
kütüphaneye gelmiş ve dalmıştı. Ölürse neler olacaktı? Onun yokluğunu kim fark
edecekti?
-Hiç kimse!
Şimdi onu bu hayata bağlayan
küçük umut kağıtları bir bilmecenin içine sürükler gibiydi. Ecehan masanın
üzerine bir not bıraktı ve gitti…
“Beni fark etmiş olmanız beni
hayata bağlamaz ama ben yavaş yavaş ölüme yaklaşıyorum. Yarın ameliyat
masasında da sonsuza dek uyuyabilirim. Bu zamana kadar zihnimde hiçbir fikir
sancısı çekmemiş olan ben, şimdi sizin kim olduğunuz konusunda fikir yürütmeye
başladım. Ama sizin kim olduğunu öğrenmek için o masadan kalktığım gün buraya
geleceğim.”
Şaşırma sırası Ömer Âsaf’a
geçmişti. Ecehan ne ameliyatından bahsediyordu, bir türlü anlam veremedi bu
duruma ama merakla onun gelmesini bekledi. Leylak ağaçları da çiçeklerini
rüzgarla birlikte savurdu, elma ağaçları meyveye dursa da Ecehan’dan haber
yoktu. Bir anda kayıplara karışmıştı bu kitap kurdu genç kız. Günler ayları
kovaladı Ömer Âsaf’a bir gün bir mektup geldi.
“Değerli Ömer Âsaf ağabey,
Denizler dalgalarını ne kadar çok
kıyıya vurursa taşlar da bir o kadar suyun kendisine dokunmasıyla şeklini alır.
Bizler çevremizde olup bitenlere karşı duyarlıyız lakin beş duyumuzla
hissiyatımızı geliştiremiyoruz. Siz bunu başaran ender insanlardansınız. Benim
kalbimde ufak bir sorun vardı doktor bana büyük bir operasyon geçireceğimi
söylediği gün işte o gün yıkıldım. Yaşamaya dair ümitleri olan ben bir daha ne
leylak çiçeğinin kokusunu duyacaktım ne de Sur Kenti Hikayeler kitabına
kaldığım yerden devam edecektim. Bunun bana verdiği acıyı siz daha iyi
bilirsiniz. Defterimin arasına bıraktığınız küçük umut kağıtları bana ışık
oldu. Kalbime güç verdikçe iyileştiğimi anladım. Teşekkür ederim bana
hastalığımın son günlerinde destek olduğunuz için.
Baki kalınız…
Kitap kurdu Ecehan.
***
ÇINAR YAPRAĞINA DÜŞEN YILDIRIM
Tohumdum,
Su’yu sevince büyüdüğüme erdim…
Filiz verdikçe,
Neşem mutluluktan yeşile kucak açtı…
Bedenim kökümden kuvvet aldıkça
Yapraklarım her sonbaharda
Gölgeme kül eyledi kendini…
Oysa ben,
Her bir yaprağım için
Gönül ferahlığı idim…
Bilirdim onların benden beklediğini
Saatlerce susardım,
Susadıkça derinleşirdi toprak.
Peki bunları anlar mısın?
Yaprağıma düşen yıldırım…
***
İNCİNİN DIŞINDAKİ DÜNYA, BELKİ DE İÇİNDE
Bu bâzâr içre düşmez dâne-i eşküm gibi gevher
Gel ey cân riştesi şimden girü dürr-i Aden den geç
Baki
“Bu pazarda gözyaşlarımın tanesi
gibi bir inci bulunmaz. Ey can ipliği gibi olan sevgili, gel bundan böyle Aden
incisinden geç!”
Gülşeker biliyor musun?
Baki’nin bu beyitte ne demek
istediğini anlamak için durdum, düşündüm bu satırlarda ve dilimden kulağıma
sonra da kalbime kayıp giden bir türkünün dört kelimesi dokundu dünyama…
“Kar yağar kar üstüne” türküsü sana
yazacaklarımı anlatır mı bilemiyorum. Bu türkü ve Bâki’nin bu mısraları ne
kadar sâfi… Karın kar üstüne düşmesi ve can ipliği olan sevgilinin Aden
incisinden geçmesi kadar fevkalade bir yorum olabilir mi?
Gülşeker biliyor musun?
Şimdi “Benim nabzım ne ki içinden
ne geçer ve ben kimim?” diye dalgın düşüncelerle adımlıyorum ilerlediğim bu
yolu…
İstiridye ve incinin hayatını
okudum defalarca ve onu anlamak için okumaya binlerce kez “Be” harfiyle başladım.
Hep başa döndüm çünkü aklımın ergenleşmesi için bu harfi defalarca
sayıklamalıydım… Her şeyden önce bu harfle kainattaki her varlığın can
bulduğunu kavramalıydım.
Gülşeker biliyor musun?
Biliyorsan sana soracağım sorunun
cevabını iyice düşün ama defalarca tefekkür eyle…
İstiridyeden dünyaya gelen inci
neden “Mim” harfine benzer? Bu soruyu cevaplamak için binlerce kez “Be” harfi
söyle ki içindeki “Elif” hep sana can versin. Attığın adımlar hedefine
ulaştırsın ki nabzında dolu dizgin koşan can sevgili senden, sendeki inciden
geçsin…
Gülşeker biliyor musun?
Öyle insanlar görüyorum ki
kendinde olmayanı söyledikleri gibi öyle de olduklarına inandırıyorlar. İkna
kabiliyetleri o kadar yüksek ki olmayan bir şeyin varlığına yemin dâhi
ediyorlar. Sahi sen de bana inananlardan mısın? Hayır deme, gerçeği söyle ki doğruya
erdir beni…
Gülşeker biliyor musun?
Geçenlerde şöhretin afetini
gördüm. Saman alevi gibi yanmaktaydı karşımda. Rüzgarların kanatlarında külleri
savruluyordu. Sonra yerden bir avuç toprak aldım ve gökyüzüne savurdum. Her bir
kül tanesi toprakla gökyüzünde yüzleşince o da kül olduğunu anladı. Sahi kül
kimdi de kul oldu?
Gülşeker biliyor musun?
Odamın duvarına “Uzun zamandır
çiçek almadığımı hatırladım” cümlesini yazdım, bu sabah. Anlayabilir misin bu
mutluluğu… İşte bu mutluluğu anlatabilmek için satır satır yazmak isterdim ama
ifade edemiyorum. Çünkü nabzımdan geçen elimden geleni değil kalbimden geçeni
yazmamı istiyor. “Sen de mi kaderini yazanlardansın, yoksa!” deme sakın, kader
dediğin anda orada dur, sadece inan…
***
KÜL DUYGUSUNDAK
İlkbahar geldi diye eteklerine çiçekleri toplarken, dağları gördüm. Ama Ahir dağının zirvesindeydi kar, beyazlar içinde gelin misali…Bir ilkabahar sabahı erkenden yaptığım kapalı çarşıdaki alışveriş sonrası eve gelmenin mutluluğuyla başlayan tatlı bir telaş vardı bende. Bu telaşın adı “Kül” idi. Öncelikle bu nakşedeceğim motifin etamin bezle kasnak arasına iyice yerleştirilmesi gerekliydi. Gergefin tam ortasına ilmek ilmek iğnenin ucuyla ses vermeliydim “tık, tık!”. Yeri geldiğinde iğnenin ucu acıtmalıydı parmaklarımı, yüreğime batırmadan. Bu sıralar kendimi bu kül nakışı gibi hissetsem de içimde un ufak olan şeyler var...
Ey nakış!
Kayboluyor zihnimden yavaş yavaş,
uzaklaşıyor benden bu son nokta. Korkuyorum hep devamı olacak, beni her daim bu
kelimeye düşürecek diye. Şimdilerde bir elimde iğne diğer elimde renginden
anlamadığım kül yeşili ip…Velhasılıkelam kül rengi umutları nakşetmeye hazır
iki usta ve bir akıl. Eğer akıl ağrımıyorsa hayalden bir hiç nasıl nakşedilebilir
değil mi? Aklım nerde kaldı ki ben bu kelimeye düştüm, sanırım ben aklımı
kaybettim…
Ey nakış!
İpliği iğneden geçirirken zamanı
sorguluyor insan, bir de acı gerçekleri. Hakikat kelimesini yaşarken
kabullenmek, bir lokma ekmeğin boğazdan bir yudum suyla geçmesi kadar kolay da değil.
Her bir nokta sonrasında düğümlediğim cümlelerim var, bunun da farkındayım.
Şimdi iğneden geçirdiğim ipliğime bir düğüm attım. Gergefin tersinden kumaşa
batırdım iğnemi ve geldi ilk ses, ilk tık! Hiçliği nakşetmeliydim bu kumaşa, bu
kalbe, bu hayata…
Ey nakış!
İtiraf etmeliyim ne iplikten ne
kumaştan anlarım. Sadece renginden anladığımı sandığım bu varlık, beni bu kül
rengi hayata düşürdü. Şimdi onun rengini nakşetmeye çalışıyorum, elimdeki
bembeyaz ipeğe. İpek dedimse anla ki halim bilinsin, söyle ki türküler hep
motifler içinde ses olsun. Bu nakışın türküsü “ Şu tepe pullu tepe” olsun…
Ey nakış!
Kül yeşili renklerle gökkuşağının
tüm renklerinden işlediğim bu motif nihayet bitti. Hiç oldu şimdi iğnenin
acıttığı parmaklarımda. Rengi benden, yaprakları kül yeşili iplikten bir “Kül”
nakışı işlemek ne çok kolaydı ne de çok zordu. Sadece ipek kumaşa dokunan bu
nakış biraz şiirce ve son nokta gibi oldu, nokta.
“Soğuk taşlar üzerine işlenen
Çivi yazıları gibi durma, ey
nakış!
Bakan sende onu görmeli,
Tanımalı rengini…
Şiirden çıkmış hikâye gibi,
Durma karşımda…
Benim adım kül yeşili…”
***
ZEYTİN ÇİÇEĞİ
Geldiğimde başladı her şey,
İlk oruç, ilk düğüm, ilk bakış…
Ben bu aleme vardığımda gördüm
Balığın havada dahi yüzebildiğini…
Anlayabildim,
Kaleme düşen bir şairin
Acı çeken mutluluğunu…
Geldiğimde başladı her şey,
Güneş tepemde ısıtırken bedenimi
Yaprak ile dal arasında kaldım, ey şair!
Kurtar beni bu ilk düğümden
Ellerinde demet olayım…
Benim adım zeytin çiçeği,
Adına yemin edilen çiçek…
Kıymetini Hüda bilir ki ben ney’im…
Dalımda yaprak, kökümde yemin
Belki sesimi rüzgarla duyarsın…
Adımla kulağın çınlasın, ey şair!
Geldiğimde başladı her şey,
Gökyüzü olabildiğince mavi…
Güvercinler,
Gidebilecekleri yere kadar özgürler.
Yalnızlığıma iten menekşeler;
Bir o kadar Cebrail, bir o kadar Azrail kokulu…
Adımla kulağın çınlasın, ey şair!
Ben ki;
Ellerinde demet olmayı bekleyen zeytin çiçeği…
***
TAŞLARA DOKUNAN SESLER-10
“İlk bahar çiçeklerinin her daim meyve vereceği ümidini taşımak hata olmaz ama onlar gönülde tat damakta bal olabilir…”
Bugün yeni bir gün, yeni bir ilk
bahar vardı âlemde… Kâinat onun için çok farklıydı, her şey birkaç yılda nasıl
değişti ve gelişti bilinmezdi. Babası Hilmi Efendi odasının kapısında onun
hazırlanmasını bekliyordu. Büyük bir heyecan vardı onun dünyasında. Kızı artık
üniversiteden mezun olmuş, bir eli ekmek tutarken diğer eli bu ekmeği ikiye
bölüp paylaşacaktı. Hilmi efendi kapının aralandığını görünce gözleri o yöne
doğru kaydı. Karşısında kızının sim-ü zer iplikten nakış nakış işlenmiş beyaz
elbise içinde oluşunu seyretti bir süre. Üzerinde gezinen bakışlardan saklanamadı
ve kalbinden dudağına düşen cümlelerden önce kirpiklerinden kaçan her bir
damlaya engel olamadı, Hilmi efendinin kızı… Hıçkıra hıçkıra o kadar çok ağladı
ki annesi Mehlika Hanım da onun döktüğü bu gözyaşlarına dayanamadı.
Hilmi efendi, Mehlika Hanım ve
kızı sessiz bir şekilde bu yeni günün seher vaktinde ezan sesleriyle birlikte
evlerine birkaç kilometre uzaklıktaki Abdülhamid Han camisine arabayla
gittiler. Aynalı dedenin Kahramanmaraş’a gelir gelmez şehir halkını, Hilmi Efendi
ve ailesini bu camide sabah namazını eda etmeye davet etmişti. Bayanlar caminin
üst katında, erkekler mescid içinde namazlarını kılacaklardı. Hilmi efendi
mescide girer girmez bir de ne görsün!... Sanki tüm şehir bu camiye bugünkü
sabah namazını eda etmeye gelmiş gibiydi…
Sabah namazını eda ettikten sonra
mescitteki cemaat Abdülhamd Han caminin avlusuna çıktı. Aynalı dede, Hilmi
efendiyi yanına davet etti…
“Hilmi Efendi, nasılsın?”
