Melih Erdem ile Ferhat Ağca Hakkında Röportaj/ Zehra Boyraz

 


1- Ferhat Ağca ile nasıl tanıştınız, ilişkiniz nasıl şekillendi?

Aslında çocukluktan beri tanırım. Çok sık olmasa da bir araya gelirdik. Asıl meselemiz ben üniversiteyi kazandığımda başladı. Ben de bir ziraatçi ve akademisyenim. 2016 ocak ayında fakülte kantininde denk geldiğimizde sosyal medyada paylaştığım bir fotoğraf üzerine derinleşti muhabbetimiz. Ardından daha sık görüşmeye başladık. Beni Dükkân’la tanıştıran da Seher Yeli’dir. Fakat benim için en mânâlı zamanları son 2 senesidir. Çünkü kendisi de ben de hem lisansüstü eğitim aşamasındaydık hem de dertlerimiz, dilimiz, meramımız, yaşadıklarımız ve yüreğimiz neredeyse aynıydı. Üniversitede kendisinin bir odası vardı. Ben de odasının 2 kat yukarısında bölümün toplantı odasında bursiyerlik yapıyordum. Bir şeye huylandığımda o iki katı sinirle iner yanında bazen sadece bir tütün içer tekrardan o merdivenleri dua ederek bölüme çıkardım. En son konuşmamız 2 Şubat 2023’te Konya’dan Arş. Gör. Sınavından dönerken trende yaptığımız telefon görüşmesiydi. O bir dakikalık görüşmede sınavımın nasıl geçtiğini sormuş anlattıklarımın ardından “Hayırlı olsun o zaman” demişti. Ben de şu an “Hayırlı olsun o zaman” denilen kadroda görev yapmaktayım. Geçenlerde dostlardan biri “Abisini geç buldu, erken kaybetti!” demişti benim için. Tam olarak bu ifade ediyor aslında Ferhat Ağca’yla muhabbetimizi.

2- Sizce Ferhat Ağca’nın hayatını ve düşüncelerini şekillendiren en büyük etken neydi?

Birçok faktör sayılabilir ama bence en etkilisi dostlarıydı. Aile, aldığı eğitim ve mayası düşüncelerinin temelini oluşturuyor. Fakat dostları ve dostluğu aslında Ferhat Ağca için bir yaşam tarzıydı.

3- Ferhat Ağca’nın sizin için en belirgin özelliği neydi? Onu diğer dostlarınızdan ayıran şey neydi?

Meslektaş olmamız benim için temeli oluşturuyor. Mesleğe bakış açısı, gösterdiği emek aynı işi yapan diğer insanlardan oldukça farklıydı. Bölümünden ötürü “Bitki Doktoru” derdim ben ona. Sonradan “Çiçeklerin Şeyhi” oldu zaten. Bunun sebebi dünyevi arızaların ötesinde kişinin ruhunu tedavi edebilecek bir yapıya sahipti. Düşünce tarzı, fikir yapısı, inceliği, sadeliği özellikle minimalistliği onu diğerlerine nazaran ön plana çıkaran hasletleridir. Özellikle de sabrı, bana çok sabretti, Allah razı olsun.

4- Ferhat Ağca için Maraş sadece bir şehir miydi, yoksa onun ruhunda bambaşka bir anlamı mı vardı?

Maraş memleketiydi. Bizim buranın insanının milliyetçiliğini şimdi ben gurbette olunca daha iyi anlıyorum. Onun da ne kadar bağlı olduğunu yazdığı çiçek yazılarından, iş fırsatlarının dışarda daha fazla olmasına rağmen Maraş’ta kalmayı tercih etmesinden anlayabiliriz. Ki onun gibi bir Türk ziraatçisi daha gelir bu memlekete, işin içinde biri olarak hiç sanmıyorum. Buna rağmen hep Maraş’taydı. Biraz da Dükkân’ın etkisi var tabi.

5- Şehrin neresinde onun ayak izlerini, sesini, hatırasını en çok hissediyorsunuz?

Bu soruyu iki farklı şekilde cevaplamak istiyorum;

Ben ne yazık ki gurbetçiyim. İki senedir Konya’da yaşıyorum fiziki olarak. Fakat Maraş’a da her fırsat bulduğumda giderim. Abartmış olmayayım ama neredeyse Maraş’taki çoğu yerde bir hatıramız vardır. Ziraat Fakültesinin kantininden, Pınarbaşı’ndaki Çınar’a, Kılavuzlu’daki barajdan Çukurhisar’daki Kaya Mezarlığı’na kadar denk geleceğiniz her çiçeğe selam vermiş muhabbet etmişliğimiz vardır birlikte. Fakat üniversite özellikle de Ziraat Fakültesinin yeri ayrı oluyor. Her seferinde farklı daha önceden hatırlamadığım bir olayı hatırlıyorum oraya gittiğimde. İtiraf etmek gerekirse uzun zamandır da gitmiyorum üniversiteye bu sebepten. Ağır geliyor.

Diğer yandan kendimin barışık olduğu ama diğer insanların garip karşıladığı bir huy edindim kendime. Daha doğrusu bir çözüm. Ferhat Ağca’yla sık sık görüşüyorum. Arada rüyalara geliyor da epeydir uğramıyor. Yaptığım işleri ona anlatıyorum, muhabbetimi onla yapıyorum çoğunlukla. O yüzden hatırası sesi her şeyi hala tazedir bende.

6- Ferhat Ağca akademik çalışmalarını sadece kariyer için değil, “memleketin hayrına” diyerek sürdürüyordu. Onun ilme bakışı ve bu anlamda taşıdığı ideal neydi? Akademisyenliği sadece bir meslek değil, bir dava olarak mı görüyordu?

İlim Allah’ın ilmidir, ne biliyorsak, öğreniyorsak veya öğretiyorsak O’nun içindir. O’nu bilmek ve sevmek için okuyan bir insandı Ferhat Ağca. Yetiştiği kültür memleket için ne yaparsa Allah için de yapacağını öğrettiğinden akademiye bakış açısı orda yapacağı şeylerin memleketin de hayrına olacağı şeklindeydi. Ki bu mesleğime dair öğrettiği en önemli şeylerden biridir. Çünkü bu meslekte hem insan kalbine dokunmak var hem de hakkını verince hem memlekete faydalı olmak hem de milletin duasını almak var. O yüzden Ferhat Ağca da akademisyenliği rızkını teminden öte bir ideal haline getirdiği doğrudur.

7- Maraş’ın çiçeklerine sevdalıydı. Çiçeklerle kurduğu bağ sadece bir akademik ilgi miydi, yoksa içinde daha derin bir anlam mı barındırıyordu?

İnsan usulünü bildikten sonra her canlıyla iletişim kurabilme yeteneğine sahiptir. Çiçekler de Ferhat Ağca’nın dillerini kavradığı, gönüllerini okuyabildiği, dertlerini dinleyebildiği yegâne canlılardı. Akademik eğitimini alması da bunun üstüne süsü oldu tabi. Evvelinde Bitki Doktoruydu kendisi. Çiçeklerin dertlerine deva olurken işin ilmini iyice çözüp ardından gerçeğe tatbik edip onların şeyhi oluverdi. Ben onlarla konuştuğuna şahidim. Hatta onun selamını götürdüğümde nasıl selam aldıklarına da şahidim. Ki bunlara yazdığı yazıların satır aralarında rastlayabilirsiniz. Çiçek demek Ferhat Ağca demekti.

8- Ona “Tamburi Ferhat” deniyordu. Tambur, ince bir duygu dünyası gerektiren enstrüman… Onun müzikle kurduğu bağ nasıl bir şeydi? Onu dinlerken ne hissederdiniz?

Tamburla olan bağı çok sonraları gelişti. Ve kendini de bu konuda epey geliştirdi. Dinlerken dinlenirdiniz. Günün haftanın dünyanın tüm telaşını unutur Ferhat Ağca’nın tamburla anlattıklarını dinler ruhunuzun acılarına şifa bulurdunuz. Kendini bir işi yaptığında en iyi şekliyle yapmaya odaklamış bir insan olduğundan tamburu da en iyi Ferhat Ağca meşk ederdi zaten.

9- Ahmet Doğan İlbey’in tercümanıydı. Bu dostlukta nasıl bir derinlik vardı? Ferhat Ağca, Ahmet Doğan İlbey’e nasıl bir vefa gösteriyordu?

Günümüzde tercümanlık mesleği bir dilin başka bir dile çevrilmesiyle yürütülen bir meslek. Buradaki tercümanlık dostlukla çevrelendiğinden çevirisi yapılan şey sadece kelimeler değil, gönül ve hâlin tercümesidir. Yani Başkomutan ile Ferhat Ağca’nın arasındaki ilişki kelimelerin sadece bir araç olduğu asıl amacın yarenlik gönlün şifasını bulması, kişinin bizim gurbet dediğimiz dünya hayatında bir yoldaş, dildaş ve gönüldaş bulmasıydı. İkisi birbirine şifa idi. Şems ve Hz. Mevlana ile örneklendirsek abartır mıyız? Bilemedim. Ama o kadar olmasa da oldukça yakın ve benzerdi. Biri olmadan diğerini anlamak, açıklamak zor.

10- Deprem onu aramızdan aldı ama Maraş’ta, akademide, dostluklarda, şiirlerde ve çiçeklerde bıraktığı izler silinmeyecek gibi görünüyor. Sizce onu en çok hangi yönüyle hatırlamalıyız?

Onun insan oluşu, insanı en iyi şekliyle temsil edişi hâzâ insan dendiğinde onun akla gelişi hatırlamak için yeterlidir sanırım. Bir de çok güzel gülerdi. Gülüşünü unutmamak için her seferinde itinayla gülümsediğim doğrudur.


DİRGEN KEMAL/Seyfettin ALBAYRAM

 


   Senin işin olacak, olacak. Bin lira ver.

Abdullah hoca kafasını çevirdi, başında dikilen Kemali görünce irkildi. Bana döndü, kafasıyla işaret yaparak "Ne diyor bu, kim bu?" dedi.

   Bak, Kemal senin işin olacak, diyor ver adamın bin lirasını.

Abdullah hoca elini cebine attı (aylığını yeni almıştı)içinden bir binlik çıkarıp Kemal'e uzattı.

Kemal eski parayı almazdı, sonra bozuk parayı da almazdı.

 Yenisini ver, diyerek, binliği Abdullah Hoca’nın üstüne attı. Abdullah hoca çaresiz yeni bir binlik çıkarıp verdi.

 Abdullah (Abacıoğlu) hoca çilekeş birisiydi. Gazi Antep’ten hemşerimdi. Hanımı ve çocukları Gazi antep’te kalmış, kendisinin tayini Sarıkamış'ın bir dağ köyüne çıkmıştı. Bazen kardan yollar kapanır aylarca şehre inemezdi. Şehre geldiği zaman da mutlaka kaldığım otele uğrar, çay ocağında çay içer sohbet ederdik. Gazi antep’e tayin istemişti, ancak tereddüt içerisindeydi. Acaba tayinim çıkacak mı? Benim halim ne olacak? Kış şartlarında Gaziantep’e gidip gelmek kolay mı? Çocuklarım ne oldu, yoksa hastalar mı?

  İşte tam bu sırada Kemal çay ocağına girmişti. Kemal'in kıyafetleri standarttı. Başında sekiz köşeli eski bir şapka, sırtında eski bir ceket, altında elle örülmüş eski bir kazak veya eskimiş gömleğine takılı bir kravat, pantolonunun paçası çorapların içine sokulmuş, yine ayağında eski bir kundura, boynunda tuşları kırılmış bir akordiyon asılı , elinde yaklaşık elli santim uzunluğunda bir sigara emziği, ucuna takılı Samsun sigarası eksik olmazdı. Çakmağıyla yanan sigarayı durmadan yakarak etrafı süzerdi. Aslında amacı sigarayı yakmak değildi,(eğer varsa) çay ocağında daha iyi bir çakmakla değiştirmek için yapılan bir gösteri idi bu. Herkes Kemal'i tanıdığı için, çakmak değiştirme işi kolay olurdu.

 Kemal'in omzunda her zaman hiç kullanılmamış bir dirgen olurdu. Dirgenin demir ucunu kaldırımın kenarındaki taşlara vurur, kulağını da sap kısmına dayar, dirgenin titreşimine göre kendisi de titrer ve "Allah" diye bağırır yürür giderdi. Aldığı paraların hepsine ya dirgen ya da tırmık alırdı. Alırken parmaklarıyla demir kısmına fiske vurur, sesini dinler kalite kontrolü yapar, öyle alırdı. Kemal bazılarına göre bir “Ermiş”, bazılarına göre bir “Meczup”, bazılarına göre de bir “Deli” idi. Kızdırdıkları zaman “Karakurt yıkılsın diyem mi?” diye tehdit ederdi. (Karakurt Sarıkamış’ın nahiyesidir.) Durumun ciddiyeti hemen anlaşılır Kemali kızdırmaktan vazgeçerlerdi. Bazen omzunda dirgeni, çok uzaklara bakıyormuşçasına donuk gözlerle ciddi bir şekilde geçer giderdi. Ben Kemali hiç gülerken görmedim.

 Aslen Posofluydu Kemal. Yıllar önce bir şekilde yolu Sarıkamış'a düşmüş ve bir daha da gitmemişti. Küçük bir kulübede yalnız yaşıyordu. Görenler kulübenin dirgenle dolu olduğunu söylüyorlardı.

 Sarıkamış'ın iki caddesi vardı. Birisi Belediye diğeri Halk caddesiydi. Halk caddesi diğerine göre daha sessizdi. Genellikle köyden gelenler Halk caddesinde oyalanırdı. Kaldığım otel Halk caddesinde, altı çay ocağı ve köylülerin uğrak yeriydi. Genelde köylüler beni tanırdı. Oturur onlarla sohbet ederdim.

Kemal gibi "Sarıkamış'ın diğer gülleri "de Halk caddesinde gezer, genellikle de çay ocağına girer otururlardı.

 Sarıkamış'ın çilekeşlerinden Mehmet (Yıldız) ağabey otelin sahiplerinden birisiydi. Sarıkamış'ın gülleri yanına gelir, Mehmet ağabey onların elini yüzünü yıkar, saçı sakalı uzayanları tıraş ederdi.

  Hocam, deli kim, veli kim? belli olmaz. Bunlar Allah'ın bize emaneti, bunlara bakmamız lazım, derdi.

 Tıraşını olan çay ocağındaki boy aynasında kendine bakar, gülerek çıkar giderdi.

 Tıraşını olan Dede içeri girdi, aynada kendini süzerek mırıldanmaya başladı. Kulak kabarttım ölen arkadaşlarının hepsinin adını tek tek sayarak; "Hepsi de öldü, sen niye ölmedin Dede, sen ne zaman öleceksin ?"diyordu.

