DUVAR OLMAK / Melih ERDEM


Fakîr:

“Bağrımı rüzgâra açtım abi. Hoş sadâsına, naif dokunuşlarına kapılmak üzereyim. Hâlbuki taş duvardan değil miydik? Duvar da rüzgâra yenilirmiş abi, devrilmese de sarsılırmış. Ben devrilmek de sarsılmak da istemiyorum. Rüzgârın cilvelerine karşı dimdik durmak istiyorum. Duvarım ben, görevim bu benim. Rüzgâr beni devirememeli. Tuğlalarım sebatkâr, harcım ilk kardıkları gibi sağlam olmalı. Bağrımı kapatmalıyım abi. Rüzgârın esintisine bir kez daha kanmamalıyım. Çünkü gelip geçecek. Çünkü kapılmanın vakti değil. Dimdik durmanın, vazifemi yerine getirmenin zamanı. Ben duvarım abi, rüzgârlara karşı dimdik durarım.”

Hazret:

“Fakat devrildim tekrar. Devrilmem dedikçe devrildim. İlk kez devriliyormuş gibi şaşkınım hâlâ. Ben adam olmam abi, ben var ya ben iflah olmam. Yine âsude bir rüzgâr yerle yeksan etti beni. Oysa ben nasıl büyük bir set idim, sett-i zülkarneyn misali.
Dur abi dur bir yanlışlık olacak. Bu böyle olmamalı.
Atam toprak dedem toprak diye öğretmişlerdi küçükken.
Toprağa ruh üflenmişti sonra.
Ben bir duvar olamam...
Üstüme basıp geçerdi insanlar. Kusurları yine toprak olan gizlerdi. Firavun heykelini dikmişti güç benim elimdedir sanmıştı. Toprak olan tebessümle ve tatlı sözle ona karşı çıkmıştı. Firavun devrilmişti, toprak olan Hakk divanına varmıştı.
Fakat devrildim tekrar ben. Dikilmek istedikçe devrildim. Ah toprak olsaydım bütün bunlar olmayacaktı.”

tuzak / fazlı bayram



bütün ideolojilere tuzak kurdum
saatimi yeniden ayarlıyorum
tutarsa değil bu bin yıllık bir yatırım
herkes var işin içinde kafamda örgütledim
yaşlılar genç
gençler ihtiyâr olacak
bu yatırım âbad edecek papatya çağını

bizi hafife almaman gerektiğini belirtmiş olmalıyım daha evvel
yabancı
ben siyaseti de bilirim lakin ahlaksız değilim
şartlar yoluna koyar senin gibi olmadan da yürürüm
tuzak kurdum dört yanda bütününe ideolojilerin
Sultan Süleyman inanamamıştı bunu karıncaların yaptığına
devesi böğürürken çukurda fal taşı gibiydi gözleri ama
uzağa el sallamalısın yakından bakınca göremezsin
bu sefer sana söz yok mecliste sen de yabancısın
beni kır dök örsele
dostlarıma dokunursan sefil olursun


TÜRK MİLLETİNİN BAŞI SAĞ OLSUN

Türk Şiirinin Aksakalı, Bahaddin KARAKOÇ ağabey hakka yürüdü. 
Türk Milletinin başı sağ olsun.
Mekânı Cennet Olsun

Tîn N o t l a r ı / Yasin Mortaş




kırışıklığı açalım
çıkalım yola








1.
Mihman
iç s'esini aç

ç'ağlasın
kanınla
sözlü su

ve
kalp ritmini
kav kav yak

dağlasın ateşi
ıtrî su

ey
gök çeşmeli
ezber et
toprağın mihnetini

ve aç derinliğe
Nuh penceresini

2.
Ey
çisil çisil
konuğum

hüzün(lü)lere
akmayan
arsız suyu tut

sığ
ve bulanık
vaktin fıskiyesinden
içip de
geçme maveraya

bırak
kurusun
çatısız kemiğinde
kir çoğaltanların iliği

.
Müjdeli
Tin
Sin sen
terin aksın
kutlu dirence

ve
şırıl şırıl
şadırvanlar sıçrat
göynük güvercinlere


3.
Sesi beyaz
sözü su yârim

bu simasız
bu çığıltılı
bu yılan ıslıklı bunaltıyı
Besmeleyle geç
                                   
alnında
nun kavisleriyle
karanlığı daralt
ve ay’n nehirlerini
doludizgin akıt
yataksız toprağa

