“İyi insan” hemen hepimizin
dilinde bir övgü nitelemesidir. Çevremizde iyi insanlar olsun, çocuklarımız iyi
birer insan olarak yetişsin isteriz. Peki kimdir iyi insan? Neye göre, kime
göre iyidir? İyi olabilmenin ölçüsü nedir?
İtiraf edelim ki, “iyi insan”
ifadesini çok kullanıyor olsak da üzerinde çok durup düşündüğümüz söylenemez.
Çoğunluk, genellikle kendisine yardımı dokunan, kibar ve saygılı birine iyi
insan der ve iyi kavramını şahsî fayda ve ölçüleriyle belirlediğinin farkında
olmaz. Oysa bizim iyi insan saydığımız birini bir başkası böyle görmeyebilir.
Mesela çok açık sözlü olmayı, tartışmacı bir üslubu benimsemeyi meziyet kabul
edip kişinin dürüstlüğüne yormak da mümkün, kusur kabul edip nezaketsizliğine
vermek de… Şu halde iyiyi “beğenilen vasıflarda olan” şeklinde tanımlayıp
beğeniyi insanların kişisel yaklaşımına bıraktığımız müddetçe, “iyi” ve “iyi
insan” kavramlarını doğru bir şekilde tanımlamamız mümkün değil. İyiyi
tanımlamak için “hayırlı, faydalı, güzel” karşılıklarını vermemiz de meseleyi çözmez.
Aynı davranış için birine “dürüstlük”, diğerine “kabalık” dedirten bir
keyfîlik, hiç şüphesiz bu kavramlara da kendince anlamlar yükleyecektir. Kaldı
ki belli davranışların iyiliği hususunda ittifak olsa bile, bu birkaç iyi
davranışın kişileri her bakımdan iyi insan sınıfına dahil etmeyeceği açıktır.
Kısacası beşerî ölçülerle, hakim
zihniyetin veya zamanenin sürekli değişen anlayışıyla iyiye ve iyi insana ortak
bir tarif getirmek imkansız. Öyleyse başkaları nasıl düşünürse düşünsün, bizler
müslüman olarak, hem iyi hem de iyi insan tasavvurumuzu dinimizin ölçülerine
göre inşa etmek mecburiyetindeyiz.
Önce müslüman olmak
İslâm’a göre iyi insan
olabilmenin itikat, ibadet, ahlâk ve muamelâtla ilgili şartları var. Ama ön
şart müslüman olmaktır. Müslümanlık iyi insanlar zümresine katılmak için
girilmesi gereken kapının anahtarıdır. Müslüman olmak iyi insan olmanın ön
şartıdır, ancak yeter şartı değildir. “Ben müslümanım” diyen birisi iyi insan
olma imkanını yakalamıştır sadece. Bundan sonra alınması gereken yolu kat
etmedikçe, yani müslümanlığının icaplarını yerine getirmedikçe iyi insan
sıfatını hak edemez. Nitekim müslüman olduğunu söyleyen herkesin iyi insan diye
nitelendirilemediği acı ama gerçektir.
Musallâdaki cenazeler için hoca
efendilerin “Merhumu nasıl bilirsiniz?” sualine karşı, tabi ki öleni tanımak
şartıyla, hem bir dua hem de hüsnü zan ifadesi olarak “İyi biliriz.” derken
sarf ettiğimiz “iyi” lafzı ile ölen kişinin “müslümanlığı” kastedilir. Zira
“Nasıl bilirsiniz?” suali zannedildiği gibi ölen kişinin ahlâken sorgulanmasına
davet değildir. “Onun müslüman olduğuna şahadet eder misiniz?”
demektir.
Başkalarının hüsnü zannını bir
yana bırakıp, gerçekten iyi insan olabilmek için müslüman olduktan sonra neler
yapılması gerekir? Bu konuya geçmeden önce akıllara takılabilecek bir soruya
yeri gelmişken cevap arayalım. Müslüman olmak iyi insan olmanın ön şartı ise
başka dinlerin mensupları veya inançsız kimseler arasında bizim de iyi kabul
ettiğimiz davranışlar sergileyenlere “iyi insan” diyemez miyiz? Belki biz
diyebiliriz ama Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette iyilikler, yani ahlâk ölçüleri,
hasenat veya salih ameller, iyi insan olmanın gerekleri olarak sayılırken, her
zaman en başta “iman etmek” şartı zikredilir.