 Ramazan ayı gelince Kemal ortalarda pek dolaşmazdı. O elli santimlik sigara emziği de elinde olmazdı. Yani Ramazan boyunca iftara kadar sigara içmezdi. İftara yakın Karakelleler’in fırınının önüne gelir "Ekmeği kim vereceeek?" diye bağırırdı.

  İçerden Yakup Karakelle karşılık verirdi; "Yakup vereceeek".

 Kemal ekmeğini koltuğunun altına çalar, kulübesinin yolunu tutardı.

Merkez cami Sarıkamış'ın en büyük camisidir. Genelde teravih kılmak için büyük çoğunluk Merkez Camisine giderdi. Teravihten kaçanlar camiye yakın kahveye gider oyun oynardı. Kemal rahat durmaz, kahveleri tek tek dolaşır, cama vurarak bağırırdı "Orucu tuttunuz, teravihten kaçır siniz, hadi lan teravihe!" Kemal’in dokunulmazlığı vardı. Kimse bir şey diyemezdi. Bir kısmı Kemal’e görünmemek için kahvedeki sütunların arkasına saklanırdı.

Kemali ben hiç camide görmedim. Ancak, kaçakları takip ediyordu.

Kaldığım otel odasında yemeğimi hazırladım, aşağı indim. Çay ocağının önünde bir sandalyeye oturdum, ezanı bekliyorum. Yanımdan homurdana homurdana Dede geçti. Saçı sakalı yine birbirine karışmıştı. Aşağıdan da koltuğuna sıkıştırdığı ekmeğiyle Kemal göründü. Tam karşı karşıya gelince, Dede kollarını açarak "Kemaal ekmeği bana ver".

Kemal topukları kalçalarına değerek bir yandan koşuyor bir yandan da bağırıyordu "Tutun şu deliyi oruç yiyecek!"

 Abdullah Hoca’nın tayin işine gelince; üç gün sonra Abdullah hoca yanıma vedalaşmaya geldi; "Hocam tayinim Gazi Antep’e çıktı".


İbrahim Bayram ile Ağabeyi Fazlı Bayram Hakkında Röportaj/ Zehra Boyraz



1. Fazlı Bayram’ın şiire, yazıya olan ilgisi nasıl başladı? Bu istidadı ilk ne zaman fark ettiniz?

Ağabeyim daha ortaokul yıllarının başında tanıştığı hocası, hocamız Ali Yurtgezen’den edebi, ahlaki ve fikri değerler bakımından çok etkilenmiştir. Ortaokul, lise ve üniversite yıllarında okul defterlerine ve şiir defterlerinin boş kısmına, ki yazısı çok güzeldi, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e ait “Otursun yerine bende her şekil; vatanım, sevgilim, dostum ve hocam” sözünü yazardı. Üstadın bahsettiği fikri değerleri yerine oturtmuş olmalı ki hocam kısmına Ali Yurtgezen hocamızı konumlandırdığını zaman zaman söylerdi. Bir derviş, bir fikir savaşçısı olarak bahsettiği hocasından çok etkilenmiş, sayesinde şiir, fikir ve yazı emekçileriyle ünsiyet kurmuştur. Bir hocası olmalı insanın hocam gibi derdi hep.

2. Çocukluk yıllarınızdan, birlikte büyüdüğünüz o günlerden, hatırınızda kalan en belirgin özellikleri nelerdi?

Yol göstericim olarak tanımladığım ağabeyimin beni büyüleyen, bana tesir eden önemli özellikleri mertliğidir, yürektenliğidir, merhametidir. Belirttiğim üç özelliğin haricinde iyiye, doğruya ve güzele dair tüm hasletleri yüreğinde barındırdığı ailevi ve içtimai hayatına hal lisanı ile de yansıttığını düşünüyorum. Vefatından sonra dostları, okul arkadaşları, çocukluk arkadaşları, mahalle arkadaşları, akrabalarımız, cemiyetten arkadaşlarımızla bir araya geldiğimizde insanların kalplerine ne de güzel dokunduğunu, ne güzel izler bıraktığını, insanların kendisini ne güzel yad ettiklerini gördüm işittim. Bir abisi olmalıymış insanın abim gibi… Çocuktum abim arkadaşları ile bir pazar sabahı baraj gölüne balık avlamaya gitmenin planını yapmış, evde hazırlık yapıyordu. Ben ısrar edince sözünü aldım beni de götürecekti. Sabahleyin erkenden kalktım. Heyecandan bayılacak gibi oldum. Arkadaşı eski Rus sandıklı motosikletle evin önünden bizi almaya geldiler. Arkadaşlarından biri “ Fazlı çocuğun ne işi var, çocuk mu avutacağız gelmesin” dedi. Abim de “söz verdim, sözünü tutmayandan abi mi olur” dedi ve beni götürdü. Sözünü tutmanın mertliğine o gün şahit oldum. Kendisini yeni tanıyan insanların kısa sürede kalbine dokunabilen, bir insandı abim. Kısa sürede insanları kendisine hayran edişi yürektenliğindendi. Teşvik edici, yol gösterici, insanı motive edici, farklı bakış açısıyla insanların hayat-memat meselesi yaptığı mevzuları basitleştirerek analiz edici özelliği kendisine iyi bir sırdaş, yoldaş ve dert babası niteliği katıyordu. Memleket meseleleri ile dertlenen, hüzünlenen, karınca kaderince gençlerin çirkin işlere ve fenalıklara bulaşmaması için “neler yapabiliriz” i düşünüp mücadele eden bir insandı. Herkes evinin önünü süpürse mahalle tertemiz olur düsturuyla yaşamış, bu uğurda mücadele etmiş, saf tutmuş bir insandı Fazlı Bayram.

3. Kendi tabirinizle, Fazlı Bayram’ın şiir ve edebiyat anlayışını nasıl tarif edersiniz?

Şiiri; Duygu durumlarının, yürek çırpınışlarının, kalp çığlıklarının ete kemiği bürünmüş hali olarak tanımlardı abim. Bizlere bıraktığı şiirlerinde mana derinliğine, hikmetli söyleyişe, ironik güzelliğe, kelime zenginliğine, tasvir etme yeteneğine, çok içli bir hissiyat öğelerine rastlıyoruz. İç dünyasında besleyip büyüttüğü hislerini, sıkıntılarını, öfkelerini, özlemlerini hasretlerini, sevdalarını ne varsa kağıda yansıtıyor adeta kalem ve kağıt ile dertleşen, kederleşen bir hal alıyordu. Şiirle haşır neşir olmanın, edebiyatla iştigal etmenin insan ruhuna iyi geldiğini, şiirin terapi edici özelliğinin olduğunu hemen hemen her sohbetlerinde dile getirirdi. Bir nevi ruh gıdası ve yürek antrenmanı olarak görüyordu şiiri ve edebiyatı.

4. Onun gönül dünyasını, maneviyatını yansıtan size dokunan bir hatırayı paylaşır mısınız?

Emniyet mensubu olarak 2008 yılında Hakkari Yüksekova’da şark hizmetimi yapıyordum. Terör örgütünün azgınlığının ve haince saldırılarının yoğun olduğu zor zamanlardı. İlçede personel yetersizliğinden 12-12 diye tabir ettiğimiz çalışma sistemiyle her gün görev yapıyorduk. Hemen hemen ayda 2-3 kere polis noktalarına, lojmanlara, ilçe emniyet binasına yahut ekip otolarına yönelik saldırı oluyor ve şehitler veriyorduk. Bu zor zamanlarda tedbirli davranarak tevekkül etmenin, Allah’ın iradesine teslim olmanın ne olduğunu, neyi ifade ettiğini yine abimden öğrendim. Sık sık telefon ile arayıp beni motive eder yol gösterirdi.

Bir gece polis lojmanlarının bulunduğu noktada uzun namlulu silahla bir görevli arkadaşımla birlikte nöbet tutuyordum. Balistik ince hafif çelik yelekler yoktu o zamanlar. İlçe emniyet envanterinde ağır seramik yelekler vardı ve bizi çok yoruyordu. Yük öyle ağır geliyordu ki dayanmak çok zordu. Dışarıda durulacak gibi değildi. Hava -20 derece civarıydı. Nöbet kulübesinde elektrikli sobayla ısınırken arkadaşımla birlikte uyuya kalmışız. 01.30 sıralarıydı, telefonun sesiyle irkilerek uyandık. Beni arayan kişi abimden başkası değildi. Sesinin rengine yavan bir ton katmış, benimle kafa bulan bir edayla “uyan ey gözlerim gafletten uyan, uyan ey gözlerim gafletten uyan hoooooo” dedi ve kapattı. Allah Allah hayrolsun inşallah dedik ve kulübeden dışarı çıktık. Hemen karşımızdan bize uzanan yol polis noktamızın önünden sağa ve sola çatallanıyordu. Sağ çaprazımızdaki müstakil evin dış istinat duvarının köşesinden gövdesi görünmeyecek şekilde kafasını çıkarmış bize bakan bir şahsın kendisine baktığımı görünce saniyeler içerisinde kafasını hızla çekti. Yanımdaki arkadaşıma çaktırmamasını, baktığım tarafa bakmamasını, soğuk kanlı davranarak diğer yönleri izlemesini söyleyerek uzun namlulu silahla yolun karşısına noktamıza doğru uzanan yoldan ilerleyerek müstakil evin arka kısmından dolanarak şahsın bulunduğu yere yöneldim. Binanın köşe kısmında noktamıza doğru bakma hazırlığı yapan köşeye sinmiş şahsı arkasından yaklaşarak yakaladım. Elinde fotoğraf makinası vardı gerekli tedbirleri alarak üst araması yapıp konuyu üstlerimize bildirdik. Terörle mücadele ve istihbarat ekipleri gelerek şahsı sorgulamak üzere aldılar. Şahıs terör örgütü mensubuymuş, saldırı planı hazırlığı içerisindelermiş ve noktayı izleyip fotoğraflama yapmak ve kroki çıkarmak üzere görevlendirilmiş bir teröristmiş. Tüm planları sorgucu görevli arkadaşlara itiraf etmiş. O gece şahsı görevli arkadaşlarımıza teslim ettikten hemen sonra kafama dank etti ve hemen abimi aradım. Telefonuna ulaşılamıyordu. Ertesi gün aradım ısrarla sordum meselenin hikmetini anlamak istememe rağmen konuyu değiştirdi. “Uykun geldiğinde, üşüdüğünde Yemen Türküsü ile Yemen’in çöllerine at kendini üşümezsin” dedi. Yıllar sonra konuyu tekrar sorduğumda bir rüyaydı geçti gitti diyerekten detay vermekten yine kaçındı.

5. Fazlı Bayram’ın vefatı sonrası sizde ve ailenizde nasıl bir boşluk oluştu?

Keşkelerle dolu kocaman bir boşluk. Hayrettiğimi ve hasretliğimi arttıran kangren bir yalnızlığın boşluğu, daha fazla vakit geçirememenin daha fazla zaman ayırıp nasiplenememenin pişmanlığı ile dolu boşluk. Dostları ile her bir araya gelişimizde aktarılan hatıralarında gönül dünyasının ne kadar da zengin olduğunu, “Hüviyet ve hamiyet sahipliğinin nasıl olunur” unu hayretle idrak etmeye çalışıyorum. Gönül dünyamı aydınlatan zihin dünyamı arındıran cilalayan tedavi eden böyle bir adamın ailesi ile göçüp giderek bizi kazıklaması derin yaralar, derin boşluklar oluşturdu bende ve ailemizde. Çekip gitmelere, hassas bir kalbe sahip oluşu sebebi ile antrenmanlıydı zaten. Kafasına yatmayan, gönlüne sindiremediği her yerden, her mekândan, hesapsızca, fütursuzca, pervasızca çekip gitmeleri meşhurdu. Hele yol yürüdüğü yoldaşları ile ağabeyi Ahmet Doğan, kardeş bildiği Ferhat Ağca, Kadim dostu Ahmet Avcı rahmetler olsun cümlesine “Nasıl çekip gidilir” i sanırım dostlarına çokça yaptığı işaret dili ile yaptı ve bizlere gösterdi. Gitti…

6. Fazlı Bayram’ın şiirlerinin, yazılarının, hatırasının yaşaması için neler yapılmalı?

Hali hazırda şiir antolojisinde geçmiş zaman paylaştığı şiirleri, dergilerde yer alan şiirlerine ek olarak depremde yıkılan evin enkazında görevli kardeşlerimiz ile birlikte arama kurtarma çalışmalarının sekizinci gününün sabahında ağabeyime ait özel evraklarını, resimlerini, mektuplarını arşivlediğini bildiğim siyah bont çantayı enkaz yığınları arasında bulduk. Abimi canlı bulmuşçasına sevindiğim bir hadise oldu bu çanta bulma konusu. İçerisinde yüzlerce, dostlarıyla ve yengem rahmetli ile olan mektupları, fotoğrafları ve en önemlisi tütün kağıdına küçük küçük yazdığı gün yüzüne çıkmamış şiirleri bulunuyordu. Kıymetli dostumuz Mehmet Yaşar’a bu konudan bahsedince gözleri yuvadan fırlayacak gibi oldu. Emaneti ehline geri almak için teslim ettim. Sağ olsun Mehmet Yaşar kardeşimiz başta olmak üzere cemiyetten dostlarımız abilerimiz ciddi bir emek ortaya koydular. Öyle zannediyorum ki önümüzdeki birkaç ay içerisinde heyecanla beklediğimiz şiir kitabı yayınlanacak.

(7 ve 8. sorular birlikte yanıtlanmıştır.)

7- Fazlı Bayram “Babamın Teknesi” şiirinde babanızı helal kazancın, sabrın ve hüznün timsali bir kahraman olarak anlatıyor. Sizce bu baba figürü Fazlı Bayram’ın hem şiir dünyasını hem de hayata bakışını nasıl şekillendirdi?

8- Fazlı Bayram için “Dükkan’ın türküdarı” denirdi. Siz, bir kardeş olarak, onun bu yönünü aile içinde nasıl yaşardınız? Evinizde de hep bir türkü, bir şiir havası taşır mıydı?