“Elhamdülillah, iyiyim Aynalı
dedem…”
“Hanım kızımız Zümrüd-ü Anka
mescide buyursun, istersen…”
Hilmi efendi kızı, Mihrimah
Sultana hep “Zümrüd kızım” diye hitap eder ve Aynalı dedeye de kızını
anlatırken bu şekilde bahsederek anlatırdı.
Bu ismi duyunca mescitte Aynalı
dedenin karşısında rahlenin ucunda diz çökmüş bekleyen Raci “Sübhanallah!”
diyerek irkildi. Zümrüd-ü Anka babasının eşliğinde mescide girdiğinde, dünyadan
kopmuş bir şekilde düşünen Raci mescitteki halının iplik renginin ne olduğunu
düşünmekteydi… Kim bilir?
Aynalı dede hanım kızı Zümrüd’ün,
Raci’nin sol tarafına oturmasını istedi. Nikah şahitlerinden birinin Ahmet
Suphi Efendi diğerinin de mescide sabah namazını eda etmeye gelen ilk kişinin
yani Mustafa emminin olmasını istedi. Ahmet Suphi Efendi, nikah şahitliğini
yaptığı bu nikah merasiminde beyazlar içinde saklı olan bu hanım kızın Mihrimah
Sultan olduğunu duyunca hem sevindi hem de çok şaşırdı. Bu duruma şaşıran tek o
değildi ki… Raci ise Hazreti İbrahim’in bıçağının ucunda boynunu uzatan İsmail
gibiydi. Rahlenin üzerinde başlayan bir nikah merasimi ve atılan imzalar… Raci,
yanındaki çantanın içinden bir kutu çıkardı ve içindeki firuze taşlı altın işlemeli
yüzüğü Zümrüd-ü Anka’nın parmağına “Bismillah!” diye taktı… Aynalı dede
Raci’nin emek emek nakşettiği doksan dokuzluk tespihi Mihrimah Sultana- Ahmet
Suphi efendinin ustalığını gösterdiği otuz üçlük tespihi Raci’ye uzatırken
mutluluklar diledi ve onları dualarla mescitten uğurladı.
Mescide babasının kızı olarak
gelen Zümrüd-ü Anka, bir ilk bahar sabahı gün ağarırken nikahının kıyıldığı en
sevdiği camiden bahçedeki cemaatin tekbir sesleriyle düğün evine gelin Mihrimah
Sultan olarak tespih ustasının çırağı-Aynalı dedenin torunu Raci’nin koluna
girerek gidiyordu ki, oturduğum kayanın üzerinde taşlarımı tekrar tekrar
sayarken buldum kendimi.
Çantamda doksan sekiz taş vardı
son taşı da kayanın üzerinden sahildeki kumlara adım attığım anda buldum, izimde…
Sahilde taşları saymakla bulmak arasında geçen bir zamanda onca yıl geçmiş
gibiydi, sanki. Şimdi ben elimdeki bu taşları ne yapmalıydım?
Amak-ı Hayal’in yazarı Filibeli
Ahmed Hilmi’yi rahmetle anarken, sahilde dalgaların sesini dinleyerek kayanın
üzerinde yazmaya karar verdiğim bu Taşlara Dokunan Sesler yazısındaki gibi iki
Tespihdar, bir Mihrimah ve bir Raci hele de bu zamanda nasıl olmalı ki bulmalı?
***
TAŞLARA DOKUNAN SESLER-9
“Aziz evladım Raci,
Mektubunu aldığımda gözlerim
doldukça gönlümdeki umman bir deniz, okyanus oldu ve dalga dalga yol aldı.
Tespih çıraklığı/ustalığı ne senin verdiğin Hüsn-ü Hat derslerine benzer ne de nefes
verdiğin neyin sesine… Tespih ustası sana doksan sekiz tane taş vermiş, duydum.
Ben de sana ödev veriyorum, elindeki bu taşlara tek tek gümüş işlemesi yapacaksın
ve eksik olan taşı da sadece gümüşle işleyeceksin olur mu? Artık imamesi de
senin ustalığının imzası olsun. Taşları çarkuşaneden geçirirken belirli bir
devirde yapmaya itina göster, yoksa demiyorum sadece dikkat etmeyi bilmelisin.
Elindeki taşların sayılı olduğunu biliyorsun.
Taş taneleri habbe olana kadar emek emek işlemelisin ki artık senin
çıraklığının/ustalığının ilk ve son meyvesi olmasını ümid ettiğimi bilesin. Bu
nedenle elindeki taşlardan başka eline taş değmeyecek şekilde taşları gümüşle
işlemelisin. Bundan dolayı şu ana kadar ve sonrasına dek zikredeceğin en güzel
tespihi yapmanı istiyorum, tespih ustanın da senden beklediği gibi…
Taşları gümüşle işledikten sonra
ipinin sağlam olmasına, habbelerin birbirine sımsıkı dokunmasına özen göstermeli
ve ipin seçimini ona göre yapmalısın ki gören bu tespihte ipi görmemeli. İpi
bulduktan sonra ucunu bal mumuyla sürmele ki habbeler, sırasını kolayca
birbirine aktarsın. İlk taşı ipe dizerken Salavat-ı Şerife okuyarak geçir ki
devamı hem kolay hem de bu tespihin sahibi için huzur/mutluluk verici olsun.
Sonraki taşları da en sevdiğin duaları okuyarak sıra sıra dizmelisin. Duraklar
ise mutlaka gümüş işlemeli olmalıdır. Tespihin doksan dokuzuncu gümüş habbesinde
de Salavat ile birlikte Fatiha-ı Şerife okumalı ve iki ipin ucuna atacağın
düğümü sımsıkı yapmalısın. Gümüşten işlediğin imameyi imzanı atar gibi ipin
ucuna eklemelisin. Bu senin itibarındır ki er kişi yaptığı her işte doğruluğunu
ifade etmelidir.
Yüce
Rahman “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” Ayet-i Kerimesinde buyurduğu
gibi…
Sana vasiyet ediyorum, bu
yaptığın tespihin ipi her ne zaman koparsa ipini sen değiştir olur mu? Bu
tespihin ustası sadece sen ol… Birkaç hafta sonra göz nuru döktüğün bu tespihi
tespih ustasından almaya geliyorum…
Muhabbetle…
Aynalı deden!”
***
Raci, o kadar şaşkındı ki
elindeki taşları tek tek işleyip tespih edene dek geçen sürede Aynalı
dedesinden gelen bu mektubu defalarca okumuş her seferinde, ilhamı gelen
şairler gibi bir hâle bürünür olmuştu.
Şaşkın olduğu bir durum vardı ki
Ahmet Suphi usta da kendisi de aynı taşlara emek veriyordu. Aralarındaki tek
fark, taşların sayısıydı. Raci’de doksan sekiz taş, tespih ustasında otuz iki
taş vardı ve ortak olan tek şey eksik taşlar-duraklar gümüş olacaktı. Raci’nin
elindeki tespihte gümüş son habbe, tespih ustasının elindekinde ise ilk habbe…
Şimdi uzak diyarlardan bu tespihi
almak için Aynalı dede yollardaydı. Raci’nin ve tespih ustasının kulağında ise
“Uzakların Türküsü”…
***
TAŞLARA DOKUNAN SESLER-8
“ Rüzgarların kanatlarına yön vermek istiyorsan, bir kelebek ol yeter!”
Bu cümlelerle deneme yazısına
başlayan Dürre-i Beyza tesbihli Mihrimah, bu ismi o kadar benimsemişti ki artık
deneme yazılarının sonuna “Dürre-i Beyza” imzasını atar olmuştu. Masasının
üzerindeki kitaplarına, dipnot bıraktığı duvarlara tek tek baktı. Baktıkça ne
kadar dolu bir o kadar da boş olduğunu kavradı. Kulağına gelen ezan sesi onu
seccadenin ucundaki sıratı geçmek için bir yoldu ki onu davet ediyordu. Bin bir
şükürle dua ederek dinledi, bu kutlu besteyi… Namazdan sonra, sim sırmalı ipin
ucunda büzülmüş kadife kesesinden çıkardı Dürre-i Beyza tespihini. Uzunca baktı
tespihin imamesine ve başladı. Sonra da bitirdi, tefekkürle…
“Biliyor musun Dürre-i Beyza,
geçenlerde kendimi denizin dibinde boğulurken gördüm. Ölüm meleği geldi yanıma,
yaşamak istedim nefesimin her kanat çırpışında… Denize düşen yılana sarılmış
derler ya, ben yılana değil de kaybetmek üzere olduğum değerlerime sarıldım ve
onlara sığındım…
-Yeniden hayat bulup, kıymetli
değerlerimi yaşamak için!
Ellerimde duaları tek tek
okurken, aslında bir diğerinden diğerine sırayla dokunan bu taşlar, kendime attığım
birer taştır. Sen bana dokunduğun günden beri aldığım her nefes o kadar çok
değişti ki o gün denizin dibinde, sonsuzluğa kanat çırpan nefesim son anda ölüm
meleğinin ellerinden kayıp gitti, bir balık misali… Sahile düştüğümde kumdan ve
bol oksijenden başka bir şey yoktu. Oysa ben suda dahi hayat bulan bir yapıya
sahiptim, aşırı oksijene değil… Şimdi beni bu sahilden kim almalı? Söyle
gideceğim yer, Musa’nın asasının dokunduğu okyanus mu olmalı yoksa camdan
duvarlarla örülmüş bir akvaryum mu olsun?
O gün tespih ustası seni bana
verdiğinde ilk işim, turkuaz taşlarımın hepsini kaybettiğim için şükür teşbihi
çekmek oldu. Kaybettiklerim için o kadar şükrettim ki Ağrı dağının kumları
kadar onu tesbih etmek az olurdu, belki de… Şimdi seninle bir o kadar zenginim
bir o kadar iflası yaşamış zenginler gibiyim…
-Söyle sen kimsin, Dürre-i Beyza?
Bugün günlüğüme düşen satırlarda
sen varsın bir de odamın camdan duvarlarına yankısı duyulan “Ruhumun sesi ney!”
var…
Geçenlerde tespih ustasının
dükkanına turkuaz taşlarıma ne yaptığını sormak için uğradım. Dükkânı o kadar
çok kalabalıktı ki içeri girmeye utandım, geri döndüm. Bir sonraki gün gittim,
tespih ustası o kadar çok gergindi ki selamdan sonra aramızda turkuaz
taşlarının konusu dahi geçmedi. Ertesi gün ona, turkuaz taşlarını sormayı
unuttum biliyor musun?
-Kaybetmenin hükmü, kazandığını
anlamaktır!
Dürre-i Beyza, beni hep böyle bir
ney eşliğinde dinle ki içimdeki ben denen bu şey senle dolsun, olur mu? “Gül
düşer gül üstüne” türküsü kadar mutluyum seninle, taşlara dokunan sesinle…
Vesselam!”
***
TAŞLARA DOKUNAN SESLER-7
Gülüşüne bir kurşun sıksaydım,
Önce kendimden başlardım.
Işığı sönerdi tüm sokakların.
Mutluluk kahkahalarını duyumsadığım,
Baktıkça içimi acıtan,
Bu evlerin ışıklarında
Zannettiğim her güzel şeyin olmasını
Ne çok isterdim…
Gözyaşına bir kurşun sıksaydım,
Önce kendimden başlardım.
Sabah kahvaltısında
Bir lokmalık karın tokluğuna böldüğüm
Her ekmeğin, boğazımda
Düğüm düğüm olmamasını,
Ne çok isterdim…
Bakışına bir kurşun sıksaydım,
Önce kendimden başlardım.
Odamın duvarları çökerdi
Benden ziyade o dipteki köşeye…
Masanın örtüsü değişirdi,
Göremezdim…
Duvardaki çiviye tutunmuş bir tablo gibi
Dururdu tüm aynalardaki yüzler…
Bakamazdım,
Dokunamazdım,
Tutamazdım,
Tablonun camından kayıp giden bir ömrü…
Oysa;
Ne çok isterdim;
Senden sonra gülmeyi...
Senden sonra ağlamayı…
Senden sonra bakmayı…
Ama;
Önce Sen!...”
Bu şiiri okuyunca derginin
kapağını kapatıp, kalemindeki mürekkebi bir kere daha hohladı ve tesbih dükkanında
bugünkü elde ettikleri miktarın muhasebesini yapıp ustasına yarın vermeliydi…
Raci, çalışma masasındaki
emek emek işlenmeyi bekleyen taşlara bir de derginin beyaz sayfasına düşen
satırlara baktı ve bir şimşek çaktı zihninde.
“Zümrüd-ü Anka!”
Aynalı dede onu nasıl
bulması gerektiğini söylememişti ama onu aramak için bir işaret olmalıydı…
Şimdilik sadece masanın üzerinde duran şiirde onun adı vardı. Bu, Raci için bir
işaretten ziyade ona doğru koşması gereken bir yol gibiydi…
Peki onu nasıl bulacaktı?
***
TAŞLARA DOKUNAN SESLER -6
“Onlar hep kendi çektiklerini ekledi, sense çektiklerini beğenmedin de mi başkalarının çektiklerinin hatırını saydın?” derken Ahmed Suphi Usta’nın bu sözü havada asılı duran uçan bir balon gibi kalsa da, Dürre-i Beyzâ tespihli hanım kız ve Râci bu cümle için saatlerce tefekkür edebilirdi. Çünkü bu tefekkür dersini Aynalı dededen her üçü de almıştı. Sahi bir anda atölyesine farklı bir dünyanın da olduğunu sunan bu türküler de neyin nesiydi ki radyodan gelen türkü “Kul olayım kalem tutan ellere” ses olup kalplerde yankılanırken ve Râci gördüğü bu renk karşısında şaşkınlık içindeydi.