Bu neden böyledir, meselenin
başka incelikleri var mıdır? Bu soruları “gerçek iyi”yi en kapsamlı biçimde
tarif eden Bakara suresi 177. ayetinin ışığında cevaplayıp anlamaya
çalışalım.
İyilikler imanın tezahürüdür
O ayette şöyle buyuruluyor:
“Yüzlerinizi doğuya ya da batıya çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik,
(insanı gerçek iyiliğe ulaştıran tutum ve davranışlar);
• Allah’a, ahiret gününe,
meleklere, (Allah’ın indirdiği) kitaplara ve peygamberlere iman etmek;
• Mala duyulan sevgiye rağmen onu
akrabalar, yetimler, düşkünler, yolda kalmışlar, (ihtiyacından dolayı)
isteyenler ve (özgürlüklerine kavuşsun diye) köleler için harcamak;
• Namazı dosdoğru kılmak,
• Zekâtı vermek,
• Verilen sözü tutmak;
• Zorda, darda ve savaşın
kızıştığı zamanlarda sabretmektir.
İşte (ancak böyle davrananlar)
takva sahibi ve sâdık olanlardır.”
Dikkat edilirse ayet-i kerimede
“birr” diye adlandırılan “gerçek iyilik” öncelikle iman esaslarına bağlanmış.
Ayet-i kerimede sayılan hayır, hasenat, ibadet ve salih ameller ise imanın dışa
yansımasıdır diyebiliriz. Dolayısıyla iman olmazsa, onun tezahürü de olmaz.
İmansızlığa rağmen iyi gibi görünen davranışlardan söz ediliyorsa, bunlar
muhtemelen nefsanî çıkarlarla ilgili bir takım hesapların yahut çevre
baskısının eseridir; samimiyetten yoksundur.İman diri bir kalbin fiili olduğuna
göre, imanı olmayanın kalbi yoktur ki samimiyeti olsun. Böylelerinin
iyiliklerini tamamıyla rol davranışlar saymayıp belki vicdanı yatıştırma çabası
olarak değerlendirmek gerektiği ileri sürülebilir. O takdirde de vicdan
rahatsızlığını bastırmaya çalışmak yerine o rahatsızlığın sebebini araştırmaya,
iman etmeye yönelmenin daha doğru bir tutum olacağı hatırlanmalıdır.
Esasen imansızlık bize bunca
nimeti bahşeden Cenab-ı Mevlâ’ya nankörlüktür. Her şeyimizi borçlu olduğumuz
Alemlerin Rabbi’ne şükretmeyi aklına bile getirmeyen birinin, sebebi ve maksadı
ne kadar masumane olursa olsun, beğenilen birkaç davranışından hareketle iyi
insan olduğuna hükmetmek insaflı bir yaklaşım mıdır?
İnsaniyet yetmiyor
Elbette müslüman olmadığı halde
hiçbir beşerî hesap ve beklentiye girmeden dürüst davranmaya, başkalarına
yardım etmeye çalışan; tavırlarında herhangi bir samimiyetsizlik alameti
görülmeyen son derece makul insanlar da olabilir. Bunlar, içinde bulundukları
ortama, yanlış inanç veya inançsızlıklarına rağmen fıtratlarını kısmen de olsa
muhafaza edebilen kimselerdir. İnsaniyet vasıflarını büsbütün yitirmedikleri
için böylelerinden zaman zaman iyilik ve güzellikler ortaya çıkabilir. Zira
“üns” manasıyla insan “iyi”dir, “ahsen-i takvîm”dir. Kötülüklerin çoğalmasından
yakınırken “insanlık kalmadı” demek, yahut iyiliğini takdir ettiğimiz birini
“insan evladı” diye nitelemek bu hakikate işaret eder.Ancak fıtrat temizliği ve
insaniyet, İslâmî tebliği anlamayı, üzerinde düşünmeyi ve iman etmeyi
kolaylaştıran bir imkan olması bakımından değerli ve önemlidir. Bu yüzden
İslâm’ı tereddütsüz kabul eden ilk müslümanların cahiliye hayatlarında da
seviyeli, doğru düşünebilen, derinlikli ve hayırsever insanlar olması tesadüf
değildir. Fakat onların bile iyi ve güzel insanlar olmalarının asıl sebebi
imanlarıdır.