Hakikaten abimin tasvir ettiği gibi sabır, sebat ve hikmet ehli bir babamın oğluyuz elhamdülillah. Lokma tatlıcısı babamız 52 yıl bir fiil bu mesleği büyük bir sabırla sebat göstererek belki bir derviş halet-i ruhiyesi ile temayüz etmişçesine icra etmiştir. Gece 04.00’te kurulu saatin ziliyle uyanır, makinaya ihtiyaç duymadan leğen içerisinde hamurunu bir buçuk saat aralıksız yoğurur ve mayalanmaya bıraktığı hamuru olgunlaşırken kıyafetlerini değiştirip abdestini alır ve huzura durur, daha sonra yağ kazanlarına aktardığı kızgın yağ ile hamurunu buluştururdu. Bu buluşmaya Mahzuni’den ve Neşet’ten söylediği türküler şahitlik ederdi. Bağlamayla ve türkülerle hemhal olma bize babamızdan tevarüs etmiştir. Öyle yorucudur, öyle tempoludur ki işi sabır abidesi olmayan insanlar yapamaz. Yaptığı tatlıları 10-15 pastane dükkanına halka arz edilmesi için dağıtır. 10-15 kilo tatlıyı da kendisi satması için tabla aracına koyar ve çarşı merkezde bu kadar yorgunluğun üstüne yaklaşık 5 kilometre de tabla arabası ile yürümek sureti ile dolaştırır, satardı. Haftada bir gün dinlenen babamız rutininin arasına bir sürü etkinlik sığdırır Kuran-i Kerim hatimleri, ilmihaller, dergiler, kitaplar, avcılık ve atıcılık gibi yorgun ve bitkin bir halde evine gelen babamız abimin ifadesi ile “eşikte görünen kahramanımız” dır. “Ne zaman yorulsam babam gelir aklıma ve utanırım” derdi abim. Babam onu o babamı farklı severdi, alın terini, emeği, sabrı, helal ekmek savaşçılığını babamızdan öğrenmişti. Her sohbetinde babamızı anmayı ondan örnekler vermeyi ihmal etmezdi abim. Dertli dertli türküler söylemeyi, türkülerin hatıraları ile hüzünlenmeyi, türkülerle tedavi olmayı, ruhunu türkülerle cilalamayı, babamızdan öğrenmişti. Neşet Ertaş ustanın türkülerinin terennüm edilmediği bir günümüz olmamıştır evimizde. Dükkan’ın türküdarı olduğu gibi, evimizin de türküdarıydı.

9- Fazlı Bayram’ın mizacını, dostluğunu, insanlarla olan muhabbetini bize bir kardeşi gözünden anlatır mısınız?

Munis bir mizaca sahip abimin beşeri bütün münasebetlerinde ölçülü, dengeli kırıp dökmeyen kalp kırmaktan son derece çekinen yapısı vardı. Bunun yanında içinde fırtınalar kopan bir hoyratlığı da vardı. Kenar mahalle semtleri diye tabir edilen bir mahallede geçti çocukluğumuz. Karşılıklı küfürleşmeyi samimiyet sayan, el şakalarının havada uçuştuğu böyle bir ortamda kimse ona el şakası yapamaz, kimse ona küfür edemezdi. Çünkü insanlara bir ölçü ve bir set koymuş samimiliğin ve samimiyetin nasıl olacağını tatlı kelam ederek dil zenginliği ve lezzeti ile aktarmıştır tüm muhataplarına. Mahallede sokakta oyun oynarken bir arkadaşım bana küfür etmiş bende buna lakırtı yaparak gülerek mukabele etmiştim. Bizi uzaktan takip eden abim beni çağırarak kulağımı çekmiş “Sen arkadaşına mesafesiz olursan o da sana olur, sen küfredersen o da sana eder, sen nasıl hareket eder nasıl bir ölçü koyarsan arkadaşlarında öyle olur” diyerek bana kızmıştı. Hakikaten de bu böyle değil mi? Muhataplarımızla beşeri ilişki düzeyini kendimiz belirlemez miyiz? “Tatlı kelam ederek güzel söyleyerek de şakalar yapabiliriz” i, “usturuplu olarak nasıl adam olunur” u hal lisanıyla göstererek yolumuza ışık oldu abim.

10- Hasan Keklikçi, “Fazlı tatlıcı Ali Emmi’nin ‘başka’ oğlu” der. Sizce babanızın gözünde Fazlı Bayram’ın bu “başkalığı” neydi?

Hikmet ehli, kıble gönüllü, sabır timsali babamızın zihnindeki evlat tasavvurunun vücut bulmuş haliydi abim. Abim ve babam çok farklı bir gönül köprüsü kurmuş olmalılar ki sohbetlerinde mana derinliği, hikmetli söyleyişin izini sürmeye içli bir yüreğe hazır etmeden kendinizi anlamanız, sohbetin lezzetini yakalamanız mümkün değildir. Her daim içli bir yürekle memleket meseleleriyle iştigal ettiklerinden yüreklerinin yanma sıcaklıkları birbirleriyle hemen hemen aynı olduklarından babamdaki abime dair bu başkalık sanırım buradan gelmekteydi. İkisi de birbirlerindeki başkalığı fark etmiş bu sathın düzleminde farklı bakabilmeyi, farklı okuyabilmeyi, farklı anlamlar yüklemeyi bilen insanlar olduklarından böyle bir başkalık zuhur etti aralarında.

11- Sizce Fazlı Bayram’ın şiirlerindeki bu hüzün ve merhamet, hayatının neresinden süzülüp gelmekteydi?

Her daim kalbini zihin ve gönül dünyasını kitaplarla ve dostlarıyla fikir tezahürü yaparak zinde tutabilen bir yapıya sahipti abim. Hep antrenmanlıydı. Şiirle, kitapla, hoş sohbetlerle ve çok seviyeli ölçülü içeriği fikir yüklü muhabbetlerle iştigal eden hangi yazar ve şairimiz varsa aşırı hassasiyete sahip. Hüzünlü dertli çileli oluyorlardı gözlemlediğim kadarıyla. Abimde böyle bir insandı. Derdi olan, konforundan taviz veren, çileyi kendisine azık ederek dertlenen bir insandı. “Bir derdim var bin dermana değişmem” adlı türküyü çok severdi.

12- Fikir Dükkanı, Fazlı Bayram’ın hem nefes aldığı hem de şehre nefes aldırdığı bir yer gibi anlatılıyor. Sizin gözlemlerinizle Fazlı Bayram için “Fikir Dükkan”ı neydi?

Fikir dükkanı kalbini zihin ve gönül dünyasını zinde tutmak için antrenman yaptığı mekanın adıydı. Şah damarı türküler diye tabir ettiği Ziya’nın atı türküsü ile Ziya’nın atına biner, Yemen Türküsü ile kendini Yemen Çölüne atardı. Türküler ile “dükkan”da “adeta dağ lalelerinin, kaya diplerinde biten nergislerin kokusunu alıyor gibi oluyorum” derdi. Gönüldaşları ile bir araya gelip hasbihal ettiği fikir tezahürünü yaptığı şiirlerle ve türkülerle hemhal olduğu mekandı dükkan.

13- Son olarak, Fazlı Bayram’ın hiç tanımamış birine bir kardeş olarak nasıl tanıtmak istersiniz? Onun adını andığınızda yüreğinizde hangi cümle kendiliğinden dökülür?

Yazımda bahsettiğim hasletlerinden dem vurarak tanıtıyorum. Şiirlerini seslendirerek hatıralarını yad ederek tanıtıyorum. Adını andığımızda rahmetler olsun temennileri dökülür yüreğimizden. Rabbimiz depremde vefat eden tüm insanlarımıza rahmet eylesin. Ruhlarına ve kabirlerine yağmurlar gibi rahmetini, bereketini, mağfiretini yağdırsın. En güzel cennet bahçelerinde en güzel cennet meyveleri ile lutüf ve ikramlarda bulunsun inşallah. Amin…


İki Kardeşin Hafızasında Ferhat Ağca: Röportaj/ ZEHRA BOYRAZ

 


Röportaj Hakkında:

Bu röportaj, Ferhat Ağca’nın hatırasını yaşatmak amacıyla, onun ablası Ayşe Ağca Erayman ve kardeşi Ömer Faruk Ağca ile gerçekleştirilmiştir. Başlangıçta sadece Ayşe Ağca Erayman ile yapılması planlanan görüşme, ilerleyen süreçte Ömer Faruk Ağca’nın da katılımıyla daha geniş bir çerçeveye taşınmıştır.

Sorular öncelikle Erayman’a yönelik olarak hazırlanmıştır. Ömer Faruk Ağca ise bu sorular arasından kendisine uygun gördüğü bazı başlıklar üzerine görüşlerini paylaşmıştır. Böylece iki farklı bakış açısıyla Ferhat Ağca’nın aile içindeki yeri daha bütünlüklü bir şekilde ortaya konmuştur.

Ayşe Ağca Erayman ile Ferhat Ağca Üzerine:

1. Ferhat Ağca nasıl bir çocuktu? Çocukluk yıllarından hatırınızda kalan en belirgin özelliği neydi?

Aramızda üç yaş fark var Ferhat’la. O yüzden çok küçük dönemlerine dair birebir şahitliğim yok ama annem hep çok ağır bir çocuk olduğunu söylerdi. Öyle koşup duran, çok konuşan, yaramaz bir çocuk değildi. Hep derler ya, “lafı gediğine oturtmak” diye; küçüklüğünden beri öyleymiş. Konuşmaz, konuşmaz; sonra bir mesele olduğunda direkt söylenmesi gerekeni söyler ve bitirirmiş. O tarz bir çocuktu yani. Genel olarak hep ağırdı.

Yaşlarımız yakın olduğu için çocukken kavga ederdik, her kardeşte olduğu gibi. Ama büyüdüğümde en yakın sırdaşım oldu. Kız kardeşim yok, üç erkek kardeşim var mâlum. Annemden sonra konuşabildiğim tek insandı diyebilirim. Hatta bazen annemden daha çok Ferhat’la dertleşirdim. Oturur, birlikte konuşur, bir şeyleri eleştirirdik. Çok duygusal bir çocuktu. Herkesin her şeyini düşünür, bizim göremediğimiz ayrıntıları fark ederdi. Mesela masanın üzerindeki küçücük bir detayı bile hemen fark edebilirdi. Bir olaya bakışı farklıydı hep. Çocukluğundan beri öyleydi zaten.

Zor bir çocukluk geçirdiğini de söyleyebilirim. Ferhat 9-10 yaşlarındayken babam bir kaza geçirmişti, yaklaşık bir ay hastanede kaldı. Ben o dönem evdeydim, o ise kendi kendine çalışmaya karar verdi. Eczanede kalfa olarak işe başlamıştı. Yani 9-10 yaşındaki bir çocuk… Üstelik oradaki eczacı onu çok beğenmişti, bırakmak istememişti. Her yaz tatilinde “Başka yere gitme, yine gel” demişti. Uzun süre çalışmıştı orada. Küçüklüğünden beri sorumluluk sahibiydi.

Çocukların en büyüğü bendim ama erkek kardeşlerin en büyüğü oydu. Belki de o sorumluluk hissi oradan geliyordu. Ya da ailemizin maddi durumu çok güçlü olmadığı için kendince bir yükümlülük hissetmişti, bilemiyorum. O dönemde çalışmaya erken başladı işte.

Okul dönemine gelince… Aynı ilkokula gidiyorduk. Evde kavga etsek bile okulda birbirimizi çok korurduk. O beni, ben onu… Hatta bir keresinde okul koridorunda hafifçe koştuğu için öğretmeni kızmıştı. Ki Ferhat’ın ne kadar ağır bir çocuk olduğunu söylemiştim, çok yaramaz değildi. Buna rağmen ilkokul öğretmeninin ona tekme attığını görmüştüm. O kadar içime oturmuştu ki… O görüntü hâlâ gözümün önünden gitmez.

Bunun dışında araştırmayı çok seven, kendi kendine bir şeyler üretmeye çalışan bir çocuktu. Hep bir şeyler yapardı.

2. Ferhat Ağca’nın eğitim sürecine bakınca, kendini geliştirme gayesi sizde nasıl bir izlenim bırakmıştı?

Genel olarak çok iyi okullarda okumadı ama kendini geliştirme yönünde çabası hep vardı. Özellikle bireysel okumaları, yazma çabaları, bir alanda kendini ilerletme isteği benim çok hoşuma giderdi.

Özellikle yazma meselesi dikkatimi çekerdi. Aslında annem de öyleydi. Annem, babası tarafından okutulmamış, hiç okula gönderilmemiş. Ama kendi başına okuma yazmayı öğrenmiş. Gizli gizli kitap okurmuş. Bir gün dedem fark edince “Ne yapıyorsun kızım?” demiş. “Kitap okuyorum” demiş annem. Eski zamanlar malum, kitaplarda ne yazıyor bilmiyorlar, çocuklara kötü şeyler mi aşılıyorlar filan düşüncesindeler. “Getir bakalım, bize de oku” demiş dedem. Annem o romanı baştan sona okumuş, onlar da “Tamam, bunu okuyabilirsin” demişler. Düşün yani, tüm romanı baştan sona sesli okuyarak ikna etmiş onları.

Küçükken biz elektrikler gittiğinde korkardık. Annem mumu yakar, “Hadi gelin, size kitap anlatayım” derdi. Böyle böyle çok kitap bilirim; okumamış olsam bile hikâyelerini annemden dinleyerek öğrendim. Ahmet Dayım mesela bir kitap özeti çıkarması gerektiğinde, anneme verirmiş, “Emine, bunu oku, özetini çıkar bana” dermiş. Annemin böyle bir edebî yönü vardı. Ferhat’ın da o yönü sanırım biraz buradan geliyor.

3. Özellikle ziraat alanına yönelmesi ve doktora yapmaya karar vermesi aile içinde nasıl karşılandı?

Açıkçası aile içinde bu konuda çok bir müdahale olmadı. Annemle babam üniversite mezunu değillerdi. Bizi de yönlendiren genellikle öğretmenlerimiz olmuştu. Ferhat’ın Ziraat Fakültesini başta isteyip istemediğini tam hatırlamıyorum ama sonradan bu alanı çok sevdiğini biliyorum. Çiçekleri incelemesi, bir şeyler üretmesi... Gerçekten ona çok uygundu. Zaten çiçekler hakkında yazılar da yazmıştı.

Bana kalırsa Ferhat aslında sayısal değil, daha çok sözel alanda başarılıydı. Ama bu da eğitim sisteminin getirdiği bir şey. Hocalar hep “Sayısalı seç, daha fazla tercih yaparsın” der ya, işte öyle yönlendirilmişti. Bence sözelde ilerleseydi çok daha iyi olurdu onun için. Ben o zaman da bu fikrimi söylemiştim ama işte... O yönlendirmeler çok etkili oluyor.

Bir de Ferhat’ın şöyle bir özelliği vardı: Evde bulduğu eski eşyaları ya da artık kullanılmayan şeyleri dönüştürmeyi çok severdi. Yeniler, kullanıma kazandırır, koleksiyon yapardı. Bayılırdı bu tür şeylere. Hatta bir keresinde annem, “Ferhat’ı evlendirirsek ev bomboş kalır” demişti. Çünkü evdeki kitapların, eşyaların çoğu onundu.