Ahmed
Suphi Usta kendi kendine konuştukça Dürre-i Beyzâ oturduğu köşede büklüm
büklüm büzüldü. Sahi, buraya ne için gelmişti de bu cümle bir yankı olmuştu
kulaklarında… Bu atölyeye her gelişinde boş ama hep dolu gittiğini düşündü. Bu
sefer atölyenin duvarlarına boyanmış cümleler ses olup yankılanmıştı,
Mihrimah’ın kulaklarında… Boyanın rengi kızgınlık olsa da Ahmed Suphi Ustanın
rengi aydınlıktı ve Raci bu aydınlığı Dürre-i Beyzâ’ nın
kadife kesesinde gördü…
“Ustam,
hayrdır bir durum mu var?” derken onu sakinleştirmek için çaba gösteren Râci
telaşlandı, bir bardak su getirdi ustasına…
Dürre-i
Beyzâ , anlıyordu bu cümlelerin sebebini o kadar utandı ki
yaptıklarından bunun telafisi nasıl olabilirdi? Oysa o, buraya Dürre-i Beyzâ tesbihi
elinde nasıl tutması gerektiğini sormak için gelmişti. Şimdi kalkıp gitse ayıp
olurdu lakin sessiz bir şekilde olanları seyre daldı. Râci,
ustasına bir bardak su getirdi. Su ne kadar güzel duruyordu bardağın içinde,
berrak ve hiç bulanmamış…
Radyodan
gelen türkünün adı “Şu tepe, pullu tepe” o kadar etkiliydi ki. Tespih ustasının
gözleri bu türküyü dinledikçe doldukça taştı… Gözyaşları tezgâhın üstündeki
kadife kesesinin üstüne düştü.
“Râci,
benim kızgınlığım kime biliyor musun? Benim yanımda çıraklık yapan sizlere …
Çektiklerinizi nasıl çektiniz de bir başkasını incitecek sözler doldu bu odaya…
Atölyenin içine dolan taş sesleri bugün duvarlara boyandı ki her gelen bunu
hissediyor, sizler farkında değilsiniz?”
Dürre-i
Beyzâ tespihli kız olanların farkında değildi ama Ahmed Suphi
Ustası için o kadar çok üzüldü ki atölyeden bir an için gitmek istedi, bunu ona
hürmet ederek yapmadı, yapamadı. Râci daha bu sabah buraya gelmiş,
her şey bu â na kadar normalken normalken bu kız talebesinin
gelişiyle birçok şeyin değiştiğini fark etti. Bu hanım talebe sessiz, sakin
olsa da Ahmed Suphi Ustasına olan hürmeti de sonsuzdu. Hatta kendisi Aynalı
dedesine nasıl hürmet gösteriyorsa o da ustasına o derece hürmetkârdı.
Radyodaki
sesin söylediği türkü “Etek sarı” derken, tespih ustası sakinleşmişti. Ahmed
Suphi Usta, Dürre-i Beyzâ tespihli hanım kızın
kadife kesesinin ucundaki simli ipliği çözerek ve içinden onu çıkardı. Göz
kamaştıran kelimeler sıra sıra diziliydi ve Râci hayretler içindeydi. Bu
tespih Aynalı dedenin kutusundaki tespihin aynısıydı…
Şimdi
sıra Râci’deydi. Bu sefer de o ustasının hanım kız talebesine vereceği
ilk dersi dinleyecekti.
Ahmed
Suphi Usta daha önce defalarca bu dersi ona vermek istemiş lakin bu hanım kız
yoğunluğundan, derslerinden o kadar dert yanmış ki vakti olmadığını dile
getirmişti. Evet, Dürre-i Beyzâ tespihli bu hanım talebe
Edebiyat II. Sınıf öğrencisiydi adı da Mihrimah Sultandı… Râci’nin
hayret ettiği bir nokta vardı. Neden ustası bu isimle hitap etmiyordu bu hanım
kıza? Sanki aralarında bir sır vardı ve sessiz bir şekilde her şey çözülüyordu
tek tek, sırasıyla…
Tespih
ustası ona beş tane kelime verdi ve ekledi “Bu sana ödev olsun. Ama kulaklarını
iyi aç, söylenen sözler ne olursa olsun kalpte yer eder. Bunu unutma!…”
Bu beş
kelimeden biri; Kardan bir suydu ki o artık erimişti. Şimdi bu su, vazonun
dibinde su’dan bir gece gibi duruyordu…
İkinci
kelime; Her şeyin Allah’tan geldiğine inanarak onun varlığının tekliğine
inanmaktı…
Üçüncü
kelime; Bu iki kelimeyle dili alıştırdıktan sonra kalpte muhabbeti daim
etmekti…
Onun adı
her bahçede adı Gül’dü. Bu isimle anılırdı ki tüm kapılar onun adıyla açılırdı,
özellikle kalbin anahtarı buydu…
Dördüncü
kelime; Hayrın ve Şerrin Allah’tan olduğuna inanmak ve onu anmak her bir
zerrede…
Beşinci
kelime; İhlâslı bir şekilde onun huzurunda olmak aynı zamanda yapılan her işte
onun varlığını düşünerek hareket etmek…
Râci,
bu kelimeleri bir türkü dinler gibi dinlese de aslında o da durumu kısmen
anlamıştı. Sahi bu hanım kız kimdi ki bu atölyeye elini kolunu sallaya sallaya
gelebiliyordu? Sadece ustasının ona çok değer verdiğini biliyordu. Dürre-i Beyzâ tespihli
bu kız nasıl oturduysa, sessiz bir şekilde öylece kalktı ve gitti…
Radyodaki
ses “Pencerenin buğusuna çizdim yüzünü” derken Râci, gece boyu ilk iş gününde
tespih atölyesinde yaşadıklarını kefeden kefeye aktarıp tartıyordu. Sağ
elinden, sol eline geçen ustasının verdiği tespihi, aşkla çekerek…
Râci,
Aynalı Dedeyi özlemle ve Zümrüd-ü Anka’yı merakla düşündü…
***
TAŞLARA DOKUNAN SESLER -5
Tesbih atölyesine girdiğinde atölyeye yayılan “Seher yeli” türküsü, Raci’nin kalbine öyle bir değdi ki bu, Aynalı Dede’yle beraber dinledikçe ezberledikleri bir yakarıştı. Bu sesin eşliğinde tesbih ustası Ahmed Suphi Usta’ya selam verdi. Ahmed Suphi Usta muhabbetle selamı aldı, yüzüne baktıkça huzur veren bu gencin.
Aynı anda
dengelendi iki insanın kefesi.
Raci,
tespih ustasının gösterdiği sağ köşedeki sandalyeye oturdu. Bu köşe tespih
ustası için en değerli köşeydi…
Sağ, kutsaldı…
Sağ, emekti…
Sağ, bereketliydi…
Sağdan
başlamak hep bu güzel sebeplerle güzeldi ve solda ise kalbimiz vardı; bu yüzden
onun üzerine de hiç ama hiç basmamalıydık. Çünkü o hayatımızın dengesini
sağlayıp bize yön veren bir pusula gibiydi… Ama onu da tercihlerimize göre ya
koruyoruz ya da kaybetmek üzereyiz. Raci, Seher yeli türküsünün sözlerine öyle
bir daldı ki buraya neden geldiğini dahi unutur gibi oldu. Aynalı dede onu sıkı
sıkıya tembihlemişti. “Firuze taşlı yüzük sana istediğin hayatın dengesini
verecek, Zümrüd-ü Ankayı bul ve bu yüzüğü ona ver. Bu yüzüğü kendine verilmiş
bir emanet gibi görme. Çünkü hayatın dengesi emanet değil, cennet hükmündedir.”
Demişti.
Tespih
ustasıyla Aynalı dede arasında kuvvetli bir bağ vardı. Ahmed Suphi Usta belli
aralıklarla Aynalı dedenin mekanına giderdi. Onunla konuşmadan sessiz geçen
sürükleyici sohbetleri vardı. Aralarında geçen sesleri kimse duymazdı, hep
sessizdi. Aynalı dede, tespih ustasına bir gün sesli bir şekilde demişti ki:
“Sana bir
taş göndereceğim ona olması gereken şekli ver, olur mu? Taşlar nasıl şekil
alacağını bilmezler. Sadece zamanla kalpten öğrenirler.”
Tespih ustasıyla hasbihal ettikten sonra
Raci’nin gözleri atölyedeki taşlara kaydı. Gözleri bir anda ince ipliklerle
işlenmiş kesenin içindeki turkuaz taşlarına kaydı. Bu taş Aynalı dedenin
kendisine verdiği otuz üçlük firuze taşının tıpkısının aynısıydı. O da son
zamanlarda otuz üçlük taşını otuz iki diye sayar olmuştu. Diğer tek taşı elinde
Firuze taşlı yüzük olmuştu. Bu taşını da Zümrüd-ü Anka’ya vermesi gerekiyordu.
Raci’nin kalbinden geçen bu gibi niyetlere hakim olan tespih ustası ona niçin
geldiğini hiçbir zaman sormadı. Ahmed Suphi Ustayla muhabbet koyulaştıkça
Raci’nin dudaklarından birkaç cümle döküldü.
“Ahmed
Ustam, üniversiteyi bitireli yıllar oldu. Kendi alanımda bir iş kuramadım ama
hep Aynalı dedemin yanında oldum. Taş işlemeciliğini, tespih işçiliğini siz
değerli büyüklerimden öğrendim. Usta hiçbir zaman olamam ama ömrüm ne kadar
olur onu da bilemem. Yaşamak için öğrenmeye ihtiyacım var, ölene kadar…”
Tespih
ustası gülümsedi Raci’ye. Bir insan bu kadar naif bu kadar düşünceli cümleler
kurar mı? Evet, kurardı. Bir insan her ne konuşursa konuşsun her şeyin
temelleri konuştuğu ilk anda kalpte başlayıp dile gelirdi. Tespih ustası ondaki
bu hüznü anlamış olmalı ki, daha çok onu üzmek ister gibi olmasa da Raci’den
eksik saydığı Firuze taşlarını istedi.
Raci, hiç tereddüt etmeden cebindeki kesesiz otuz ikilik taşlarını Ahmed
Suphi Ustaya verdi. Bunun adı teslimiyetti. Raci’nin taşlarına baktı onları da
masanın üzerindeki Turkuaz taşlarla dolu kesenin içine bıraktı ve kesede tam
yüz otuz tane taş oldu bir anda.
Atölyenin
duvarlarına çarpan ses “Seher Yeli”
türküsünü söylüyordu ve Raci’nin kalbindeki çınarın yaprakları bu sözlerden
düştü düşecek gibiydi ki Ahmed Suphi Usta radyonun sesini biraz kıstı. Raci,
bugün kendi taşlarını kaybettim derken Ahmed Suphi Usta elinde yıllarca çektiği
otuz üçlük sabır tespihini şükür tesbihi çektiği gün Raci’ye uzatmıştı.
“Bu sana
benim hediyem olsun Raci. Onu her zaman ki gibi tam say, biliyorum taşlarından
bir tanesi eksik ama sen buna rağmen o tek taşın için hayalden de olsa bir sayı
daha ekledin, sessizce…”diyerek gülümsedi Ahmed Suphi Usta.
Raci, elindeki
akik taşlı otuz üçlük tesbihine bakarken;
“Bu nasıl
bir alış veriş olur Allah’ım!” dedi sessizce.
Raci’nin
yumuşak bir tabiatı olsa da heybetli, vakarlı bir duruşu vardı. Şimdi radyodan
“Mihrali” türküsü sırayı almıştı. Raci ne desin, Ahmed Suphi Usta ne desin ki
ikisi de en sevdikleri ikinci türküyü dinlemeye başladı. Türkü bitince,
Raci’nin birden gözleri doldu dolacaktı ki kalbi dile geldi.
“Ustam,
dilerseniz bir de Drama Köprüsünü dinleyelim ne dersiniz?”
“Hay, Hay
Racim!” dedi Ahmed Suphi Usta…
İkisi de
sessiz bir şekilde sıra sıra dizilmiş türküleri dinlerken atölyenin kapısı
hafifçe tıklandı. Ahmed Suphi Ustanın buyrun demesiyle kapı açıldı. Atölyeye,
Tespih ustasının manevi kızı başörtüsü omuzları hizasında olan Dürre-i Beyza
tesbihli talebesi Mihrimah Sultan gelmişti.
Radyodaki
sıradaki ses “Altın yüzüğüm kırıldı…” türküsünü söylüyordu.
***
TAŞLARA DOKUNAN SESLER-4
“Her güzellik DUA ile başlar!”
Kadife kesesinin
içindeki yenilenmiş tespihinin sesini dinlemek için sabırsızlıkla üniversitenin
bahçesinde sakin bir yere oturdu. Tespih
atölyesinde fark ettiği detayları bir bir gözden geçirdi. Çünkü bu detayları fark
etmesi, Mihrimahın kendisinde olan eksikliğini ve bazı şeylerin bilgisizliğinden
dolayı yanlış olduğunun göstergesiydi. Bilgiyle dolu olan insan mutlaka her
işte, her halde ve her karşılaştığı sorunu çözmekte sahip olduğu değerlerle
bağlantı kurar bir şekilde durumu çözerdi.
