KİTAP VE DİL / Ahmet Doğan İLBEY















Dil, âciz derûnumda hâşâ bir mâbed gibidir yahut dinimizin mânalar âlemine götüren büyük bir vasıtadır. Dîvân şairi Taşlıcalı Yahya Bey şu mısralarını haddimiz değil ama fakir için yazmış sanki:

“Kitâbı şol ki okur dikkat eyler / Kitâbun sâhibiyle sohbet eyler / Kimi şemşîr-i âteşbâra benzer / Kimisi revzen-i envâra benzer / Eyi söz eskimez nitek-i altun / Olur yevmen- feyevmâ kadri efzûn.” 

Diyor ki şair: Kitabı dikkatle, mânası içre okuyan kimse / kitabın sahibiyle sohbet eder / Kimi ateş yağdıran kılıca benzer / Kimisi ışık saçan pencereye benzer / İyi söz eskimez altın gibidir / Günler geçse de değeri çoktur.

Bu haslettendir ki bâzı kitaplar başucu kitaplarımdır. Yıllar geçer de kitaplıktaki yerlerine girmezler. Masada derde devâ ilaç gibi dururlar hep.  Sessiz ve vakur, eski ve gelecek zaman bilgeleri gibidir. Dahası önünde diz çökülen nâzenin bir mâşuk gibidir fakir için. Akşamdan sabaha, günden ertesi güne yürürken derdimi sorar, fikrimi ve kalbimi açarım bu kitaplara. Dilimin anahtarı onlardadır.    
                                                                                                           
DİLİMİN GÜCÜ AZALDI MI KİTAPLARI AÇARIM
                                                                                                                  
Dilimin gücü azaldı mı akşama kadar, geceden sabaha varmadan bu kitaplara gözümü sürer, yüzümü sürer, yüreğimi koyar, gönül ve fikir dilimi kavî kılmış olarak başlarım güne. Gündüz maişet telâşında ve “nesneleşen dünyada” mecâlini kaybeden gönül ve fikir tâlimimi bu kitaplardan alır, azıklı çıkarım yola. Bu kitapların alâmet-i farikası önce dil ve üslûbudur, sonra mevzu.                                                                                                                                                              
Dil, mevzuu şefkatli bir ananın yavrusunu kucakladığı gibi her yanıyla kuşatıcı bir unsurdur. Dili medenîleştiren, gönlü olan bir insana dönüştüren bu kitaplar damarlarımda bir iksir gibi dolaşır, dimağımı ve kalbimi şifa veren sayfalarına çekerek günlük hayatımı fikirli ve bediî kılarlar.  
                                                                                
Gençlik yıllarımda, âmâ üstadım Cemil Meriç’in “Bu Ülke”si az çarpmadı yüreğimi. Dile yaslamak istediğim gücümü sağlıyor, dile olan meftunluğumu vuslata erdiriyor, dile olan açlığımı doyuruyordu. Türkçeye olan karasevdam üstüne muharrik bir güç olarak tesirini hâlâ kaybetmedi.

Ne zaman aydınların zihniyet ve tavırlarında yabancılaşma görsem ve üniversite allâmelerinin düşmanca duruşlarına bir mâna veremezsem hemen o gece “Mağaradakiler” kitabındaki kendi ifadesiyle “İsrafil’in sûru gibi heybetli bir dil”den neşet eden “Hasbî Tefekkür” yazısını üç-beş defa hatmettikten sonra çıkarım fikir ringlerine. Şekeri yükselmiş bir hasta nasıl ensülin vurulursa damarından; günlük hayatımda kitap ve yazıyla irtibat zayıflığı hissettiğim anda aynı kitabın “Son Yaprak” yazısını kana kana okur ve âdeta sarhoş olurum.  
  
Yunus kitabı çokça yazıldı. Fakat, Sezai Karakoç’un “Yunus Emre” kitabı nasıl da o âlemi, o ruhaniyeti, o mânevî iklimi nefes nefes, kare kare yüreğime ve düşüncelerime emdirmişti öyle. Elbette mevzu diğerlerindeki gibi Yunus’tu. Fakat bu kitaptaki fark dildi, sanatkârane bir bakış ve üslûptu. Mâneviyatımı ve dost aşkını gönlümde diri tutan, hattâ bir vakit iflah olmaz diş ağrılarımın sızısını dahi unutturan Fethi Gemuhluoğlu’nun “Dosta Dair” kitabının gücü hiç eksilmedi nezdimde.

Tarihî şahsiyetlerimiz gibi asırlar önce vücuda gelip mimarîsi, eşkâli ve kimlikleriyle bize mekân şuuru veren “Osmanlıyla yaşıt” şehirlerimizin sûret ve sîretlerini her dem taze yaşamak duygusu içime çöktüğünde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” kitabını birkaç gün yanımda taşırım.

Hazreti Peygamberimizle sahâbelerinin, câhiliyeyi “açıp gülzar yaptıkları” ve İslâm ahkâmını yürürlüğe soktukları Asr-ı Saadet’in mübarek vak’alarını gönlümden ve fikrimden taşra düşürmemek için, has üslûbun bânisi, dilimizin büyük tâcidarı Üstad Necip Fazıl’ın “Çöle İnen Nur” kitabını senede birkaç kez okurum.                                                                                                                                                                                                                                           
İHTİYAÇ DUYDUĞUM DOSTLARA BENZEYEN KİTAPLAR
                                                                                                                                                 
Gıda gibi her an ihtiyaç duyduğum dostlara benzeyen ve iç evimi aydınlatan bu kitapların yanında, mevzuunda tek başına Himalaya Dağları gibi zirvede bir duruşu temsil eden yazılar da vardır. Selâset, sarâhat, söyleyiş ve telaffuzda akıcılık gibi iyi yazının bütün özelliklerini ilmî, tasavvufî ve fikrî mevzuların izahatına giydiren Ali Yurtgezen hocanın “Adam Olmak” ve “Hâlimiz Vaktimiz Yerinde mi?” yazılarını ve irfan dünyamızın el kitabı hüviyetini taşıyan “Evin Mahremi Olmak” kitabını okumadan yattığım vâkî değildir.     
       
Batılılaşmaya kurban edilen muazzez medeniyetimizdeki ezanî vakitlere ayarlı hayatımızı, yâni ibnü’lvakt (vaktin oğlu) oluşumuzu yok eden modern zamanlardan ruhum daraldığında Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” yazısını kıraat ederek mâneviyatımı tazelerim.

Ecdadımızın, Kur’an-ı Kerim’e ve O’nu takip eden insan yazması kitaplara hürmetini hatırlatan ve bir muamele, bir siyaset etme sırasında kitapta yeri var mı diyen tavrındaki ululuğu yâd etmek ihtiyacı duyduğumda Nevzat Kösoğlu’nun “Kitap Şuuru” yazısına müracaat ederim. 
                                        
Hafızasını ve dilini kaybeden toplumun “diriliş” gücünün önemli bir ayağının dilimiz olduğunu hatırlattıkları için Yunus’tan Fuzûlî’ye, Dede Korkut’tan bin yıllık türkülerimizin ana sütü gibi helâl Türkçe’sine uzanan silsilenin ve dilimizin kahramanları önünde ihtiramla eğiliyor ve selâm duruyorum.


DEMEDİ DEME/Nurcihan KIZMAZ














Gidersen unuturum bak
demedi deme
silinir gözümden
cennet gözlerin
uçup gider hayalimden
hayalin

Unuturum sabah kaçta
kalktığını
çayına kaç şeker
attığını

Sesini unutur kulaklarım
dinlemem bir daha
mırıldandığın
şarkıları

Unuturum meselâ
hiç şiir sevmediğini
yağmuru sevdiğini
yağmuru seven
şiir de sever
öyle bilirim
ben yagmuru sevmeyi
bir şiirden öğrendim
ama sen gidersen 
unuturum

Yazıp yazıp buruşturup
atarım
ulaşmaz asla sana
mektuplarim

Sen gidersen
ben de giderim
unutur giderim...


KAÇIŞ / Gün Sazak GÖKTÜRK










Ben ölüm fermanımı çoktan imzaladım...
İlaçlar fayda etmiyor bilirim kendimden...
Nefes almak ölümle alakalı ama yaşamak bambaşka
...gidecek bir yerim kalacak bir lahza gölgelik yok...
Sahra her yanım...
Ne umurumda ha ölmüşüm ha kalmışım...
Bulamıyorum yolumu,
Sen Söyle ne yapayım?
Ağacı dâr, ömrü sehpa, kendimi cellat edip,
İlmeklenmiş bir düşe urgan mı yağlayayım.
Mahpusluk ne zormuş!
Cesette sıkışık kalan ruhla
Göğsünü açsalar çıkarsalar uç deseler nere gidilir ki ?
 Ne idüğü yaşanmamış diyarlarda.
Kanadı olmayana vurmazlar mı çırpılarla.
Mahpuslukta öğretmezlerdi yolunu.
Bir kuytuda ansızın bulur ya bir hayvan soluğu.
Kıyarlar azizim yaşatmazlar masumu            


YARIN ÖLECEKMİŞ GİBİ YAZMAK /Ahmet Doğan İlbey

Yazmak asla gaye değil, bedî ve fikrî bir vasıtadır. İyi ve bedî yazılarla derûnum cezbeye kapılsa da hiçbir yazı dinimizle amel etmekten ve insan dostluğundan üstün olamaz.

Bir teselli veriyor fakat bu teselli, yazıyı dinin yahut hakikatin yerine geçiren modernlerin tesellisi ve hasta bir ruhun gıdası değil.

İnsandaki aydınlığı ve karanlığı anlatmak için karınca kararınca yazının gücüne sarılıyorum. Bunalım ve hırs değil yazıya sarılışım. Yazıyla mücahede ediyorum âcizâne.

Yazıyla fâniliğe direnenlerin ruh hâleti içinde de değilim. Fâniliğini bilip, yazıyla sual edilecekmiş gibi yazıya dost olanlardandır fakîr.

YAZI CEHENNEMİM DEĞİL, CENNETİM OLACAK

“Patolojik vak’a” yazarlar gibi mesuliyetlerimden alıkoymuyor yazı, ruhuma acı vermiyor, öldürmüyor... Bir vakit, şair bir dost nükteli bir şekilde “Yazı cehennemin olmasın sakın…” demişti. Yazı cennetim olacak. Çünkü kalbimi veriyorum. Ondandır ki her yazıdan sonra kalbim biraz daha eriyor.

Yazıyı kendine cehennem kılanlar, varoluşlarını yazı yazmakta arayanlardır ki bu taife yazıyı bir tatmin vasıtası, bir meta gibi görüyor ve bilinmek, yâni “ben”ini herkesin üstüne çıkarmak için yazıyor. Dolayısıyla yazıyla dostlukları hasbî değildir.

Yazı, modern yazarların zannettiği gibi insanın varoluşu değil, varoluşunun kesbî, yâni sonradan edinilmiş dünyevî bir yanıdır. Ölünecek bir varlık değil, sevilebilen, reddedilebilen bir yoldur. Asıl gerçekliğe, yâni Allah’a doğru atılan adımların fikrî ve edebî vasıtasıdır.                                                                      

Müslüman insan, modernler gibi bunalımını veya “entellektüel krizini” bastırmak için yazmayı hastalık hâline getirmez. Yazmak arzusu ve yazdıklarımız malâyânîlik taşımıyorsa ve “faydasız ilimden Allah’a sığınırım” düsturuna sahipse mesele yok.

YAZAYIM DA VUSLATA EREYİM…

Böyle bir hâl içinde yazı azdırıcı bir şeytan gibi değil, kâmil bir dost gibi yüreğimin üstüne gelip oturur. Bir aşk, bir neşve içinde gönlümü ve dimağımı öylesine sarar ki yazayım da vuslata ereyim, demekten kendimi tutamam ve yarın ölecekmişim gibi yazmaya başlarım.

Ustalardan misal vermek haddim değil. Yazmak için yaratılan bir tabiata sahip Necip Fâzıl’ın, “İki tür insan vardır: Kitap okuyanlar ve kitap yazanlar. Ben ikincilerin birincisiyim” demesi böyle bir hâl olsa gerek.

Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’un yaşadığı ıstırapları okumadan önce, onun “Ya yazacaktım ya ölecektim” sözünü yadırgamış, hastalıklı bir iptilâ demiştim.

Yazıyla dostluğumun meşrûiyet kaynağı olan mütefekkir ve ediplerimizin hayatları her gece muhayyileme yürür. Yazıya dost olan “millet muzdariplerinden” Mehmed Âkif’in hüzünlü gurbet mekânlarında iksirli dermanı ve tek dostu yazı yazmaktı.

Âlimlerden, yazı yazmanın imana ve ferâsetli bir kalbe zarar vermeyeceğini okuyunca sevindim.



BEYAZDAN NEŞ’ET RENGÂRENK KESRET / Suat KIYAK










Beyaz olmalı insan,
hem de lekesizinden, tertemiz...
Yedi rengin dışında olmalı,
yani rengi olmamalı,
yani renksiz...

Bilirsiniz;
beyazın renk olmadığını da,
renk tayfında yer almadığını da...
Görmekteyiz;
renksizdir güneş ışığı,
yani beyazdır, Mü'min gibi...
Yedi renk yeryüzüne düşene kadar
beyazın içindeydi, batın idi,
dalga boylarından, 
nesnelere göre ayrışdı...
Hangi madde 
ışığın hangi dalga boyunu sevdi ise,
o rengi üzerine giydi, zahir oldu...

Siyah olmamalı insan;
ışıktan kaçmamalı,
zulmete esir olmamalı,
karanlıkta boğulmamalı...

Hani günah da siyahtır ya
semboller evreninde
Sevaplar da beyaz
Gride ise bulaşıktır siyah ile beyaz...

Hani vahdettir beyaz
cennettir yeşil,
cehennemse ateş kırmızısı...
Günahkar siyah, münafık gri, Mü'min beyaz..

Hani mavidir sema, turkuazdır derya.
Renkten renge girer ya bulutlar.

Taba rengini sever ya "Kâmil"ler
Onlarki Toprak gibiler...
Sadece tevazuda değil tabiki...
Bütün mahlukata ikramdadırlar
Yedirirler envai çeşidinden
İçirirler ab-ı hayat çeşmesinden 

Aslında renk yoktur derler;
beynimizin,
fotonların dalga boyunu ve frekansı algısıdır  sadece...

Vahidiyetin 
adeta kesretteki görünüşüdür
renkler.
Sıbgatullah ile boyanmalı insan
bütün renkleri havi de olsa
ayrışmasa yedi renge...
Görse de renkleri 
aldanmasa zahire,
renksizliğe sahip olsa, beyaz gibi...

Bak ve gör !
"Hayy" sırrına hamil olan su, 
alır kabının rengini. Tıpkı ışık gibi.
Su
renksizdir renksiz...
Hani ne der, şair İbrahim Yurtören
Tahir Karagöz'ün Sofyan usülünde 
bestelediği Rast makamındaki  ilahide:

"ey oğul birdir, kap değişse su,
varlık bir gölge, benlik bir pusu,
ne diyelim ki rabbin duygusu,
sizde bir türlü, bizde bir türlü"

Aynı güneşin ışıkları altındayız biz,
Rengarengiz...
"Sende bir türlü

Bende bir türlü" azizim!

BİR MANEVİ HASTALIĞIMIZ : ŞİKÂYET - Ali YURTGEZEN


Sıkıntılarını bağıra çağıra ilan eden, elindekiyle yetinmeyen, halinden mem- nun olmayan insanlar çoğalıyor. 

Giderek asık suratlı, somurtkan, sürekli sızlanan, şikayet eden bir toplum haline geliyoruz.

Bu, müslüman fertler olarak bizim dışımızdaki birtakım olumsuzluklardan ziyade, kalbimizle ilgili bir problem.

Zira farkında olalım olmayalım, çoğu şikayette ilâhi takdire itiraz, kazaya muhalefet vardır.

Eskiler, selamdan sonra her fırsatta birbirlerine “Nasılsın?” diye sorar; “Hamd olsun” yahut “Allah’a şükür iyiyim” gibi cevaplar almak suretiyle, kardeşlerinin şükrüne vesile olmak isterlermiş.

Bu öyle laf olsun kabilinden bir mükâleme değil. Efendimiz s.a.v.’in bize her hâl ü kârda şükretmemizi ihtar eden bir sünneti. 

Gerçi bugün de ziyaretlerine gidip “Nasılsınız?” dediğimizde “Hamd olsun” diyebilen hastalarımız, halini sorduğumuzda “Çok şükür” diyebilen fakirlerimiz hâlâ var çok şükür. Fakat nesli tükenmek üzere. 

“Herhangi bir sebepten dolayı hissedilen elem, rahatsızlık veya hoşnutsuzluğu dışa vurma, sızlanma, yakınma” anlamına “şikayet”in bazı çeşitleri, hem mahiyeti itibariyle hem de beşerî bir tavır olarak masiyetten sayılmıştır dinimizde. Zira farkında olalım olmayalım, çoğu şikayette ilâhi takdire itiraz, kazaya muhalefet vardır. Bir kısım şikayetlerimiz ise itminansızlığın eseridir; nefsin ve dünyanın zebunu olduğumuzu ifşa eder.

Cennetin vizesi

İslâm’da kerih görülen bu kabil şikayetlenmelerin neler olduğuna geçmeden önce aslî hedefimizi, niçin bu dünyada bulunduğumuzu hatırlamamız gerekiyor. Zira hedefini şaşırıp yanlış istikamete yönelerek bir şekilde kendilerini kaybedenlerin, ne kadar çaba gösterirlerse göstersinler, kalplerini sükuna erdirecek bir netice almaları mümkün değildir. Beyhude gayretler ise yersiz şikayetlerin anasıdır. 

İnsanın aslî hedefi, imtihan için gönderildiği bu geçici dünyada kulluğunun icaplarını yerine getirerek ahiret yurdundaki ebedi saadete erişmektir. Var gücüyle Allah’ın rızasını kazanmaya, kendisini Allah’a sevdirmeye çalışır. Bütün ibadetleri, hayır hasenatı bunun içindir. İnsan namaz kıldığı, oruç tuttuğu, zekât verdiği, hacca gittiği, nafile ibadetler yaptığı için, bunların karşılığı veya bedeli olarak cenneti hak edemez.

Bütün bunları muhabbet ve taziminin nişanesi, şükrünün ve kulluk şuurunun ifadesi olarak yapmış, böylece Allah’ın rızasını kazanabilmişse eğer, “Gir cennetime!” (Fecr, 30) hitabına mazhar olabilir. Yani ebedî saadet yurdu için esas vize ibadetlerimiz değil, Allah’ın rızasıdır. Şu halde dünya hayatını Allah’ın rızasını ve sevgisini kazanma imtihanı olarak da anlamak gerekir. 

Peki insan bu imtihanı nasıl başaracak, kendisini Allah’ın razı olduğu bir kul yapacaktır? Denilmiştir ki “Allah’ın rızası, kulun Allah’a olan rızasındadır”. Allah’a bağlılığımız, itimadımız ve O’nun kazasına rızamız, Allah’ın bizden razı olmasına sebeptir. Eğer kul Allah’ı hakikaten sever ve O’ndan razı olursa, Allah da o kulu sever ve O’ndan razı olur.

Allah’ı seviyorsak eğer

Sadece dil ile “Ben Allah’ı seviyorum” demek, hakiki bir sevgiye, samimi bir rızaya delalet etmez. Bunun ibadetlerde olduğu gibi amel halinde tezahür etmesi lazım bir; hakikatinin ve samimiyetinin test edilmesi lazım, iki. Kriter Âl-i İmran Suresi’nin 31. ayetinde verilmiş. Peygamberimiz s.a.v.’e hitaben şöyle buyuruluyor: “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” Rasulullah s.a.v.’in sünnetine sarılmak, Allah Tealâ’yı hakikaten sevmenin işareti demek ki.

Bütün şikayetlerin neticede bir “razı olmama hali”ni yansıttığını ima etse de, şu söylediklerimizin asıl mevzuun biraz dışında kaldığı düşünülebilir. Sadede şöyle gelelim: Bugün müslümanların şikayetlerinin çok büyük bir kısmı dünyalık hırsı veya mahrumiyetiyle ilgilidir. Hz. Peygamber s.a.v.’in bu meseledeki çok net ve açık tavrına rağmen müslümanların dünyayı “dert edinmesi”, sünnete uymadığımızın, dolayısıyla Allah Tealâ’ya muhabbetimizde samimi olmadığımızın göstergesidir.

Bizi günaha sokan, huzurumuzu bozan şikayetlenmelerden kurtulmak, rıza makamına ulaşmak, nefs-i mutmainne mertebesine çıkabilmek, “salih” kullar arasına girebilmek için Efendimiz s.a.v.’in dünya karşısındaki tavır ve tavsiyelerini bir daha hatırlamamız gerekiyor öyleyse. Çünkü O, Allah’ın kendisinden en çok razı olduğu kulu, en çok sevdiği habibidir. Rasul-i Ekrem s.a.v. de “Allah’ı seven ve O’ndan razı olan bir kul”un en ideal örneği.

Sahi, biz hangi peygamberin ümmetiydik?

Bazen günlerce sıcak yemek bulamayan, sadece su ve hurma ile iftar eden, hane-i saadetlerinde bir ay ocak yakılamayan, yamalı ayakkabı giyen ama bunlardan asla şikayet etmeyen bir peygamberin ümmetiyiz. İstese dünyanın bütün zenginliklerini kendisine verecek Cenab-ı Allah’tan ailesi ve soyu için sadece “kifaf miktarı”, yani yaşamalarına yetecek kadar rızık talep eden; dünyalık terekesi ibrik-leğenden ibaret bir peygamber. 

Böyle bir peygambere ittiba edenlerin dünyalık diye bir derdi de, bundan kaynaklanan şikayetleri de olmamalıydı. Halbuki halini beğenmemek, kendisine verilenlerle yetinmemek, daha fazlasını elde edemediği için üzülmek ve bütün bunlardan dolayı şikayetlenmek sıradanlaştı neredeyse. 

Sanki Rasulullah s.a.v.: “Dünyalıkta kendisinden aşağısına, dinde de kendisinden üstününe bakan (ve buna göre davranan) kimseyi Allah Tealâ hem sabreden hem de şükredenlerden yazar. Fakat dünyalıkta kendisinden üstününe, dinde de kendisinden aşağıda olana bakanları da Allah Tealâ ne sabreden ne de şükredenlerden yazar.” buyurmamış gibi, “Ben şu kadar zamandır namaz kılıyor, dua ediyorum; istediklerim gerçekleşmiyor da falancada namaz niyaz olmadığı halde Allah ona veriyor.” türünden yakınmalarla sık sık karşılaşır olduk.

Sahibine zarar veren şikayet

Sadece bu hadis değil, Zeyd b. Sabit r.a.’den gelen başka bir rivayet de dünyalık talebi ve hırsının başlı başına bir problem olduğunu haber veriyor: 

“Kimin emeli dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği iki gözünün arasında kılar, dünyadan eline geçen miktar da kaderine yazılandan fazla olmaz. Kimin de kastı ahiret olursa, Allah onun (dağınık) işlerini lehinde toplar, zenginliği kalbine koyar, dünya nimetleri ona (kendiliğinden) koşarak gelir.” 

Şu halde Peygamberimiz s.a.v.’in, üzerinden “garip bir yolcu gibi” geçip gitmemizi tavsiye buyurduğu dünyayı mülk edinmeye çalışmak, asıl maksadı, yani Cenab-ı Hakk’ın rızasını ve bu sayede kazanılabilecek ebedi saadet yurdunu unutturmakla, bizi yanlış istikamete yöneltmekle kalmıyor, boş yere yorulup şikayetlenerek huzursuz olmamıza da yol açıyor. Şikayet, bir problemin çözümüne, bir mahrumiyetin giderilmesine imkan veriyorsa anlamlı ve gereklidir. Oysa daha yüksek bir hayat standardı tutkusu veya talebinden kaynaklanan şikayetlenmelerimiz hem dünya hem ahiret mahrumiyetlerimizi çoğaltıyor.

Müslüman meşru çerçevede elbette dünyalık da isteyecek, bunun için dua ve niyazda bulunacak, çalışacak, sebeplere tevessül edecek ama neticeye de rıza gösterip böyle takdir buyuran Rabb’ine hamd ü senadan geri kalmayacak. 

Önce “lâ” demeyi unutmayalım

Modern cahiliyyenin sürekli bulandırması sebebiyle müslümanlar olarak “dünya tasavvuru”muzu her fırsatta berraklaştırmamız gerekiyor. Burada da akıllara takılabilir; dünyalık hususunda neticeye rıza, yetinme, kanaat, kendimizden aşağıdakilere bakıp şükretmek, acaba dünyayı ihmal anlamına mı geliyor? İddia edildiği üzere böyle yapageldiğimiz için mi geri kaldık?

İmanın ilk şartı kelime-i tevhide “lâ” diyerek başlarız. Önce zihnimizdeki bütün kabulleri, bütün anlayışları, bütün tasavvurları yıkar, siler, yok ederiz yani. Sonra oraya vahyin öğrettiği “tevhid”i yerleştiririz. Dünya konusunda da böyle yapmaz, modernizmin zihnimize yerleştirdiği peşin kabulleri yıkmazsak, yukarıdaki soruların sancısından kurtulamayız. Dahası, kendimize mahsus bir dünya tasavvuru kuramadığımız için savrulur dururuz orta yerde. 

Nitekim dünya anlayışını “lâ” demeden inşa eden nice müslüman “aydın”, Efendimiz s.a.v.’in “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın” ibaresinin geçtiği hadis-i şerifini Bektaşî’nin namaz ayetini okuduğu gibi okuyarak konforu meşrulaştırmaya, izzeti servete bağlamaya, modernizmin dünya telakkisine şirin görünmeye çalışıyor.

Müslümanın dünya diye bir hedefi yoktur. “Fani” bir varlığa bağlanmaz. “Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışın başıdır.” hadisini düstur edindiği için dünyayı kalbine almaz. Onun dünyadaki hayat anlayışı da, refah, rahat, huzur, fakirlik, zenginlik, izzet, zillet anlayışı da modern cahiliyyeninkinden farklıdır.

Dünyayı ihmal mi ediyoruz?

Dünya müslüman için amaç değil araçtır. Asıl maksada götürmeye hizmet ettiği ölçüde 
değer ve önem kazanır. Bizatihi değerli ve önemli değildir. Bir vasıtanın hedef haline getirilmemesi, onun ihmal edildiği anlamına gelmez. Tam tersine, bir aracı “amaç” ittihaz etmek, sapkınlığa ve akamete yol açtığı için o “araç”ın kendisinden beklenen faydasını zarara, değerini değersizliğe dönüştürmek demektir.

Müslümanın çok tüketerek “mutlu” olunacağına, ancak kuştüyü yataklarda “rahat” uyunabileceğine dair bir kabulü olamaz. O, bölüşerek ve infak ederek mutlu olur, komşusunun tok yattığından eminse rahat uyur. Dünyayı değil ahireti önceler. Aslında dünya ve ahiretin “önem” bakımından mukayesesinin çok da anlamlı olmadığını bilir. Çünkü biri vasıta, diğeri hedef olan iki şeye eşit oranda değer verilemeyeceğini fark edecek kadar feraset sahibidir. 

Yukarda işaret ettiğimiz ve halk arasında “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışın.” şeklinde meşhur olan hadis de zannedildiği üzere dünya ile ahireti dengelemez. Bu hadis-i şerifin muteber kaynaklardaki metni “Hiç ölmeyeceğini zanneden kişi gibi (dünya için) çalış; yarın öleceğinden korkan kimse gibi de (dünyaya bağlanmaktan) kaçın.” mealindedir. Dikkat edilirse hadis, müminin dünya ile münasebeti sadedindedir. Ahiret için yapılacaklarda acele etmeyi, dünya için ise daha teennili davranmayı salıklar. 

Nitekim ulema bu hadisin özellikle ilk bölümünü tevil ederken, “İnsan ebedî yaşayacağını farz ederse dünya hırsı azalır. Bilir ki arzu ettiği dünyalık, onu talepteki hırs ve koşuşturmayı bir kenara bıraksa bile elinden kaçacak değildir.” demişlerdir. Peygamberimiz s.a.v.’in aşırı hırs ve tamahtan imtinayı tavsiye eden “Dünya talebinde mutedil olun; çünkü herkes kendisi için takdir edilmiş olana müyesserdir.” hadisi de bu tevili desteklemektedir. 

Aziz-i vakt olduğumuz zamanlar

Bir “vasıta” olduğuna, ahiret saadeti ancak bu vasıta ile temin edilebildiğine göre, müslümanın dünyayı büsbütün yok sayması, ona sırt çevirmesi söz konusu değildir. Bizimle mezara gelmeyecek, orada bulunmayacak şeylerden ancak zaruret miktarı faydalanma temayülümüz de zenginliğe, dünyalık kazanma talep ve çabamıza engel değildir. Zira infak etmek suretiyle bunları dahi mezara getirmek mümkündür. Bununla beraber dünyalık bir mahrumiyetten dolayı asla elem çekmez müslüman. Hatta “Dünyalıktan bir şey kaybettiğine üzülen kimse, cehenneme bir aylık (veya bir senelik) mesafe yaklaşmış olur.” hadis-i şerifi mucibince bundan özellikle kaçınır. 

Nihayet aza kanaat ettiğimiz, kaderciliğimiz, bir lokma bir hırka ile yetindiğimiz için geri kaldığımız, izzetimizi yitirdiğimiz iddiaları tevil götürmez birer zırvadır. Hz. Ömer r.a., hilafeti devrinde bir gün, Ashabın “Ondan daha doğru sözlü olan birisini ne gök gölgeledi, ne de yer taşıdı” diye övdüğü Ebu Zer r.a.’ı çağırır ve ona “halkın halife aleyhine neler konuştuğunu” sorar. Bu soruşturmayı, varsa eğer hatalarını görmek ve telafi etmek için sık sık yapmaktadır Halife. Ebu Zer r.a., hürmetinden dolayı susmak istese de ısrar edilince şöyle der: “Halk arasında senin sofranda iki çeşit yemek bulunduğu ve üzerindekinden başka bir kat elbisen daha olduğu şayiası var.” Hz. Ömer r.a. mahçup olur, başını eğer, “Evet, öyleydi.” der, “Fakat çok şükür şimdi dedikleri gibi değilim.”

İşte böyle yaşayan Hz. Ömer r.a.’ın fethettiği yerlere ve müslümanlara kazandırdığı itibara, mesela her türlü zenginlik, konfor ve şaşaa içinde dem süren bazı Emevî sultanlarının bırakın yenilerini katması, bunları muhafaza etmesi bile nasip olmamıştır. Biz samimiyetle “bir lokma bir hırka” dediğimiz devirlerde aziz-i vakt idik. Çünkü dünya ayaklarımızın altındaydı. Şimdiki zilletimiz ise dünyayı başımızın üstünde taşımamız gerektiğine inandırılmaktan kaynaklanıyor. Ezikliğimiz, perişanlığımız, feryad ü figana dönüşüp göklere yükselen şikayetlerimiz bundan.

Asıl nimetin farkında değiliz

Şikayet, bazen bir şükürsüzlük veya sabırsızlık halinin dışa vurulmasıdır. Halbuki müslümanın dünya hayatı şükür ve sabırdan ibaret olmalıdır. Hatta Peygamberimiz s.a.v.’in, “Mümin kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır. Zira her işi onun için hayırdır. Bu durum sadece müminlere hastır, başkalarına değil: Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder; bu ise hayırdır. Bir zarar gelse sabreder; bu da hayırdır.” hadisinde “şükür” ve “sabr”ı özellikle mümine tahsis etmesi, Maide Suresi’nin 23. ayetinde de “Gerçek müminler iseniz Allah’a tam bir itimatla tevekkül ediniz.” buyurulması, şükür ile sabrın imanın önemli bir rüknü olduğuna işarettir. 

Şükür gerekirken şikayet etmek böyle bir iman zafiyetinin sürüklediği nankörlük olur ki vebali vardır. “Siz beni anın, ben de sizi anayım. (Bir de) bana şükredin; nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152) ayetinde beyan buyurulduğu gibi Allah’a şükretmemek nankörlüktür. Kendisine verilen nimeti fark etmeyene, ihsanın kadrini bilmeyene, iyiliği inkâr edene nankör derler. Dünyalıkta kendisinden yukardakilere bakıp “Allah bana ne verdi ki şükredeyim” deyip şikayetlenenler Allah’ın nimetlerinden gafil olanlardır. Böyleleri genele ait nimetleri göremez, özel servet ve imkanlar umar.

Allah kendisini var kılmıştır, insan yaratmıştır, İslâm’a dahil etmiştir, yaşaması için gerekli havayı suyu vermiştir, sağlıklıdır, azaları tamdır, herkesinkiyle birlikte pazara çıkarılsa yine kendisine ait olanı alacağı bir aklı vardır, vs... Bunlara nisbetle kendisinin nimet bildiği şeyler çocuk oyuncağı mesabesindedir. Fakat neylersiniz ki çocuk kalmışsanız eğer, oyuncaklara meyleder; onlar elinizde bulunmadığında şikayetlenirsiniz.

Bir bardak suya şükür

Abbasî halifelerinden biri, huzuruna çağırdığı vaizlerin efendisi İbnü’s-Semmâk’a “Bana öğüt ver” dedi. Halife bu sırada içmek üzere olduğu bir bardak suyu elinde tutuyordu. İbnü’s-Semmâk, “Bir çölün ortasında çok şiddetli bir susuzluğa yakalandığın vakit, şu elindeki suyu bütün servetin karşılığında sana teklif etseler ne yapardın?” diye sordu. Halife, “Bütün servetimi verir, bu suyu alırdım.” dedi hiç tereddütsüz. Bunun üzerine İbnü’s-Semmâk şunu söyledi halifeye: “O halde bir bardak su değerinde olan servetinle daha niye böbürlenirsin?”


Bu hikâye bir yanıyla dünya servetinin değersizliğine dikkat çekerken, diğer yanıyla bir bardak suyun dahi ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlatıyor. Şükredecek küçük gibi görünen o kadar büyük nimet var ki.. Cehalet ve marifet eksikliği bunların fark edilmesini engelliyor; şükür yerine şikayete sevk ediyor insanı. 

Alemlerin Efendisi, kendisine bahşedilen ilim ve marifet sebebiyledir ki geceleri kalkıp gözyaşları içinde ayakları kabarıncaya kadar namaz kılar, “Ya Rasulallah, senin geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışlanmıştır. Neden kendini bu kadar hırpalıyorsun?” diyenlere “Şükredici bir kul olmayayım mı?” cevabını verirdi.

Peki, bir bardak suya olsun şükredelim, bundan dolayı şikayetlenmeyelim ama ya onu da bulamıyor, geçim sıkıntısıyla bunalıyor, hastalıklarla boğuşuyor, musibetlere maruz kalıyorsak; Allah verdi diye bunlara da mı rıza göstereceğiz?

Rıza bazen de sabırdır

İmam Gazalî rh.a., belalara rıza, sabır ve dua ile bunların izalesini istemektir, diyor. Yani sıkıntı ve musibeti talep etmek, bunlardan dolayı sevinmek yok ama şikayet de yok. Sabır rızayla çelişmez. Zira sabr-ı cemil, Allah’ın takdir ettiğine razı olabilmenin semeresidir. Dua da rızaya münafi değildir; sahibini rıza makamından çıkarmaz.

Peygamberimiz s.a.v., rıza makamının en üst derecesinde olduğu halde dua etmiş, Allah Tealâ Enbiya Suresinin 90. ayetinde dua edenleri övmüştür. Dua ile Allah’tan medet, çare ve ihtimam istemek şikayet olmaz, denilmiştir. Esasen kulluğun icaplarına riayetle, tevazu ile baş eğerek müptela olduğu bir derdi Allah’a açmak tarzındaki bir şikayetlenme de kerih görülmemiştir. 

Buna rağmen başımıza gelenin hakkımızda daha hayırlı olduğunu düşünmek, isterken de hayırlı ise istemek evlâdır. Mesela az kazançta, fazlanın hesabındaki zorluk, şımarma, harama bulaşma gibi tehlikeler de azdır ve bunlar kazanç azlığı gibi mukayyet değil mutlak birer musibettir. Nasıl nimete şükür, nimetin kendisinden ziyade onu verenin ilgisinden dolayı ise, belada da belanın üzüntüsü değil, verene bağlılık öne çıkarılmalıdır. Fakirlik ve hastalıktan dolayı halini insanlara açarak şikayetlenmek hoş karşılanmamıştır. 

Toplumsal plandaki aksaklıkları, yönetimden kaynaklanan arızaları şikayet ise bir tesbit yapmak ve çare aramaya teşvik etmek maksadı taşıyorsa mubahtır. Aksi halde bir aczin ve kaçışın ifadesidir. Görünen sebeplerinin de ötesine geçerek böyle sıkıntıların bize niye verildiğini, niye hep böyle şeylere düçar olduğumuzu, kendimizi tenzih etmeden anlamaya çalışmak, durumdan vazife çıkararak sorumluluk üstlenmek, hiç değilse dua etmek, şikayetlenmekten daha soylu bir davranıştır.

Şikayeti şükre dönüştürmek

Şöyle toparlayalım: Ya nimeti azımsadığımız ya sıkıntıyı çok bulduğumuz için şikayet ederiz. Her iki halde de bu kadarını hak etmediğimiz kabulü var. Yani bir haksızlığa uğradığımızı düşünürüz hep. Böyle bir düşüncenin aradaki sebepler zincirine rağmen rıza-yı ilâhiye dokunabileceğini hesaba katmak lazım. Bir de şikayet etmeden önce hakikaten neye müstehak olduğumuzun muhasebesini adaletle yapmak... Neyi ne kadar hak ettiğimizi insafla düşünürsek eğer, bütün şikayetlerimiz şükre dönüşecektir.

Kuraklık sebebiyle sık sık yağmur duasına çıkan ama netice alamayan bir belde halkı, kendilerine katılmayan bir Allah dostunun yanına varır, sitem ederler. Derler ki: 

- Perişanlığımızı gördüğün, ne çektiğimizi bildiğin halde bizimle gelip yağmur duası etmiyorsun!

Bu Allah dostu şöyle cevap verir onlara: 

- Siz yağmur yağmadığı için şikayet ediyorsunuz. Ben ise başımıza taş yağmadığı için gece gündüz şükürle meşgulüm!
Birbirimizden Şikayet

“Bana faydalı bir şey öğret” diyen ashabına Rasul-i Ekrem s.a.v.’in “Müslümanların yolundan rahatsızlık veren şeyleri kaldır.” tavsiyesini düstur edinmiş bazı müslümanlar, hem kendileri yol almak hem de arkadan gelecek diğer kardeşlerine yol açmak için bir araya gelip hasbî bir çabayı sürdürmek konusunda sözleşir öteden beri. 

İşte böyle cemaatlerin yürüyüşünü aksatan en büyük tehlikelerden biridir şikayetlenme. Soğumaya, şevk ve heyecanın kaybına sebep olarak verimimizi düşürmekle kalmaz, insanı kardeşleri hakkında su-i zan ve gıybet gibi günahlara da sürükleyebilir.

İnsanın olduğu her yerde poblemler de olacaktır. Bazen bunlar karşısında üzülmemek, şikayetlenmemek, hatta öfkelenmemek kaçınılmazdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de müttakiler için bile “hiddet etmeyenler” değil, “hiddetini yenenler” ifadesi kullanılır (Âl-i İmran, 134). İhmaller, sürçmeler, yanlışlar karşısında haklı bile olsak öfkemizi yutmak, şikayet etmemek, kardeşlik hukukuna uygun davranmak gerekir. Kardeşlik hukuku bağışlamayı, mazur görmeyi, kusurları araştırmamayı, ikinci kez fırsat vermeyi, iyilikle ve yumuşaklıkla muameleyi icap ettirir. 

Bunlar problemleri görmezlikten gelmek, tekrarlanan hatalara tahammül etmek demek değildir. Müdahaleler ya gizlice nasihat yoluyla, ya sorumlulukları daha ehil olanlara vermekle yapılır. Yahut Peygamberimiz s.a.v.’in “Bazı kimselere ne oldu ki şöyle şöyle yapıyorlar” diyerek isim vermeden, ima etmeden, zatları değil, sadece yanlış sıfat ve fiilleri eleştiren tarzı örnek alınabilir.

Haklılığa rağmen yol kardeşlerinden “sürekli şikayet” sevgisizliğin alâmetidir. Sevilenin veya sevildiği iddia edilenin kusurları görülebiliyorsa, muhabbet kalbi istila etmemiş demektir.

“Dualarım Kabul Olmuyor!”

Bir an için insanları “Şikayet etme, dua et!” diyerek yönlendirdiğinizi düşünün. Muhtemelen çok kısa bir süre sonra büyük kısmı “Dua ettim ama kabul olmadı” şikayetiyle gelecektir yanınıza. Ebu Hüreyre r.a.’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerif tam da bu tutumumuzu anlatıyor: 

“Acele etmediğiniz müddetçe her birinizin duasına icabet olunur. Ancak şöyle diyerek acele eden var: Ben Rabbime dua ettim, duamı kabul etmedi.” 

Yapılanın “dua” olması şartıyla Allah kulunun ellerini boş çevirmez. Dua, insanın aczi karşısında Allah’ın kudretini itiraftır. Bu hal ile netice hususunda sabırsızlık göstermemek, günah kapsamında bir şey istememiş olmak, sıla-i rahmin kopması talebinde bulunmamak, dilindekini kalbiyle de temenni etmek ve kulun imkanları çerçevesinde fiilen de tahakkukuna çalışmak kaydıyla bütün dualara icabet olunur.

Fakat bu icabet ya dünyada peşin olur, ya ahirete saklanır, yahut da dua miktarınca kulun günahlarından hafifletilmek suretiyle gerçekleşir. Duada özellikle bir şeyler istemek şart değilse de, dünyalık bir talepte bulunulmuşsa eğer, böyle duaların kabulü kulun fiilî iradesine, yani o istikamette çalışmasına, sebeplere tevessüldeki kararlılığına bağlıdır. 

Allah hakkında beslememiz gereken hüsn-i zan icabı, duanın kabul olacağına inanmak ve acaba hepsini verebilir mi şüphesine düşmeden bol bol istemek tavsiye edilmiştir. Bu meyanda dualarımızda kardeşlerimizi, bütün müslümanları, hatta insanlığı unutmamak, “Onlar için de istersem bana bir şey kalmaz” diye düşünmemek gerekir. Hadislerle sabittir ki kişinin kardeşi hakkındaki duası daha çabuk icabet bulur ve bir melek Allah’tan o duanın aynısını dua eden için ister.



CENAZE / Murat TÜRKMENOĞLU



Hikâye





Vefat haberini aldığımda öğle ile ikindinin tam ortasıydı. Nisan güneşinin sıcaklığını iyice hissettirdiği günlerden biriydi. Üzerimdeki kahverengi fitilli kadife ceket havayla hiç uyumlu bir seçim yapmadığımı söylüyordu bana. Gerçi Nisan ayı oldum olası böyledir, kıyafet seçiminde insanı yanıltmak yönünde bir şöhreti vardır. Sabah evden çıkarken giydiğin sabahın havasına göre isabetliyken, öğlen vakti seni pişman eder ve akşama doğru şükrettirir. Arabanın içinde bu hâl üzere beklerken bana doğru gelmeye başladı Sema. Kucağında Ahmet olduğu halde araladığım kapıyı zorlanarak kendine doğru çekti, Ahmet'i usulca bana doğru uzattı ve sırtında artık kendisiyle bütünleşen çantasını çıkarıp eline aldıktan sonra ön koltuğa oturup yerleşmeye çalıştı. Bu arada ben de kısa bir süre Ahmet'i oyaladıktan sonra emanetin diğer bekçisi olan annesine teslim ettim. İlk önce anlam veremediğim bir sessizlik oldu. Sema'ya döndüm ve ona bakınca bakınca birşeyler olduğunu hemen anladım. Evliliğimizin üzerinden uzun yıllar geçmemesine rağmen birbirimizin hal ve tavırlarından çıkarım yapabiliyor çok yüksek oranda doğru tahminlerde bulunabiliyorduk. Vereceği cevabı nereden bilebilirdim.

- Bir şey mi oldu?

Yüzündeki acıyı görebiliyordum.Bana dönmeden üzgün bir ifadeyle konuştu.

- Leman yengem vefat etmiş.

Ağlamaklı oldu. Bu habere çok üzüldüğü her halinden belliydi. Başkalarını bilmem ama vefat haberlerini ilk duyduğum an daima içim cız eder, üzülürüm. Acaba vefat eden kişi dünya hayatını faydasız uğraşlarla mi tüketti veyahut Allah'ın rızasını kazanacak işlerle uğraştı mı? Sonu belli olan istikameti düşünerek hayırlı bir ömür geçirdi mi? 

Vefat edenin arkasından her zaman söylediğim gibi "Allah rahmet eylesin" dedim; fakat Yengesinin Sema'nın hayatındaki önemini bildigim ve üzüntüsünün yüksek olduğunu gördüğüm için cenazeye katılmamızın yerinde olacağına karar verdim. 

Yola çıktık. Cenazenin defnedileceği şehir araba ile 1 saatlik mesafedeydi. Cenazenin ikindi namazına müteakkip kaldırılacağını biliyorduk. Rahatlıkla yetişeceğimizi düşündüm. Yoldayken Sema'ya dilim döndüğünce ve bildiğim kadarıyla hakkı ve hakikati anlatmaya çalıştım.

Cenaze namazının kılınacağı camiye zamanında ulaştık. Bizimkileri gördüm hemen, yanlarına gittik. Sema çocukla beraber annesinin yanına geçti. Sarıldılar.

Merhume musallanın üzerindeydi. Bu fani hayatta uğranacak son durak. İnsanın hayatı iki ezan arası kadarmış. İkinci ezanın okunmasına az bi vakit kalmıştı. Eş, dost, akraba giderek kalabalıklaşıyordu. Usulca etrafı izliyordum ve evet görüyordum ,yüzlerde, duruşlarda, kalplerde, başlarda, dudaklarda hayat devam ediyordu. Kalpler hala atıyor, ruha teslim bedenler hala nefes alıyordu. Bir tek az ötede tahta, soğuk tabutun içinde yatan beden nefesten mahrumdu artık, fakat bundan kime ne...

Burası dünya
Ne çok kıymetlendirdik
Oysa bir tarla idi
Ekip biçip gidecektik..

Cahit Zarifoğlu


Caminin avlusundan taşan cemaat durdu imamın arkasında. Ön sıra uzadıkça uzamıştı. Ben en sağ baştaydım. Fiziksel olarak uzak olsam da, gönlüm yakındı. Gönlüm dündeydi, maziyeydi, kederdeydi. Gönlüm faydasız ve zülümle geçirdiğim zamana ağlıyordu. Bir ağızdan Allah' ın selamı ve rahmeti üzerine olsun dedi cemaat. Diller haklarını helal ettiklerini söylediler ve peki ya gönüller?

Geriye çekildik, bir kısım cemaat (merhumenin oğullarının da içlerinde olduğu) tabutu omuzlayıp cenaze arabasına taşıdılar. Cenazenin defnedileceği yere biraz mesafe vardı, lakin kayınbabamla beraber ben ve birkaç kişi yürümeyi istedik. Uzun uzun çamların gölgesi altında yürürken bir sessizlik kapladı. Belki de herkes benim düşündüklerimi düşünüyordu o an. Bir gün gelecek bugün burada toplanan herkes o son ezanı duyup kendinden yaratıldığımız mübarek toprağın altına girecekti ve kim bilir devamı nasıl olacaktı...

Mezar yeri önceden açılmıştı. Görevliler dışında cenaze yakınları da mezarın etrafındaydı. Yaşlıların ve kadınların oturmaları için küçük beyaz taburelerden getirmişlerdi.Toprak kıyamete kadar evsahipliği yapacağı yeni konuğunu bekliyordu.

Cenazenin etrafındaki çemberde bulunan herkes ne yapacağını bilir bir eda ile hareket ediyordu. İki kişi mezarın içerisindeydi, merhumeyi tabuttan alıp onlara yavaşça onlara uzattılar. Merhumeyi kabre koydular, önceden hazırlanmış ince kesim tahtaları uygun bir şekilde üzerine yerleştirdiler. Bu cenazeye karşı bir saygıydı. O artık nefes almıyordu, fani hayattan ebediyete göçmüştü, fakat islamda cenazeye hürmet vardır, onu incitmeden son vazife yerine getirilir. 

Toprak yer yer insanların kalpleri gibi katılaşmıştı ve adam kazmayla toprağın kalbine darbeler indirdikçe, sanki çevresinde toplanıp,el bağlayan insanların kalpleri de yumuşuyordu. Ya da bana öyle geliyordu...