Bir defasında eve çok eski, otantik bir sandalye getirmişti. Epey yıpranmıştı ama belliydi ki geçmişe ait kıymetli bir parça. “Ben bunu yenileyip balkona koyacağım” demişti. Annem bir beklemiş, iki beklemiş, Ferhat yoğunluktan yapamamış herhalde. Sonra annem sandalyeyi dama çıkarmış. Komşulardan biri de onu hurda zannedip kırmış, ekmek pişirirken yakmış. Ferhat o kadar üzülmüştü ki anlatamam. Ama sonra bir tane daha buldu, onu yeniledi, balkona koydu. Hatta babamın o sandalyede otururken çekilmiş bir fotoğrafı bile vardı. Çok severdi böyle şeyleri; dönüştürmeyi, boyamayı, yeniden anlam katmayı.

4. Ferhat Ağca’nın manevî dünyasını nasıl tanımlarsınız? İnancıyla, ibadetiyle, iç dünyasıyla ilgili sizde yer eden anılarınız var mı?

Ferhat çocukluğundan beri böyle konulara aşinaydı çünkü biz zaten inançlı bir ailede büyüdük. Annemle babam namazlı-abdestli insanlardır. Ferhat’ın bu hali ilerleyen yaşlarda daha da derinleşti. Kendi araştırmalarıyla, kendi iradesiyle daha çok içine yöneldi.

2017 yılında çalışırken kendi biriktirdiği parasıyla umreye gitmişti. En çok istediği şeylerden biri şehit olmaktı. Her konu açıldığında da dile getirirdi. Ben bunu içten gelen bir bağlılığın neticesi olarak görüyorum.

Dayım Ahmet Okur Konya’da yaşıyordu. İşinden dolayı film setleri hep oradaydı. Bir gün Ferhat’a demiş ki: “Mevlânâ Hazretleri’nin türbesi değiştirilecek.” Ferhat da hemen o gün bilet bulmuş ve Konya’ya gitmiş. “Ben de geliyorum dayı,” demiş. Dayımın orada bir görevi olduğu için, her isteyen içeri giremiyordu ama Ferhat girebilmişti. Hatta Instagram’da o güne ait bir fotoğrafı bile vardı; türbe değiştirilirken çekilmişti. Sırf o ana şahit olmak için kalkıp gitmişti. Böyle şeylere çok değer verirdi.

Ömer Tuğrul İnançer’in cenazesine de gitmişti mesela. Büyük insanları takip eder, iç dünyasında yaşatır, onların peşinden giden bir derviş meşrebine sahipti. Yaşından çok olgun davranırdı. Çevresinde de bu olgunluğa sahip insanlarla birlikte olurdu. Yaşıt arkadaşları çok azdı. Hem fikren hem yaş olarak daha büyüklerle sohbet etmeyi, oturup kalkmayı severdi. Akrabalar içinde de böyleydi.

Bir keresinde düğüne gitmiştik. Orada, “Damadın arkadaşları gelsin oyuna” demişlerdi. Annem de “Bizim çağıracağımız damadın arkadaşları yok ki, hepsi 65 yaşında” demişti. Gerçekten de Ferhat daha çok büyüklerle hemhâldi.

30 yaşında vefat etti ama bence 60 yıllık bir ömür yaşadı. Dolu dolu yaşadı. Ben kendi adıma çok özlüyorum…

5. Yazıya ve şiire yönelişi nasıl başlamıştı? Yazdıklarını sizinle paylaşır mıydı?

Genel olarak yazılarının birçoğunu okudum. Paylaştığı zaman zaten söylüyordu, Yoldaki Kalemler sitesinin linkini atıyordu. Annemle de genel olarak bu konularda konuştuklarını biliyorum. Onun da ilgisi olduğu için… Mesela bazı yazdığı şiirleri ona okuttuğunu biliyorum. Annemin de bir defteri var, yazdığı birkaç şiir, yazı vardı; Ferhat’a okuttururdu. Belki de annemle ilişkisi bu anlamda daha fazladır diye düşünüyorum. Şu an tabii sorma ihtimalimiz olmadığı için… Annem yazardı. Kardeşi vefat ettiğinde de ona yazdığı bir şiir var, mesela bana göndermişti onu da. Dediğim gibi, edebî yönden birbirlerini anladıklarını düşünüyorum.

6. Onun kaleme aldığı herhangi bir şiir ya da metni ilk elden okuduğunuz olduysa, sizde bıraktığı hissiyat neydi?

“Babamın Elleri” şiirini kendisi bana göndermişti. “Abla, şiir yazdım; okur musun?” diye… Ben onda çok duygulanmıştım. Babam hayattaydı, o da okumuştu. Ama tabii annem daha mutlu olmuştu. İlgisi olunca, hemen cezbediyor.

Bana başka bir yazı daha okutmuştu aslında, o yazıyı da, “Abla, baksana nasıl olmuş?” diye göstermişti ama onu hatırlayamıyorum. Yayınlamamıştı bildiğim kadarıyla. Bir kitap üzerine inceleme gibi bir şeydi ama tam hatırlamıyorum, dediğim gibi.

7. Sizce Ferhat Ağca’nın şiirle kurduğu bağ, onun hangi yönünün dışavurumuydu?

Mesela en basitinden bir şehre gittiği zaman eli boş kesinlikle gelmezdi. Çok düşünceli, çok duygusal bir çocuktu. Bence böyle bir edebî yönünün çıkmasında bu duygu dünyası, içsel eğilimi etkili olabilir. İçe yönelimi fazla olduğu için, manevi dünyası daha geniş olduğu için, bundan kaynaklı olabilir diye düşünüyorum.

8. Ferhat Ağca’nın ardından ev içinde en çok hangi hâli, hangi sözü ya da davranışıyla hatırlanıyor?

Tek bir hâli yok ki… İnsan bütün hâllerini özlüyor. Mesela en basitinden, okuldan çıkardı — benim evim okula çok yakın — “Abla kahveye geliyorum, bir kahve yap” filan derdi. Çok özlüyorum her hâlini. Ya da ne bileyim, her ihtiyacımda yanımdaydı demiştim ya… Küçükken çok tartışıyorsunuz yaşınız yakın olduğu için ama sonradan sizin en yakın sırdaşınız oluyor yani. Onunla konuşmayı çok özlüyorum mesela. Hani böyle şey vardır ya, bazı insanlar kardeşiyle daha uzaktır falan… Bizim aile genel olarak, yani sadece Ferhat için demiyorum, genel olarak çok yakındık hepimiz. Ve ben bunun şu an boşluğunu çok fazla yaşıyorum.

Düşünsenize, her ihtiyacınızda yanınızda birilerinin olduğunu biliyorsunuz, her koşulda yanınızdalar. Benim çocuklarım oldu, çocuklarımla ilgilendiler; onlar büyüttü gibi bir şey oldu yani. Büyük kızıma onlar baktılar, annem, kardeşlerim… Ferhat’ı çok severdi kızım, Enes’i öyle… Enes zaten ayrı bir ilgilenirdi böyle çocuklarla filan. Arası çok iyiydi.

Şu da vardı mesela: Tek kız çocuklarının bir bacısı olsun mantığı vardır ya Maraşlılarda… Gerçekten, erkek kardeşlerimin hepsi öyle de, Ferhat kız kardeşim gibi her şeyimizi konuşurduk. “Bir sorunun var mı, şöyle mi abla, böyle mi abla?” diye çeker kenara… İlk evlendiğim dönemlerde, “Alaaddin Abi’yle bir sıkıntın var mı? Anneme söyleyemediğin şeyleri bana söyleyebilirsin” falan demişti hep… Hani hep böyle, nasıl derler, konuşabildiğin insanlar çok azdır hayatta… Onlardan biriydi Ferhat.

Tabii ki boşluğu çok büyük bizim adımıza. Bunu nasıl yazarsınız bilmiyorum. Bazı şeyler yazıya dökülmüyor gerçekten…

9. Bazen “keşke şunu da söyleseydim” dediğiniz, içinizde kalan bir söz, bir his var mı?

Geride kalanlara şunu söyleyebilirim: İnsanlar gerçekten sevdiklerine, sevdiklerini daha çok söylesinler. Ya da ne bileyim, daha çok görüşsünler, daha çok öpüp koklasınlar. İnsan kaybedince bazı şeylerin kıymetini daha net anlıyor. Böyle… Çok zor oluyor.

.

.

.

Ömer Faruk Ağca ile Ferhat Ağca Üzerine

Soru 1 – Kardeşler arasında nasıl bir yeri vardı? Onu diğerlerinden ayıran en bariz yönü sizce neydi?

Aile içindeki yeri meselesi şöyle... Ablam için küçük kardeşti ama benim için bir ağabey konumundaydı. Benim gözümde babamın yedeği gibiydi adeta. Hem karakteri hem de yaşının gereği olarak... Babam ona gönül rahatlığıyla evi emanet ederdi mesela. Evle ilgili bir karar alınacaksa, Ferhat abimin fikri hep en önemli olan olurdu. Zaten ben çok küçüğüm, Enes abimle de yaşlarımız yakın. O yüzden benim için karar verici bir konumdaydı. Hem sorumluluk sahibi hem de oturaklı bir mizacı vardı. Ailede ikinci baba rolünü üstlendiğini söyleyebilirim. Tabi bu, ablam açısından böyle olmayabilir. Çünkü onun için abim, küçük kardeş konumundaydı.

Soru 2 – Ziraat alanına yönelmesi ve doktora eğitimine karar vermesi aile içinde nasıl karşılandı?

Ziraat aslında onun ilk tercihi değildi. Asıl istediği polislikti. Bu konulara biraz hâkimim. Ziraat Fakültesini kazanıp kazanmadığına dair sonuçların açıklanmasıyla polislik sınavının sonucu aynı döneme denk gelmişti. Bu konuda Veli dayımın çok etkisi oldu. Ferhat abim, ziraati kazandığında üzülmüştü çünkü aslında polis olmak istiyordu. Veli dayımın yanına gittiğinde ona “Ziraat geldi, ama ben polisliğe gitmek istiyorum” demeye hazırlanıyordu. Ama Veli dayım onu duyunca, “Hayırlı olsun, ziraat! Çok mutlu oldum” dedi. Veli dayım hiçbir zaman polis olmasını istememişti zaten.

Başlarda isteksizdi ama zamanla sevmeye başladı. Bunda da milliyetçi duygular etkiliydi. Ziraatte tohum meselesi çok önemlidir ya, o da bu işe hep yerli tohum üzerinden, bir millî mesele gibi yaklaştı. Rezeneye daha çok şahit olduk ama ondan önce kekik meselesi vardı mesela. İzmir’de yetişen bir kekiği Maraş’ta yetiştirmeye çok uğraşmıştı. Hep bir tohum, bir kök arayışı içerisindeydi.

Sonraları çiçekler üzerine yazılar kaleme almaya başladı. İlgi giderek arttı. Benim de tıpla bir alakam yoktu ama işin içine girince insan seviyor ya, onunki de öyleydi. Milliyetçi bir hissiyatla başladı, sonra işin edebiyatına geçti. Her çiçeğin, her bitkinin bir hikâyesi olduğunu yazmıştı. Mehmet Abi’yle de konuşmuştuk, o edebî yönü sonradan gelişti. Tabi annemizden gelen bir genetik de yok değildi ama... Özellikle Dükkan’la tanıştıktan sonra her şeyin arkasında bir hikâye olduğunu fark etmeye başladı. Çiçeklerin, bitkilerin, hatta Yavşan Yaylası’ndaki gezilerin bile... Bu süreç onun karakterinin ve edebî kişiliğinin oluşmasında etkili oldu. Ama başta ziraat istemediğini çok iyi hatırlıyorum; asıl istediği polislikti.

Soru 3 – Ferhat Ağca’nın manevî dünyasını nasıl tanımlarsınız? İnancıyla, ibadetiyle, iç dünyasıyla ilgili sizde yer eden anılarınız var mı?

Bu da garip aslında… Ferhat abimin cehrî namaz kıldırdığını hiç hatırlamam. Evde genelde babam kıldırırdı. Sonra pandemiden sonra o iş bana geçmişti. Malum camiler kapanmıştı, evde kılınıyordu. Babam yavaş kıldırıyordu, ben de biraz hızlı bitsin diye öncülük etmeye başlamıştım. Bence Ferhat abimi manevî olarak derinleştiren şey, tasavvufa duyduğu ilgiydi. Veli dayımla olan münasebeti burada çok etkiliydi.

Daha çok “32 farz” tarzı ezbere bir dindarlıktan ziyade, imanın hakikati üzerine düşünürdü. Tasavvuf alanında da tanışıklıkları vardı. Mesela Ömer Tuğrul İnançer’i tanıyordu. Muhabbetleri vardı.

Bir seferinde şöyle bir şey olmuştu: Ben Konya’daydım. Mevlânâ Hazretleri’nin sarığının değiştirildiği bir tören vardı. Çok nadiren yapılan, uzun yıllara yayılan bir şeymiş bu. O gün Ferhat abim tören yapılacağını duyunca özellikle bilet alıp Konya’ya gelmişti. Olaya yakından birebir şahitlik etmişti. Ben de, “Allah senin rızkını buradan vermiş demek ki, yüz–yüz on yılda bir olan şey sana denk geliyor” demiştim. Gülmüştü: “Harbi lan, burada benim şansım var” demişti. Bu muhabbeti, Konya’da evimin yakınındaki bir kafede otururken konuşmuştuk.

Soru 4 – Hayatla ilişkisi nasıldı? Dünyaya bakışı, beklentileri, arzuları konusunda ailesi olarak gözlemlediğiniz şeyler nelerdi?

Bu konular hakkında daha çok Dükkan’daki arkadaşlarıyla konuşurdu ama benim gözümde milliyetçi biriydi. Ferhat abimin vatansever olduğuna inanırım ben. Mesela hangi arabayı severdi, bilmem. O tür şeylere ilgisi yoktu. Onun gündeminde hep ülke vardı: “Nasıl yaparız da bu ülkeyi kurtarırız?” diye düşünürdü.

Yavuz Ağıralioğlu’yla tanıştığında çok heyecanlanmıştı. Onunla bir fotoğraf çektirmişti. Dükkan’dan çıkıp gelip bana o fotoğrafı göstermişti. Böyle büyük ve önemli insanları takip ederdi. Özer Özel mesela… Bütün yazarların peşinden gider, kitap fuarlarını kaçırmazdı. Sırf bir yazar geliyor diye şehir dışına gittiği olurdu.

Soru 5 – Onun kaleme aldığı herhangi bir şiir ya da metni ilk elden okuduğunuz olduysa, sizde bıraktığı hissiyat neydi?

Bir gün bana şöyle demişti: “Yarın bir gün benim kitabım çıkarsa ne yaparsın?” Ben de “Ne istersen yaparım” demiştim. O da gülüp “Tamam, sen görürsün” demişti. Bir süre sonra bir kitap getirdi. Tam olarak hangi kitaptı hatırlamıyorum ama bir bölümünü kendisi yazmıştı. En sonunda da “Ferhat Ağca” yazıyordu. “Bak, bu benim kitabım sayılır” demişti.