Tespih
ustası ilk önce Mihrimah’ın tespih kesesini değiştirmişti. Tespih ustası ona bu
keseyi bir çanta içinde saklayıp vermişti. Bu nedenle atölyeden çıktığında aklı
çantanın içindeki taşlarında olan Mihrimah kesesini hiç ama hiç düşünmemişti.
Bir “Ah!” Dedi hayıflandı kendine… Kesenin rengini anlatmaya kelimeler yetersiz
olsa da görününce değil de dokununca tuşesinin yumuşaklığı onun bir ince kadife
kumaştan dikildiğini belli ediyordu. Bu Mihrimah için “Ruhtu/Kalpti”… Ruh
kesenin kumaşı olurken, kalp o seslerin dolduğu keseydi..
Mihrimah,
kadife kesesinden çıkardı tespihini. Bir de ne görsün? Tespihin taşları parlamış
ve tespih ustasının bağlayıp sıraladım dediği ipin varlığına alamet bir şey
yoktu ama taşlar birbirine sımsıkı olacak şekilde sıralanmıştı. Tespih ustası
ışıl ışıl parlayan tespihin en uç noktasına imâme taşını da eklemiş…
“Ah! Tespih
ustası ah! Ellerin dert görmesin. Şimdi ben nasıl öderim sana olan borcumu…”
diye mırıldanırken Mihrimah, ilk yapması gereken şeyi önemsedi…
Okumak,
ama yeniden okumak! Okudum, biliyorum dediği her ne varsa yeniden okumalıydı.
Çünkü bu, onun fethedilmesini istediği tüm kapıların ilk şifresi ve
anahtarıydı… Okuduğu kitabın başlığı ilgi çekici olsa da yazarını tanımalıydı,
dinlediği şarkıların, okuduğu her bir şiirin cümlelerinde duraklarken
unutuyordu o sözleri yazan kişileri… Çünkü herkesin bu cümleleri yazan kişinin
kimliğini bilmeye hakları vardı.
Kulağına
taktığı kulaklıktan dinlediği ses “Benden bu ömrümü çalanı getir!” türküsünü
söylüyordu.
Kulak
duyar, göz görür, eller yazar ama bunları yapan kalptir. Bu sebeple kalbin
gördüğü ve duyduğu her şey temiz ve berrak olmalıydı ki melekler en güzeli yâr
edenin adıyla yazmalıydı. Bu gibi düşüncelerle Mihrimah derinleştikçe
derinleşti, kendine sustukça yine tefekkür etti, son zamanlarda yaşadıklarını.
Az önce dinlediği sözler değişmiş ses “ Bir ay doğar ilk akşamdan geceden” türküsüne
yer vermişti. Yaşadığı her şey sırasına göre yaşandı ve geçti ki taşlarını
zamanla toplamıştı. Şimdi ellerinde şekillenmiş taşlar, birbirine sımsıkı
sıralanan tespihler haline gelmişti. O kadar şaşkındı ki bu tespihe rengi,
kokusu, taşların ince detaylarla sıralanması her şey ama her şey Mihrimah’ı çok
etkiledi.
Tespihine
hayretle yeniden baktı ve eklenen imâme taşından sonra onun rengine ve
doğallığına bir kez daha muhabbet/minnet ederek baktı. Onun yıllar önce
oynadığı taşları, tespih ustası ne yaptı da hangi ara değiştirmişti ve Mihrimah
bunu tespih atölyesinde nasıl göremedi? Elindeki bu tespih Dürre-i beyzâ idi. Tam
doksan dokuz tane Dürre-i Beyza, ipi görünmez bir şekilde birbirine sımsıkı
değecek şekilde sıralanmış. Mihrimah o kadar şaşkındı ki şimdi doksan dokuz turkuaz
taşının hepsini kaybetmiş ve onların yerinde Dürre-i beyzâ vardı.
Tespih
ustası, bu Dürre-i beyzâ tespihi küçük bir çantanın içinde Mihrimaha verirken,
Mihrimah da taşları alırken ona şunu demişti…
“Taşlarını
çok sevmiş olabilirsin ama onların da yenilenmeye ihtiyacı var ve tespihler her
zaman imâmeli doksan dokuz sıralı olur!”
Mihrimah
elindeki tespihi kimseler görmesin diye kadife kesesine bıraktı, kesenin
ucundaki altın sarısı simli iple kadife kesesini bağlayıp çantasına koydu.
Kulağından kalbine inen türküyü tekrar tekrar dinleyerek eve gitmek için
otobüse bindi. Bu sefer camdan hikayeleri yoktu ama taşları dağıtıp toplayana
kadar geçen zamanı ve hemen hemen her şey dinlediği türkünün sazının telinde
saklıydı. Her insanın bir türküsü, bir şiiri, bir şarkısı vardı ve toprak
altında yatan tüm bedenler bu dünyada var olmuştu. O ana kadar yaşadıklarını sadece
kendisi yaşamış gibi düşünürken şimdi kendini küçücük bir nokta gibi gördü,
utandı kendinden. Turkuaz taşlarının hepsini bugün kaybettiği halde ona yine
şükretti, Dürre-i beyzâ tespihini almasına sebep olduğu için…
“Yoktan vâr
eden yârin adıyla!”…
TAŞLARA DOKUNAN SESLER-III
“Her insanın bir günahı olmalı, Allah’a yaklaştıran!”
Raci
bunu duyduğunda birden irkildi bir o kadar da Aynalı dedenin böyle bir cümleyi
kurmuş olması onun olaylara bakış açısını değiştirmişti. Aynalı dede ondan
iflas etmiş bakkallar gibi olmasını değil uzun zincirlerle birbirine bağlanmış,
geleceğe yön veren işler yapmasını istiyordu. Her ne yaşanırsa yaşansın bugün,
yarın için dün olacaktı ve bugün yepyeni adımlarla ilerlemeliydi. Anı dolu dolu
yaşayarak yürüdüğü gibi yollar hiç bitmemeli ve kendisi de yoruldum dememeliydi.
Aynalı dede
önündeki kor ateşte madeni eritirken, Raci ceplerinden Firuze taşlarını çıkarıp
sağ elinden sol eline tek tek sayarak vermeye başladı. Her seferinde sol elinde
toplanan taşlar sağa geçerken sağdan sola bir dengeyi andırır misali Raci bir
terazi, taşlar tek bir dengeydi karşısında. Birden Nurullah Genç’in Rüveyda
şiiriyle bütünleştirdi bu anı…
“Çatlıyor
da mezarım dışa vuruyor beni,
Terazi
Rüveyda’ya divan kuruyor beni…”
“Raci,
elindeki taşlar kaç tane?” diye sordu Aynalı dede…
“Otuz üç
tane…”
“Neden
otuz iki, otuz dört değil de otuz üç? Bir eksik, bir artı neyi değiştirir ki?”
diyerek elindeki madene şekil vermeye çalışan Aynalı dede, ateşin alevinden
madeni biraz uzaklaştırdı. Raci bu sorunun karşısında bu hali, maden için bir
eksiklik olarak nitelendirdi elindeki taşları da sol eline bir tanesini eksik
olarak aktardı. Madenin bu halini tarif etmek için önce maden olmalıydı ama
onun ellerindeki taşların sesinden bir tanesi eksikti ve denge bozulmuştu. Bu
sefer Aynalı dede elindeki madeni kor ateşte biraz fazla tuttu ve maden
haddinden fazla eridi neredeyse maden, ateşin içinde kaybolacaktı, Racinin
elinde tam otuz üç tane taş varken Aynalı dede yerden bir taş alıp onu Racinin
avuçlarına bıraktığında yine denge bozuldu ve taşların ilk sesindeki uyumdan
farklı bir tını geldi kulaklarına.
Her
şeyin bir taşıma kapasitesi vardı ve denge her daim olmalıydı, istenilen sayıda…
Raci,
elindeki otuz üç Firuze taşına uzun uzun baktıktan sonra Aynalı dedeyi seyre
daldı. O, kor ateşte elindeki altın madenini önce inceltti sonra da itinayla
iki noktayı birbirine dokundurarak şekillendirmeye çalışırken bir yandan da
ruha ses veren neye üfler gibi nefesiyle soğutuyordu. Raci, Aynalı dedenin
gençliğine o kadar çok benziyordu ki adı sanki onun geleceğinde yaşayacak ve
onunla yaşayan bir ömrü olacaktı.
“Raci,
sağ elinde ritimle saydığın ilk taşı bana verir misin?” dedi Aynalı dede…
Raci,
meraklı bakışlarla Aynalı dedenin eline verirken taşı dengesinin bozulduğunu
düşündü ama uydu bu emre… Peki, dedi ve uzattı onun altın kokan ellerine…
Bu
Firuze taşlarını Raci’ye Aynalı dede ilk tanıştığı gün vermişti. Verirken sıkı
sıkıya tembih etmişti…
“Bu
taşlar o kadar kıymetli ki yanından ellerinden hiç ama hiç ayırma, bu senin
dengen!”
Aynalı
dede elinde şekil verdiği altını bir halka yapmış iki uzak noktayı bir hamlede
birleştirmiş ve nakış nakış işlediği bu madenin tam ortasına da Firuze taşını
usulca bırakmıştı.
“Raci,
dengede olmak ister misin?” diye baktı Aynalı dede, Racinin gözlerine …
“Elbette,
her insan gibi ben de dengede olmak isterim…” dedi Raci.
Sanki
tüm kontroller, Aynalı dedenin kalbinden bu Firuze taşlı yüzüğe akmıştı. Aynalı
dede, yüzüğü Raciye uzatırken onu bu sefer de sıkı sıkı tembihledi.
“Bu
yüzüğü seni dengelemesi için Zümrüd-ü Anka’ya kendi ellerinle vermeni
istiyorum. O senin tek taşın, sen de onun son doksan dokuzuncu taşı olasın!”
***
TAŞLARA DOKUNAN SESLER – II
“Sonbahar yaprakları gibi baharı üşüyerek bekliyoruz!” diyerek elleri keçeli paltosunun ceplerinde atölyesinin merdivenlerine doğru ilerledi. Her bir basamakta düşündü, bugün yapacağı işleri mutlaka zamanında bitirmeliydi. Gece uyumadan önce sıraladığı tüm sırlı taşlarına itinayla şekil vermeli ve ipe sıra sıra dizmeliydi. Geçenlerde atölyesinin kapısında üniversiteli bir kız öğrencisiyle tanışmıştı. Bu öğrenci atölyesine geldiğinde vitrinde duran renkli taşlarla süslenmiş tespihlerine bakar, dokunur sonra da hiçbir şey demeden kapıdan öylece çıkıp giderdi.
Yıllarca
bu hep böyleydi ve bu öğrenci hep onun gözünde sessiz, kendi halinde biri
olarak kaldı. Bir gün bu genç kız ona bir kesenin içinde tam doksan sekiz tane
turkuaz taşı getirmişti. Kız bu taşların adını bilmiyordu ve ondan bu taşlara
şekil vermesini istemişti. Onlara şekil vermesi için ilk önce onun adını
öğrenmeliydi. Bu öğrenci, adının Mihrimah Sultan olduğunu söylerken o kadar
çekingendi ki, saklanıp kimseler adımı duymasın diye köşe bucak görünmek
istemeyen bir hali vardı. Mihrimah Sultan kadife kesesinden çıkardığı taşlarını
masanın üzerine bırakırken, Ahmet Suphi Usta onun taşlarına bakarak hayret
etti.
“Bunları
nerden buldun?” diye sordu, Mihrimah’a…
“Bunlar
bana dedemden yadigâr…” diyecekti ki, bu cümleler önce kirpiklerinden döküldü
birkaç damla ile…
“ Peki
deden kim senin?” diye sordu masasındaki taşlara ısrarla bakan bu genç kıza…
“ Dedem
mi? Siz onu tanıyor musunuz yoksa!” diye sordu Mihrimah…
“Çıraklığım
bir tespih ustasının yanında geçti ve onun en çok sevdiği Turkuaz Taşıydı. Bir
gün bana dedi ki;“Herkes Akik taşını sever, ben de bu taşı o kadar çok severim
ki en çok da sadakati temsil ettiği için teşbihimi bununla çekerim. Birbirine
dokunan seslerin tınısı da benim için bambaşka!” demişti…
“Onun
taşları şekilsizdi ve onları gümüş renkli bir kumaşın içinde hep yanında
taşırdı. Bu taşlar bana onu anımsattı. Bundan dolayı senin de dedenin adını
öğrenmek istedim. Ben tespih ustalığının en ince ayrıntılarını öğrenmek için
onunla her dem vakit geçirdim. Onunla yürüdüm, onunla su içtim ve onunla
uyudum. Bu sebeple bu taşın değerini de yine ondan öğrendim, çünkü bu taşı
seven pek nadir kişi vardır …” dedi Ahmet Suphi Usta…
Mihrimah
Sultan, Ahmet Suphi Ustanın buyur ettiği sandalyeye oturdu ve bekledi taşlarına
şekil verilmesini…
Peki
neden benim ustam kendi taşına şekil vermezken bu hanım kız taşlarına şekil
verilmesini istiyordu?