Ehl-i Sünnet alimleri, imanla
şereflenmedikçe ne insaniyetin ne de insanî meziyetler türünden olumlu
davranışların kişiyi ahirette kurtarmaya yetmeyeceği görüşündedir. Bu sebeple,
iman etmediği veya açıkça işlediği günahlarda ısrar ettiği halde, ara sıra
insanlığını hatırlayıp sergilediği iyiliklerden dolayı bir kişiye “cömert
insan”, “yardımsever insan”, “sözünün eri insan” demekte bir mahzur yoktur ama
dinimizdeki anlamıyla “iyi insan” demek uygun değildir.
İyiyi yanlış yönlerde aramak
Bazen “Hangi dinden, hangi
görüşten olursa olsun, insanlık önemli” gibi, “insanlığın ortak değerleri” gibi
kulağa hoş gelen cümleler kurulur. Bu sözler, İslâmî ölçülerin dışında
yönelmemiz gereken başka sahih “iyi”lerin olduğunu düşündürebilir. Bakara
suresinin yukarıda mealini verdiğimiz 177. ayetinin girişinde, bu hususta bir
ikaz da vardır. Ayetteki “Yüzlerinizi doğuya ya da batıya çevirmeniz iyilik
değildir.” ibaresi, genellikle kıble değişikliği üzerine yahudi ve hıristiyanların
ifsadı bağlamında tefsir edilmiştir. Kıble, teveccüh edilen bir yön olduğu
kadar bir değerler manzumesidir de. Nitekim bazı müfessirler ayetin bu
ibaresini, “İyiliği Allah Tealâ’nın tarifi dışında başka yön, inanç veya
kültürlerde aramayın.” şeklinde anlamışlardır. Çünkü böyle bir yönelme birçok
müslümanda “Benim kalbim temiz, kötülük düşünmüyorum.” avuntusuyla ibadetlerin
terki gibi bir düşünceye yol açmakta, boş bir iddiaya dayalı kalp temizliğinin
iyi insan olmaya yettiği zannını uyandırmaktadır.
Halbuki yukarıda zikrettiğimiz
ayette namaz ve zekât özellikle vurgulanarak ibadet mükellefiyetini yerine
getirmek iyi insan olmanın şartları arasında sayılmıştır. Üstelik gerçekten
temiz bir kalpte Allah Tealâ’ya hakkıyla iman vardır. Temiz bir kalbin imanı da
birer şükür ifadesi olan ibadetler halinde mutlaka dışa yansır. “Namaz niyaz,
oruç önemli değil; önemli olan kalp temizliğidir; insanın içinde kötülük
bulunmamasıdır.” düşüncesi nefsin ve şeytanın aldatmacasıdır. “Benim kalbim
temiz!” iddiası dinen hiçbir geçerlilik taşımadığı gibi, edebe de aykırıdır.
Çünkü böyle bir iddia aynı zamanda nefsi temize çıkarmak anlamına gelir. Oysa
iyi insanın önemli bir vasfı da sürekli olarak nefsini kusurlu görmesi, ibadet
ve iyiliklerini yetersiz bulmasıdır.
Kötü örnekleri gördükçe
İyi insan başkalarının
kusurlarını değil, kendi kalbini gözetir. “Benim kalbim temiz!” iddiasıyla
ibadetsiz bir İslâm icat edenlerin gerekçesi, genellikle ibadetlerini şeklen
yerine getiren fakat İslâm’ın ruhuna uymayan kötü fiilleri de işleyen bazı
müslümanların tutarsızlığıdır. Fakat “Falan kişi namaz kılıyor ama şu
kötülükleri de yapıyor. Ben namaz kılmasam da böyle kötülükler yapmıyorum.”
diyerek ibadetleri terk etmek için başkasının kusurlarından hareketle mazeret
üretmek daha vahim bir tutarsızlıktır. Zira herkes kabul eder ki, kötü örnekten
örnek olmaz. Müslüman bir kimse de günah işleyebilir. O kişinin yaptığı
ibadetle işlediği günah arasında zıtlık yerine bir paralellik görerek sebep
sonuç ilişkisi kurmak hiçbir mantıkla bağdaşmaz. Zaten kalbi gerçekten temiz
olan iyi insanlar, ibadet, taat, ahlâk, salih amel ve hayır hasenat hususunda
kendilerinden aşağıda olanlara değil, kendilerinden yukarıda olan güzel
örneklere bakar, onlar gibi olmaya çalışırlar.