Yazdıklarını bizimle kolay kolay paylaşmazdı. Ama bir şiirini şans eseri okumuştum: “Babamın Elleri.” Bilgisayarın masaüstünde duruyordu. O esnada ya oyun ya da kendi dosyamı arıyordum, yeni bir dosya fark ettim. “Babamın Elleri” yazıyordu. Açıp okuyunca anladım ki çok yakın zamanda yazılmış. Çünkü şiirde anlatılan olay birkaç gün önce yaşanmıştı.

Kış mevsimiydi. Babam malum itfaiyeci. İtfaiyede ise yerden su asla eksik olmaz. Çünkü itfaiye yangına gider, geri boş gelir, hemen tekrar itfaiyeye kocaman borularla depo doldurulur ama bu esnada illa ki sağa sola sürekli su dökülür, yerde sürekli hortumlar gezer. Babam da yine bir kış günü yerler ıslak, donmuş vaziyette ve yere düşmüş. Yere düşerken de ellerini şu şekilde kendini tutayım diye tutunmaya çalışmış. Elleri bayağı bir parçalanmıştı sonra eve geldiğinde annemle Ferhat abim pansuman yapmışlardı, olay bu şekilde olmuştu. Şiirde geçen buz parçalarının elleri kesmesi vs. gerçekten yaşanmıştı. Yere düştüğünde elleri zaten bayağı yara olmuştu, dikişlik bir durum yoktu ama iyi de değildi. Ben ilk orada okumuştum şiiri, bilgisayarda, masaüstünde şans eseri görmüş, yazabildiğini ilk kez orada fark etmiştim.

Soru 6 – Ferhat Ağca’nın ardından ev içinde en çok hangi hâli, hangi sözü ya da davranışıyla hatırlanıyor?

Bizlerden ayıran özelliklerinden biri olarak şunu söyleyebilirim: Ailedeki sert mizaçlı insanlara mizahla yaklaşabilen tek kişi abimdi mesela. Örneğin Saadet teyze… Saadet teyze, ailedeki sert ve katı yapıda olan teyzemiz. Direkt Saadet teyzemin kocasına “Sen cennetliksin, buna sabrediyorsun” falan diyordu. Ve o, herkesin korktuğu Saadet teyze ona kahkaha atardı. Espri yeteneğini kullanıp söylemek istediğini o şekilde söylüyordu yani. Biraz sert mizaçlı bir yapıya sahip olan Mustafa dayımla da yeğenler arasında en iyi anlaşan oydu. Dayım da Ferhat abimle çok iyi anlaşırdı, çok severlerdi birbirlerini.

Depremden sonra rüyamda Enes abimle Ferhat abimi çok gördüm. -Dükkan’da “ziyaret” ve “rüya” birbirinden farklı kavramlar olarak ifade ediliyor.- Bir rüya görmüştüm. Sabahleyin saat dokuz, dokuz buçuk suları, sıcaktan uyandığım bir gündü. O rüya beni çok etkilemişti. Şey diyordu Ferhat abim: “Kusura bakma, yalnız bıraktım seni.” Rüya içindeyken de uyandıktan sonra da zaten değişik bir hissiyat içindeydim. Bu cümleyi kurar kurmaz ikimiz de ağladık ve sarıldık. Ve ben anında uyandım. Gözümde yaş vardı uyandığımda. Bu rüya, depremden sonra Ferhat abimle alakalı en önemli, unutmayacağım şeydir.

İkinci olarak ise: Dükkan. Dükkan’ı ben hem miras hem emanet olarak görüyorum. Miras her zaman olmasa da çoğu zaman kullanılabilir bir şeydir ya hani… Dükkan bu anlamda benim için Ferhat abimin mirası oldu. Oradakiler gerçekten çok sevdiğim insanlar artık, özlediğim insanlar. Baya gitmediğimde özlüyorum Dükkandaki insanları, ortamını vs. Hem o açıdan miras olarak görüyorum hem de onları gerçekten hepsini abim olarak sahiplendiğim için Ferhat abimin bir emaneti olarak da görüyorum. Çünkü hepsini kardeşi gibi severdi - Dükkandakileri.-

Bu kadar. Diğer sorulara pek bir cevap veremem kendi içimde, evet bu kadar.


GÖNLÜMÜN SENDEN NEDİR ÇEKTİĞİ/Ferhat ALTUN

 


Ne ben varım âlemde ne de canım var
Ne kahr u kinim ne neşatım var
Yalnız senin için gözyaşlarım var

Ağlasan ağlarım gülsen ağlarım
Gönlümün senden nedir çektiği

Yüzün bir güneşti düştü şehrime
Gözlerin cenk yeri yorgun kavmime
Bakışın bir halkı diriltse bile 

Bakmasan ağlarım baksan ağlarım
Gönlümün senden nedir çektiği

Sen söyleyince çiçekler biterdi yerde
Kuşlar salınırdı kız gibi gökte
Sen benim adımı ünlemesen de

Söylesen ağlarım sussan ağlarım 
Gönlümün senden nedir çektiği 

Gelmesen bir kere aşk olmayacak
Çocuklar, çiçekler, kuşlar olmayacak 
Sanki şu yaşamak senin gelişin 

Gelmesen ağlarım gelsen ağlarım 
Gönlümün senden nedir çektiği

ANALAR KEFEN DİKER ÖLÜME/Samet YURTTAŞ



Parmak uçlarından

Kan damlar anaların

İğne oyalarının uçlarından

Renk renk çiçekler

Çocuklar büyür duldasında çiçeklerin

Yaşmaklara nakış nakış işlenen

Sıradağlar gibi

Çocuklar başüstünde durur anaların


Analar yamalı hırkaların döşünden

Gecenin söküğünü diker

Toprakla giydirir çocukları

Ve kefen diker ölüme

Ki ölüm güzün yeşil örtüsü

Renklenir onların ellerinde

Çocuklar yağmuru çağırır

Yağmur

Saçlarını ve alınlarını örten başörtüsü


Fatin Rüştü Kayıran ile Fazlı Bayram Hakkında: Röportaj /ZEHRA BOYRAZ


1. Fazlı Bayram’ı ilk tanıdığınız günü hatırlıyor musunuz? O ilk karşılaşma sizde nasıl bir iz bırakmıştı?

Fazlı ile doksanlı yıllarda tanıştık. O zamanlar Memduh Hoca ile birlikte Nizam-ı Âlem Ocaklarının başkanlığını yürütüyordum. Alparslan Kutsal da İmam Hatip reisiydi. Fazlı ile de o vesileyle tanıştık. Zannediyorum ortaokula gidiyorlardı; daha küçüktü Fazlı. Alparslan’la iyi bir arkadaşlığı vardı. Fazlı da heyecanlıydı, sadık biriydi, iyi bir arkadaştı. Çok hareketliydi ayrıca. Liseye geçtiğinde de ocağa gelmeye devam etti.

Biz Memduh Hoca’yla, ocağın gençlerine yönelik programlar düzenlerdik. Gençler kendilerini geliştirsinler diye konuşma hazırlatır, söz verir, sahneye çıkarırdık. Fazlı da lise dönemindeydi zannedersem; bu tür programlarda sunuculuk yapardı. Hazırlık yapar, şiirler okurdu.

Üniversiteye geçtiğinde de Mefkûre adında bir dergi çıkardılar. Ahmet İskender o zaman üniversite başkanıydı. Fatih Pehlivan, Fazlı Bayram… Aklıma gelenler bunlar. Fazlı orada da yazıyordu. Aşk üzerine şiirler kaleme alıyordu, belki çok belli etmese de… Hatta Mefkûre’nin kapağında Fazlı’nın bir mısrasını da kullanmışlardı. Bu tür yönleri vardı Fazlı’nın. Fakat henüz “şair” diyemeyeceğimiz bir evredeydi, gençliğin heyecanı vardı üzerinde.

Aksiyon tarafı da vardı Fazlı’nın. Hatırata dönüşebilecek olaylar yaşandı ama burada anlatılır mı bilemiyorum. Mesela İmam Hatip’te Alparslan’la bir macerası var. Fazlı, o dönem okuldan da atılmıştı.

İmam Hatip Lisesinde Hasan Akpınar adında bir öğretmeni vardı. Malatya’dan gelmişti, aslen Türkoğlulu. Pansiyondan sorumluydu. Nöbetçi olur, okulda kalırdı. Hocanın biraz sert bir yapısı vardı. Mesela saç tıraşı yoksa öğrencinin yahut kravat takmamışsa dahi şiddet uygulamaya müsait bir hali vardı. Fazlı’ya da denk gelmiş. Fazlı da o zamanlar ufak tefek bir çocuktu.

Alparslan okulun reisi olunca, Fazlı gitmiş ona durumu anlatmış. Zaten ortada şiddet gerektirecek bir durum da yok ama işte... Birçok öğrenci de muzdarip durumdaymış.

Cuma günüydü, İstiklâl Marşı için dışarıda toplanmışlar. Alparslan, reisi olduğu için sorumluluk hissedip hocayla görüşmek istemiş: “Hocam, görüşebilir miyiz?” demiş. Fakat hoca sinirli biri, ters tepki vermiş. Alparslan da o gün, Nizam-ı Âlem amblemli tişört giymiş. Hoca, “Konuşmayın” deyip Alparslan’ı itmiş. Alparslan “Hocam, konuşalım” derken, hoca ayağını kaldırıp hamlede bulunmuş. Hoca tabi fiziken Alparslan’dan üstün. Alparslan da o an hocanın bacağından tutunca, hoca dengesini kaybetmiş, düşerken de Alparslan’ın gömleğine tutunmuş. Gömlek yırtılmış, alttaki tişörtte ocak amblemi görünmüş. Hoca da “Beni Nizam-ı Âlemciler dövdü” zannetmiş.

O esnada daha önce hocadan şiddet gören tüm öğrenciler üzerine gelmiş. Kimin ne kadar canı yandıysa diyelim... Ne öğretmenlerden biri müdahale etmiş ne başka biri.

Hoca yere düşünce, olay büyümüş. Kardeşi geldi, Kazım olması lazım. “Basın gelecek, kardeşimi siz mi dövdürdünüz?” dedi. Ben ise ocakta oturuyorum, olaydan haberim yok. Ne dediklerini anlamaya çalışıyorum. O kadar ki, kardeşi olduğunu bile bilmiyordum.

Olay okul tartışmasından çıkıp siyasi boyut kazanmıştı. Karakola gidip dilekçe vermişler. Memduh Hoca’nın ismini vermişler. Daha başka öğretmenler de sırada, “Nizam-ı Âlemciler onları da dövecekmiş” diye haber yayıyorlardı. Dedim ki hocaya: “Biz seni niye dövelim, ne meselemiz var ki?”

Olayı anlayınca baktım ki, öğrencilerden kaynaklıymış her şey. Alparslan’a dese ki, “Tamam, konuşalım,” hiçbir şey olmayacak.

Sonuç olarak sekiz öğrenci okuldan uzaklaştırıldı. Kimisi Maraş Lisesine, kimisi Kara Lise’ye gitti. Fazlı da Afşin’e geçti, orada liseyi bitirdi. Üniversiteye geçtiğinde işletme okudu zannediyorum.

İlginçtir, o olay sayesinde katsayı sorununu aştılar. Hasan Akpınar istemeden de olsa o kapıyı açmış oldu.

Biz sonra hocayı ziyarete gittik, şikâyetini geri alsın diye. Alparslan’ın ağabeyi Şeref Hoca, Memduh Hoca, İbrahim İmalı… Hep birlikte gittik. Özür diledik, “Hocam, olmuş bir şey ama yine de siz şikâyetçi olmayın” dedik. Hoca ise hiç oralı olmadı.

Bizim hocalarımıza bakıyorum öyle miydi? Muzaffer Gözükara, Ali Yurtgezen, Memduh Hoca, Savaş Kıyak… Öğrenciyi sever, kazanır.

Fazlı sonra üniversiteye geçti, üniversitede de ocağın reislerindendi. Mefkûre Dergisini çıkardılar. 8-10 sayı çıkarıldı. Fazlı fikir adamıydı. Zamanla kendini geliştirdi. İhsan Fazlıoğlu’nun kitaplarını okur, felsefeyle ilgilenirdi. Hatta tır şoförlüğü yaparken bile felsefe üretirdi. O okumalardan şiire yöneldi herhalde. Kabiliyeti vardı zaten.

Dükkânda yazdığı şiirleri görürdük, tütün kâğıdına yazardı. Nizam-ı Âlem Ocaklarının il başkanlığını da yaptı. Mesuliyet aldı. Bizimle ilişkisi hep sürdü, özellikle Dükkan’la.

2. Sakin, kendi halinde ama aynı zamanda mücadeleci ve teşkilatçı bir kişilik olduğu söyleniyor. Bu iki yönünü bir arada nasıl taşıyordu sizce?

Dediğim gibi, Fazlı aslında sakin bir çocuktu. Arkadaş canlısıydı, fedakârdı, dostlarına sadıktı. Ama bunun yanında fikirli bir tarafı vardı. Hayatın içindeki birtakım adaletsizliklere, haksızlıklara karşı bir itirazı vardı. Bunları dert edinirdi. O sakinliği de buradan geliyordu aslında. Yani hayatı bilen biriydi.

Çocuk yaşta sanayide çıraklık yapmıştı mesela. Hem fakirliği hem varlığı görmüş, her iki hâli de tatmış birisiydi. Motor tamirinden anlardı, usta seviyesindeydi.

O çevreden, yani motorculardan, sanayi çocuklarından birçok genci toplamıştı etrafına. Bazısı uyuşturucuya bulaşmış çocuklardı. Onları o hayatın kirli tarafından çekip çıkarmaya çalışırdı Fazlı. Bu tarafını bilen bilir.

İtirazı, isyanı aslında hayattaki bu haksızlıklara karşıydı. O mücadeleci tarafı da buradan doğuyordu. Ama bu isyanı hemen ortaya çıkmazdı. Onun bir sınırı vardı. Son raddeye gelmeden öfkelenmezdi.

O mücadele, gençler daha iyi bir hayata kavuşsun diyeydi. İnsanlık için, dava için, ocaktan ve dükkândan getirdiği bir mesuliyet duygusuyla hareket ederdi. Yani kimseye zararı dokunmazdı ama derdi olan biriydi. Sessizdi ama sessizliğinde bile bir direnç, bir itiraz gizliydi Fazlı’nın.

3. Onun şiire olan ilgisi nasıl başlamıştı? Şiirlerini nasıl yazardı, yazarken nelere dikkat ederdi?

Dediğim gibi, Fazlı’nın edebiyata, özellikle de şiire olan ilgisi ocaktan bu yana süregelen bir şeydi. Ocağın programlarında yer alır, şiirler okurdu. Sonrasında o ortam onu yazmaya yönlendirdi. Yani bu biraz da içinde bulunduğu çevrenin tesiriyle gelişti. Ocağın getirdiği bir altyapı vardı onda. Sonra da dükkânda, Ali Yurtgezen Hocam’la, Ahmet Abi’yle –Allah rahmet eylesin–, Muzaffer Hocam’la yapılan sohbetler, o meclis havası… O ortamlar Fazlı’nın edebî yönünü ortaya çıkarmasında etkili oldu.