Peki
Ahmet Suphi Usta kimdi ki atölyesine gelen her müşteri ona saygı ve hürmet
doluydu. Mihrimah atölyenin bir köşesinde beklerken ilgisini en çok çeken,
atölyeye girip çıkan çalışanların ellerinden düşmeyen otuz üçlük tespihlerdi.
Bu tespihler ona şu mısraları anımsattı….
“Geçti
zaman ve mekân
Zaman
biziz, mekân biz
İmkansıza
yok imkân
Ömrün ne
sonundayız ne de henüz başında
Otuz üç
yaşındayız, hep otuz üç yaşında!”
“Kızım
çay içersin değil mi?” dedi Ahmet Suphi Usta ve onu daldığı düşüncelerden
uyandırdı.
“Peki…
“Merakımı hoş görün sizin Tespih ustanız neden kendi taşlarına şekil vermedi?”
dedi Mihrimah…
“ O
kendini hep eğri, herkesi doğru bildi. Peki sen neden taşlarına şekil
verilmesini istiyorsun?” derken Ahmet Suphi Usta diğer yandan da taşlara
yumuşak dokunuşlarla şekil vermeye çalışıyordu…
“Biliyor
musunuz, ben dedemi hiç ama hiç görmedim. O ben doğmadan iki yıl önce vefat
etmiş bu taşları da babama emanet ederken değerini bilen değerli kızına ver
demiş.”
“Ama
burada doksan sekiz tane taş var, sonundaki tek taş nerde?”
“Onun
kıymetini bilemedim sanırım bu yüzden onu kaybettim. Aslında şekil verilmesini
istediğim onlar değil b… “ diyerek yutkundu Mihrimah.
“Peki
nasıl kaybettin?”
“Yıllar
önceydi sahilde taşlarımla oyun oynarken farkında olmadan taşımı oyunun dışında
bırakmışım. Farkettiğimde ise iş işten çoktan geçmişti. Oyun oynadığım sahile
gittiğimde taşım bana kendini göstermedi, çok aradım ama bulamadım. Aramızdaki
bağ o derece kuvvetliydi ki onu dün kaybetmiş gibi çok ama çok üzülüyorum.
Biliyorum o da eksik ki birbirine usulca dokunup kendisine sıra veren taşları
özlüyor. Çünkü o benim kadife kesemin içinde birbirine usulca dokunan taşlardan
biriydi… Şimdi bu kesede bir ses eksik ve ben bu sebeple ona/dedeme karşı da
çok mahcubum…”
“Hanım
annem, taşların hazır. Bunlar da onun gibi kaybolmasın, ister misin?”
“Peki
nasıl?”
“Her
birinin merkezini delip, sağlam bir ipe dizeceğim ve bu şekilde hiç dağılmaz…”
“Peki o
zaman, tesbih ustanız neden kendi taşlarını ipe sıra sıra dizmedi?”
“O buna
gerek duymadı. Çünkü o, taşlara değil onların sesindeki tınıya bağlıydı.”
Ahmet
Suphi usta itinayla şekil verdiği taşları yeni, hiç kopmayan/sağlam bir ipe
sıra sıra dizerken ona;
“Sakın bu
ipi hiç kaybetme olur mu? Eğer kaybedersen taşları riske atarsın. Çünkü bu
taşları bir arada tutan sensin!” dedi ciddi bakışlarla…
Mihrimah
Sultan turkuaz taşlı tesbihini Ahmet Suphi ustadan alırken tesbihine verilen
emeğin ücretini sordu…
“Yıllar
önce bu emeğin bedeli ödendi bunu da sen ödedin…” dedi Ahmet Suphi usta.
“Nasıl
yani?” diye sordu Mihrimah şaşkın bakışlarla…
“Ben
tesbih ustamın yanında tesbih ustalığının en ince ayrıntılarını öğrenirken o
bana taşların ipe sıra sıra nasıl dizilmesi gerektiğini gösterdi. Ama her
şeyden önce ipin sağlam olması gerektiğini vurguladı. Aslında senin taşların
ipliğe gereği yok çünkü onların arasında görünmez bir ip var ki sen onları bir
deniz kenarına dağıtmana rağmen muhabbetinle yine toplamışsın. İnanıyorum son
sıradaki tek taşın da bir gün seni bulacak. Elindeki ipte dizili olan taşları
sağlam bir ipe dizdim sırasını kaybetmesinler ki her şey sırasını bilsin.
Sondaki tek taş yine senin kalbinde ve yine senin ellerinde/tıpkı dağıtıp
topladığın gibi…”
***
TAŞLARA DOKUNAN SESLER – I
Yâr edenin adıyla!…
Kıyıya vuran dalgaların sesinde
aradım huzuru. Belki dedim, belki de bu sestedir aradığım diyerek koştum
sahile. Dinledim dalgaların sesindeki ahenkli kıpırtıları. Bu nasıl bir şeydi
ki anlatılması imkansızlaşıyordu. Kıyıdaki taşlara dokundukça dalgaların sesi,
gökyüzüne dağılıyordu huzur ve insan, bu nedenle nefesini tazeliyordu.
Dalgaların üstünde yürüyor gibiydi
kalbim, adımlarım bu sefer istikrarlı bir şekilde ilerledikçe dalgalar yön
veriyordu, saçlarıma dokunan rüzgara… Oysa ben önceden kontrolü rüzgara
vermiştim şimdi neler değişti de her şey tersine dönmüştü. Acaba olması gereken
bu muydu?
Ben sahil boyu ilerledikçe önüme
çıkan bir taş, sanki benden önce bu kıyıdan geçen birine ait gibi duruyordu. Bu
taşın özel olduğunu nasıl mı fark ettim?
Sade, bir o kadar albenisi olan bir
taştı ki ne gökyüzünün rengi kadar mavi ne de bir kalemin sivri uçları gibi
köşeleri vardı. Bu taşı da diğer taşlar gibi denizin dehlizine fırlatmayı
düşündüğümde işte bu hamleyi yapamadım. Onun avuçlarıma dokunmasıyla hissettim
yumuşaklığını ve kıyıdaki taşlara çarpan her bir dalga sesleriyle birlikte,
onun gibi bir taş bulabilir miyim diye adımladım dalgaların sesiyle içimde yol
alan huzuru…Ve karşıma çıkan bu taşın bir başkasının avuçlarını yumuşattığını,
kıyıya vuran dalgaların sesinde anladım…
Elimdeki taşı cebime sakladım derken
bir taş daha, tıpkısının aynısı. Bu taş kime aitti ki ilerlediğim bu huzurda
yoluma düşmüştü. Ve ben onun önünde eğilerek, ayağımın ucundan onu incitmeden
cebimdeki taşın yanına bırakarak ondaki bu sesin tınısını sevmiştim. Tarifi
imkânsız bir ses darbesi, öylesine yumuşak bir o kadar sessiz kıpırtılarla dolu
ahenk!
Taşlar ceplerimde birbirine değdikçe
zihnime dokunan düşünceler bir bir aydınlanıyordu kalbimle… Kıyıya vuran
dalgaların sesi çoğaldıkça saklanıyordu, cebimde izini takip ettiğim taşlar…
Sahi bu taşları kim bırakmıştı bu sahile ki şimdi ben bu taşların sahibini
merak ediyor ve ayağımın ucuna değen bu taşları tek tek topluyordum. Sanki her
biri dağılmış toplanmayı bekler gibi duruyordu karşımda. Bu taşların sahibini
bulana dek albenisi olan ve birbirine usulca dokunan sesleri toplayıp bir cümle
haline getirmeye karar verdim. Bu taşların sesinde bulacaktım bunları bin bir
köşeye dağıtmış olan birini…
Cebimdeki taşların yanına bir
diğerini ekleyince bir yanımın ağırlaştığını fark ettim… Sanırım cebim bu
ağırlıktan delindi delinecekti ki taşıyamıyordu… Sahi ceketin kumaşı mı
kalitesizdi yoksa gerçekten taşlar çok mu ağırdı? Sahil boyunda büyük bir
kayanın zirvesine oturup kıyıya vuran dalgaları izleyerek biraz dinlenmeliydim.
Üzerimdeki ağırlık taşlardan olsa gerek onları ceplerimden çıkarıp saymaya
karar verdim. Ben onları tek tek sayarken onlar da tek tek birbirine
dokunuyordu usulca… Öylesine heyecanlıydı ki bu dokunuş, çocukların oynadığı
elim sende oyunu gibiydi. Taşlar tam doksan sekiz taneydi ve her birisi de aynı
renkte aynı ritimde avuçlarımda duruyordu. Bunları kim bu denli dağıttı ki iz
bırakarak kendini takip ettirdi?
Kıyıya vuran dalgalara karşı
koymayan umarsız gibiydi halim… Bir denizin şarkısı bir de bu taşların tınısı
vardı, bu dinlendiğim yerde. Zihnimde vaveyla şeklinde haykıran bir düşünce beni
o derece etkiledi ki kanatları kırılmış bir kuş gibi oldum. Bu taşları tek tek
toplarken nasıl da düşünemedim, bunları bu sahile dağıtan kişinin geldiği yolu
bulmak için takip edeceği izleri olabileceğini… Evet, evet bu taşların sahibi
dönüşünü ancak bu taşlarla bulabilirdi. Şimdi bunları bir araya getirmişken
onun gibi nasıl dağıtabilirdim. Oysa bir şeyi toplamak kadar zor değildi,
dağıtmak. Ama benim için dağıtmak bu düşünceyle o kadar zordu ki,
tınısını/rengini sevdiğim bu taşlara kıyamıyordum. Bu taşlarla aramızda
öylesine güzel bir bağ olmuştu ki her biri bir diğerine dokunurken yeniden
dirilir gibiydim, bu seste. Sahi onların arasındaki bağ neydi ki avuçlarımda
hiç dağılmamış gibi bir aradaydı…
“Bu, birlikti…
Bu, tek olmaktı…
Bu, teslimiyetti…
Bu, sadakatle dinlemekti…
Bu, ben buradayım.
Bu, sıra sende!” demekti…
Bu gibi düşüncelerle taşların
arasındaki kuvvetli bağın görünmez bir iplikle dizilmiş bir tesbih
olabileceğini düşündüm… Onları bir araya getiren görünmez bir iplik vardı ki
bunu da ancak zamanında bin bir amaçla dağıtıp, geçtiği yollara iz bırakan kişi
bilirdi ve şimdi tek bir amaç için onları toplamıştı, birbirine incitmeden
dokunan taşlar gibi “Yoktan Vâredenin Adıyla!” Diyerek…
***
KAİNAT-I S(B)ENDE
Dalgaların sesinde çığlık çığlığa
Kanatlarını sonsuzluğa açan martılar,
Ne çok hızlı olun!
Ne de çok aheste!...
Hiçbir söz etki etmez,
Uçtuğunuz iklimlere...
Rüzgarın yelesine karışır buhar
Ve tütsü edasıyla
Sabaha diz çöker secde
Her bir tesbih tanesi
Ah! etse yine başa gelir sabır,lakin
Hiçbir şey etki etmez...
Ümide seranad yapılır mı ?
Ey aşk-ı kabul!
Ateş-i hicrana değer kelam.
Yar/edenin kabulü kabulüne şayandır...
Kul kimdir ki hak'tan gayrı...
Hiçbir şey etki etmez...
Bir damladan deniz ,
Bir rüzgardan gözyüzü olan
Kainat-ı b/sende,
Neyim var ki senden başka...
Bir de yağmurlar,
Eşlik eder hane-i saadetime...
Hiçbir şey etki etmez...
Ne güneş dinler ne de ay söyler.
Suskunluğun sırtına yaslı durur,
Tüm cümleler ve de kelimeler
Her biri gül goncası gibi
Senden bir fetih bekler, lakin
Hiçbir şey etki etmez...
Ümidden kim ümidsiz kalmış ki
Meded ey Rahman!
Halimize ve de ahvalimize...
Kem sözlerin bu mekanda
Hükmü geçmez, biliriz
Hiçbir beddua etki etmez...
Kainat-ı b/sende saadeti el-vedud'dandır.
Yağmurun her saniyesi
Karlaştırır saçlarımdaki her bir teli,
Dua makamıdır , kabulun dem bulduğu...
Ne ateş vardır ne de su...
Sadece "kün fe ye kun!"
Rıza makamı ala vardır...
Kainat-ı b/sende,
Saadeti el-vedud'dandır
***
EN DİLENCİ HALİMDEKİ YETİM
Adım üzerimde yazılı DİL/en/Cİ...
Dil ehli olmak nedir bilir misin?
Divan edebiyatında DİL EHLİ'nin yeri çok başkadır. Onu ne kapı önünden geri
çevirirler ne de kapının dışından itekleyip gönderirler. İşte o DİL/en/Cİ var ya
gönül dergâhının kapısında en âlâ yere mekânını kurar.
Çünkü o gönül makamının
sultanıdır.
Hiç kimseden kendi nefsi adına bir şey istemez sadece onun adına ister. Gideceği kapıları o belirlemez Hak tealâ onun kalbine aksettirir.
DİL/en/Cİ'nin gönül adımları nereye yürürse ekmeğini, tıkladığı kapıda bulur. Onun için her gün, birbirinden güzeldir hatta çoğu kez unutur bir önceki gün yaşadıklarını. Çünkü karar vermiştir bir kere dünyaya her göz açışı onun için yepyeni bir yaşamdır. İşte gönlüne düşen gidilmesi gereken bir kapı ve melodisel seslerle tıklar bir kapıyı.