yalancı girdap
durgun suya
şer katmadan

içimize açılalım mı

4.
Güneş
abdest tazelenen
kuşlar nehrine değmeden

İç dili mesh etmeli

Şafakla
mühürlü göz
merhametin kağıdı

mürekkebi niyaz olan
ruh onu yazmalı

gördün mü birliği
yürekten yüreğe
nasıl da şelâle

Nasıl da inşirah

13-14 mart 2018


UZUN SÜREN HAZIRLIK / Enver ÇAPAR



Ömer Yalçınova’ya









Her şey mükemmel olsun dendi.
Eksik bir şey kalmasın.
İnsan kusursuz olmaz ama törenler olmalıydı,
Bu kadar masraf boşuna yapılmadı.

Provalar yapıldı, hazırlıklar tamamdı.
Endişeli bekleyiş, rezil olma korkusu,
Kol geziyor durmadan siyah gözlük korosu.
Gergin bir gün doğrusu.

İşin önceliği, büyüklerin beğenisi
Ter siliyor ha bire şık giyimli birisi
Telefonlar susmuyor
“Tamam, anladım” sonlu

Karışılmaz işine, akıl ermez sırrına
Ansızın başladı bir yağmur
Hiç hesapta olmayan,
Altüst oldu planlar
Kaç gün süren hazırlık, oldu iki saniyelik

Islanmaktan korkanlar, nazarlardan kaçanlar,
Avucunda bir damla saklamayanlar,
Sadra şifa sözlerle yüreklere su serpecek öyle mi ?
Çok önemli toplantı, kapalı kapılar ardında kaldı.

Sohbeti ortadan bölen meczup gülüşü gibi,
Çıkıverdi gökkuşağı.
Yalnız çocuklar gördü onu, rengarenk gözleriyle
Altından geçmek için başladılar yarışa.

Biz dönelim hayata,
Delik ayakkabılarla yağmura koşanlara,
Çorabını sıkan çocuklara,
Işıl ışıl gözleri, duru su gibi sözleri.







ördek yürüyüşlü adamlar/fazlı bayram



bu kan ter içinde kalışımın sebebi biraz da bu
gevşek ve bir hoş bir içecek
içecek dedimse siz yine de bunu bildiğiniz gibi anlayın
bir hoş deyince de maraşta biz bozulmuşluğu kast ederiz

yani biraz şöyle
hani ne söylediğinin farkında olmayan adamlar var ya
sıkıştırınca cıvıyan
işte odur içecek bal şerbeti halt etmiş
gevşek ve limonumsu yani
yani bayağı sulandırılmış

gelin öyleyse şarabı tutalım
koç gibi sözünün eri
halledemezse özür bildiren sert adamları yani
şarap dedimse yine yanlış anlamayın
tasavvuf okumadınızsa
bu sizin ayıbınız şiire bulaşmayın
not :
yazamadığımdan değil kırmak istemediğimden hasan abi
bu sıra gerginim biraz


DUA'DIR BUNLAR / Ali Rıza KARAKALE



En son, yarı kapalı yeşil bir belediye durağında, üzerimde var olan tüm durağanlığımla, rahatsız edici şehir gürültüsünde, gecenin sessizliğine aldanıp ki egzoz sesleri dahildir aldanmışlığıma; yağmuru bekliyordum. 

Uzun zaman oldu...

Bilenler bilir, Maraş'ın firik kokusuyla, yağmurun toprağa ilk düştüğü andaki koku kardeştir birbirine. 

Gizemli bir kaç gencin karanlıktan kaçışırkenki halleri, mahalle köpeklerinin yabancı sezdiğindeki tedirginlik sesleri, babamın geçmişten bahsedişleri, şiirsizliğim ... 

Yağmuru beklerken... 
ne çok şiir yazıldı ... 
ne çok beste... 
ne çok dua ... 

Ne çok ? dersen : 

"Ümidini kaybetmemiş fidanlar derim." 

Ümidini kaybetmiş insanlara denk. 

Ümitsizliği yıkan dualar 

Beklemek yazılmamış romanlardır, yazılmayı bekleyen hikayeler, yazılmakta olan şiirlerdir. 

Duadır bunlar ... 

Katında halis bir kalemle yazılmış tüm beklemek şiirlerini kabul eyle Allah'ım. 