Kişinin kusurlarını gidermesini
ve gerçek iyiye yönelmesini engelleyen “iyi insan” olduğuna dair zannı veya
nefsini temize çıkarma tutumu, sadece kötü örnekleri görmenin sonucu değildir.
Bazen kolayca elde edilen dünyevî servet, makam, itibar ve rahatlık da
insanlara “Allah’ın sevgili kulu” olduklarını düşündürebilir. Varlık ve makamla
belki daha zor bir imtihana tabi tutulduğumuzu unutup, “Her dileğim kabul
edildi; demek ki Allah beni seviyor.” zannıyla yine nefsi temize çıkarıp
mükellefiyetleri terk etmekten kaçınmalıdır. Zira ayet ve hadislerde defalarca
kez tekrarlanan “Nefsinizi temize çıkarmayın!” ikazına uymadan, Allah’ın
sevgili kulu olmak mümkün değildir.
İman sorumluluk yükler
Sözün başında “iyi insan”ın
İslâmî ölçülerle tanımlanması gerektiğini, bu ölçülere göre müslüman kimliğini
kuşanmanın ilk şart olmakla beraber yeterli olmayacağını söylemiştik. Ardından
kimlerin iyi insan sayılamayacağını, bu konudaki yanlış tutumlara dikkat
çekerek anlatmaya çalıştık. Şimdi “İyi insan kimdir?”, “İyi insan olmanın
‘Elhamdülillah müslümanım’ dedikten sonraki şartları nelerdir?” sorularına
cevap arayalım. Aslında daha önce mealini verdiğimiz Bakara suresi 177. ayette
iyi insanın nitelikleri sayıldıktan sonra, “İşte bunlar takva sahibi ve sadık
olanlardır.” buyurularak, bu sorulara da cevap veriliyor.
Ayet ve hadislerde iyi insanların
Allah katındaki makamlarını veya o makamlarda bulunanların bir vasfını ifade
etmek üzere müttakî ve sadık kavramlarına ilaveten “ashabü’l-meymene”, “salih”,
“berr”, “mukarreb”, “muhsin”, “velî” gibi kavramlar da kullanılır. Bunların
tamamının ortak özelliği, sorumluluklarını titizlikle yerine getirerek iyi bir
kul ve hakiki bir mümin olmaya, Allah’ın rızasını kazanarak O’na yaklaşmaya,
böylece ihsan makamına ulaşmaya çalışmalarıdır.
Şu halde iyi insan iman eden ve imanının
gerektirdiği sorumlulukları en güzel şekilde yerine getiren insandır. Hayatını
Allah ve Rasulü s.a.v.’in koyduğu ölçüler dairesinde yaşayan kişidir. İslâm’ın
ölçüleri ve insanın sorumluluğu ayet ve hadislerde, Ehl-i Sünnet alimlerinin
kitaplarında sayılmıştır. İyi insan, Allah’ın kendisine taşıyabileceği kadar
sorumluluk yüklediğinin bilinciyle bunların hepsini birden dikkate alarak gücü
nispetinde hayatına geçirir. İyi olmakla yetinmeyip daha iyi, en iyi olmaya
gayret ederken de gözettiği hedef, kazanacağı sevaptan ziyade Allah Tealâ’nın
rıza ve hoşnutluğudur.
Öyleyse gelin, bir müslümanı iyi
insan yapan sorumlulukları bir kere daha hatırlayalım.
İyi insan Allah’a karşı
sorumludur
• İyi insan Allah Tealâ’ya iman
etmenin icabı olarak yalnız O’na kulluk eder, O’na güvenir, O’ndan yardım
ister. İnancı, itaati ve ibadeti gönüldendir. Elest Meclisi’ndeki ahdine sadık
kaldığı için başka hiçbir varlığı ilahlaştırarak Allah’a şirk koşmaz.
Atalarının örfünü, çoğunluğun tercihini, hakim zihniyetin kabullerini değil,
Allah’ın emir ve yasaklarını gözetir. İbadetlerini sırf Allah rızası için, bir
şükür ifadesi olarak ihlâsla ve titizlikle yapıp riyadan sakınır. Namazlarını
huşu içinde dosdoğru kılar, zekâtını yüksünmeden verir, orucunu bütün
uzuvlarıyla tutar, güç yetirir yetirmez iştiyakla hacca niyetlenir. Farzlarla
yetinmeyip nafilelerle Rabb’ine yaklaşmaya çalışır.