Kapı açılır ve kapıya çıkan kişi onun dilenci olduğunu anlar, dilenci de onun karşılama şeklinden yetim biri olduğunu çözer..
"HOŞGELDİN!"
Bu kelimeyi herkes kolay kolay söylemez birbirine ya bir yanı yarım olacak ya da bir yanı buram buram kimsesizlik kokacak. Hele de bir dilenciye "hoş geldin!" diyen bu zamanda zor bulunur.
Dilencinin gözleri yetimin bakışlarına değer. Yetim ise erir gider dilencinin sıcacık bakışlarında. Yetim, birisinin kapısını çalıp halini hatırını sormasına o kadar hasret kalmıştır ki hiç beklemediği biri çıkagelir kapısına.
Yetim, mum ipinin ucuna sarılmış alev gibi titrer durur dilencinin karşısında. Kimdir bu kapıdaki? Nedir ki yetimdeki bu hal?
Sıradan bir dilenci bir kapı tıklamasıyla tüm dünyayı serer yetimin hanesine. Bu kapıya rızkını aramaya gelen dilenci mi yoksa ömrünü dilenciden alacak olan yetim mi? Yetim, ne açtır artık ne de toktur. Bölüşecekleri bir lokma ekmek vardır bir de su..
Dilenci yetime doğru iki adım atar yetimin adımları ise birbirine çelme takar. Yürümeli mi dilenciye doğru yoksa kovmalı mı kapısından. Kim kimi tedirgin ediyor belirsiz, kim ev sahibi kim misafir hiç kimsenin fikri yok.
Yetim şaşkınlıklar içinde dilenciyi baştan aşağı süzer.
Dilencinin hali pejmürde olur
oysaki bu dilenci hiç de düşkün gibi değil. Dışı kırk yamalı da olsa kendince
desenler vermiş her bir dikiş ipliğinden elbisesine. Dilencinin ayakkabılarına
baktı, onlar da tıpkı kırk yamalı elbise gibi olsa da ayakkabı üzerinde “püf”
diye üflenecek toz dahi yok. Yetim yine titredi, bu kapısına gelen davetsiz
dilenci karşısında.
Yetim, bu dilenciyi içeri almakla iyi mi etti kötü mü etti bilemedi ama tüm yalnızlığına eşlik edecek biri olduğunu düşündü. Ne de olsa tüm duyguları yetimdi, yani bir yanı eksik bir yanı toprak kadar ölüm kokuyordu. En azından diğer yanını tamamlayacak bir merhamet duygusuyla ekmeğini böler verirdi. Verdiği bu sadaka, onun en eksik yanını tamamlayacaktı çünkü sadaka ömrünü uzatacaktı.
DİL/en/Cİ, yetimin sesinde durdu, sordu ona;
" Sesin, ne kadar da heyecanlı daha konuşmaya yeni başlamış çocuklar gibisin karşımda. Oysa bu dilenciliğe başladığım ilk ve son günüm. Çünkü bugün bir ihtiyacım düştü bu kapıya geldim lakin sen benden de heyecanlısın!"
Yetim, dilencinin sorusu karşısında ne diyeceğini bilemedi, sesi kısıldı, bir iki cümle yutkundu kalbine. Sordu dilenciye;
"Sen kimsin?"
Dilenci dedi ki;
"Sıradan bir kulum işte, bugün ilk ve son kez dilenciliğe çıktım bakma halime şu yoldan geçenlere de üzerimdeki elbiseden giydirsem onlar da dilenci olurlar oysa bugün senin kapına gelmiş oluşum tamamen Allah işidir. Bunu ben bilemem sen bileceksin"
Yetim, dilenciye sahip olduğu iki şeyi uzatırken bakışları gülümsedi dilencinin gözlerinde.
"Ekmeğim de suyum da senindir ey dilenci, lakin seni bana Allah gönderdi ki sen benim ömrümü uzattın! Eğer sen tam zamanında gelmiş olmasaydın benim yetimliğimin adı olmayacaktı. Ömrüm kısalacak, adım ölüler listesine yazılacaktı." dedi en yetim haliyle...
"Ben hayatta her şeye sahip oldum lakin tek bir şeye sahip olamadım. Ekmeğini, suyunu benimle paylaşacak bir dost bulamadım. Bu kapıda yetim bir yüreğin olduğunu da bilmiyordum. Dedim ya bugün bir kapıya ihtiyacım düştü, nerden bilebilirdim ki yetim bir kapıdan rızkımın çıkacağını.
Adım üzerimde yazılı DİL/en/Cİ... Teşekkür ederim boş çevirmedin beni... Hoş kaldım halinden, verdiğin sadaka ömrüne hayırlı ömürler katsın.
Allah razı olsun." dedi en dilenci haliyle...
Gününüz hayrolsun!
***
KUYU YUSUF'UN MU YAKUB'UN MU ZÜLEYHA'NIN MI?
Yakup isminin anlamını bilir misin?
Yakup ismi er, erkek kişi anlamındadır. Ayrıca İbranice'de takip eden, izleyen kişi anlamına da gelir
Yusuf adının ahenginde hiç kaldın mı kuyuda?
Yusuf (Ar.) Er, Hz. Ya’kub (a.s.)’un oğlu olan peygamber Hz. Yusuf, İbranice; inleyen, âh eden, inilti ve yakışıklı, güzel demektir.
Züleyha kelimesiyle tanıştırdın mı nefsini?
Züleyha kelimesinin anlamı ise Su perisi, Hz. Yusuf’a âşık olduğu bildirilen kadın demektir.
Yani günümüzde kimin Yakup, kimin Yusuf ve de kimilerinin de Züleyha rengine büründüğünü bilmek çok zordur. Bir zaman beklemek istedim yazmak için lakin dün fark ettim ki yazmadan içimdeki okyanustaki mürekkebin rengi, coşuyor. Binlerce kelime dudaklarımdan kendini âzad edercesine cümle olmak için sıraya girerken, yüreğime düğümlenen hıçkırıklarımın varlığını fark ettim heyecanlı sesimin titreyip yere düştüğünde... Ben nereye düşüyorum.
Hani Yûsuf, babasına “Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun eğiyorlardı” demişti. 12 / YÛSUF - 4
İşte Yakub'un varlığı Yusuf'u kuyuya attırdı. Bunu kim mi yaptı dersiniz? Yakub'un dahi hiç ama hiç beklemediği kandan, candan bağı ittiler, Yusuf'u kuyusuna. Yakub herşeyin farkındaydı lakin hiç ama hiç bir şey diyemedi. Evet, Yusuf'u kuyuya attıran Yakub idi. Çünkü Yusuf, Yakub'a ne kadar yakın olursa Yusuf daha da çok zarar görecekti.
Yakub'a kanlı gömleği getirdiklerinde Yakub anladı Yusuf'u parçalayan kurdun ne kadar merhametli olduğunu lakin kanlı gömleği getirenlere inanmadı. Bir izi takip eder gibi hep Yusuf'un kokusunu, nefes alır gibi çekti sinesine...Onu yüceler yücesine emanet etti, bir gün kavuşma hasretiyle.
Yakub anladı, hiçkimsenin onun gibi olamayacağını. Her yeni güne onunla başlayacak ve gün sonunda onun hayaliyle gözlerini kapayacaktı. İşte hüzün budur! Onu ne kadar çok sevdi ki en uzağa attı. Uzakta değil kuyunun dibine.
Kardeşten bağ hiç kıyar mı Yusuf’a? Eğer kıskançlık varsa her kimde elbette ki acımadan kıyar, kanatır bir darbe-i hazanla. Lakin içlerinden biri de merhametli olsun değil mi? Atsınlar kuyuya ve Yusuf Yakubi bir iple kuyunun dibinde...
Kuyu sessiz ki uyur kendince. İşte Yusuf geldi, uyandı kuyunun sakinleri. Toprak, hava ve su… Duvarları senden, bakışları benden bir oda.
"Hoş geldin Yusuf!" dediler.
Yusuf hiç bir şey diyemedi bu haline. Hoş ne güzeldi kendine zarar verecek hiç ama hiç kimse yoktu artık. Kuyunun suyu çekilmiş ki Yusuf'un gözyaşları nemlendirdi toprağı. Toprak "SUS!" dedi Yusuf ağladı.
"Yalnızım, çok üşüyorum!" dedi.
Nemden toprak, Yusuf’a "Bekle, Lâ Tahzen! Innallâhe Meassabirin. (Üzülme Allah sabredenlerle beraberdir}" dedi.
Yusuf ağladı kaç gece kaç gündüz bilemedi zamanı ama Yakub hep merak etti Yusuf'u.
Aslında Yusuf kuyuya düşerken bir tek kendini değil Yakubu da Züleyha'yı da düşürdü kuyuya. Birden herşey değişti. Kuyunun en nazlı en nadide en görkemli insanı haline gelen Yusuf Mısır'a sultan olmaya gitti. Köleliği Züleyha'ya verdi ve o da Yakub gibi "YUSUF!" dedi kendi adını unuttu kuyuda.
Yusuf'u hiçbir mekân kabullenemedi. Sarayların duvarları altından, elmastan olsa da o "DUVARLARI SENDEN, BAKIŞLARI BENDEN BİR ODA!" olan zindan hükmünde bir kuyuyu Yakub gibi Züleyha gibi o da çok sevdi...
Tüm ömrümüzün bahtını açan ANAHTAR, BİR Yusuf, BİR el ve BİR dua’dır... YUSUF ne bir isimdir ne de bir çile o sadece AŞK'ın HÜZNÜ’dür... Kuyuya düşmüş Yusuf'un ELLERİ, Yakub'un gözleri olmuştur, Yusuf'a ışık olur Yakub’un gözleri... Yusuf’un kuyudaki suyu Yakub'un gönlündeki ateşe düştükçe sevinç çığlıkları atan ağlayan çocuk gibi durur DUA!
Ne kadar çk sevdiysem hep uzağa düştüm. Sevmek bu kadar mı çok gurbetçi ki...Ne bir bahçenin gülü olabildim ne de bülbülü. Sadece bir bahçeye toprak olmuştum şimdi o bahçenin de toprağı değil kuyusu oldum.
Bu sefer kuyunun sahipsizliğinden olsa gerek hiç kimse ""YAŞIYOR MUSUN?" diye de sormuyor. Sanırım bu da Yusuf'ların kaderi olsa gerek, elbet bir gün bir kervan gelir "YA NASİP!" der atar kabını kuyuya, ya TOPRAK bulur ya da BİR DAMLA GÖZYAŞI kadar SU...
Kuyuya düşmüş Yusuflar gibiyim, üşüyorum...
***
KARDAN BİR TEVBE
"Zennur!"
Ne deli poyrazın dudakları çatlatan soğukluğu ne de yağmurun serinliği karın yağışı kadar içten değildir. Çünkü kışın en sıcak hali kar mevsimidir. Sıcaklığını ancak gönlü yıpranmış duygular yaşar. Anlayana bu hal, duyguları ölüm kadar yakıp geçer.
Zennur, her bir secdede Ah! Diye eğdi başını. Dualarını üfledi şifa niyetine kalbim dediği kalbine. Avuçlarına topladı tüm dua ayetlerini kabulü için, hak katına sundu.
Keşke dedi yutkundu ; “Onun rızası için dönseydik kendimize.”
Bin bir tövbe eşliğinde secdeye vardı tüm duyguları ve kirpiklerinden önce gözyaşları değdi seccadeye..
Birkaç ayet eşliğinde dudakları büklüm büklüm büzüldü.
“Yemîn olsun bürûc (burçlar) sâhibi göğe!” (Bürûc, 1)
“Ne yücedir O (Allah) ki, gökte burçlar yaptı ve içlerinde bir lâmba (olan güneş), bir de aydınlatıcı bir ay kıldı.” (Furkan, 61)
Zennur’u yöneten AY hükmünde duygularıydı. Özündeki en sade element SU’yun gücüydü. En sevdiği taş tüm taşlar olsa da en uğurlu taşı İNCİ’ydi. Gümüş renginde madensel sözleri olsa da o, kalbinde onun varlığıyla altın oluyordu…
Seccadeyi binbir tefekkürle katlayıp, eline aldı. Çıplak ayakları bahçeye açılan kapıya yöneltti ruhunu. Kapı aralığından ıslak kirpikleriyle süzdü dışarıyı. Kar tüm coşkusuyla semadan arza uçarak düşüyordu ve bu coşkulu hal içinde tüm kar taneleri bir diğerine eşlik ediyordu. Gökyüzüne çevirdi bakışlarını ay yoktu ki hükmetsin duygularına. O yoktu ki baksın kendi âleminden Zennur’un gözlerine. Hükmetmesi için ay/dınlığıyla sımsıkı sarılmalıydı karanlıkta kalmış gecesine…
Zennur, kışın varlığıyla üşümüş çıplak ayaklarıyla bir adımla bastı kardan ısınmış karlara. Elindeki seccadeyi serdi kardan üşümüş duygularının ayaklarına. Diz çöktü kardan gecenin aydınlığına. Düşündü kalp nasıl bir topraktı ki taşıyordu tüm madenleri içinde. Kimi kalplerde sevgi, hoşgörü, sadakat, incelik, nezaket, hüsnü zan varken kimilerinde kıskançlık, nefret, kin, öfke, kurnazlık vardı. Bu duygular tek bir bölgede hâkim değildi. Her şey zıddıyla kaimdi ve önemli olan onları ne zaman kullanacağımızdı.