Biz onu dükkânda, tütün kâğıtlarına yazdığı şiirleriyle görürdük. Şiirlerini böyle küçük not kâğıtlarına, tütün kâğıtlarına yazardı.

Sonra bir de kitap hazırlığı vardı, şiir kitabı… Yani öyle birkaç mısra yazan biri değildi; şiir denen şeyi ciddiyetle taşıyan biriydi Fazlı.

4. Ahmet Doğan İlbey’in türküdârıydı. İlbey ile arasında nasıl bir bağ vardı?

Fazlı’nın saza ne zaman ilgi duymaya başladığını tam olarak bilmiyorum. Ama gençliğinde bir merakı varmış. Hatta bir bağlama almış ama babası razı olmamış, alışmasın diye sazı kırmış. Babası, onun sazla fazla meşgul olmasından rahatsızlık duymuş. O dönemde bazı ailelerde böyle bir hassasiyet olurdu. Belki de oğlunun başka yollara sapmasından, zararlı ortamlara düşmesinden korkmuştu. Çünkü o dönemlerde saz, özellikle 80 öncesinde, bazı çevrelerde ideolojik bir sembol gibi görülürdü. “Bağlama çalıyorsan solcu musun, komünist misin?” gibi ithamlarla karşılaşırdın. O tecrübeyi yaşamış bir neslin endişesiydi bu.

Belki Fazlı’nın babasında da bu kaygılar vardı. Zaten Muhsin Yazıcıoğlu’nun da böyle bir örneği varmış; Cemal Amca diye bir büyüğü varmış, Yazıcıoğlu’na da “Sazı bırak” demiş zamanında. Fazlı’nın babası da benzer bir düşünceyle hareket etmiş olabilir.

Ama Fazlı’nın türküye olan muhabbeti öyle kolay geçecek türden bir şey değildi. Saza karşı başka bir ilgisi vardı onun. Kendi kendine çalmayı öğrenmiş, güzel de çalardı. Ama bir fark vardı: Sazı sadece dükkânda çalardı. O dükkân meclisi onun için özeldi.

Ahmet Abi’nin zaman zaman “türküdâr” dediği dostları olurdu. Dündar Kök mesela bunlardan biriydi. Ama en uzun türküdâr Fazlı’ydı. Dükkan’ın sazı eksik olmazdı, o saza en çok dokunan da Fazlı’ydı.

Sonra bizim o Demlik’in üst katına gelmişti. O zamanlar Mehmet Yaşar da vardı. Fazlı bazen sazını alıp oraya gelir, ardından Ahmet Abi gelirdi. Gece saat ikide, üçte bile gelse Fazlı’nın söylediği türküleri dinlemeye gelirdi Ahmet Abi. Aralarında böyle özel bir bağ oluşmuştu.

Hatta bir gün Fazlı’ya, “Yav şu sazı getir de burada da çal,” dedik. Gelmezdi pek. “Başkanım,” dedi, “Ben bir tek dükkânda çalıyorum. Burada böyle sanki insanları eğlendiriyormuşum gibi geliyor.” Biz de “Biz zaten dükkândaki insanlarız, ne fark eder?” derdik. Nadiren de olsa çalardı Demlik’te. Hele Ahmet Abi’nin sevdiği türkülere ayrı bir özen gösterirdi. Ahmet Abi de ona ayrı bir kıymet verirdi.

Ahmet Abi’nin “bin miligramlık türküler” diye bir tabiri vardı. Fazlı o tarifin hakkını veren türküleri çok iyi çalardı. Hem söyler, hem çalardı. Sanki sadece ona değil, o meclise, dostluğa, hatıraya çalardı. O çaldıkça meclis susar, muhabbet derinleşirdi.

5. Fazlı Bayram’ın ailesine olan bağlılığı herkes tarafından biliniyor. Eşi ve çocuklarıyla ilişkisi nasıldı?

Fazlı, ailesine çok düşkündü. Çocuklarına, eşine gerçekten kıymet verirdi. Mesela oğlu Ali Fuat’ı öyle güzel yetiştirmişti ki; yaşından büyük bir olgunluğu vardı. Hatta bir gün, Fazlı’ya şöyle demiştim: “Yahu, bu Ali Fuat hep büyüklerle oturuyor, aman diyeyim, yarın bir gün boşluğa düşmesin.” O da “Yok başkanım, okulda da böyle.” demişti.

Hakikaten de öyleydi. Ali Fuat büyüklerin meclisinde konuşulacak cümleler kurardı. Demek ki evde öyle bir terbiye vermişti çocuğuna. Zeynep’le Meryem’le, Ali Fuat’la birlikte gelirdi bazen Demlik’e. Çocuklar bana “Başkan dede” derdi, biz de onları sever, şakalaşırdık. Fazlı onları getirir, sevindirirdi, vakit ayırırdı.

Biraz önce de söylemiştim, Fazlı o sokakları bilen biriydi. Uyuşturucuya bulaşmasınlar diye çocuklarını, gençleri korur kollardı. Ocak ve dükkân ortamı onun için sadece bir fikir ve muhabbet ortamı değildi; aynı zamanda emniyetli bir alandı. Kendi çocuklarına da o güvenli alanı oluşturmuştu.

6. Fazlı Bayram sizce nasıl hatırlanmalı? Onun hatırasına sahip çıkmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz?

Fazlı, bulunduğu ortama ayrı bir hava katan bir insandı. Hem neşelendirirdi hem de mecliste ağır bir mesele varsa onu hafifleten bir üslubu vardı. Dost canlısıydı, vefâkârdı. Biz onunla doksanlı yıllarda tanıştık, İmam Hatip döneminden bu yana münasebetimiz hiç kopmadı. Öyle biriydi ki, bir dostluğu varsa onun hatırını hep gözetirdi. İncinse bile içinde hallederdi. Kavga etmezdi, gönül koysa bile içinden yaşardı.

Büyüğünü küçüğünü bilirdi. Vefayı bilen, dostluk hatırını gözeten biriydi. Fazlı, gerçekten dostluk kelimesinin karşılığıydı. Onu hatırlamak isteyenler, hatırasına sahip çıkmak isteyenler; öncelikle dostluğa kıymet versinler. Onun gibi içten, samimi, fedakâr olmaya çalışsınlar. Zaten Fazlı’yı unutmamak böyle bir yolda yürümekle mümkün olur.

7. 6 Şubat 2023 depremi sonrası onun yokluğu hayatınızda nasıl bir boşluk açtı?

Fazlı’yı uzun süre görmesek arar sorar merak ederdik. “Ne yapıyor, nerede, bir sıkıntısı mı var?” diye düşünür, kaygılanırdı. Depremin olduğu gündü zannedersem. Ali Fuat’la birlikte gelmişti Demlik’e. O zamanlar tır sürüyordu, belediyede çalışıyordu. Ben başta razı olmamıştım bu işe. Geçici bir şey gibi görmüştüm. Belediyedeki işinden olur diye endişelenmiştim, “Bırakma, devam et,” diye çok ısrar etmiştim hatta.

O gün geldiğinde, tırı parka çektiğini söyledi. “Başkanım,” dedi, “3-4 gün buradayım, görüşürüz artık.” Oturduk, çay içtik, sohbet ettik. Fazlı’yla muhabbetin bir zamanı olmazdı zaten, hangi saatte gelse, gönül ehli gibi gelirdi.

Demlik’i açacağımız vakitlerde de çok geldi, yardımcı oldu. Çay yapardı, nasıl yapılacağını gösterirdi. Her şeyi sahiplenirdi. Diyelim bir kalabalık var, işler yoğun; hemen ocağa geçerdi, Hasan’a ya da gençlere yardımcı olurdu. Öyle kendiliğinden, gönüllüce...

Fazlı, bizim sevdiğimiz bir evladımız gibiydi. Ne biz ona kırıldık ne de o bizi kırdı. Herkesin gönlünde ayrı bir yeri vardı. Bazen şöyle olur, bir köşede otururken içinden gelir: “Şimdi Fazlı olsaydı...” dersin, demeden duramazsın zaten. Onun yeri hep başka, hep dolmaz bir boşluk olarak kalacak bizde.


Memduh Atalay’ın Anlatımıyla: Ahmet Doğan İlbey, Ferhat Ağca ve Fazlı Bayram/ZEHRA BOYRAZ

 


Bu metin, depremde kaybettiğimiz üç kıymetli edebiyat adamı —Ahmet Doğan İlbey, Ferhat Ağca ve Fazlı Bayram— hakkında, onların dostu Memduh Atalay ile 04.01.2025 tarihinde yapılan bir telefon görüşmesine dayanmaktadır. Tez çalışmamın ilk safhalarında gerçekleştirdiğim bu görüşme, belirli bir soru-cevap kurgusundan ziyade, samimi bir hatırlayış ve paylaşım atmosferinde cereyan etmiştir. Görüşme esnasında Atalay’a şu temel soruyu yönelttim:

Ahmet Doğan İlbey’le tanışıklığınızdan başlayarak, onunla ve diğer dostlarınızla ilgili neler söylersiniz?”

Bu soru vesilesiyle, Memduh Atalay bir hatıralar penceresi araladı; Ahmet Doğan İlbey’i, Ferhat Ağca ve Fazlı Bayram’ı kendi dostluk hafızasından süzerek anlattı.

Tezimin daha sonraki aşamalarında, belirli sorular eşliğinde yapılan sistemli röportajlar gerçekleştirdim. Ancak bu görüşme, hem zaman itibarıyla daha önceye dayanması hem de doğallığı sebebiyle ayrı bir anlam taşımaktadır. Bu sebeple, onu röportaj başlığıyla değil, bir dostluk anlatısı ya da tanıklık metni olarak değerlendirmeyi daha uygun buluyorum.

Zehra BOYRAZ

1990 yılında Maraş’a tayinim çıktığında, üniversite yıllarımda –siz de bilirsiniz ki– edebiyat, tarih, psikoloji, felsefe okuyanların ister istemez bir düşünceyle, grupla, mefkûreyle bir ilgisi olur. Maraşlı birisi, coğrafi melekeler sebebiyle, Antepli ve Kayserili birine göre doğal olarak tarihe, fikre, ideolojiye daha yatkın bir yol tutar. Çünkü bu coğrafya buna elverişlidir.

Ben de şehrimin ve branşımın melekesiyle Maraş’a geldim ve doğal olarak kendime bir zemin aramaya başladım. O dönem edebî camiada Dolunay dergisi vardı. Dergiyi Bahaeddin Abi çıkarıyordu; yazarları arasında ise Ahmet Doğan İlbey bulunuyordu. Bunun dışında, bizim üniversitemizden mezun olduğu için öncesinden tanıdığım Mehmet Narlı ile de irtibatım vardı. O sıralar Mehmet Narlı’nın iki şiir kitabı çıkmıştı; “Çiçekler Üşümesin” ya da “Çiçekler Satılmasın” gibi bir adı vardı. Hatta bir mısrası hâlâ aklımdadır:

“Çiçeğimi ver, dul Ayşe’nin öksüz kızına vereceğim...

Mehmet Narlı bana, “Senin şiir kitabını Hasan Ejderha’ya verdim. Seni çok merak ediyorlardı, gel tanıştırayım,” dedi. Böylece 1990 yılının Kasım ayında, Ahmet Abi’yle tanışmış oldum. Aynı zamanda Ali Yurtgezen Hocamla, Bahaeddin Abi’yle ve Hasan Ejderha’yla da tanıştım.

Bunun dışında Fazlı Bayram, İmam Hatip Lisesinde benim öğrencimdi. Alperen Ocaklarında yetiştirdiğimiz bir gençti. Fazlı benim ideolojik ürünümdür. Bir şiirinde diyordu ya:

“Memduh Atalay benim babam,

Rüzgârı üstünde eriten adam...”

Allah rahmet eylesin.

Ferhat Ağca, Hasan Keklikçi, Cüneyt Cesur gibi isimlerle de, şimdi “Yazarlar birliği” ya da “Dükkan” diye tabir edilen o zeminde birlikte olduk. Bu ilişki hiç kopmadı. Son on yılda Dükkân’a gidiş gelişlerim seyrekleşti ama bağ hiç kesilmedi.

Ahmet Abi benim annem gibi bir şeydi. Hatta anamla tanıştırdım ben Ahmet Abiyi. Annem Maraş’a gelmişti, ben Sivaslıyım biliyorsunuz. Bak dedim “benim buradaki annem bu”. Hakikaten ben şefkati anne boyutunda Ahmet Abi’de yaşadım.

Öylelikle 1990’da tanıştık. O benim hep Ahmet Abim oldu, ben de onun hep Memduh Beyiyim. Onun değişik bir Memduh Bey demesi vardı ve beni şöyle severdi:

“Sivas’ın fikirli soğuğu”

Ahmet abi herkese bir isim verirdi bana verdiği isim de buydu. Benim bir şiirim vardı:

“günde beş vakit şairim ben” diye.

Bunu çok dile getirirdi, bir de “Sivas’ın fikirli soğuğu” derdi. Bu anlamda beni hep korudu sevdi. Yani hayatında hiç incinmediğin beş adam sayısı deseler, buna eşim de dahil, dostlarım da dahil, kardeşlerim de dahil, birinciyi Ahmet Abiyi sayarım. Yattığı toprak onu incitmesin, Allah ahirette buluştursun. İnşallah ruhu geldi bizi dinliyor.

Ahmet abi beni anne şefkati ile kucaklayan bir ağabeyimizdi. 1990’da başlayan ağabey-kardeşlik ilişkimiz 2023 depremine kadar devam etti. Allah nasip etti. Ahmet Abi’nin cenazesinin çıkmasında bulundum. Mübarek naaşını toprağa koyarken yanındaydım. Kucağımda taşıdım, yani şöyle söyleyeyim size, kuş gibiydi hiçbir ağırlık hissetmedim, hiçbir koku hissetmedim, hiçbir rahatsızlık hissetmedim. Allah mekanını cennet eylesin, Ahirette buluştursun inşallah…

Ahmet Abi’nin şöyle bir özelliği vardı: Mesela diyelim sizin benimle bir irtibatınız var, nasıl bir irtibat olsun, örneğin, siz benim bir şiirimi yorumladınız. Sizi severken şöyle sever, aynı zamanda beni de sever,

“Bu Memduh Bey’in şiirini yorumlayan Zehramız.”