• Yaratılışla ilgili ayetleri
okuyarak yaratılanlar üzerinde tefekkür eder. Böylece Cenab-ı Hakk’ın kudret ve
azametine yakînen iman eder, O’nun yüceliği karşısında aczini anlar. Kur’an-ı
Kerim başucu kitabıdır; okuduğu her ayetle imanı olgunlaşır.
• Her şeyin Allah’tan olduğunu
bilir, O’ndan gelen nimete de külfete de rıza gösterir, asla şikayet etmez.
Ayakta iken, otururken, yanı üzere yattığında Allah’ı anmaktan geri durmaz,
Allah dediğinde kalbi ürperir. Rabb’inin huzuruna günahlarla yüzü yerde
çıkmaktan, azabına uğramaktan çekinir; dua ile, tövbe ile gece gündüz O’ndan
bağışlanma diler. Hata yaparak Allah’ın gazabına maruz kalmaktan korkar ama O’nun
rahmetinden de asla ümit kesmez.
• Hakikati gizlemez, hakkı
söylemekten çekinmez. İnkârcılara karşı Allah yolunda malıyla ve canıyla cihat
eder.
• Üzerine farz olan bilgileri
öğrenir. İnsanları güzel sözler ile Allah’ın dinine çağırır. Bilmediği konularda
hüküm vermekten kaçınır. Peygamberimiz s.a.v.’e hitaben gelen “De ki, Allah’ı
seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin” (Âl-i İmran, 31) ayeti gereği,
Sünnet-i Seniyye’ye sıkı sıkı sarılır.
İyi insan çevresine karşı
sorumludur
İyi insan içinde bulunduğu
topluma ve yaşadığı çevreye karşı sorumluluklarını layıkıyla yerine getiren
insandır. Bu çerçevede;
• Başta yakınları olmak üzere
herkese yardım eder. Anne babasına ikramda bulunur, onlara “öf” bile
demez. Akrabalarını gözetir, sıla-i rahimi aksatmaz.
• Kimseye yük olmaz, elinden ve
dilinden kimseye zarar gelmez, kimseyi incitmez.
• Kendisi için istemediğini mümin
kardeşleri için de istemez.
• İnsanları karşılıksız sever,
yaptığı iyiliği başa kakmaz.
• Akrabasına, yetimlere,
yoksullara, düşkünlere, yolda kalmışlara, mağdur olanlara darlıkta da bollukta
da infak etmeye çalışır.
• Bütün müminleri kardeş bilir,
onlar arasında ırk, renk, dil ayırımı yapmaz. Kimseyle alay etmez, kimseyi kötü
lakapla çağırmaz.
• Kardeşlik hukuku gereği
müminlerle selamlaşır, sohbet eder, hediyeleşir; gelmeyene gider, esirgeyene
verir, kendisine kötülük yapanı affeder.
• Alçakgönüllü, güler yüzlü,
nazik, edepli, müşfik ve merhametlidir.
• Müslümanım diyenin imanını
sorgulamaz, bir zan üzere kimseyi suçlamaz, kardeşlerine lanet okumaz.
• Mescitle ve cemaatle ilgisini
kesmez. Güzel geçimlidir; akıl danışır, istişare eder.
• İyi insan yalan söylemez,
kimseyi aldatmaz, emanete ihanet etmez.
• Vefalıdır. Verdiği sözde durur,
yaptığı anlaşmayı bozmaz.
• Az konuşur, hayır
söylemeyecekse susmayı tercih eder.
• Adil ve güvenilirdir. İçi dışı
bir, özü sözü doğrudur.
• Yetimin hakkını yemez, ölçüyü
ve tartıyı doğru yapar.
• Misafirine ve komşusuna ikram
eder.
• Önce kendi nefsini sonra
başkalarını iyiliğe yönlendirir, kötülükten sakındırır.
• İnkârcılara karşı izzetli ve
sert bir duruş gösterir ama onların ilahlarına sövmez.
• Açıklanınca hoşuna gitmeyecek
şeyleri sormaz.
• Kargaşa zamanlarında akl-ı selim
ile hareket eder, fitne ateşini alevlendirecek tutumlardan kaçınır.