Toprağın anlık sarsıntıları, insanları anlık can derdine düşüren depremleri, sadece toprağa has bir hal miydi? Demekki toprak üzerinde ne kadar insan varsa yüreklerindeki hallerdi onu bu derece sarsıntıya meylettiren.
Kalp! İnsanı halden hale çeviren kalpti ki maddeden manayı etkileyerek, anlık artçı depremler yaşatıyordu insanın ruhunda. Zennurun gözlerinden süzülen her ah! Sözleri, düğüm düğüm birleşti dudaklarında. Karın sıcağından yanmış elleriyle oturduğu yere kardan bir çukur açtı, gözü yaşlı. Kalbini açtı ,baktı tüm duygularına.
Önce sadakatini aldı ellerine. Öpüp kokladı, ne kadar da yakışırdınız bana, beni görenler ilk sizi görürdü, sizi çok özleyeceğim.” dedi, ağlayarak.
Zennur, sadakatini tüm sadakatiyle bıraktı kardan açtığı çukura…
Sonra içtenliğini aldı eline. Dudaklarına değdirdi tüm histenliğince, “Siz bana hiç iyi gelmediniz, beni iyi etmediniz” dedi, fısıldayarak. Bunu da bir tene dokunur gibi öptü tüm iç/tenliğince.
Zennur, iç/tenliğini tüm içtenliğiyle bıraktı kardan açtığı çukura…
Sonra samimi gülücüğünü aldı dudaklarından, ellerine. Son bir kez gülümsedi samimi çehresine, “ Seni öyle çok sevdim ki sen bana aynamı verdin, sana bakınca ben hep kalbimi gördüm gülücükler saçtım dört bir yanıma” dedi, gülücüğüne.
Zennur, samimi gülücüğünü tüm gülücükleriyle bıraktı kardan açtığı çukura.
Sonra samimiyetini aldı avuçlarına ve mırıldandı onun kulağına. “Sizinle o kadar konuştuğum duygularım vardı ki, her birine samimi niyetlerinizle eşlik ettiniz maalesef bu duyguların bu zamanda değerine paha biçilmiyor ve siz de bana diğerleri gibi hiç ama hiç yakışmadınız.” Dedi samimice…
Zennur, samimiyetini tüm samimiyetiyle bıraktı kardan açtığı çukura.
Kıyıda köşede kalmış meleke duyguları var mı diye içten duygularla açtığı kalbine tekrar baktı. Göremedi, varsa da nerelerde saklandıklarını bilemedi.
Kardan çukura bıraktıklarını son bir kez seyretti. Üzerine kar serpmedi, serpemedi. Çünkü gece boyunca yağan kar onların boyun bükmüş omuzlarına usulca konacaktı, bir kelebek edasıyla. Ya onları kardan duygularla yıkamak için ya da kardan duygularla örtüp saklamak için. Bakalım duygular mı karı eritecek yoksa kar mı duyguları tozla buz edecek.
Mevsim kış, güneş her daim gökyüzünde saklı ve her daim karı buz yapacak rüzgarın olduğu gibi.
Sonra gökyüzündeki bakışlarını çıkarıp atmak istedi yüreğinden, ama olmadı. Çünkü o bakış içindeki bir sesten ibaretti. Yankısı tüm dünyasını altüst edecek dereceydi ki içindeki ses cümle cümle yankılanıyordu kulaklarında…
Keşke dedi yutkudu, Zennur…
Kalbine döndü ve "Sadece içimdeki üç harften ibaret bir kelime olarak kalsaydın hiç görmeseydim, fark etmeseydim. Keşke gözü yaşlı değil de sözü yaşlı yaşasaydım.” Dedi bu haline.
Secdeye düşmüş gümüşten duyguların, hak katına varan altın hükmünde dualar olması ümidiyle…
“Yâ Settere’l uyûb, Yâ gaffare’z-zünûb!
Bu ana gelinceye kadar benim kalbimden, dilimden, gözümden, kulağımdan, ayağımdan ve elimden bilerek veya bilmeyerek meydana gelen bütün günah ve hatalarıma tevbe ettim, pişman oldum.”
***
SİSLİ BİR VUSLAT
"BENden ve SENden ibaret"
Vuslata yakın bir andı...
ne sen ne de ben vardık o sisli yerde...
toz bulut olmuş bu kış mevsiminde...
bir bulut gibiydi mekân...
benim heybemde binlerce hayal varken,
neden senin yanında hayale
dair kelimelerimin elleri üşümüş,
hiçbir şey düşünmüyorlar?
oysa senin varlığında vuslata eren ben,
oysa senin varlığında vuslata eren ben,
o sisli yerde neden hiç
oldu bilemiyorum...
senin heybende binlerce mutluluk vardı, yaşadıklarına dair;
senin heybende binlerce mutluluk vardı, yaşadıklarına dair;
çünkü sen kendinde beni
yaşıyordun...
sisli bir mekandı...
hayalden gerçekten uzak bambaşka bir andı...
orda bir boşluk vardı ki ben o boşluğa bambaşka bir hâl ile düştüm...
sen kimdin ki bu hâle düşmeme sebeptin...
sisli bir yerdi...
bulutlar mı ayaklarımızın altında yoksa şehir mi? söyle hangisi gerçek bunların?
orda binlerce renk var...
gökkuşağı hükmünde dünyama bakıyor ve ben binlerce hayalimi gökkuşağına dilek ağacım diye bağlamışım...
sisli bir hâldi...
ne ben senden haberli ne de sen benden haberliydik...
bakıyorduk kendi dünyamızdan kendimize...
sen benim dünyamı sevemedin kim bilir?
sisli bir mekandı...
hayalden gerçekten uzak bambaşka bir andı...
orda bir boşluk vardı ki ben o boşluğa bambaşka bir hâl ile düştüm...
sen kimdin ki bu hâle düşmeme sebeptin...
sisli bir yerdi...
bulutlar mı ayaklarımızın altında yoksa şehir mi? söyle hangisi gerçek bunların?
orda binlerce renk var...
gökkuşağı hükmünde dünyama bakıyor ve ben binlerce hayalimi gökkuşağına dilek ağacım diye bağlamışım...
sisli bir hâldi...
ne ben senden haberli ne de sen benden haberliydik...
bakıyorduk kendi dünyamızdan kendimize...
sen benim dünyamı sevemedin kim bilir?
belki de çözemedin bendeki
varlığını...
bense kendi dünyamdan senli cümleler kuruyorum...
ne hayalden öte ne de gerçekten ziyade...bense kendi dünyamdan senli cümleler kuruyorum...
söyle! sence vuslat neydi?
bir RIZA-i İLAHİ uğruna sisli bir hâlin varlığında bir serçe misali çırpınmaktaydı... sisli bir hayal içinde...
benim sadece hayallerime hükmüm geçer, yaşadıklarımı zaten Rahman’ın rızasına bıraktım; zamana bırakır gibi...
içimde bir NAR var ki beni ağlattıkça kabuğumu çatlatıyor ve de SEN hayal de olsa BENİM dediğin kendine eşlik ediyorsun...
vuslata saniyeler kala...
"BENden ve SENden ibaret"***
AŞKIN KÜL HALİ
aşk sırdır ateştir
lâl olsa dil ne yazar
söyle ey yar!
kül olsam neye yarar?
sustum artık
sayhanın sessizliği konuşsun
kalbine fısıldasın tüm duygularımı
…
bu can benden
bu ruh senden çıksa
neye yarar…
iki sayfa arasında kalmış gül gibi
bir günlük ömrüm var
elbet o gül yarın kül olacak
kül olacak…
gül olsam neye yarar.
***
CAMDAN HİKÂYELER-II
"Altın Hükmünde Bir İz"
Aynaya dahi bakmadan marka görünümlü markasız eşarbımı alelacele bağladım. Başıma bağladığım her eşarbı birçok kişi soruyor nerden aldığımı, lakin fiyatını sormaya çekiniyorlar her nedense. Onu alırken tezgâhtar kız çok yakıştığını söylemişti. Tabi önce insan aldığı her ne ise kendi gönlüne yakıştırmalıydı. Yakıştırdım aldım, şimdide bağladım büyük bir onurla ve evden çıktım birkaç işi halletmek için, çarşıya inmem lazımdı.
Kunduranın tıkırtısı benden önce koşuyor yolları. .Ne de çok işleri varmış ki nefes nefese kalıyor her “tık!” bir biri ardınca. Otobüs durağına geldim bekliyorum saatlerdir. Saatlerdir derken her bir dakika insanın canını sıkıyordu, beklemek denen duyguyu vaveyla derecesine çıkartırcasına. Bir gelse de yol uzayıp gitse düşünceler arasında. Bense düşüncelerimi yollara bıraksam taş misali, eve dönerken yolumu bulmak için.
Nihayet beklediğim otobüs geldi ve yine alkış sesleri, hoşgeldinli uğultular arasında karşıladılar beni camdan hikâyeler, dıt Kartla. Bu sefer otobüsün koridoruna kadar taşmıştı hikâyeler. Boş bir cam kenarı koltuk aradı bakışlarım bunca kalabalık arasında. Manzarası güzel bir köşe buldum nihayetinde, oturdum seyre daldım dışarıdaki dünyayı.
Vitrinlere bakınca isli bir iz dikkatimi çekti. Kendince köşede durmuş kimseye belli etmeden yaşıyordu hayatını. Kendini tanıtmadı, ilkin çevresini tanımak istiyordu. Belli ki bu kalabalık camdan izler arasında yapayalnız kalmış, artık hikâyesini camlara atıp gitmek istiyordu işine. İçinden taşıp gidiyordu duygular.
O kadar çok çenesiz kadınlar varmış ki otobüste bazen gülümsetiyordu delikanlıyı, kendi hissayıtındaki sızıya inat. Birden elleri cama dokundu resmini çizmek istedi, durdu. Uzun bir süre düşündü, düşününce daha çok acı acı çiçekler açıyordu kalbinde. Sonra kalbine çizmek istedi onun gülüşünü. Tebessüm edince yan yana durduğu diğer bir kızın camdan izi gülümseyiverdi bu tebessüm karşısında. O da tıpkı kendisi gibiydi ama kız üniversite sınavlarıyla haşir neşir olmuştu.
“Bir kazansam tıp fakültesini” diyordu liseli kız.
Delikanlı yine her zamanki gibi işine gidecek ve “ Bismillahirrahmanirrahim!” diyerek açacaktı ekmek teknesini. Sadece bir madeni yüreğindeki ateşle eritecek ve nakış nakış işleyecekti binlerce altını, bir tek aşkıyla. Malzeme bir taneydi ama onun aşkı için binlerce desen işleyecekti. Her defasında işlediği desenler için “ne de yakışırsın onun güzel boynuna, parmaklarına… “vs” diyordu kendince, kendi sesini duymadan, duyurmadan.
Biliyordu, hiçbiri ne onun boynuna değecekti ne de ellerine, şimdi dokunamadığı gibi.
Vitrinleri seyre daldı, kıyafetlere çakılı kaldı gözleri her gördüğü rengi, modeli ona yakıştırıyordu. Her baktığı çantayı onun koluna takıyordu.
“Neden bu hale düştüm!” dedi. Yutkunarak.
Otobüs hızla ilerlerken yanındaki diğer camdan iz hâlâ aklına takılan matematik sorusundan kurtulamamıştı. Gece saatlerce düşünüp durmuştu ve hâlâ çözememişti. Delikanlı ise aklına takılan sorudan hâlâ çıkamamıştı.
“Neden bu hale düştüm!” dedi; ikinci kez yutkunarak.
Geçenlerde
kendisine bir gömlek bir pantolon almak için bir mağazaya gitmişti.
Kahramanmaraş’ın tüm bayanları akın akın ordaydı ama o yoktu hiçbir mağazada.
“Yanımda olsaydı benim için beğenseydi, onun zevkine göre alsaydım her birini.” deyiverdi içinden.
Neden bu girdabın içinde buldu kendini, sordu defalarca. Çıksam karşısına haykırsam! Duygularını söyler miydi bana, sevdiğini dedi delikanlı.
Yanındaki liseli kız, gülümsedi delikanlıya. “Evet, söylerdi ama bir daha çıkmazdı karşına!” dedi.
Peki, ben onu neden bu zamana dek fark etmedim diye sordu delikanlı, liseli kıza.
“Bilmem belki de onun da benim gibi işleri başını aşmıştı, kimin umurunda olsun ki bu dünya?” Dedi liseli kız; gülümseyerek, yanında oturan delikanlı camdan ize.
“Biliyor musun? Her bir altın suyuna onun resmini çiziyorum parmaklarımla. Her bir desen onu yansıtsa da gördüğün kuyumcu vitrinlerinde satıyorum onla olan duygularımı, aşkımı Yusufî bir kuyuya atmışken, çıkarıyorum köle pazarına, olur ya duygularımı parmağına, bileğine, boynuna takması için… Her şey bir yana yüreğine takmalı beni” dedi delikanlı.
Bu iki camdan iz birbirleriyle dertleşirken benim camdan izim uzaktan seyre daldı. Ne kadar da yakışmış birbirlerine bu izler. Hangisi hangisini teselli ediyor bellisiz. Ama her ikisi de vazgeçmiyordu sevdalarından. Kız “illâ ki tıp Fakültesi olacak!” diyordu, delikanlı ise “Yüreğim bir maden, hep onu nakşediyorum altın suyuna!” diyordu. Demek ki vazgeçilmeyen duygular bu kadar hırslıydı.
“Neden bu hale düştüm?” dedi delikanlı, üçüncü kez yutkunarak.
“O bambaşka bir duygu oluveriyordu yüreğimin ellerinde. Ellerini tutsam kayıp gidiverecek avuçlarımda, gözlerine baksam toprağa gözünü dikecek kadar inatçı! Oysa yüreğim kor madeni ötesi uçurum!” deyiverdi delikanlı kıza dahi bakmadan.
Liseli kız ise aklındaki matematik sorusunu delikanlıya uzattı çözmesi umuduyla. Delikanlı “Tüm soruları çözebilseydim ilkin kendimi çözerdim. Başlı başına bir soru oldum onun karşısında. Ona bakamıyorum dahi, onun hasretini işliyorken altın altın, satışa sunuyorum duygularımı“ dedi; defalarca yutkunarak.
Ne kadar da içliymiş bu delikanlıca iz ve liseli kız. Orda benim izim dahi gölgede kaldı bu hırs karşısında; durdum seyrettim onları. Kafa kafaya vermişler; kitabın içinde o, onun sorusunu çözmeye çalışırken, bir diğeri de onu teselli ediyordu. Nihayet otobüsten ilk inen delikanlı oldu. Kıza dahi bakmadan indi otobüsten, bir o kadar Leyla idi, Mecnunî duygularında.
Bu sefer duygularımı asmak istemedim camlara, o kadar yaşlıydı ki camdan süzülen bir yağmur tanesi nefesimle buluştu. Gözlerim buğulandı. Yağmur mu nefesimi teselli ediyordu yoksa nefesim mi yağmuru davet ediyordu duygularımı ısrarla, camlara astırmak için.
Bir kez daha durdum düşündüm.
Ben nerdeydim? Gideceğim yeri bir kez daha geçip gitti otobüs ve yine bu camdan izlerin peşine takılınca yeniden başka bir vasıta değiştirmek zorunda kaldım.
Siz, siz olun sakın camdan izlerin peşine takılmayın. Yoksa benim gibi gideceğiniz yere iki vasıta ile gitmek zorunda kalırsınız.
Gününüz aydın! Olsun…
***
RENGİ PARÇALANMIŞ SÖZLER
ay büyüdü...
yıldızlar yere serildi...
bense;
parça parça eyledim yüreğimi...
sen adıma bir ay parçası desen de
toz bulut oldu gökyüzü...
rengarenk yağmurlar yağıyor
gök/yüzümden
kalp/gözümden
kirpiklerimden kaçıyor her bir damla...
engel olamıyorum...
"Kim yaktı senin kalbini?"
Kalbim yanmış olsa bilmelisin yanık bittikten sonra kokusu gelir, insan yanarken hiç yanık kokusu gelir mi?
Evet sen yanıyordun bense senden cümleler ekliyordum kalemimin ucuna huu! Diye üflüyordum nefesimi, duy diye. İşte sen de yaşamaya yeniden başlıyordun benli cümlelerde. Oysa bunlar benli değil senli kokuyordu ve sen kendinden bir hal görmeye başlıyordun. Bir lal görüyordun ve adına "yandım!" diyordun...
Oysa yanmak neydi?
Odundan bir parçayla tutuşmak mı yoksa topraktan çıkan bir madenle mi yakmak lazımdı? Toprağı değerli kılan, taşları yakut, demiri şaheser eden neydi?
Yanmak bir imtihandı, en zayıf duygulardan yara almaktı. Âdemi ÂDEM, Havvayı HAVVA yapan o yasak elma değil miydi? En zayıf duygu sevmekti.
Adı aşk mı yoksa yolu b/aşka mı?
Tüm duyguları taştan bir kalp taşıyordu, kimine göre demirden bir maden kimine göreyse sudan bahanelerdi. Hepside hayatlarındaki başarıyı sevmek denen duyguya borçluydular. Her şey bir şeyi sevmekle yolunu bulduğu gibi, adı b/aşka oluyordu. Bu kimine göre toprağı altın, başağı buğday yapmaktı.
Sevmek için önce kor bir yürek lazımdı bu SEN! Olmalıydın. Önce kendini yakıp sonra bana dokunmalıydı, demirden duygular. Demir sana ilk düşüşünde moleküllerini acıtıyorsan, içini yakıyorsan ve eritiyorsan madenini hoş geldin benim gittiğim dünyaya.
İşte ben de bu hale geldim senin varlığında. Sonra öyle bir hal oldu ki korun içinde kendimi kaybettim artık, alışmıştım bu aleve, erimiştim ve sen şekil veriyordun madenime…
Senin varlığında kendi yokluğuma alıştım…
Yoklukta var olmak kimlerin hakkıydı? Taştan bir kalp bunu taşıyacaksa benden alsın bu kalbi Yar/eden ya da taşı yakut, külü gül! Ve seni de ben yapsın, şimdi olduğu gibi...
Var olup da yok olmak kimlerin hakkıydı? Altın ne kadar da kendinden habersiz öylece duruyor kuyumcu vitrinlerinde, kimse kendi değerinin kıymetini bilmediği gibi. İllaki birileri mi almalı da altını değeri öyle bilinsin. İllaki seni benim mi yazmam lazımdı kendi varlığını bende görmen için...
Artık ben senle, sen de benle dolusun, kalbinden kalbimi seyrettiğim gibi...
Bir gökkuşağı gibiydi kalbin...
Yüzünde semadan arza çiseleyen yağmurlar olduğu kadar kalbinden dünyamı saran gökkuşağı renginde ümitlerim vardı...
Sen!
Evvelden de vardın, sadece kelimeler kuru kalıyordu cümlede, şimdi sen evvelimden ahirimle el elesin. Cümleler kuru değil yağmur yağıyor ki kalbim darmadağınık!
Kirpiklerim sorgusuz sualsiz şemsiye tutuyor senli cümlelere...
İşte ben seni bunun için seviyorum ey secde...
İşte seni, beni kendime getirdiğin için seviyorum...
Varlığınla yokluğumu yaşattığın için...
Yaktığınla halden hale getirip kül ettiğin için, gül ettiğin için...
İnna lillahi ve inna ileyhi raciuun!
***
CAMDAN HİKAYELER
Halk otobüslerinin camları bir de yolcu otobüslerinin camları binlerce kişiye dert ortağı olmuştur. Halk otobüsleri, hem uygunluğu ile cazip hem de bir duraktan binip bir sonraki durak ilk bindiğin durak oluncaya kadar gezme imkânı sağlar. Yolcu otobüsleri ise tefekküre âmade bir şekilde eşlik eder, yüreklerdeki duygulara. Şehirden şehre göç eder, elden ele taşınan bavullar misali…
Evime gitmek için halk otobüsü durağında bekliyorum, otobüsün camlarından yolcularla birlikte el sallayan gölgeler var. Bakışlarıma eşlik eden kirpiklerim aşağı doğru baktı ve doğruldu. Camdaki gölgeler, kendilerine el salladığımı sandı. Sonunda beklediğim halk otobüsü geldi; nihayet evime gideceğim ama önce şu dıt kartı geçirmem lazım. Artık paralar şoförün cebine bu kartla düşüyor.
Zaman ne de çabuk geçiyor, yıllar geçtikçe
teknoloji ilerledikçe kalbinin mi zamana yoksa aklının mı zamana ayak uydurması
gerekiyor bilemiyorsun. Garip, ne de çok acayip geliyor insanın zihnine. Zaman
ilerliyor bizler zamanın hangi dilimindeyiz ki zamana bırakıp geçiyoruz,
hayatımızdan bir hikâyeyi. Yaşantımızdan bir tarih olacak ve nihayetinde,
yüreğimizi acıtan gerçekler bir delikten iki defa ısırılmışsa “Tarih
tekerrürden ibaret” diyeceğiz. Gerçekler bize tecrübe kazandırmadığı sürece
tekerrür ettirecektir, acıları. Ben de otobüse binerken kalbimin bir cebine
evimi diğer cebine ise zamanı aldım. Tek kişilik mi kart geçirmeliydim yoksa üç
kişilik mi? Bir de ne göreyim otobüse binmemle alkış sesleri beni şaşırttı.
Sanki ışıkları kapalı bir odaya girmiştim ve benim gelişimle sürprize boğulan
bir aydınlık hâkimdi. Bu duygular zamanın sesleri miydi? Kartın bir kere dıt!
Demesiyle kendime geldim.
Oturmak için kendime güzel bir cam kenarı
arıyordum. En sonunda ara koltuklardan bir yolcu, bindiğim durakta inmek için
yerini bana verdi. Oysa o yolcunun kalktığı koltuğun camındaki gölgeler el
sallıyordu durakta inen sahibine, bana ise gülümsüyordu. Nihayetinde oturdum,
evime bir an önce varmalıydım. Evimde özlediğim birçok şey beni bekliyordu. Kim
bilir duvarlar bakışlarını kapıya çevirmiş benim gelişimi dört gözle bekliyor
olmalıydılar.
Otobüs çok kalabalık değildi çoğunluğunu bayanlar oluşturuyordu. Kimisi çay gününden döndüğünü süsünden ve kollarındaki takılardan belli ederken kimisi de alış veriş yaptığını çantasının bolluğundan belli ediyordu. Ama bunca kişi arasından nasıl da sesler yükseliyordu otobüsten. Kulaklarımın zarı delinecekti neredeyse, dönüp arka koltuğa baktım sus-pus oturuyordu herkes. Belli ki kimisinin çenesi yorulmuş kimisinin ise bedeni yorulmuş diğerlerinin ise zihin yorgunluğu boş boş bakışlarından belli oluyordu. Camlara bıraktıkları izlerin, hiç kimse farkında değildi
Kendi camımdan dışarıyı seyre daldım, mağazaların
vitrinlerine bakmak eğlenceli geliyordu. İndirim günleri ve kalabalık şehir,
tefekküre çağırıyordu kalbimi. O da ne! Bakışlarım otobüsün camındaki izlere
takıldı. Kimisi dünden kalma izlerdi biri de az önce yerini bana devreden
yolcununki olmalıydı. Otobüse bindiğimden beri kulağımın zarını delercesine bu
fısıltılı konuşmalar, camlara yapışmış izlerden geliyordu. Otobüsü beklerken
durakta gördüğüm bu kalabalık gölgeler, onlarındı.
Evine şerbetinden yeni çıkmış lokma tatlıları
götüren beyefendinin bakışları, camlardaki lekelere takılmıyordu. Takıldığı
sadece eşinin lokma tatlıları görünce duyacağı sevincin ifadesi nasıl olacaktı?
Yine boynuna bir buse uçuverip gelecek miydi? Evet, onun en sadık yanı
boynuydu, çünkü oradan bir şah! Geçiyordu. Bir kere yutkundu, yüreği güp! güp!
Atıyordu. Sevmek bu kadar yüceydi ki hücrelerden akın akın geçip giden o şah!
Varlığını hissettiriyordu.
Her koltuğa eşlik eden yolcu, taşı bu sefer sabır
taşı eylememiş, bu sefer camlara anlatmış mevsimlerini. Ne kadar da şiirseldi
bu camlar, her birinden süzülen fısıltılı lekeler toz kir içindeydi. Zaman çok
da değiştirmemiş lekeleri, her biri bir diğerini teselli etmeye durmuş artık.
Kimi camlarda gözyaşı varken mutluluk gelmiş silmiş o hüzünlü lekeyi, kimisi azimle
elde ettiği başarıyı diğer camlardaki lekelere anlatırken bir diğeri “o kadar
sevinme sadece koru başarını!” diyerek takdir ediyordu. Çünkü aynı yollardan o
da geçmişti.
Yanımda oturan kadın, bir hayli çenesiz mi
çenesizdi. Bu sefer camdan anlatmıyordu hikâyesini. Belli ki konuşmaya ihtiyacı
var, baştan sona anlattı hayatını, sonunda dedi ki; “Evde ne zaman sıkılsam halk otobüsüne binerim,
şehrin bir ucundan diğer ucuna atarım kendimi”
Ben de içimden dedim ki; “Atarsın otobüsün camlarına hikâyeni ve gidersin
evine…”
Bir geceyi bir de otobüs camlarını sevdim, o
kadar derinleşiyorum ki ve bir o kadar değişiyorum. Gece karanlık kıyafetiyle
kendine doğru yoğunlaştırırken bakışlarımı, yıldızlara asılıp kalmıyordu
düşmeyen düşlerim. Oysa nefesimden akıp giden fısıltılar, asılıyordu ki
otobüsün camındaki diğer izlere. Fark ettim benim de hikâyem bilmem hangi camda
gizli ve kim fark eder ki camdan hikâyemi…
Onu içten bir gülümsemesinden tanırsınız,
bakışlarında çocuksu bir eda, dudaklarında şiirden heceler vardır. Artık
hecelerimi kelimeye dökerseniz benim de hikâyem sizinle yolcudur. Kim bilir
hangi duraktaki yolcusunu bekliyor…
Nihayet evime yakın durakta indim bu sefer de
benim camdan hikâyem bana el salladı ve indiğim koltuğun yanı başı boştu.
Göremedim o camdan izin yanına oturan bir diğer izi…
Gelip geçilen duraklar her seferinde yeni bir hikâyeyi
taşırmış, “Dıt Kartla”
Hayırlı yolculuklar…