Yani tabi benim arkadaşlarımı severken öyle severdi mesela. Ben dışardan birilerini götürdüğüm zaman, tabii onlara öncesinde Ahmet Abi’den bahsetmişimdir, Ahmet Abi onu severken aynı zamanda beni de sever, yani

“Ha bu Zehra evet Memduh Bey’in şiirini yorumlayan Zehra” gibi..

Ahmet Abi’de şöyle bir şey var, tabii bu dikkatimizden kaçmamıştır. Türkiye’de sanat ya da fikir zemininde olup “Abi” olan çok azdır, bunlardan en hakkıyla layık olan Sezai Abi’dir, Sezai Karakoç’tur. Sonrası Yedi Güzel Adam’dan Nuri Pakdil’dir, Bahaeddin Karakoç’tur ve Ahmet Abi’dir. Fethi Gemuhluoğlu’dur bunların pîrî bu arada. Allah rahmet eylesin. Dostluk üzerine en güzel yazıyı yazan adamdır ve şöyle de bir sözü var bilirsiniz:

“Dost o dur ki, göze hissettirmeden gözyaşını silendir.”

 Ali Yurtgezen Hocaya, Ali Abi denilmez mesela. Muzaffer Gözükara Hocaya, Muzaffer Abi denilmez. Savaş Kıyak Hocaya, Savaş Abi denilmez. Ali Hoca, Muzaffer Hoca, Savaş Hoca olur. Ahmet Abi, ağabeydi. Yani emsallerinin de abisiydi, kendilerinden küçüklerinin de abisiydi. Böyle enteresan bir çelebi tarafı vardı.

Hatta şöyle bir hatıramız oldu: Biz Bilge’yle beraber Beyza Koleji’nde çalışıyoruz. Tabi Ahmet Abi onun babası, benim annem gibi bir pozisyonda olunca, biraz herhalde laubali davrandım Bilge’ye. Yani böyle kadın-erkek sınırı gibi değil de, kardeş gibi ya da evladımmış gibi. Din dersi hocamız da bunu biraz tuhaf karşılamış, bana şaşkınlıkla bakıyordu. Tabi ben de şimdi kimlik sahibi bir adamım, kendi kızları olan, gelinleri olan bir adamım. Yani hanımlarla daha ölçülü, daha edepli konuşmayı biliyorum tabii ki. Bilge’yle benim böyle nasıl diyeyim, laubaliliğimi hoş görmedi hoca, bana yakıştıramadı daha doğrusu. Allah rahmet eylesin çok sevdiğim bir hocaydı, mekânı cennet olsun. Ben de durumu fark ettim dedim ki:

“Hocam” dedim,

baktı bana, “Efendim” dedi.

“Hocam, bu hoca hanım var ya” dedim,

“Evet” dedi,

“Onun babası, benim annem oluyor” dedim.

“Nasıl ya” dedi.

Çok temiz bir adamdı, çok güzel bir insandı Allah rahmet eylesin. Hoca, “nasıl yani” dedi, “şefkat bakımından hocam” dedim ondan sonra. Sonrasında en son görüşmemiz depremden 15 gün önce idi Ahmet Abi ile.

Ferhat’la beraber biz aynı odayı paylaşıyorduk. Daha doğrusu Orman Fakültesinde bir odam vardı ama TÖMER’de derse girdiğim için Ferhat’ın odası da oradaydı, beraber çay kahve içiyor, sigara içiyor, dertleşiyorduk… Tabi ben bu arada Ferhat’ı evlendirme derdine düştüm. O konuda bir anekdot aktarayım.

Artık bir öğrencime Ferhat’ı almayı düşünüyorum. Ona talip olanlar var, Ahmet Abi’ye dönüp dedim ki:

“Abi, bu Ferhat’ı sana şikayet ediyorum. Kıza demiş ki: ‘Teşekkür ederim, siz çok iyi bir insansınız ama benden daha iyilerine layıksınız.’ ”

Dedim ki:

“Yahu ben 54 yaşındayım, altı çocuk babasıyım. Bir kadın gelse, dese ki ‘Memduh Bey ben size aşığım, sizinle evlenmek istiyorum,’ ben ona yok diyemem. Bu Ferhat öküz kalpli!”

Ahmet Abi gülümseyerek, her zamanki nezaketiyle,

“Yaa öyle demeyelim Memduh Beyciğim…” derdi.

Yine anlattım:

“Abi, bu kız doktora yapmış, eli yüzü düzgün, hanımefendi, tesettürlü, zarif bir kız. Gelmiş diyor ki ‘Ben seninle evlenmek istiyorum’, Ferhat ise susuyor. Abi bu Ferhat öküz kalpli!”

Ben böyle deyince Ahmet Abi,

“Yav Memduh Bey… Lütfen öyle demeyelim Memduh Bey…”

derdi.

Ferhat’ı çok severdi, Ferhat onun tercümanıydı. Aralarında özel bir bağ vardı. Bizim de Ferhat’la gerçekten samimi bir ağabey-kardeş ilişkimiz vardı.

Bir gün Ferhat’a dedim ki:

“Sana bir talebemi alacağım.”

İlahiyatta derse girdiğim bir öğrencimdi; kumaşı temiz, belagati yerinde, muhakemesi güçlü bir kız. Hatta bir sözü vardı hiç unutmam:

“Kirpiğim kaşıma değmiyor ama çok güzel yemek yaparım.”

Çok hanım bir kızdı, bahtı açık olsun, sizin de onun da inşallah. Dedim ki:

“Ferhat, sana bu kızı alacağım, bu iş böyle olmaz.”

Ablası birini buluyor mesela konuşuyor, hemen ilk celsede eliyordu Ferhat.

“Hocam bak, ben onunla sohbet arkadaşı olabilirim, ama eş olamam diyordu.”

Ben de ona kızıyordum,

“Sen öküz kalplisin, böyle bir şey olur mu bir kadına nasıl yok dersin!”

Demek ki arkada ağlayacak birini bırakmak istemiyormuş. Kader öyle tecelli etti. Mekânı cennet olsun inşallah. O hakiki bir dervişti, yani hakikaten Allah dostu bir adamdı Ferhat.

Ben ona, darda kaldığım zamanlarda diyordum ki:

“Ferhat’ım bir dua et çok müşkül bir durumdayım” diyordum.

Çok gördüm Ferhat’ın duasından sonra müşküllerimin çözüldüğünü. Allah mekanını cennet eylesin. İyi bir dervişti, iyi bir sofiydi, tasavvufa çok yatkındı. Ud çalardı, çiçeklerle konuşurdu, böceklerle konuşurdu. Değişik bir adamdı, çok güzel bir adamdı.

Fazlı da, o benim gara başkanımdı. Ben ona “Gara başkan” derdim. Onunla da tabi, hem Alperen Ocaklarında beraber olduk hem İmam Hatip’ten öğrencimdi. Allah mekanlarını cennet eylesin.

Ahmet Abi ile ilgili söyleyeceğim şey şu: “Yerli aydın” tabirini hak eden bir adamdı. Yani bu coğrafyayı, haritadan tanıyanlardan, Yeşilçam filmlerinden bilen bir insan değildi. Bizim Anadolu insanımızın iki cephesi vardır bilirsiniz: Birinci kısmı çok güzeldir, her sokak başına bir cami konduran cömertliği vardır. İkinci kısmı ise hacdan kıyma makinası getiren bir kabalığı vardır. Dolayısıyla Ahmet Abi her iki tarafı, Anadolu insanını ölçen biçen biriydi. Kent soylu bir adamdı, aslı köylüydü ama medeni bir insandı. Asla kaba söz kullanmazdı, asla incitmezdi. Siz ona mutlaka abi ya da bey demek zorunda kalırdınız. Onun o nezaketli hali, karşısındakini terbiye ederdi.


DİŞ AĞRISI VE ÖLÜM KORKUSU/ Teyfik KARADAŞ



Çocuk iken şekerli gıdaların hepsini de çok severdim. (Şimdide çok seviyorum ama şekerim sınırda olduğu için karnım doyasıya yiyemiyorum.) Annem, babam dedem, ninem, amcam, dayım veya başka bir insan bana yirmi beş kuruş, elli kuruş ya da bir lira gibi küçük bir harçlık verdiğinde hemen Bakkal Muzaffer’in dükkanına koşardım. Cebimdeki paranın miktarına göre; yirmi beş kuruşum varsa nohutlu şeker, elli kuruşum varsa pijamalı şeker, bir liram varsa kağıtlı şeker alırdım. Bakkal Muzaffer aldığım şekeri terazinin kefesinde tarttıktan sonra, bükerek huni şekline getirdiği gazete kağıdının içine koyarak, elime verirdi. Şekerin bir miktarını yanımdaki arkadaşıma verirdim. Bana kalan kısmını ise bakkaldan eve varıncaya yer bitirirdim. Kağıtlı şeker aldığım gün şekerin dışından çıkan jelatinleri ve bakkalın kese kâğıdı yaptığı gazete parçasını yolun kenarına rast gele atardım. O yıllarda ne bende ne de köyümüzde yaşayan diğer insanlarında çevre temizliği konusunda bilinç yoktu. Her evin önünde bir çöplük olurdu. Ahırda beslenen hayvanların gübresi dahil evin bütün pislikleri bu çöplüğe atılırdı. Köyümüzün dünyada emsali olmayan güzel doğasını kendi ellerimizle kirletmek için adeta yarış ederdik.

 Şeker alıp yediğim gün dünyanın en mutlu insanı ben olurdum. En az milli piyangodan büyük ikramiye çıkmış bir insan kadar sevinirdim. Parasızlık nedeniyle şeker alamadığım günler Bakkal Muzafferin dükkanının önünden geçmemeye özen gösterirdim. Çünkü bakkalın vitrinindeki cam kavanozların içindeki şekerleri gördüğüm zaman iştahım kabarır, canım şeker yemek isterdi. Param olmadığından şeker alamadığım içinde çok üzülürdüm. Üzülmemek için Bakkal Muzafferin dükkanının önünden geçmek yerine değirmen yolunu dolanırdım.

Elime beş lira on lira gibi büyük para geçtiği zaman şeker yerine iki yüz eli gram cevizli sucuk alırdım. İki yüz elli gam şekerli sucuğu yiyip üzerinden bir tas soğuk su içtiğim zaman dünyalar benim olurdu. Kendimi Zaloğlu Rüstem kadar güçlü hissederdim . Bakkalda şeker sucuğu yoksa biraz gül lokumu biraz kremalı bisküvi alıp, yiyerek nefsimi körlerdim. Lokumdan şekerli sucuk kadar haz etmezdim.

Haftada bir köyümüze kıvrım tatlı satan seyyar satıcılar gelirdi. Tatlıcılar tatlıyı paranın yanı sıra arpayla, buğdayla ve hurdayla satarlardı. Ben bu tatlıcılardan parayla veya hurdayla mutlaka ve mutlaka bir miktar kıvrım tatlı alırdım. Aldığım kıvrım tatlıyı yerken yaşadığım sevinci anlatmak için kelime bulamıyorum.

Okuldan öğle arası eve gittiğimizde öğle yemeğini yufka ekmek ile pekmez ve yoğurt yiyerek geçiştirirdik. Ben kabarcık üzümünden yapılmış doğal pekmezi kaşıkla içerdim. Bu nedenle kışın en soğuk günlerinde bile üşümezdim. Yaz tatilinde dağlara hayvan otlatmaya gittiğimde annem azığıma helva veya şekerli tereyağı dürümü koyardı. Günde üç öğün yediğim yemeğin mutlaka bir öğününde şekerli yiyecek bulunurdu.

İlkokulda okuduğum zaman öğrencilere beslenme saatinde haftada bir gün zeytin, bir gün peynir, bir gün üzüm, bir gün fındık ve bir günde helva dağıtılırdı. Helvanın, peynirin ve zeytinin dağıtıldığı günler okula küçük bir softa bezinin içinde sulanmış bir adet yufka ekmek götürürdük. Diğer yiyecekleri pek umursamazdım ama helvanın dağıtılacağı günü iple çekerdim. Helvanın dağıtılacağı gün okul müdürümüz Mehmet Öğretmen bir elinde bir kova helva, diğer elinde kahve fincanı büyüklüğünde bir ölçek ile sınıfa girerdi. Biz Mehmet Öğretmeni görür görmez çantamızın içindeki sofra bezine sarılı yufka ekmeğimizi nizami şekilde çantamızdan çıkartır, masamızın üstüne önce sofra bezini, sonrada sofra bezinin üzerine yufka ekmeğimizi katlayarak ütülenmiş bir mendil gibi sererdik. Mehmet öğretmen öğrencilerin önündeki yufka ekmeğin üzerine elindeki ölçekle birer ölçek helva koyardı. Sıra bana geldiği zaman, önce bir ölçek helvayı verir, sonra seninki az oldu her hal der, bir ölçek daha helva verirdi. Ben iki ölçek helvayı bir yufka ekmeğin arasına dürüm eder ısıraraktan zevk ile yerdim. Mehmet Öğretmen bana fazladan verdiği bir ölçek helva yerine bir cumhuriyet altını verse helva yediğim kadar mutlu olamazdım herhalde diye düşünüyorum şimdi. Benim yaşadığım bu sevinci dünyada çok az sayıda insan yaşamıştır diye tahmin ediyorum. Helvayı yerken sadece yüzüm değil, gözlerimin içi dahi gülerdi. Aradan yarım asır geçtiği halde yaşadığım o mutlu günleri daha dün gibi hatırlıyorum. O günkü halime bazen ağlıyor, bazen de kahkaha atarak gülüyorum.

Bizim köyde nişan merasimlerinde tatlı yerine helva ikram edilirdi o zamanlar. Helva yemek için köydeki bütün nişan merasimlerine eksiksiz olarak giderdim. Nişan merasimlerinde karnım iyice doyuncaya kadar helva yerdim. Nişan merasiminde bana helva az verilirse ilkokul öğretmenim Ömer Telli görevli kişilere hemen müdahale ederdi.

Ben çocuk iken babamın üç beş kara kovan arısı vardı. Bu nedenle soframızdan bal eksik olmazdı. Köyümüzde elma, ayva, vişne gibi meyve yetiştiği halde kadınlar bu meyvelerden reçel yapmasını bilmezdi. Reçelde helva gibi yiyecekler şehirden satın alınırdı. Kahvaltıda helva, bal veya reçel gibi şekerli yiyecek bulunmazsa annemin başına kıyameti kopartırdım. Evde niza çıkartır, sonrada ağlayarak dedemin evine giderdim. Ninem helvayı, reçeli balı önüme tabak tabak doldururdu.

Orta okula giderken annem çocuk soğuktan üşümesin diye kumanyama bastık, pestil, kuru üzüm gibi yiyecekler koyardı.