İyi insan izzetini korur
İyi insan mümin olduğu için
izzetli ve şereflidir. İzzetini muhafaza etmek için hem kendi öz saygısını, hem
başkalarının nezdindeki itibarını zedeleyecek tutumlardan kaçınması, yani mümin
sıfatıyla kendisine karşı sorumluluklarını da yerine getirmesi beklenir. Bu da
İslâm’ı içselleştirmeyince mümkün olmaz.İslâm’ı içselleştirmek, bâtını da
Kur’an ve Sünnet ölçüleriyle imar etmek, kalbi tasdik ettiği iman üzere sabit
kılmaktır.Böyleleri;
• Allah için sever, Allah için
buğzeder.
• Dünyaya meyli yoktur. Aza
kanaat eder, helalinden kazanır, her halükârda şükreder.
• Vakar sahibidir; kâfirleri dost
edinmez, onların gösterişli hayatına imrenmez, şeklen de müşriklere benzemekten
kaçınır. Fasıkların verdiği haberlere her zaman şüpheyle yaklaşır.
• Kötü huylardan uzaktır. Kendini
beğenmez, hep kusurlu ve eksik görür.
• Kimseye haset etmez, kin
tutmaz.
• Öfkesine hakimdir.
• Musibetlere, zorluklara,
uğradığı haksızlıklara sabreder.
• Cömert ve fedakârdır. Komşusu
açken tok yatmaz, zulme seyirci kalmaz.
•Cesur ve kararlıdır. Hakkı
söylemek ve savunmaktan çekinmez, kınayıcıların kınamasından
korkmaz.
• İyi insan mutedil insandır. Az
yer, az uyur.
• Hayâ sahibidir; iffetini ve
mahremiyetini korur.
• Cahillerle tartışmaz, herkese
yumuşaklıkla muamele eder.
• Telaşlı ve aceleci değildir.
• Faydasız şeylerden yüz çevirir,
vaktini boşa harcamaz.
• Yapamayacağı şeyleri söylemez.
• Çalışkan, azimli fakat aynı
zamanda ihtiyatlıdır.
• Yeminini bozmaz, adağını
mutlaka yerine getirir.
• Maddi ve manevi temizlik
hususunda titizdir. Kılık kıyafetine, oturup kalmasına dikkat eder.
• Ölümü çokça düşünür, ahiret
hazırlığı içinde olur.
• Günahlardan ve şüpheli
şeylerden kaçınır. Bir günah işlemişse pişman olup derhal tövbeye
yönelir.
İyi insan olmanın yöntemi
Meselenin özü şudur ki, mutlak
anlamda iyi, güzel ve mükemmel olan Allah Tealâ’dır. İnsan O’na yaklaştığı,
O’nun rızasını ve sevgisini kazandığı nispette iyi insan, güzel insan, olgun
insan olur. Bir yakınlık nispeti esas alındığına göre, iyi insan olabilmek hem
bir arınma ve terbiye sürecini yaşamakla, hem de bu sürecin gittikçe yükselen
mertebelerini aşmakla mümkün. Yani iyi insan yanında “daha iyi insan”, “en iyi
insan” da söz konusu. Bu demektir ki iyi insan olabilmek, bilgi kadar bir
üst mertebedeki örneği gözetmeyi de gerektiriyor.
Nitekim Cenab-ı Mevlâ, iyi insan
olmanın şartlarını insanlığa vahiyle bildirmekten başka, örneklerle göstersin
diye Efendimiz s.a.v.’i “usve-i hasene” (güzel örnek) kılarak göndermiştir. Bu
sebeple bizim irfanımızda iyinin de iyisi insanları, takva sahibi salih
müminleri, muhsinleri, sadıkları, ebrâr ve mukarrebûndan Allah dostlarını örnek
almak iyi insan olabilmenin en etkili yöntemi sayılmıştır.
Allah dostlarını örnek almak için
onlarla irtibatlı bulunmak gerekir. Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatan,
Allah’ın zikrine vesile olan bu mübarek insanların meclisinde bulunmak,
kendimize gelmenin, kulluğumuzu hatırlamanın, şeytandan ve günahlardan
uzaklaşıp Hakk’a ve hayra yönelmenin, kalbi saflaştırmanın ve nefsi tezkiyenin
imkanıdır. Bunlar da kişiyi iyiliğe götüren yolun zeminidir.
Ayrıca sahabi efendilerimizin,
evliyaullahın, sâdât-ı kiramın hayatlarını ve menkıbelerini okuyup öğrenmek ve
onların örnekliklerinden istifade etmek de iyi insan olmaya vesiledir. Ama en
önemlisi Rasul-i Ekrem s.a.v.’in örnekliğidir. Zaten diğer bütün Allah dostları
Peygamber s.a.v.’in mirasçısı olarak O’nu örnek aldıkları, bizi O’nun izine
davet ettikleri için örnek kabul edilmektedirler.