Susadık ...

karakale 'm

BUĞDAY FİLMİ ÜZERİNDEN MUSA HIZIR KISSASI / Casım ÇOBAN


Sinema/Eleştiri

Buğday filmi yönetmenliğini Semih KAPLANOĞLU’nun yaptığı, yapımı beş yıl süren bir film. Sinemada gösterime girdikten sonra Tv’de ilk kez yayınlanana kadar internet ortamından da yayınlanmadı. Galası Beştepe’de yapılan bu film derin içeriğiyle fikir camiasında sabırsızlıkla beklenilen bir filmdi. Nihayet ilk kez Trt ekranlarında yayınlanan film üzerinden Hz. Musa ve Hz. Hızır’ın izini sürmek gibi acizane bir denemem olacaktır.

Filmin başından sonuna kadar hissettirmeden siyah beyaz oluşu akla şu diyaloğu getiriyor. Hayattan rengi çıkar geriye ne color ki? – Tek hakikat olan “Ölüm” kalır canım efendim!  Film işte bu hakikati daha en başta rengi ile vermeye başlıyor.

Günümüzden çok uzak yılarda geçen senaryo aslında insan hayatının idamesinin en temel gıdası tohumun (buğday) genetiğinin bozulması ve üzerinde oynanmasının insan kişiliğine mizacına seciyesine tesiri de ele almış. Tohum üzerinde her yapılan değişikliğin insan karakterinde de değişiklikler meydana getirdiğini dile getiriyor Cemil AKMAN (Hz.Hızır’ın temsili). (Domuz yemek ile kıskançlık arasındaki bağ anlaşılması açısından bir örnek olabilir.)

İstikbalde geçen film Holywood  yapımı olan ve gelecekte geçen diğer tüm filmler gibi mükemmel bir hayatı yaşayan bir topluluk ile özgürlükçü hayatı seçen, aslında elinden hiçbir şey gelmediği için bilim karşısında yenilmiş ve köle olmuş bir toplumun kavgası ile başlar. Bilimi mutlak güç olarak telakki edip bilimden yoksun olanları kendine köle kılma ahlakıyla hayatını idame ettirenler ve bu statükoyu koruyanlar her zamanki gibi hakikate karşı kulakları kalpleri ve gözleri mühürlenmiş haldeler. İşte bu statükonun egemen gücü karşısında bilimin ve insan eliyle üretilen her şeyin nakıs olduğu hakikatini marifet yoluyla öğrenip dile getiren Cemil AKMAN (Hz. Hızır’ın temsili) ve bu hakikatin peşinden koşan bu marifeti elde etmeye çalışan Prof.Dr. Erol’un (Hz. Musa temsili) üzerinden Kehf Suresinde geçen Hz. Hızır Aleyhisselâm ve Hz. Musa (a.s.) kıssası sembollerle anlatılmıştır.

Cemil AKMAN tezlerinde Genetik Kaos ve M cevherini işler. Bu tezlerinde net olarak yukarıda belirttiğimiz hadisin nakıs oluşunu ve tabiatta bulunan her şeyde M isimde bir cevher bulunduğunu insanoğlunun yani bilimin bu M cevherini yaratmaktan aciz olduğunu, bu acziyetten dolayı da hiçbir zaman insanın temel ihtiyacı olan buğdayı mutlak kusursuz manada ortaya çıkaramayacağını, bunun ancak gaybî bir hal ile yaratılacağını savunur. Burada M cevheri filmde açık olarak belirtilmese de bunun iki cihan serveri, kâinatın yaratılışının asıl vesilesi Hz. Muhammed aleyhi saletu vesselam olduğunu filmin işlenişi bakımından anlıyoruz. Kâinat Hz. Muhammed efendimizin nuru ile yaratılmıştır itikadı ile burada M cevherinin izahatını buluyoruz. İşte bu itikat her zaman olduğu gibi filmde de statükoya, zulüm ile idare eden egemen güce karşı bir direniş vesilesidir. Hakiki İmanı elde eden kâinata meydan okuyabilir. İşte bu meydan okuyuşlardan birini yapan Cemil AKMAN ölü topraklar olarak adlandırılan tehcir edilmiş topluluk arasına sürgün edilir.  Diğer bir tohum bilimci Prof. Dr. Erol son yıllarda buğday tohumundaki genetik bozukluk üzerinde çalışma yaparken Cemil AKMAN ismi karşısına çıkar. Erol çözemediği bu sorunun çözümünü kendinden daha derin bilgiye (ilm-i Ledün) sahip olduğunu düşündüğü Cemil’de bulacağı kanaatiyle ölü topraklara kaçak bir yolculuğa çıkar. Tıpkı Hz. Musa’nın Allah’tan aldığı vahiyle kendisinden daha alim bir zat olduğunu öğrendiğinde o alim zatı görmek istemesi gibi. Burada Hz. Musa yanına ümmetin seçkinlerinden birini alır. Erol ise küfür üzere olan bir talebesini alır. Lakin Erol Cemil ile buluşanda, Erol adeta talebesine buradan ileriye senin gelmeye itikadın kâfi gelmemektedir dercesine talebesini geride keşfedilmemiş ile ölü topraklar arasında bırakmaktadır.