Orta okulu bitirinceye kadar çok fazla şekerli gıda tükettim. Şekerli gıda tükettim ama diş macunu, diş fırçası veya başka diş temizliği malzemeleriyle liseye başlayıncaya kadar tanışamadım. O zamanlar bizim köyde diş macunu, diş fırçası gibi malzemeler ne kullanılır ne de satılırdı. Bazı yaşlı amcalar abdest alırken dişlerini misvak ile fırçalarlardı. Ben o zaman misvakı ancak yaşlılar kullanabilir sanırdım.

Liseye başladığımızda şehrin yerlisi olan öğrencilerin dişlerinin pırırı pırıl tertemiz olduğunu görünce bende bir eksiklik olduğunu fark ettim. Utanaraktan arkadaşım İsmail’den diş temizliği konusunu sordum. İsmail günde en az iki kere dişlerin fırçalanarak temizlenmesi gerektiğini bana öce anlattı, sonra çantasından çıkarttığı diş fırçası ve diş macunuyla okulun lavabosunda uygulamalı olarak gösterdi. İsmail’e diş temizliğini nasıl yaptıklarını sorduğumda yaşadığım mahcubiyeti hala unutamıyorum. İsmail varlıklı ve engin gönüllü bir insandı. Bana diş macunun diş fırçasının üzerine nasıl konacağından tutta, dişin nasıl fırçalanacağına kadar olan her şeyi baştan sona kadar anlattı. Aynı gün eczaneden bir diş macunu ile bir diş fırçası aldım. Eve gittiğimde dişlerimi defalarca fırçaladım. Fırçalama sonunda dişlerim pırı pırıl olmasa bile önceki haline göre bayağı temiz ve güzel hale geldi.

Arkadaşım Ahmet Said’in babası Ali Amca diş teknisyeniymiş. Ahmet Said beni bir gün babasının iş yerine götürdü. Ali Amca bana diş taşı temizliği yaptı. Dişlerimin arasından çıkan kirli parçaları görünce nasıl utandığımı anlatamam. Liseye başladıktan sonra hem diş temizliği konusunda dikkati olmaya hem de şekerli gıdaları az tüketmeye gayret gösterdim ama nafile. Çocuk iken sınırsız olarak yediğim şekerli gıdaların olumsuz etkisinden bir türlü kurtulamadım. Genç yaşta dişlerim çürümeye başladı. O yıllarda ülkemizde diş hekimi sayısı yetersizdi. Diş tedavisi olmak oldukça zordu. Dişlerim yirmi yaşında çürümeye başladı. İlaç ve dolgu ile yirmi beş yaşına kadar idare ettim. Yirmi beş yaşına geldiğimde dişlerimi birer ikişer çektirmeye başladım. Dişlerim çekilirken yaşadığım acıyı yaşamayan insanlar benim halimi anlayamaz. Her dişimi çektirdiğimde ayrı bir sıkıntı farklı bir acı yaşadım. Çocuk yaşta yediğim şekerlerin olumsuz manadaki etkisini on yıl sonra görmeye başladım. Dişlerim çürümeye başladıktan sonra diş tedavisi konusunda her şeyi yaptım ama tavşan yamaca geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı…

Şimdi sizlere diş çekimi sonrası yaşamış olduğum önemli bir sıkıntıyla ilgili güzel bir hatıramı anlatarak konuyu bitirmek istiyorum.

O zaman Adıyaman ilinin Gölbaşı ilçesine bağlı Belören beldesinde bulunan Belören ilköğretim Okulunda müdür yardımcısı olarak görev yapıyordum. Yirmi beş yaşındaydım ve bekardım. Beldede belediyeye ait dört katlı ve sekiz daireden müteşekkil bir lojman vardı. Ben bu lojmanın dördündü katındaki dairenin birinde tek başıma yaşıyordum.

Bir cumartesi sabahı şiddeti bir diş ağrısıyla uyandım. Belören’den Gölbaşı’na yolcu taşıyan ilk minibüsle ilçeye gittim. Minibüsten iner inmez Diş Hekimi Osman Bey’in muayenehanesine vardım. Osman Bey ivedi olarak dişlerimin filmini çekti. Filmi inceleyerek sağ alt çenemdeki azı dişlerimin çürüdüğünü tespit etti. Çürüyen dişlerimdeki iltihabın kuruması için antibiyotik ve ağrı kesici ilaçlardan oluşan bir reçete yazdı. Ben eczaneden ilaçları alarak Belören’e döndüm.

Bir hafta süresince ilaçları kullandım. İlaç tedavim tamamlanınca dişimi çektirmek için Gölbaşı’na yeniden gittim. Çekimden sonra yemek yiyemeyeceğimi bildiğim için Kardeşler Lokantasında karnımı iyice doyurdum. Çayımı içtim. Osman Bey’in muayenehanesine vardım. Osman Bey iğneyle ağzımı uyuşturduktan sonra başladı dişimi çekmeye. Serde pehlivanlık var. Dişimin kökü çok derinde olduğu için Osman Bey dişimi çekerken bayağı bir zorlandı. Kan ter içinde kaldı. Kazmayla kürekle ulu bir ağacın kökünü sökse o kadar yorulmazdı herhalde. Osman Bey yoruldu ama bende de ağrıdan, acıdan insanlık hali kalmadı. Ağzımın içi heyelan görmüş arazi gibi param parça oldu. Çektiği dişlerin yerine tampon yaptı ama kanama durmadı. Yaptığı tampon beş dakika içinde kana bulandı. Tamponu değiştirdi. İki saat bir şey yiyip içmememi tembih etti. Ben teşekkür ettikten sonra Osman Bey’in muayenehanesinden ayrılarak Belören’e gittim.

Kocaman bir lojmanda tek başıma yaşadığım için çektiğim acıyı kimseyle paylaşamadım. Boynu bükük kimsesiz bir çocuk gibi kanepeye oturup televizyon izlemeye başladım. Çektiğim acı hafiften azalmaya başlasa da ağzımdaki kanama bir türü durmuyordu. Ben ağzımdaki kanı tükürmek için on dakikada bir lavaboya koşuyordum. Yanımda çektiğim acıyı paylaşacak kimse yoktu. Gurbet elde böyle bir acıya duçar olmak beni derinden derine üzüyordu. Annem yanımda olsa beni teskin ederdi. Babam yanımda olsa beni yeniden doktora götürürdü gibi binlerce düşünce dolanıyordu zihnimde. Bu moral bozukluğu ile diş ağrısı birleşince harap ve bitap düşmüş olmalıyım ki saat altı civarında televizyonu bile kapatmadan koltuğun üzerine uyumuşum. Aklım başımdan gitmiş.

Saat sekiz civarında boğulacak vaziyette, irkilerekten uyandım. Uyandığımda ağzımın içi kan dolmuş, nefes alamayacak durumdaydım. Can havliyle lavaboya koştum. Kanları tükürdüm. Ağzımı yıkadım. Tekrar odaya geldiğimde yattığım yastığın al kana boyandığını görünce sağlığımdan endişe etmeye başladım. Zihnimde hastaneye gitme fikri oluştu. Acele olarak elbiselerimi giydim. Elbiselerimi giyer giymez yorgun bir mermi edasıyla evimin kapısından dışarı fırladım.

Oturduğum lojmanın üçüncü katındaki dairelerde Adnan Menderes Kurtbeyoğlu ve Ahmet Umutlu isimli öğretmen arkadaşlar oturuyorlardı. Bu arkadaşların ikisiyle de muhabbetim çok iyiydi. Aynı okulda çalışıyorduk. Adnan Beyin eşi Mesude Hanım üniversiteden okul arkadaşımdı. Ahmet Bey, Ahmet Bey’in eşi Aynur Hanım ve Adnan Beyde üniversiteyi benden önce benim mezun okulda okumuş, aynı hocaların rahleyi tedrisatından geçmiş insanlardı. Mesude Hanım iled e ben aynı dönemdik. Beşimiz bir araya geldiğimiz zaman üniversite muhabbetine başlar ortalığı kaynatırdık. Okuldaki diğer öğretmenler bizim muhabbetimizi kıskanırlardı. Bu arkadaşlarla olan dostluğuma güvenerek sağ elimi Ahmet Umutlunun evinin ziline, sol elimi Adnan Abinin evinin ziline koyarak çalmaya başladım. İkisi de aynı anda açtı kapıyı. Ben “Ölüyorum kurtarın beni” diye bağırmaya başladım. Adnan Bey “Hayrola Pehlivan. Neyin var” diye sordu. Ben “Diş çektirdim. Sekiz saat oldu. Kanama durmuyor. Beni hastaneye yetiştirin” diyerek ağlamaya başladım. Ahmet Bey daha atak davranıp üzerini giydiği gibi çıktı dışarı. On saniye sonra Adnan Beyde çıktı. Merdivenleri üçer basamak atlayarak kendimizi attık dışarı.

Ahmet Bey arabasının kapısını hızlıca açarak oturdu şoför koltuğuna. Adnan Bey de ön koltuğa oturunca bana arka koltuğa oturmak kaldı. Ahmet Bey bir hamlede çalıştırdı emektar düldülü. Hasta taşıdığı bilinsin diye yaktı dörtlüleri. Gölbaşı istikametine hareket etti.

Adnan Bey ile Ahmet Bey diş ağrısı üzerine sohbet etmeye başladılar. Ben de konuşma mecalim olmadığı için onların muhabbetini dinliyordum. Yol engebeli ve virajlı olunca Ahmet Bey’in aşırı hız yapma şansı yoktu. Arabamız normal seyrinde devam ediyordu. Ben dişimdeki ağrıdan hem korkuyor hem de gurbette olduğum için yalnızlığıma üzülüyordum. Kan kaybından dolayı tansiyonumun düştüğünü hisseder gibi oldum. Bu rahatsız haleti ruhi ye içinde beynimde onlarca soru dolaşıyordu. Kanama durmadığı takdirde beni Gaziantep’e mi gönderecekler, Adıyaman’a mı gönderecekler, yoksa serum takıp Gölbaşı Devlet Hastanesine mi yatıracaklar gibi sorular kafamı meşgul ediyordu.

Ben zihnimde böyle olumsuzluklarla mücadele ederken Ahmet Bey bana “Pehlivan yanlış anlama ama Çorum’da bizim akrabalardan biri diş kanamasından öldü” demesin mi? Ben bu sözü duyunca üzerime sanki Ağrı Dağı devrildi. Ben milyonlarca ton toprağın altında kaldım. O ana kadar bozuk olan moralim o anda sıfırın altına düştü. Hava serindi ama ben soğuk soğuk terlemeye başladım. Sırtımdan akan terler ceketimden dışarı çıkıyordu. Ben tedavi olmak için değil de ölmek için gidiyordum sanki Gölbaşı’na. Terörün en yoğun olduğu dönemde Erciş’te görev yaptım. Erciş’te görev yaparken birkaç kez büyük tehlike atlamama rağmen ölümden bu kadar korkmamıştım. Ahmet Bey’den duyduğum akrabasının diş ağrısından ölme haberi beni çok fazla etkiledi. O andaki psikolojik durumumu size anlatmakta zorluk çekiyorum.

Ben nerden gittiğimizin, nasıl gittiğimizin farkında değildim. Gölbaşı Devlet Hastanesine vardığımızı arabanın durmasından anladım. Arka sağ kapıyı açarak arabadan ok gibi dışarı fırladım. Koşar adımlarla acil doktorunun odasına girdim. Doktor bey masasında oturmuş muayene etmiş olduğu bir hastaya reçete yazıyordu. Doktora “Doktor Bey benim dişim kanıyor. Ya bu kanamayı durdur. Ya da hastaneye diş hekimi çağır. Kanamayı o durdursun” dedim. Nöbetçi doktor “Hocam bu hastanede bugüne kadar acil bir vaka için diş hekimi çağrılmadı. Benimde kanamayı durduracak ilacım yok” dedi. Ben “Doktor Bey o zaman bugün hastaneye diş hekimi çağıracaksınız” dedim. Doktor Bey “Çağıramam” deyince Doktor ile aramızdaki tartışma şirazeden çıkmaya başladı. Ben doktora, doktor bana yüksek sesle bağırmaya başladık. Nöbetçi memur bana “Hocam sakin ol. Seni telefon edip diş hekimi ile görüştüreyim” dedi. Bu arada Ahmet Bey ile Adnan Bey beni sakinleştirmek istiyorlar ama bir türlü zapt edemiyorlardı. Hastanede bulunan acil hastalar, ambulans şoförleri, hemşireler, hata bakıcılar koridorda toplanmış doktor ile benim münaşakamı seyir ediyorlardı. Benim gibi eğitimli bir insanın böyle bir tartışmanın içine girmesi doğru değildi ama bir kere olan olmuştu artık. Allah razı olsun nöbetçi doktordan. Benim o kadar tehdidime, bağırmama, çağırmama rağmen hastaneye polis çağırmadı. Orada bulunan bazı insanların devre girmesiyle olay daha fazla büyümeden sulh olduk.

Doktor ile sulh olduktan sonra nöbetçi memur beni kendi odasına götürdü. Telefon ederek beni diş hekimi Mustafa Pektaş Bey’le görüştürdü. Mustafa Bey bana bir hap ismi verdi. Eczaneden alıp kullandığımda kanamanın duracağını söyledi. Mustafa Bey’den ilacın adını öğrenince azda olsa psikolojik men rahatladım.

Hastaneden çıkarken tansiyonumun düşmesi nedeniyle nöbetçi eczanenin adını dahi yanlış okumuşum. Nehir Eczanesi nöbetçiymiş. Ben Zehir Eczanesi olarak okumuşum. Arabaya binince Ahmet Bey’e “Abi Zehir Eczanesine kadar sür” dedim. Ahmet Bey yüksek sesle kahkaha atarak “Pehlivan nöbetçi eczane Zehir Eczanesi değil, Nehir Eczanesi” dedi. Hastaneden çıktıktan üç dakika sonra nöbetçi eczaneye vardık.

Gölbaşı küçük bir yer olduğu için Nehir Eczanesinin sahibini, çalışanlarını tanıyorduk. Benim dişimde kanama olduğunu öğrenen eczane kalfası bana” Hocam diş hekiminin söylediği hapın iğnesi de var. İğneden bir ampul kırıp pamuğa dökerek yarana basarsam kanama kesilir” dedi. Benimle konuşması biter bitmez bir ampul iğneyi kırıp pamuğa dökerek kanayan yere bastı. İki dakika sonra kanama bıçakla kesmişçesine kendiliğinden durdu.

 Kanama kesilince birdenbire moralim düzeldi. Gözümün önü ışıdı. Anamdan dünyaya yeni doğmuş gibi oldum. Gölbaşı’n dan Belören’e gidinceye kadar hastanede kopardığım fırtınaya, diş kanaması yüzünden yaşadığım korkuya Ahmet Bey ve Adnan Bey ile birlikte kahkahalar atarak bende güldüm.

Dünyaya yeniden gelecek olsam; şeker ile aramı açarım. Dişlerime bakarım ve sağlıklı bir şekilde yaşarım.