Rasul-i Zîşan s.a.v. iki cihan
serveridir. Yaratılmışların en güzeli, en mükemmeli, en şereflisi, en iyisi, en
hayırlısıdır. Çünkü O güzel ahlâkın zirvesidir ve Allah’ın “habib”i, yani en
sevgili kuludur. Öyleyse insan Rasul-i Ekrem s.a.v.’e benzediği O’nun ahlâkıyla
ahlâklandığı, O’na tabi olup sünnetini yaşadığı ölçüde iyi insandır.
***
SALİHLER: Kur’an-ı Kerim’de daha ziyade, müminlerin hem kendilerine hem başka insanlara fayda sağlayan, toplumun huzur ve ıslahına katkısı olan amellerini nitelemek için kullanılan “salih” kelimesi, “salih kul” tamlamasıyla İslâmî çerçevede genel bir “iyi insan” kavramını ifade eder.
Salihler, amel ve ibadetlerine
riya karıştırmadan hayırda yarışan müminlerdir. İlim ve anlayış sahibidirler.
Nifak ve fitneye kapılmaz. Müslümanların birliği ve dirliği için akl-ı selim
ile hareket ederler. Allah Tealâ’nın kendilerine cennet vaat ettiği güzel huylu
insanlardır. Sahabe-i Kirâm ve Tabiînden olanlara “salihlerin öncüleri, ilkleri
veya önde gelenleri” anlamına “Selef-i Salihîn” denir.
MÜTTAKÎLER: Takva
sahipleridir. Takva, Allah’ın sevgisini ve rızasını kaybetme endişesinden
kaynaklanan korku ve bu korku ile yine Allah’ın himayesine sığınarak
günahlardan korunma çabası demektir. Takva sahipleri dinin emir ve yasaklarına
uyma, haram ve günahlardan kaçınma hususunda titizlik gösteren kimselerdir.
Şüpheli şeylerden şiddetle sakınır, helal lokmaya dikkat ederler. Nefslerinin
ve şeytanın hilelerine karşı her zaman uyanıktır.
Takva hissi kalpte olduğu için
kimin müttakî olduğunu ancak Allah bilir. Zaten mümin de takva sahibi olmaya
çalışır ama takvaya ulaştığını iddia edemez. Müttakîler ibadetlerindeki
devamlılık ve titizliğe rağmen kendilerini kâmil bir mümin olarak görmezler.
Çünkü takva, kulun kendisini takvasından da korumasını gerektirir.
Müttakîler derece derecedir.
Takvada diğerlerinden üstün olan müttakîye “etkâ” denir.
EBRÂR: “İtaatkâr, sadık ve
vefakâr kul” anlamına gelen “berr” kelimesinin çoğulu “ebrâr”dır. İman, ibadet
ve ahlâka dair bütün iyi hasletleri ifade eden “birr” kelimesinden
türetilmiştir. Ebrâr, Allah’a karşı mutlak itaat ve bağlılığı ile meleklere
benzeyen müminlerdir. İman ve ibadetlerinde noksanlık bulunmaz. Sabırlı,
metanetli, merhametli ve cömert kimselerdir. Bakara suresinin 177. ayetinde
vasıfları sıralanmış, söz konusu ayetin sonunda “müttakî ve sadık” oldukları
beyan buyurulmuştur. Buradan hareketle alimler ebrâr ile müttakîlerin aynı
sınıfta yer aldığı yahut “birr” ile takvanın aynı manaya geldiği söylemiştir.
Ancak hakim görüş bunların birbirini tamamladığı yönündedir. Bir hadiste geçen
“birr’ül-vâlideyn” (ana babaya iyilik) tabirini dikkate alan bir kısım ulema,
birr’in “insanların hoşnutluğunu kazandıran”, takvanın ise “Allah’ın
hoşnutluğunu kazandıran” tutumlar olduğunu beyan etmiştir. İnsanların
hoşnutluğunu kazandıran tutumlardan kastedilen mana, yine dinin müslümana
yüklediği topluma dair sorumluluklardır.
MUKARREBÛN: Kurbiyyet
makamına ulaşmış, yani Allah Tealâ ile yakınlaşmış müminler anlamındadır.