İşte buradan itibaren tüm sahneler uzun uzun anlatılmaya gerek kalmaksızın şunu anlatmaktadır. Hayatta kalmak için “ene”yi öldürmek, kalbi temizlemek gerekir. Ene’yi öldürürsen sana buğday da verilir nefes de verilir. Ben’i öldürmek, nefese ve buğdaya sahip olmak için de en önce bir mürşide bende olacaksın. İşte o zaman HAY olan Allah’ın nurunda yaşarsın.
            Baki selam ve muhabbetle…
  

DEĞİRMEN / Hasan EJDERHA



Yok onlardan atık.

Bir daha kimse değirmene gitmeyecek.

Kimse ununu değirmende öğütmeyecek.

Değirmencinin, değirmene gelenlere öğün için yaptığı Değirmen Kömbesi de olmayacak artık. Kimse sıcak değirmen kömbesinin tadını bilmeyecek. O kömbeyi alırkenki değirmene ilk gelenden son gelene, en yaşlıdan en küçüğüne doğru dağıtılma töresini kimse bilmeyecek artık.

“Yarın değirmene gideceğim inşallah.” cümlesi hiçbir köyde, kasabada kurulmayacak bir daha. Değirmene giderken kimse kimseye yoldaşlık edemeyecek gayrı.

“Sen kızını terbiye et, oğlunu değirmende terbiye ederler.” sözü gerçek anlamını yitirdi; atasözü olarak hâlâ geçerliliği olsa da başka anlamlar için kullanılacak bundan böyle.
Değirmenler vardı…

Gürül gürül akan derelerin en güzel, en yeşil yerlerindeki değirmenler…

Su değirmenleri…

Bizim yaştakilerin gelip ulaştığı zamanlarda, motorla çalışan değirmenler de kurulmuştu daha yakın, daha kolay ulaşılan yol üzerlerine. Anam yine de unumuzu öğüttürmek için beni ta uzaktaki su değirmenine gönderirdi. Usanç duysam da o uzun yolu merkep arkasında yürümekten, yine de orada beni çeken bir şey vardı. Sebebi bilinmeyen bir cazibesi vardı su değirmenlerinin.

Yazılı olmayan ama çok katî bir töresi vardı eski değirmenlerin. Bir kere kimse kimsenin sırasına müdahale etmeyi aklından bile geçirmez, geçiremezdi.

Buğday yüklü merkepleri değirmenci karşılar, öğütülecek çuvalları sıraya koyardı. Öğütülüp
yüklenecek çuvalların yük hayvanlarına yüklenmesine, az ötede ağacın gölgesinde oturan değirmene gelmiş bir gencin kayıtsız kalması asla düşünülemezdi. Hele yaşlı bir amca ise çuvalları yüklenecek olan, gençler koşuşuverirlerdi. Aksi bir durum o kadar kınanır, o kadar kınanırdı ki değirmende bir büyüğün yardımına koşmayan gencin gençliğinin hayrı sona ermiş olurdu adeta.

En güzel hikâyeler değirmende sıra bekleyenler tarafından anlatılırdı; yol hikâyeleri, av hikâyeleri, eşkıya hikâyeleri ve daha neler neler… Maceralı hikâyeler, kıssadan hisse açısından çok zengin menkıbeler ve yiğitlik hikâyeleri. Bu hikayeleri dinleyerek şekillenir, orada kişilik sahibi olurdu gençler.

Azık getirilmezdi değirmene. Herkes bilirdi ki değirmenci öğle namazından sonra kömbe yapardı ve o, değirmene gidenlerin hakkıydı. Tıpkı değirmencinin unu öğütmek üzere değirmenin boğazına buğdayı döktüğü zaman öğütme hakkını alması gibi bir haktı.

Sıcacık kömbeyi ayın on dördünü tutuyormuş gibi eline alanlar, değirmenin önündeki devasa ağaçların gölgesinde oturulmak üzere uzatılan kütüklerin üzerine sıralanırlar, kömbelerini yerlerdi; sıcacık kömbelerini. Sıcak, sımsıcak sohbetleri katık ederlerdi kömbelerine. Ben kömbemi alır almaz değirmenin arka taraflarına geçer, derenin kenarını bulurdum. Buz gibi suların kıyısındaki yarpuzlardan (dağ nanesi), ıspatanlardan (dağ teresi) toplayarak onları kömbeme katık ederdim. O kadar çok hoşuma giderdi ki bu öğün, iştahım kömbenin tamamını ye diye zorlasa da beni, yarısını kesinlikle kardeşlerime getirmek üzere ayırırdım. Çünkü eve gelir gelmez kardeşlerim “Abi kömbe getirdin mi?” diye soracaklardı.

Bazen ansızın elini kulağına atarak bir türkü tuttururdu değirmene gelenlerden birisi. Ben, “Baba bugün dağlar yeşil boyandı/Kim yandı kim uyandı.” türküsünü ilk değirmende duymuştum. Bir de “Yavri yavri, hüma kuşu yükseklerden seslenir.” türküsünü… Bazen hikâyeli türküler de söylenirdi değirmende. Anlatıcı, hem türküyü söyler hem de hikâyesini anlatırdı. Hazreti Ali Kan Kalası, Aşık Garip, Köroğlu hikâyeleri ve daha birçok hikâye anlatılırdı. En garibi de hikâyenin en heyecanlı yerinde unu öğütülüp yüklenmeye hazır olanlara üzülmesiydi herkesin. Hâlbuki herkes sırası gelip de unu öğütülünce, bir an evvel yola çıkıp evine gitmeye akortlanmış bir şekilde otururdu değirmenin önünde.

Değirmene giden çocuk kasıla kasıla gider, kasıla kasıla değirmenden gelirdi. Artık o, değirmene gidebilen bir çocuktu ve haklı olarak herkesten takdir görmeyi beklerdi. Köyde çocuklar değirmene giderek büyürlerdi. Değirmenden önceki ve değirmenden sonraki işler, büyümenin kademeleriydi. Ama değirmene gitmek önemliydi. Değirmene giden çocuk, bir süre sonra evlendirilme yaşına gelmiş demekti. Yeni evlenip dam yapan ağabeylerin damında çalışarak damın nasıl yapıldığını öğrenince, evlenip kendisine dam yapma hayali gönlüne düştü mü evlenme yaşı tamama ermiş olurdu.

Değirmenin yabancıları olurdu; bir de uzak yoldan gelip uzak yola gidenler, bir köyden başka bir köye giderken değirmende konaklayanlar… Onlar da değirmen ahalisi sayılırdı ve değirmenci onlara da kömbe yapardı. Hatta yakın köylerden sadece laf-sohbet için değirmene gelen emmiler ve yaşlı dedeler… Çok ender de olsa ozanlara da rastlandığı olurdu değirmenlerde. Sazı omzunda yolculuk eden bir ozan, muhakkak yolu üzerindeki bir değirmende mola verir, orada çalıp söylerdi bir süre. Ozan, çoğu zaman çalıp söylemesi için yolundan alıkonulur, misafir edilmek üzere değirmenin çevresindeki köylere götürülürdü.
Değirmenler yok artık.

Kimse ununu değirmende öğütmeyecek artık. Belki çocuklar, unun buğdaydan öğütüldüğünü bile bilmeyecekler. Bir misafirlikte üzümün bağda değil manavda olacağını söyleyen bir balaya gülmüştük hep birlikte de benim yüreğim kavrulmuştu. En kötüsü de buğdayı bilmeyecek çocuklarımız; dâneyi, dânenin nimet olduğunu… Nimet yere düşürülürse, israf edilirse günah olduğunu söyleyecek nineler de kalmayacak bir süre sonra.
Değirmenler yok artık.

Değirmenlerin yok olmasıyla, kültürü de yok olacak ne yazık ki. Değirmende neşet eden bir sürü ifade de değirmenle birlikte yok olup gidecek hayatımızdan. “Sen kızını terbiye et, oğlunu değirmende terbiye ederler.” diyordu ya atalar; artık oğulcuklarımız nerede, hangi mahfillerde terbiye edilecekler?

Kimden, neyin terbiyesini alacak yavrularımız?

Büyümesindeki kıstas ne olacak artık.

Yoksa artık büyümeyecek mi balalarımız?

Otuz yaşına gelmiş ve ergenlikten kurtulamamış hastalıklı insanların türemesinin sebebi ne ola ki?

Topraktan, toprağın tohum saçmaya hazırlanmasına, tohumun saçılmasına, ekinin gövermesine, boy vermesine, hasat edilmesine, buğdayın çıkarılmasına ve oradan değirmene kadar olan kültür yok olursa bize ne olacak ya da o biz, biz olacak mıyız?

“Atın tırnağıyla nalın arasına sıkışan çamurun bir adı vardır.” demişti bir dost. Arkasından da hayıflanmıştı “Şimdi at ile ilgili birçok kelime kullanılmayacak, belki de lügatlerimizde bile olmayacak.” Peki değirmen ile ilgili, harman-hasat ve tarla-tohumla ilgili de birçok ifade hayatımızdan çıkacak mı? Bunlar hayatımızdan çıkınca hayatımız eski hayat olacak mı? En önemlisi de o hayat artık bizim hayatımız olacak mı? O hayat bizim hayatımız olmayacaksa biz kim olacağız? Doğrusu biz olacak mıyız? “BİZ” denince ne anlaşılacak bundan sonra?

Tarla olmazsa.

Davar olmazsa.

Ekin olmazsa.

Buğday olmazsa.

Un olmazsa.

Ekmek olmazsa.

Bunlardan neşet eden geleneksel kültür de olmayacak. Ne acı ki bugün soframıza gelen ekmeğin başka bir şey olduğu gibi, biz de başka bir şeye dönüşeceğiz. Dönüştüğümüz o şey neyse, o, biz olmayacağız.

Müslüman Türk’ü var eden ve her biri yıkılması mümkün olmayan bir kale olan, geleneksel mayamızla birlikte bizi ayakta tutan ne varsa tehdit altında mı yoksa?

Biz, bizi bir yoklasak iyi olacak… 




ILIK BİR SÖZ / Rıdvan TANIR



Sessiz sessiz akıp giden ömre razılık var gibi
Oysa hayat, işmar eder uzaktan
Gösterir riyakâr yüzünü köşe başında
Sesi de hoş gelir kendi de
Uçsuz bucaksız düşlere daldırır
İnsanı indirir sonra tekrar kaldırır
Rüyalar gerçek olsa kim bilir
Kaç defadır ölmüştüm bu günlerde
Ve görmüştüm yağmurda kanat çırpışlarımı
Kapı eşiğinden gözetlediğim girdapları
Kızıp da yaktığım kitapları görmüştüm kaç defadır
Adı konmayan umutlara bel bağlamış gidiyorum şu sıralar
Çünkü evet, yani, tam olarak
Emsalsiz seviyorum henüz yaşamadıklarımı ve yaşatmadıklarımı
Mesela Bogota’da bir dilenci beni bekler yıllardır
Ona bir Kolombiya pesosu bırakmalıyım ölmeden önce
Dünyayı en az bir kere turlamalıyım
Bütün umutsuzluğumla umut olmalıyım

Bugün sabaha karşı ılık bir söz duydum düşümde
Ilık bir söz sabaha karşı düşümde hayallerimi baltaladı
İntihar girişiminde henüz bulunmadım fakat
Bir eksiklik var gibi, Azalarım yerinde mi?
Ben buradayım, o daha derinde mi?
Zifiri yüzlerin karartısına hiç kimse telif istemez
Beklemez kimse kara kaplı resimlerin sergisini
Günün kederli yolculuğu son buluyor artık
Fakat ben balkon keyfi yapan karıncadan daha keyifli değilim
Hüzünlerim olabildiğince katmerli bugün

Evet, o gemide bende vardım
Dünya haddinden fazla temizdi
Bitmeyecek olan ben değildim
Fakat gitmeyecek olan belliydi
Uzun soluklarla boğulmuş
Bir kaplumbağa kolonisi benim hayatım
Her şerrin üstesinden gelebilirim
Ama bu çocuksu yanım, uçurtmalar yaptırıyor bana
Çocukken bilmediğim oyunları büyünce öğrendim üstelik
Bu gündelik keşmekeşinde hayatın
Şimdi bütün şeffaflığıyla her şey önümde
Ve bende gidiyorum artık
Hem de doğum günümde.