Aslında mukarrebûn denince Cenab-ı Hakk’ı tesbihle vazifeli, O’na çok yakın ve
katında şerefli mevkileri bulunan melekler kastedilir. Tıpkı bu melekler gibi
zikirle, kâmil imanla, salih amellerle Allah’a yaklaşan, Allah Tealâ ile
arasındaki nefs perdesini kaldırıp O’na vasıl olan müminler de böyle
isimlendirilmiştir. Bunlar ümmetin a’lâ-yı illiyyîne (en üstün makam) ulaşmış,
fazilet ve takvaca en seçkin fertleridir.
Hadis-i şeriflerde gece ibadeti
ve fakirlerin sevilmesi, mukarrebler mertebesine yükselmeye vesile olan
davranışlar arasında zikredilmiştir.
MUHSİNLER: Allah’ın her an
kendisini gördüğü, her daim O’nun huzurunda bulunduğu bilinciyle hareket eden
müminlerdir. Bu bilinç, kulun yaptığı her işi güzel yapmasına, kulluk edebini
sürekli gözetmeye, ihlâslı olmaya ve zikir halinin devamlılığına vesiledir.
Adını “Cibrîl Hadisi” diye bilinen hadis-i şerifteki “ihsan” mertebesinin
tanımından alır. İhsan mertebesine ulaşanlara “muhsin” denir.
İhsan makamı başkalarına fazilet
derecesinde iyilik etmeyi gerektirir. Bu sebeple muhsinler sorumlu oldukları
asgari ölçülerle yetinmez, isteyerek ve severek çok daha fazla hayır hasenatta
bulunurlar. Kur’an-ı Kerim’de muhsinler öfkesine hakim, affetmeyi seven,
anlayışlı, sabırlı, ölçülü, halim, kararlı, cesur, tokgözlü, cömert ve fedakâr
müminler olarak nitelenirler.
Tasavvuf terbiyesindeki nihaî
amaç sâlikleri ihsan mertebesine ulaştırmaktır.
VELÎLER: Allah’a dost ve
yakın olanlardır. “Allah dostları” anlamına gelen çoğulu “evliyaullah”, salih
amellerle, nafilelerle, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye ile Cenab-ı Hakk’a
yaklaşan, böylece velayet derecesine ulaşıp O’nun dostluğunu kazanan müminler
demektir. Hz. Peygamber s.a.v.’in mirasçısı olmaları sebebiyle Sünnet-i
Seniyye’ye uymadaki hassasiyetleri ile dikkat çekerler. Allah Tealâ’nın güzel
huylarla süslediği; mal, mevki, şöhret hırsından uzak tuttuğu istikamet sahibi
bu salih kullar herkese merhamet ve şefkatle muamele eder, görüldüklerinde
Allah’ı hatırlatırlar. Yani, yanlarında bulunanların kalplerinde Allah korkusu ve
Allah sevgisi meydana gelir, günahlara ve dünyaya olan meyilleri azalır.
Evliyaullahın nazarları veya teveccühleri manevi kalp hastalıklarına şifadır.
Böyle olduğu içindir ki, Allah
dostlarının büyük kısmı irşat ehlidir ve bunlara mürşid-i kâmil de denir. Kâmil
mürşitler eski kaynaklarda şöyle tarif edilir: “Her görenin gönlü ona meyleder.
Her ne söylese dinleyen inanır. Zira ki onlar her dem zikirle, edeple, ilimle
âmil olur.”
SIDDÎKLER: Kur’an-ı Kerim
ayetleri ile Allah Rasulü s.a.v.’in her sözünü, her tavır ve davranışını en
küçük bir tereddüt alameti göstermeden tasdik eden, o tasdikin gereklerini
hiçbir nefsî hesap yapmadan kararlılıkla yerine getiren müminlerdir. Allah ve
Rasulü’ne sarsılmaz bir iman ve sadakatla bağlıdırlar. Doğruluk, sadakat,
gönülden bağlılık, vefakârlık anlamlarına gelen “sıddîkiyet”, Hz. Ebubekir
r.a.’in vasfı ve makamıdır. Sıddıkiyet imanda olgunluğu gerektirir. Hz.
Peygamber s.a.v. ile manevî münasebeti en üst seviyede olan sıddîkların
derecesi bu sebeple velayet derecesinin üstünde, nübüvvet derecesinin
altındadır.
Ahmet Nafiz Yaşar | Aralık 2013 | SEMERKAND
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder