ÇATAL YOLU’NUN TAŞI / Hasan KEKLİKCİ


Yol, neden elektik ve sudan önce gelir bilir misin Emmi? Yolu yapmak çok zordur da ondan. Başkasının tarlasından, bağından ve bahçesinden gidecek olan yolu herkes ister. Kendi tarlasına, bağına ve bahçesine zarar verdin mi kimseye yolun-molun gereği yoktur. Fakat bugün hiç kimse istemese bile, yarın o yolu herkes kullanacaktır.

Kısa boylu, tıknefes, etine dolgun amma öyle fışlak şişman değil, daha doğrusu enli biri. Tepesinde kumaş kaplı düğmesi olan şapkasının turnasını alnına düşürmüş, arkası kulaklarından biraz yukarıda. Arkadan şapkanın içine kıvrılmış olan saçlarının dibinden kafa derisi, kalın siyah bir çizgi gibi görünüyor. Şapkanın kafasıyla temas eden yerleri kara yağlı muşamba gibi parlıyor, kulaklarının kılları, bal arılarının polenli ayakları gibi tozla kaplı. Delme yelek –avcı yeleği- ceketle gezer yaz kış. Ceketinin omuzları, Dedenin Kamalakları’nın dibindeki pür misali kafasından düşen beyaz kılla dolu. Boynuna temas eden yerlerini gayrı sen hesap et ceketin Emmi. Tabanı, kamyon lastiğinden yapılma yemeni giyer. Yürürken ayağının ucuna bakıyor veya basacağı yeri hesap ediyor sanırsın. Görsen tanırsın Emmi dediğim adamı.

Geçenlerde hanımı hasta olmuştu, gece doktora gönderdik. Hastaneye ulaştığında tansiyonu sıfırmış hanımının. Şoför bir de gece gece hısım akrabasını toplamış şehirden. Ve gece geri tek tek evlerine bırakmış. Ne bileyim Emmi ben de –olmaz amma- “Bir sağ ol bin lira mı?” teşekkür etmeye geldi sandım, ilk geldiği gün. Meğerse tarlasına bir taş yuvarlanmış, “O taşı kaldır” demeye gelmiş. Biz yol yaparız diye, aşağıda adamın tarlasını köstü –köstebek- yuvasına çevirmişiz, tarlasının yarısı yola gitmiş, bu adam gelmiş “taş” diyor Emmi.

Dönemeç yaptığımız tarlanın ne hale geldiğini tahmin ettiğimden; tarladan, topraktan ve de taştan utandığımdan, neredeyse iki haftadır Çatal’a çıkmıyordum. Beraber şehre gidip gelirken dozerciden ve bizim ekipten haber alıyordum: Söylediklerine göre yol Çatal’ın Beleni’ni aşmıştı. Ve yine anlatılanlara bakılırsa, Çatal’ın Pınarı’nı geçtikten sonra, dozer bir taşı sökmüş ancak taş yuvarlanıp aşağıda bir tarlaya düşmüş. Tarla sahibi, önce dozerci ve orada bulunan bizim arkadaşlara taşın kaldırılmasını söylemiş, kaldırılmayınca da bize gelmiş.

Arkadaşlar herifin çok ısrar ettiğini, bulgurluk –kavga etmek için bahane- aradığını söylediler.

Birkaç kişi gidip baktık: Yoldan iki tarla aşağıda kenarları yüksek, ortası çukur bir tarlanın içinde, aşağı yukarı iki metre çapında, havası azalmış futbol topuna benzeyen kocaman bir taş. Öyle bir taş ki, zebella gibi tarlanın ortasında duruyor. Yaptığımız yola çıkartıp, kenara koyalım dedik, yuvarlak olduğu için dozerin bıçağının önünden kaçtığı zaman geri yakalamak imkânsız. Etrafta müsait bir yer yok. Boşa koyuyoruz dolmuyor, doluya koyuyoruz almıyor.

Kaldı ki bu iş dozerle yapılacak bir iş değil. Bir kere dozer; insanoğlu tarafından icat edilen ve bizim gibi imkânı kıt insanların eline verilen en kaba makinedir. Her sabah her yerine bakmak gerekir. Gürültüsü dağı taşı inletir, çıkardığı simsiyah duman, biraz yakınına varmış olsan adamı zehirler öldürür. O önündeki bıçağı bir miktar aşağı yukarı hareket eder ama onun dışında, sağa sola döndürmek için durdurup bir saat ayarlamanız lazım, onu da tek kişinin yapması imkânsız. İşi bittiği zaman bir yerden bir yere gitmesi bildiğin bir zulüm Emmi. Bir miktar ön ön gideceksin, sonra dönüp, ön ön gittiğin kadar arka arka gideceksin. Yoksa?.. Paletler ısınır. Olduğun yerde kalırsın.

“Taş”ı diyordum Emmi. Bu taşa dozerle dokunmaya kalktığın anda bildiğin bir faciaya yol açar ve uğraştıkça olmadık yere gider, salatanın içine düşürülmüş limon çekirdeği misali. Tepeden aşağı baraj neredeyse iki kilometrelik yol ve tamamen orman. Ormanın içinde adam eksik olmaz; davar güden çoban mı dersin, odun kesen mi dersin, barajın kenarında balık tutan mı dersin. Daha tilkiyi, sansarı, kaplumbağayı hesaba katmıyorum. Tek çare taşı olduğu yerde kırıp parçalamak. Çevre köylere, kasabalara gidip kepçecilere durumu anlattım. Hiçbirinin kırıcı tertibatı yok. Bir tarafa kaldırıp atmaya da makinelerinin gücü yetmiyor. Şehirden makine getirme imkânı yok. Ham armut gibi boğazımıza kaldı taş.

Benim elime bir külünk alıp, -artık kaç gün sürerse- taşı olduğu yerde kırıp, parça parça kaldırmaktan başka çare görünmüyor. O zaman da “Başkan iyi taş kırıyormuş” diyen koşar belediyeye. Bağında bahçesinde öyle iri taşı olan kasabalının diline düşeriz Emmi. Üç günde kuyruğumuza teneke bağlarlar, ayakkabıyı çıkartıp, ceketi kafamızda sallayarak gezeriz kasabada maazallah.  

Adam bir haftadan beri belediyeye sabah gelip akşam gidiyor. Öğlen yemeğini beraber yiyoruz, yemeğin üstüne çayı beraber içiyoruz. Çaydan sonra yassı ot tenekesini şalvarın cebinden çıkartıyor, kapağına bir iki vurup, sağında solunda bulunanlara uzatıyor. Sonra kendisi, kutunun içinden kapakla bir miktar ot alıp, alt dudağına boşaltıyor ve fazlasını öyle ortaya üflüyor. Artık kimin kısmetinde varsa, birimizin gözü otla doluyor Emmi.

Öyle çok konuşmuyor.

Ama çok oturuyor.

Dışarıda kasabın önündeki haymanın altında şimdi.

Oturuyor.

Tarlasına taş düşmüş!..

Bildiğim her usulü denedim her lafı ettim. Hatta bir ara adam taşa sövüp saymaya başladı, o zaman taşın mübarek bir varlık olduğundan bahsettim. Peygamberimiz Efendimizin açlık zamanlarında mübarek karınlarına bağladıklarını, taşın o mübarek vücuda temas ettiği anlattım. Yarın kendisinin de mezarının başına taş dikileceğini söyledim. Anasının babasının kabirlerinin, başlarındaki taşlar sayesinde kaybolmadığını dedim. Sonra gülerek, “Ne güzel” dedim “başını vuracak bir taşın olmuş.”

Etmediğim dua kalmadı. Bir, Seydihanlıya gidip okutmadığım kaldı adamı Emmi. Bir de bahımcıya –müneccim- gitmedim. İkna edemedim. 

“Bakalım” deyip içeri girdim. Kaç gündür dışarı çıkıp oturmadım. Adam hâlâ buralarda. 

Fakat bugün ağır konuştum.

“Bu iş için bir daha gelirsen, selamını almam.” dedim.

TAŞLARA DOKUNAN SESLER-10 / Hidayet BAĞCI


“İlkbahar çiçeklerinin her daim meyve vereceği ümidini taşımak hata olmaz 
ama onlar gönülde tat 
damakta bal olabilir…”




Bugün yeni bir gün, yeni bir ilk bahar vardı âlemde… Kâinat onun için çok farklıydı, her şey birkaç yılda nasıl değişti ve gelişti bilinmezdi. Babası Hilmi Efendi odasının kapısında onun hazırlanmasını bekliyordu. Büyük bir heyecan vardı onun dünyasında. Kızı artık üniversiteden mezun olmuş, bir eli ekmek tutarken diğer eli bu ekmeği ikiye bölüp paylaşacaktı. Hilmi efendi kapının aralandığını görünce gözleri o yöne doğru kaydı. Karşısında kızının sim-ü zer iplikten nakış nakış işlenmiş beyaz elbise içinde oluşunu seyretti bir süre. Üzerinde gezinen bakışlardan saklanamadı ve kalbinden dudağına düşen cümlelerden önce kirpiklerinden kaçan her bir damlaya engel olamadı, Hilmi efendinin kızı… Hıçkıra hıçkıra o kadar çok ağladı ki annesi Mehlika Hanım da onun döktüğü bu gözyaşlarına dayanamadı.

Hilmi efendi, Mehlika Hanım ve kızı sessiz bir şekilde bu yeni günün seher vaktinde ezan sesleriyle birlikte evlerine birkaç kilometre uzaklıktaki Abdülhamid Han camisine arabayla gittiler. Aynalı dedenin Kahramanmaraş’a gelir gelmez şehir halkını, Hilmi Efendi ve ailesini bu camide sabah namazını eda etmeye davet etmişti. Bayanlar caminin üst katında, erkekler mescid içinde namazlarını kılacaklardı. Hilmi efendi mescide girer girmez bir de ne görsün!... Sanki tüm şehir bu camiye bugünkü sabah namazını eda etmeye gelmiş gibiydi…
Sabah namazını eda ettikten sonra mescitteki cemaat Abdülhamd Han caminin avlusuna çıktı. Aynalı dede, Hilmi efendiyi yanına davet etti…

“Hilmi Efendi, nasılsın?”

“Elhamdülillah, iyiyim Aynalı dedem…”

“Hanım kızımız Zümrüd-ü Anka mescide buyursun, istersen…”

Hilmi efendi kızı, Mihrimah Sultana hep “Zümrüd kızım” diye hitap eder ve Aynalı dedeye de kızını anlatırken bu şekilde bahsederek anlatırdı.

Bu ismi duyunca mescitte Aynalı dedenin karşısında rahlenin ucunda diz çökmüş bekleyen Raci “Sübhanallah!” diyerek irkildi. Zümrüd-ü Anka babasının eşliğinde mescide girdiğinde, dünyadan kopmuş bir şekilde düşünen Raci mescitteki halının iplik renginin ne olduğunu düşünmekteydi… Kim bilir?

Aynalı dede hanım kızı Zümrüd’ün, Raci’nin sol tarafına oturmasını istedi. Nikah şahitlerinden birinin Ahmet Suphi Efendi diğerinin de mescide sabah namazını eda etmeye gelen ilk kişinin yani Mustafa emminin olmasını istedi. Ahmet Suphi Efendi, nikah şahitliğini yaptığı bu nikah merasiminde beyazlar içinde saklı olan bu hanım kızın Mihrimah Sultan olduğunu duyunca hem sevindi hem de çok şaşırdı. Bu duruma şaşıran tek o değildi ki… Raci ise Hazreti İbrahim’in bıçağının ucunda boynunu uzatan İsmail gibiydi. Rahlenin üzerinde başlayan bir nikah merasimi ve atılan imzalar… Raci, yanındaki çantanın içinden bir kutu çıkardı ve içindeki firuze taşlı altın işlemeli yüzüğü Zümrüd-ü Anka’nın parmağına “Bismillah!” diye taktı… Aynalı dede Raci’nin emek emek nakşettiği doksan dokuzluk tespihi Mihrimah Sultana- Ahmet Suphi efendinin ustalığını gösterdiği otuz üçlük tespihi Raci’ye uzatırken mutluluklar diledi ve onları dualarla mescitten uğurladı.

Mescide babasının kızı olarak gelen Zümrüd-ü Anka, bir ilk bahar sabahı gün ağarırken nikahının kıyıldığı en sevdiği camiden bahçedeki cemaatin tekbir sesleriyle düğün evine gelin Mihrimah Sultan olarak tespih ustasının çırağı-Aynalı dedenin torunu Raci’nin koluna girerek gidiyordu ki, oturduğum kayanın üzerinde taşlarımı tekrar tekrar sayarken buldum kendimi.

Çantamda doksan sekiz taş vardı son taşı da kayanın üzerinden sahildeki kumlara adım attığım anda buldum, izimde… Sahilde taşları saymakla bulmak arasında geçen bir zamanda onca yıl geçmiş gibiydi, sanki. Şimdi ben elimdeki bu taşları ne yapmalıydım?

Amak-ı Hayal’in yazarı Filibeli Ahmed Hilmi’yi rahmetle anarken, sahilde dalgaların sesini dinleyerek kayanın üzerinde yazmaya karar verdiğim bu Taşlara Dokunan Sesler yazısındaki gibi iki Tespihdar, bir Mihrimah ve bir Raci hele de bu zamanda nasıl olmalı ki bulmalı?



 

YOK / Can MUTLU

 

Kimseden ateş istemediysen bir sigara molasında,
Kimsenin sigarasını yakmadıysan,
Yüreğine dokunmadıysan hiç kimsenin,
Falına bakmadıysan yalandan,
Âşık olmadıysan,
Şiir yazmadıysan,
Sarhoş olmadıysan içmeden,
Ayazda sobanın borusuna bir dokunup bin ah işitmediysen,
Yutkunmadıysan,
Ramazandan başka aç kalmadıysan,
Düşünde yüksek bir yerden düşmediysen,
Her düştüğünde kalkmadıysan,
Sırtından vurulmadıysan,
Boş beleş kurulmadıysan,
Kimseye sarılmadıysan sıkı sıkı,
Gönlünü açmadıysan kimseye sahiden,
Çırılçıplak kalmadıysan,
Darılmadıysan,
Coşup, coşup durulmadıysan,
Yorulmadıysan,
Yoğrulmadıysan,
Sana söyleyecek sözüm yok…


KEBAPÇI / Hasan EJDERHA


Garaj girişindeki, bakkal dükkânının önüne gelip, kocasının: “Şuraya otur Emine” dediğinde anlamıştı ne kadar yorulduğunu.

Bildiği tek şey, okul için oğluna nüfus cüzdanı gerek olduğuydu.

Bunun için neden kendisinin de çarşı pazar dolaşması gerektiğini anlayamamıştı. Muhtarın anlattıklarından birtakım şeyler anlar gibi olmuştu ama hiçbirine de mana verememişti.

“Yok, efendim daha evli değillermiş de önce kendilerinin evlenip, sonra çocuklarının nüfusa düşürülmesi, ondan sonra da nüfus cüzdanı alınması gerekiyormuş” gibi, bir sürü şeyler dinlemişti son günlerde.

Bu ne demek oluyordu?

Dünya âlem biliyordu ya Mustafa ile evli olduklarını.

Düğünleri olmamış mıydı?

O eve kendisi herkesin gözü önünde gelin gelmemiş miydi?

Koskocaman Seydihanlı Hoca kıymamış mıydı nikâhlarını?

Sonra da şimdi nüfus cüzdanı gerek olan oğlu doğmamış mıydı? Diğer oğlu ve kızı; bütün bunların evli olduklarına yetmesi gerekmiyor muydu?

“Hökümette evli görünmüyorsunuz. Bunun için önce izinname çıkarılacak. Sonra da daireleri bir güzel dolaşacağız. Arzuhalcye evrakları doldurtacağız. Ben möhürler basacağım. Gün alıp nüfusa gideceğiz ve çocukların nüfusa düşürülmesiyle iş bitecek.” demişti muhtar.

İki gün sürmüştü daireden daireye dolaşmaları.

Nihayet öğleden sonra çocukların nüfus cüzdanlarının alınmasıyla iş de bitmişti.

İşte, Emine Bakkalın önündeki iskemleye oturduğu an, işlerle birlikte kendisinin de yorgunluktan bittiğinin farkına varmıştı.

İki gün önce gelip de daireleri dolaşmaya başladıklarında; yorulmak, şikâyet etmek bir yana, hoşuna bile gitmişti. O daireden bir başka daireye giderken, yolda gördüğü insan kalabalıkları; yüksek yüksek apartmanlar çok ilgisini çekmişti. Apartman balkonlarına çamaşır asan kadınlar… Hele bu kadınların caddeye karşı çamaşır asarken omuzlarına kadar açık olduğunu görünce içinden, hayretle “Amanıııınnn. Tövbe tövbee…” demekten kendini alamamıştı.

Okula giden talebeler, caddede hızla ilerleyen arabalar, acele ile bir yerlere ulaşmaya çalışırcasına hızlı hızlı yürüyen adamlar, kadınlar aceleden kendine ya da kocasına çarpınca; ne manaya geldiğini bilmediği “pardon”lar…

O kadar hoşuna gitmişti ki bu iki gün; köye gidince epey anlatacağı şeyler olmuştu.

“Sen burada otur! Ben ineklere yem alıverip geleyim” demişti kocası.

Gideli epey olduğu halde ortalıkta görünmüyordu hâlâ.

Oturduğu iskemlenin üzerinden görebildiği yerlere kadar geziyordu adeta: Caddenin karşısında, duvarın yüzünden apartmanın yukarılarına kadar uzanan kalın, teneke borudan çıkan dumanlara, dumanın çıktığı o dükkâna girip çıkan insanlara, ailelere baktı bir süre. Etrafa yayılan kokudan anlaşılacağı üzere orası kebapçıydı. Birkaç dükkân yukarıda gene bir kebapçı vardı herhalde. Çünkü o dükkânın da camından yukarı çıkarak ve binanın yukarısına kadar uzanan boru, orada da vardı; ondan da yoğun dumanlar çıkıyordu.

Karnının iyice acıktığını hissetti.

Öğle ezanları okunalı epey olmuştu.

“Mustafa gelince yeriz yemeğimizi; belki de kebapçıya götürür beni.” diye düşündü.

Hiç kebapçıya gitmemiş, lokantaya falan oturmamıştı. Sadece, köydeki komşusu Şaziye’nin anlattıklarından biliyordu lokantayı, kebapçıyı.

Şaziye anlatırken ne kadar da imrenmişti. “Gidip masaya oturuyorsun. Beyaz önlüklü bir adam geliyor. Onun adı garson. ‘Ne alırsınız’ diyor. Sen de ne var diye soruyorsun. Adam: ‘Et haşlama, pilav, kuru, kebap, cacık, türlü, dolma’ sayıyor. Kuru, kuru fasulye, başka bir şey sanma ha. Daha başka yemeklerde sayıyordu garson ama aklımda kalmadı kız.” diye anlatmıştı Şaziye.

 “Kız vallaha ben utanırım elin adamı yemek getirince demişti Şaziye’ye. Ama bir taraftan da kocasıyla birlikte bir lokantada oturduklarını hayal etmek de hoşuna gitmişti. Gene de utanacağını, garson’un, bir erkek olarak önüne yemek koyacağını aklına getirdikçe ürpermişti adeta. Utanırım kız Şaziye! Vallaha ben utanırım!” dediğini hatırladı. Bunları hatırlarken, kafasından bir bir geçirirken, bir dersi beller gibi bellemeye çalışıyordu Şaziye’nin anlattıklarını. 

Şaziye gülerek devam etmişti anlatmaya. “Bizimki “kuru” dedi. Bildiğin kuru fasulye kız! Garson: ‘pilav da ister misiniz efendim?’ dedi. Bizimki de “evet pilav da ver!” dediydi.

Emine yine dayanamayıp lafa girmişti ve “Ben kebap söylerdim” demişti.

Bunları hatırlayınca: “Evet evet, kebapçıya götürürse Mustafa ben kebap söyleyeceğim.” dedi.

Karşıdaki kebapçının içini görür gibiydi. Şaziye’nin anlattığı masaları, masalarda oturan diğer müşterileri ve garsonu gördü sanki.

Beyaz önlüklü garson yanlarına gelip sordu: “Efendim ne alırsınız?” diye. Kocası Mustafa: “Ne var?” dedi.

Garson: “Kebap, döner, et haşlama, tavuk, kuru, pilav”

Emine gerisini dinlememişti bile.

Duydukları da öylesine kulağına gelenlerdi. 

Kararını çok önceden vermişti kebap söyleyecekti. Böylece Şaziye’ye anlatacakları olacaktı lokantayla ilgili, kebapla ilgili.

Çok garibine gidiyordu bir erkeğin masaya, hem de bir hanım olarak kendisinin oturduğu masaya yemek getirmesi. Hiç alışık değildi buna. Ömrünce hanımların sofra açmasına alışmıştı Emine.

Şimdi kendisi öylece bir masaya oturmuş, bir erkeğin yemek getirmesini bekliyordu. Bu durumdan, daha önceden tanımadığı bir hazzı için için duyduğunu fark edince, utanır gibi oldu. Aynaya baksa yüzünün kıpkırmızı olduğunu göreceğini biliyordu.

Aslında Mustafa da kebap yerdi ama gene de saydırmıştı garsona.

Garsonun yemekleri sayması, Mustafa’nın hoşuna gidiyordu belki de. Kendisinin bile hoşuna gitmemiş miydi?

Tam da Şaziye’nin anlattığı gibiydi.

Garson yemekleri saymış, bir çırak sürahiyle su getirmişti masaya.

“Yeşillik ister misiniz abi?” diye bir şey söylemişti ama Mustafa onu ya duymamış ya da duymazlıktan gelmişti.

“Olsun… Yeşillik de eksik olsun. Kebap gelecek ya” dedi Emine.

Bir süre çatal ve bıçağa baktı; kaygılandı. “Ben kullanabilir miyim bunları acep” diye geçirdi içinden. Hiç çatal ve bıçakla yemek yememişti.

Kısa sürdü kaygısı. Kendini rahatlatmak için: “Amaan, kebabın yenmesi mi olurmuş çatalla bıçakla. Çatal ile kebaba batırır, ekmeğin içine koyar yerim.”

Közde pişmiş domatesi, soğanla maydanozun karışımından çıkan güzel kokuyu duydu burnunda.

“Kebabın üstüne pervaz da koyarım. Kebabı sardığım ekmeği ağzıma atınca da çatalı batırır domatesi yerim. İşte sana çatal ve bıçakla yemem yemek; nesi varmış sanki” dedi.

Garsona kebabı söyleyebilecek miydi?

Söyleyemezdi.

Kaygılandı.

Kısık bir sesle: “Kebap! Benimki kebap olsun! Kebap!” dedi.

Ne garip; tekrar ediyordu sanki. “Kebap… Kebap… Benimkisi kebap olsun.

Bu kelimeleri tekrar ettiğinin farkındaydı sanki. Hem de farkında olmadan tekrarlıyor gibiydi. Ama kelimelerin kafasından gelip geçmesi gibi, biriyle konuşur gibi bir hissin farkındaydı.

“Kebap… Kebap… Kebap olsun benimkisi.”

Emine’nin başucunda kocası Mustafa… Alacaklarını almış, köydeki hayvanlarına yem alırken. Biraz da gecikmiş

Yorgun.

Aldıklarını köye gidecek arabaya yerleştirip karısını bıraktığı yere koşmuş.

“Gız Emine… “

“Hadi kalk gız! Niye daldın böyle?”

“Ne o sen sayıklıyor musun?”

“Duymuyor musun be kadın? Hey Emine!”

Kocasının sesini duymadan önce kendisini gördü Emine. Sonra da sesini duydu.

“Hıh!” dedi uykudan aniden uyanmış gibi.

Bir anda bakkalın önünde oturduğu iskemleden kalkıverdi. Hatta sıçradı.

 Oturduğu masaya konulan kebabı tam yemek üzereyken kaldırmışlar gibi oldu. Acıdı kebabın israf olmasına. Ya da içinde kalan kebap özlemine.

Sanki kebabı masada öylece bırakıp gidecekmiş hissine kapıldı birden. Ortada kebap falan olmadığının farkına vardığı halde.

Kendisini bakkal dükkânının önüne, Mustafa’nın “Burada otur!” diye ilk oturttuğu iskemlenin üzerinde bulduğu halde kebapçıdan zorla sökülüp götürülüyormuş gibi hissetti.

Kocasının birkaç adım ilerlediğini görünce hızlı adımlarla minibüse doğru giden kocasının arkasından yetişmeye çalıştı. Aceleden ayağındaki fıstık yeşili lastik ayakkabı çıktı. Fakat tekrar giymesi çok sürmedi ve kocasının arkasından yürüdü.

Kocasının elindeki poşetleri, minibüse, oturacakları koltuğun üzerine yerleştirdikten sonra: “Acıktık gız Emine! Bir şeyler yiyek!” dediği an, yeniden kebapçıdaki o masaya oturmuş gibi mutlu oldu.

Hâlâ daldığı o hayalde yakalanmışlığın mahcup utangaçlığı vardı yüzünde ve yüreğinde.

İskemlenin üzerinde otururken hayalinde gittiği kebapçıya gerçekten gideceklerdi.

“Bâri karşıdaki kebapçıya gitsek!” diye düşündü.

Çünkü kendisini hep o kebapçıya şartlamıştı. Bir de o kebapçıdaki masada kebapları bırakıp da kalkmış gibi bir his vardı içinde.

Sonra da: “Hangisi olursa olsun. Hepsi aynı değil mi kebapçının ne fark eder” diye geçirdi içinden.

Kocası muavine, arabanın ne zaman kalkacağını sorup öğrendikten sonra rahatlamıştı. Onun rahatladığını gören Emine de rahatladı.

Anlaşılan epey zamanları vardı.

Kebapçıya da gidebilirler, her şey yapabilirlerdi.

Kocasının, kendisini önünde bir iskemleye oturtup “burada bekle!” dediği ve kendisinin de kocası gelene kadar beklediği, kebapçıya gitme hayalleri kurduğu bakkala girdiler.

Kocası: “Selamünaleyküm Recep dayı, bize yiyecek bir şeyler ver hele” dedi.

Bakkal: “Helva, portakal, tahin-pekmez, ne istersiniz? Bak somun da yeni geldi fırından, sıcacık” dedi.

Bakkal dükkânının içinde birer iskemleye karşılıklı oturdular. İskemlenin birinin de üzerine gazete sererek ortalarına aldılar. Gazete kâğıdının üzerine konulan portakalı soymaya başladı kocası. Daha sonra yağlı kâğıt arasında helva geldi. Mustafa portakalı dilimlemişti. Somun ekmeğini ikiye bölerek yarısını Emine’nin önüne koydu.

Emine bunları bayılmak üzere, ya da baygınlıktan ayılmakta olan birinin hâli ile izledi.

Bütün hissiyatını kaybetmiş gibiydi.

Sadece kocasını izledi.

Başka bir gün olsa kocasına portakal mı soydurturdu; her bir şeyi kendisi yapar, kendisi hazırlardı.

Ne olduğunu kendisi de anlayamadı.

Önündekilerden yedi mi, yemedi mi? Tadı nasıldı? Hiçbirini hatırlamıyordu. Sadece tozu dumana katarak köy yolunda ilerleyen minibüsün, pencere camına dayadığı anlında, camın soğukluğunu hissediyordu.

En son hatırladığı alnına değen bu soğukluktu.

Camdan anlına değen soğukluğa benzer bir soğuklukla, yüreğinin de üşüdüğünü hisseti.

İçinde bir yerlerde bir şeyler kırılmış ve hâlâ kırılmaya devam ediyordu. O kırılan şey neyse, kırıldıkça da dağılan kırıklar içinin bilmediği, ama hissettiği bir yerlerini cam kırığı acıtmasında buza kestiriyordu.


DÜKKÂN MEKTUPLARI -2 / Ahmet Doğan İlbey-Ferhat Ağca


“Pek aziz tercümanım,
Hasan Ejderha: “Ferhat nergis getirdi. Kütüphâne burcu burcu nergis kokuyor. Ömrüne bereket Ferhat’ım.” Demiş.
Hasan abine mis gibi kokan nergis götürüyorsun, bu fakire, bu abd-i âcize, bu mazlum ve mazrur emekli münzeviye de hocamgilden bin miligramlık aleyh getirsen, sevap kazansan olmaz mı?
selâm ve muhabbetlerimle...”
Ahmet Doğan İlbey

***
 
 “Kıymetli ağabeyim.
Bendeniz tercümanınız olarak Hocamgilin bin miligramlık aleyhlerinin, sizin için ne mânaya geldiğini az çok bilirim. Zat-ı âliniz için bu aleyhlerin mânası bir top nergisten daha derin ve pek kıymetlidir. (Burada belirtmeliyim ki, bir top nergisin mânası da Hasan emmim ve biz Semerkand Türkleri için en az size getirdiğim aleyhler kadar değerlidir.)

Denizler ortasında boğulma tehlikesi geçiren biri için can simidi ne ise sizin içinde bir aleyh o demektir. Fakir de bilir ki; siz günlük telaşlarınız içerisinde boğuşurken bir can simidine ihtiyaç duyarsınız ki o bir aleyhtir ve can çekişen birine can simidi nasıl yetiştirilirse fakir de aleyhleri öyle yetiştirmeye çalışır. Kör kuyulara düşmüş biri için bir ip ya da merdiven ne ise, sizin için de aleyh odur.

Fakir de bilir ki çay ve sigara içilmeyen bir yere düşmüşseniz, bir aleyh sizin için çay ve sigaradır. Uykusunda karabasanlara yakalanan birisi korku içerisinde uyanınca ona su vermek ne manaya gelirse, size de aleyh vermek o manaya gelir. Fakir de bilir ki siz yolda bir 'mayın'a yakalandığınızda size aleyh vermek gerekir.

Kimyasal bomba atılan bir yerde oksijen maskesinin kıymeti ne ise, sizin için de aleyh o kadar kıymetlidir. Fakir de bilir ki birisi size cebir ile hacı yağı sürmüşse, size aleyh getirmek gerekir. Zulmetin ve kargaşanın bol olduğu bir beldeye bir tekke açılmasının tedaileri ne ise, sizin için de aleyhlerin tedaileri odur.

Fakir de bilir ki Dükkânda ziyaretçi görüşleri armış, nahıröğrüleşme temayülü oluşmaya başlamışsa size aleyhleri aktarmak gerekir. Yolda oluşan çamur göletinden hızlı bir şekilde geçen bir arabanın tepeden tırnağa ıslattığı bir adam için, temiz havlu ve temiz elbise ne ise, sizin için de aleyh o dur. Askerlik lafı gibi, tarhanalık yoğurt lafı gibi gereksiz laf konuşan biri dükkâna gelip gitmişse, size aleyh söylemek gerekir.

Hâsıl-ı kelâm, aleyhlerin sizde ne mânaya geldiğini anlatmak 3,5 gün, yazmak 72,5 gün sürer... Aleyhler sizin için; yağmurlu günde bir şemsiye, güneşin bağrında bir çınar gölgesi, çölün ortasında bir sudur... Tercümanınız fakir-i hakir de bu aleyhleri, çobanlık yapan bir çocuğun dağ başında doğan bir kuzuyu abasının altına alıp eve getirişi gibi getirir. Harmanı alevlenen bir köylünün yangına su taşıması gibi taşır. Çocuğu olan bir adamdan şadenlik almak isteyen bir ebenin, çocuğu kucakladığı gibi babasına getirmesi gibi getirir. Sizlere layık olabilirsek biz de aleyh duymuşluğunuz gibi olacağız. Hürmet ve Muhabbetle...”
Ferhat Ağca

***

“Pek aziz tercümanım,
Mektubunuza cevabım gecikti, affola.
Mektubunuz gönlüme cidden şifa verdi.
Haddim değil, ama söylemeliyim. 
İyi yazı açısından da birçok unsuru taşıyor. 
Dolayısıyla arşivime koydum.  
Üdeba, Mehmed Yaşar ve bâzı dostlar sizi kıskanacaklar.
İnşallah sağ çıkarsam, bu mektubu dükkânda çok şapırdatırım 

Ey azizan!
Modern-kapitalist hayattan bunaldıysanız, televizyon, internet, sosyal medya, akıllı cep telefonu ve günün en çok paylaşılan ve ‘fenomen’ videolarını izlemek, face ve twitter sayfaları gönül ve dimağınıza merhem olmaz. Modern ve postmodern bunalımlarınızdan kurtulmak istiyorsanız gönle şifa veren dost mektupları okuyunuz. Tabii ki gönül dostlarınız olmalı önce. 

Bendeniz böyle yapıyorum. Modern-kapitalizmin saldırıyla dermansız kaldığımda hemen bir dost mektubunu açar okurum. İsmail Göktürk’ün ve şair-i âzamım Mehmet Narlı’nın mektupları meşhurdur. ‘Üdeba’ nam Mehmet Raşit Küçükkürtül de arada bir gönderiyor fakat gönle şifası az. Kimse alınmasın yârenlik ediyorum. Hâsılı, tercümanım ve aziz dostum Ferhat Ağca’dan böyle bir mektup geldi dün gece. Hemen şifa buldum.”
Ahmet Doğan İlbey


KASABAYA VALİ GELDİ / Hasan KEKLİKCİ


Bayındırlık müdürü aradı Emmi. Vali Bey bizim bölgedeki resmî kurumları gezecekmiş. Belki bize de uğrayabilirmiş. “Ofsaytta” kalmamayım diye aramış. Teşekkür ettim müdür beye...

Valimiz şubat ayında göreve başladı. Bir aya kalmadan namı şehre yayıldı. Yıldırım Bayezid misali bir adam. Tebdil-i kıyafet geziyor, olmadık zamanlarda olmadık yerlere gidiyormuş. Sağlık ocaklarına hasta, dolmuşlara yolcu, resmi dairelere vatandaş gibi girip çıkıyormuş. Hatalı gördüğü memurları fırçalıyor, işaret parmağıyla masaların tozuna bakıp, çekmeceleri çekiyormuş.

İlk tanışmamızda anlatmıştık kendilerine; “Buraya birçok vali geldi; kimi geldiği gibi gitti, kiminin adı yaptığı güzel işler dolayısıyla hâlâ halkın arasında dolaşır durur” demiştik. Eski ünlü valilerden falan bahsetmiştik.

Hakikaten bu da halkın arasında yirmi dört saat dolaşıp duruyor. Gerçi bu kadar dolaşmak bir vali için ne kadar doğru onu pek bilemiyorum. Sen çok iyi bilirsin, her gün valinin önüne ne kadar evrak biriktiğini Emmi. İnşallah onları imzalama fırsatı bulabiliyordur.

Emmi şehirden belediyemize ne zaman biri gelecek olsa, benim aklıma hep; başta Selamsız Bandosu Filmi ve Kemal Sunal filmleri gelir. Karşılamada gülmemek için hep dua ederim. Hamdolsun şu ana kadar hiç gülmedim. Gayet vakarlı, bir belediye başkanına yakışır şekilde karşıladım konuklarımı. Kurban kestirmedim, öyle çiçek filan işi de olmaz zaten bizim buralarda.  

Akşam beş civarında konvoy karşıdaki çok programlı liseye geldi. Bizim arkadaşların heyecanları yüzlerinden okunuyordu. Ben ara sıra içeri girip etrafa bakıyorum. Her yer temizlenmiş, bir tek benim oturduğum makam koltuğu unutulmuş. Çağırdım o işlere bakan arkadaşımızı, “Şu koltuk silinmiş ama geri tozlanmış, bunu bir kere daha sildir” dedim.

Konvoy belediyeye girdi Emmi. Eskorta durması gereken yeri işaret ettim. Arabanın önünde bir ara gözümde bir sahne belirdi; kafasında kocaman bir şapka, ayağında çatı yere değen bir şalvar, yeni traşlı, ayakkabısının hangi renk olduğu belli olmayan bir adam, yere bir koyun yatırmış; “keseyim mi ağam” diyor.

Aracın sağ arka kapısına yöneldim, korumadan önce açtım kapıyı. Açarım Emmi! Çünkü ben daha önce defalarca milletvekili ve bakan karşıladım. Bilirim o işleri:

Koşacaksın, kapıyı ilk sen açacaksın. Yoksa gelen adamı sana düşürmezler!

Kapıyı açacaksın ve oldukça samimi görüneceksin.

El öpmeye falan kalkışmayacaksın.

Sakın ha öyle yaptığın zaman, haklın gözünde küçük düşersin. Küçük-büyük konuklarının elini sıkıp, yanak yanağa öpüşeceksin. Diğer zevatla da aynı şekilde kucaklaşıp, mümkünse samimi sözler sarf edeceksin. “O işten bir haber çıkmadı” filan gibi, esrarlı, iki kişilik laflar edeceksin. Öyle ki bu konuşmayı hem konuk güruhunun en büyüğü ve hem de halk duyacak. Gelen baş bilir ve halk “vay anasını!” diyecek “adamın tanımadığı yok”. “Bilmem hangi müdürle şaka yaptığına göre, gerisini var sen düşün” diyecek. Racon bu emmi.

Bizim köyden kime benziyor desem; kısa boylu, etine dolgun bir adam vali. Buyur ettim içeri. Oturması için makam koltuğunu gösterdim. “Hayır” dedi. “O makam senin, sen otur.”  Masanın bana göre solundaki koltuğa ilişiverdi. Bir müddet, hatta ikinci bir emre kadar ayakta beklemeyi uygun gördüm. Sonra ikinci emir sadır oldu, vali beyin dudaklarının arasından. Oturdum.

Adam yemedi içmedi, önce muhasebeciyi çağırdı. “Haydaa!” dedim, ben bunu hiç düşünememiştim. Hoş, bizim belediyenin yaptığı ve yapacağı işleri; belediyenin borçlarını-alacaklarını, hangi gün hangi işçinin ne iş yaptığını, konuşmayı sökmüş çocuktan, en yaşlısına kadar, kadın-erkek kasabadan kimi çevirip sorsan; ziyaretçilere Balıklıgöl’ü gezdiren Urfalı çocuklar gibi bir çırpıda anlatır.

Kasabada hangi işlerin nasıl yapıldığını; “Hal bu ki, o iş öyle yapılmasa da benim dediğim gibi şöyle yapılsaydı” diyerek kendi çözümünü de laf arasına sıkıştırarak lafını bağlar.

Fakat tedbiri de elden bırakmamak lazım. Bereket ikinci cümleden sonra izin isteyerek lafı ben aldım. Muhasebeciyi dışarı yolladım. Emmi bildiğim her şeyi anlattım. Bir yandan konuşuyorum, bir yandan da aklımdan bin bir çeşit fesat gelip geçiyor. Film sahneleri mi dersin, fıkralar mı dersin, eski ihtiyarların yarı müstehcen lafları mı dersin gırla gidiyor.
 Çay geliyor.

“Lahmacun da sever mi ola” diye geçiriyorum içimden.

Çay bitiyor “Eyvah” diyorum, “Bir ot tenekesi olsa da şöyle kapağına bir-iki vurup efendiye uzatsam.”

Sonra gülmemek için dişlerimi sıkıyorum.

“Yok yok içi tütün basılı bir tabaka…” diye geçiriyorum içimden. Allah var; vali anlattığım her şeyi pürdikkat dinliyor, ara sıra telkinde bulunuyor, zaman zaman da etraftakilere tasdik ettirerek akıl veriyor. En önemlisi de not aldırıyor müdürlerine!..

Şehirden gelen devlet büyüklerinin hepsi dertlerimizi sorarlar. İstisnasız hepsi de notlar aldırırlar. Milletvekillerinin, bakanların not almasını hiçbir zaman yadırgamadım. Onlar çözüp çözemeyeceklerine bakmadan her türlü bilgileri not alırlar. Siyasetin işleyiş şekli böyledir Emmi. Ama bir vali beyin, kendisine sunulmuş olan o kadar dosyanın üstüne, karşısındaki adamla dalga geçer gibi tekrar not aldırması anlaşılır gibi değil.

“Devlet ciddiyeti” diye bir kavram mı vardı Emmi?

Evet var, tabii ki haberdarız.

Fakat vali rol yapıyor. Evet bildiğin polim yani.

Bana sorduğu her şeyi makamında kendilerine defalarca anlattım. Kaç defa dosya verdim. Belediyelerin yönetimini düzenleyen kanunun 1930 tarihli olduğunu söyledim. Bu işin valiyi ve belediye başkanını aştığını, çözümün mecliste olduğunu izah ettim. Belediyelerin yıllardır birikmiş borçları için, devlet kurumlarının bizzat belediye başkanlarının evlerine haciz kâğıtları gönderdiğini söyledim.

Herifçioğlu yanına iki müdür almış, adamlara valilik gösteriyor bizim sırtımızdan. Hayır, madem her şeyi soruyorsun, “Ya Hu başkan neden makam odasında değil de sekreter odasında oturuyoruz?” desene. Cevabını biliyorsun çünkü.

Ha bir de gitmişsin, Harmancık’ın en kısa boyluları; Küçük Mehmet Ali, Hoca Hacı, Döndü Teyzemin Mehmet’ini yanına alıp fotoğraf çektirmişsin. Böylece uzun görünecek beyefendi.
Bak unutuyordum, geçenlerde Kocaseki Mahallemizde küçük çaplı bir heyelan tehlikesi olmuştu. –Heyelan değil ha- Sen adamını –vali muavini- gönder vatandaşlara, “Size ev yaptıracağım, para vereceğim” dedirt...

Vatandaş iki haftadan beri başımın etini yiyor Emmi.

İşin doğrusu adam ekibiyle birlikte gelip oturacaktı. Biz diyecektik ki; işte size çay. Kahvemiz oldum olası yok. Çünkü burada bakkallar sade çay satarlar. Şehirden de veresiye kahve alamıyoruz. İçelim çayımızı, şuradan buradan konuşalım. Biz sana yağ yakalım, sen bize akıl ver, sonra da sen yoluna biz yolumuza…



TAŞLARA DOKUNAN SESLER-9 / Hidayet BAĞCI


“Aziz evladım Raci,

Mektubunu aldığımda gözlerim doldukça gönlümdeki umman bir deniz, okyanus oldu ve dalga dalga yol aldı. Tespih çıraklığı/ustalığı ne senin verdiğin Hüsn-ü Hat derslerine benzer ne de nefes verdiğin neyin sesine… Tespih ustası sana doksan sekiz tane taş vermiş, duydum. Ben de sana ödev veriyorum, elindeki bu taşlara tek tek gümüş işlemesi yapacaksın ve eksik olan taşı da sadece gümüşle işleyeceksin olur mu? Artık imamesi de senin ustalığının imzası olsun. Taşları çarkuşaneden geçirirken belirli bir devirde yapmaya itina göster, yoksa demiyorum sadece dikkat etmeyi bilmelisin. Elindeki taşların sayılı olduğunu biliyorsun.  Taş taneleri habbe olana kadar emek emek işlemelisin ki artık senin çıraklığının/ustalığının ilk ve son meyvesi olmasını ümid ettiğimi bilesin. Bu nedenle elindeki taşlardan başka eline taş değmeyecek şekilde taşları gümüşle işlemelisin. Bundan dolayı şu ana kadar ve sonrasına dek zikredeceğin en güzel tespihi yapmanı istiyorum, tespih ustanın da senden beklediği gibi…

Taşları gümüşle işledikten sonra ipinin sağlam olmasına, habbelerin birbirine sımsıkı dokunmasına özen göstermeli ve ipin seçimini ona göre yapmalısın ki gören bu tespihte ipi görmemeli. İpi bulduktan sonra ucunu bal mumuyla sürmele ki habbeler, sırasını kolayca birbirine aktarsın. İlk taşı ipe dizerken Salavat-ı Şerife okuyarak geçir ki devamı hem kolay hem de bu tespihin sahibi için huzur/mutluluk verici olsun. Sonraki taşları da en sevdiğin duaları okuyarak sıra sıra dizmelisin. Duraklar ise mutlaka gümüş işlemeli olmalıdır. Tespihin doksan dokuzuncu gümüş habbesinde de Salavat ile birlikte Fatiha-ı Şerife okumalı ve iki ipin ucuna atacağın düğümü sımsıkı yapmalısın. Gümüşten işlediğin imameyi imzanı atar gibi ipin ucuna eklemelisin. Bu senin itibarındır ki er kişi yaptığı her işte doğruluğunu ifade etmelidir.

Yüce Rahman “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” Ayet-i Kerimesinde buyurduğu gibi…

Sana vasiyet ediyorum, bu yaptığın tespihin ipi her ne zaman koparsa ipini sen değiştir olur mu? Bu tespihin ustası sadece sen ol… Birkaç hafta sonra göz nuru döktüğün bu tespihi tespih ustasından almaya geliyorum…

Muhabbetle…

Aynalı deden!”

***

Raci, o kadar şaşkındı ki elindeki taşları tek tek işleyip tespih edene dek geçen sürede Aynalı dedesinden gelen bu mektubu defalarca okumuş her seferinde, ilhamı gelen şairler gibi bir hâle bürünür olmuştu.

Şaşkın olduğu bir durum vardı ki Ahmet Suphi usta da kendisi de aynı taşlara emek veriyordu. Aralarındaki tek fark, taşların sayısıydı. Raci’de doksan sekiz taş, tespih ustasında otuz iki taş vardı ve ortak olan tek şey eksik taşlar-duraklar gümüş olacaktı. Raci’nin elindeki tespihte gümüş son habbe, tespih ustasının elindekinde ise ilk habbe…

Şimdi uzak diyarlardan bu tespihi almak için Aynalı dede yollardaydı. Raci’nin ve tespih ustasının kulağında ise “Uzakların Türküsü”…  



GÖNÜLLER SENİ ARIYOR / Ahmet Berkay Polat

Öyle ya,
Seni anmayan aşkı buldum sanıyor
Medine toprakları hala kokunu özlüyor
Taifin üzerinden asırlar geçse de acısı dinmiyor
Gittiğin günden beri ümmetin ölümü kıskanıyor

Ne zor işmiş,
Kalbimde seni taşırken başkasını sevmek
Şu fani dünyada yaşıyorum demek
Sana kavuşacağım günü hasretle beklemek
Nuruna özenip beyazlara bürünmek



YİNE AYNI HİKÂYE…3 / Şeyhşamil EJDERHA


-Yarın hastaneye yatıyorum.
Bazı önemli konular, önemli zamanlarda konuşulur ve insanın hayatında bu kadar önemli zaman asla bulunmaz. Her seferinde olduğu gibi bizim bu önemli konumuz da önemli zamanına kavuşamamanın etkisiyle rafa kalkıyor ve önümüze yeni bir konu açılıyor.

Hastalık, hastane, hastanenin kokusu… Alışılmış bir yabancı duygu…

“Onu teselli için söylediğim söz beni de aldatacak bir cazibe aldı ve bir ümit kapısı açtı.” Hayır açmadı. Her söz gibi bu da duymak istediğimiz aldatıcı sözlerden birisiydi. Hastaneye yatsam ne olacaktı. Kendi soruma kendim cevap vereyim:

Alışılmış yabancı bir duygu.

Allah kimseye taşıyamayacağı yük vermesin. Âmin. Bazı yükler, insana yük olur. Uzaktan bakana kendisini acındırır. Bazılarına “Zavallı oğlancağız, o çelimsiz vücuduyla o kadar yüke nasıl dayanıyor anlamıyorum.” dedirtir.  Hamallar, eskiden en çok hamallara acırdı insanlar. Üç kuruş para için onca yükü nasıl taşıdığına hayret edip dururduk doğrusu ama kimse anlamaz. O, onca yükün altında hâlâ yıkılmadığını ispatlamak isteyen çelimsiz çocuk; mutlaka, arkadaşlarıyla girdiği bilek güreşlerinin galibiydi. Tıpkı insanın dertleri gibi... Hepimiz kendi dertlerimizin hamalıydık sonuçta. Aynaya bakmadan hüküm vermeye kalkıyoruz çoğu zaman. Oysa farkında değiliz ve farkında olmadan o derdi çekenin yalnızca biz olduğunu düşünüyoruz. Ona göre hüküm vermeye kalkıyoruz, ona göre hüküm veriyoruz. Arada bir aynaya bakmamız lazım ama ne zaman. En son ne zaman dostunun yüzüne baktın. Kendini dostunun aynasında gördün. Biraz önce mi? Bak yine kendine yalan söylüyor ve duymak istediğin sözlerle kendini aldatıyorsun. İnsanın aynası dostu değil midir?

-Bir de o var değil mi?

-Evet bir de o var. Bunca derdin bunca sıkıntısının arasında bir de o var. Bu yüzden biraz sevin çünkü hiç olmazsa bu dert sende yok.

“Onu teselli için söylediğim söz beni de aldatacak bir cazibe aldı ve bir ümit kapısı açtı.” O kapı hiç olmazsa dostum için açılmıştı, en azından ben açmaya zorlamıştım. Ne de olsa biz başkalarının mutluluğuyla mutlu olan insanlardık değil mi?

-Sen de olan zaten benimdir.

Açıkçası ondan böyle filozofça bir söz beklemiyordum. Belki filozofça olmayabilir ama bazı sözler yerinde söylendiği zaman insana karşısında bilge birinin olduğunu hissettirir.

Dost insanın aynasıdır. Aynaya bir ışık tuttuğun zaman yapacağı tek şey onu sana geri yansıtmak olur. Benim onu teselli için açtığım, açmaya çalıştığım kapı tekrar kapandı. Onun yüreğini aydınlatmak için tuttuğum ışık geri yansıdı ve gelip benim yüreğimi aydınlattı. Ne kadar derdim olursa olsun yanımda dostumun olduğunu bana hatırlattı.

-Haklısın… Ne bileyim, biraz canım sıkılıyor, her zamanki gibi.

-Neye…

-Hastaneye…

-Bir türlü alışamadın gitti ha şuna.

-Nesine alışayım. Ne kadar alışsam da her seferinde bana yabancılaşmayı başarıyor.

-Kaç sene oldu?

-10

-Bak on sene olmuş. İnsan aldığı ayakkabıyı bile on sene giymiyor yenisiyle değiştiriyor ama sen aklındaki bu düşünceyi on seneden beri değiştiremedin. Neymiş efendim? Alışamamışsın… Bir şeyi düşman olarak görürsen ona nasıl alışırsın.

-O iş öyle olmuyor işte. Beni en iyi sen biliyorsun. Hastane duvarları üzerime üzerime geliyor ben ne yapayım.
           
Sigarasını küllüğe silkeledi. Sonra çayından bir yudum aldı.
-Peki nasıl oluyor onu söyle?

-Nasıl mı?

-Evet nasıl oluyor? Hep içine atıyorsun, senin en büyük hatan bu. Hani hep diyorsun ya: “Söylediğimiz sözler başkalarının duymak istediklerinden ibaret.” diye. İşte sen her seferinde insanlara duymak istedikleri şeyleri söyleyip duruyorsun. Bu yüzden hep kaybediyorsun.

-Haklısın ama başka ne yapabilirim.

-Nasıl… Ne, yapabilirsin?

-En büyük kaybımız dinlemek değil mi? İnsanı, dostundan başka kim dinler? Bir düşün birisiyle karşılaşırsın, ona: “Nasılsın?” diye sorarsın ve sonra onun “İyiyim, hamdolsun.” demesini beklersin. Hayatımız böyle değil mi? Hangimiz, sorduğumuz kişinin “kötüyüm” demesini isteriz. “Kötüyüm” demesi kolay ama peki ya sonrası, sonrasına katlanmak ister misin? Onun neden kötü olduğunu sonuna kadar dinleyip; biraz olsun, onun içinin rahatlamasını kim ister. İnsanın içinden “Aldık başa belayı. Kolaysa sabret bu uzun konuşmaya” demek geçmez mi?

“Momo’nun hiç kimsenin yapamayacağı şekilde başardığı şey şuydu: dinlemek. Belki şimdi pek çok kimse, bu da bir şey mi, herkes dinlemesini bilir diyecektir.
Oysa hiç de öyle değil. Çok az kimse gerçekten iyi bir dinleyicidir. Dinlemek konusunda Momo’nun eşi benzeri yoktur.” Sadece Momo’nun değil insanın dostundan başka da eşi benzeri yoktur. İnsanoğlu sadece dinlenmek ister. Başkasını dinlemek değil. Sorduğu sorulara bile her seferinde beklediği cevabı almak ister. Belki de bu hayatı artık hızlı yaşamamızın nedenidir. Para kazanmaya, çalışmaya, işimize, derslerimize yetecek kadar zamanımızın olmayışındandır ya da bizim öyle sanmamızdandır. Hayatımızda her şeye zaman buluruz ama duygularımıza asla! Fakat her insanın bir dostu vardır değil mi? Bu kadar hızlı geçen zaman içinde yorgunluğunu atmak istediği, sığındığı bir liman.

-Haklısın ama ben varım. Bana duymak istediklerimi değil, duyurmak istediklerini söyle.

-Artık takatim kalmadı, içimdekiler damla damla büyük bir okyanusa dönüştü ve ben sanki bu okyanus içinde boğuluyorum. Yoruldum… Yayından fırlamış bir ok gibiyim. Hedefime doğru son hızımla ilerliyorum ama yaşadığım olaylar şaftımı kaydırdı. Hedefime doğru ilerken; kendi etrafımda döndüğüm yetmezmiş gibi, başka bir şeyin daha etrafında döndüğümü hissediyorum. Fakat bu şeyin ne olduğunu anlayamıyorum. Korkuyorum… Belki de bu yüzden hızlandığımı hissediyorum. Sanki havada zikzaklar çizerek varacağım hedeften sapacağım ve bir taşın en ağır yerinde kıracağım temrenimi. Korkuyorum… Birinden kaçıyorum. Kendimden kaçıyorum ve tam kaçtığımı düşündüğüm anda kendimi yeniden kürkçü dükkânında buluyorum.

- Kendinden değil, ondan kaçıyorsun. Ona hem yakın olmak istiyorsun hem de onun en uzağında bulunuyorsun. Neden yaklaşmıyorsun. Neden onu uzaktan seyretmekle yetiyorsun? Neden sadece onu düşünmekle kalıyorsun?

Başımı yukarı, gökyüzüne doğru çevirdim. Hoş, insan şehrin ortasında gökyüzünü nasıl görebilirdi ki? Yukarıda dut ağacının dalları arasından kafenin bulunduğu apartmanın balkonları ve balkonlarda; her an insanın kafasına düşecekmiş gibi bir his uyandıran tabelalar görünüyordu. Ona baktım, o gözlerini yokuşun aşağısına çevirmiş boşluğu izliyordu.  Ben ise kafamı tekrar apartmanın en karanlık noktasına çevirdim.
“Birkaç dakika geçti. Birbirimizin nereye baktığını bilmeden geceyi izliyorduk.”
-Beni anlamıyorsun.

-Ben de onu söylüyorum. Anlatmıyorsun…

-Tamam anlatayım ama sen dinlemek ister misin?

-Bak karşındayım.

-Birer çay daha söyleyelim. Sonra sana kısaca içimdekileri anlatayım. Eğer uzatırsam, yağmur yağar ıslanırız.

Başımı kafenin büyük camına çeviriyorum. Sabahattin çay ocağının başında dışarıyı izliyor. Göz göze gelince anlıyor halimi ve hemen iki tane çay ile yanımıza geliyor. Boşları alırken “Eyvallah” diyorum. Başıyla selam verip geldiği gibi giriyor içeri.

Dostumun gözleri ise bende:

-Bekliyorum.

Tabakamdan bir tütün alıyorum. O da paketinden bir sigara alıyor ve yakıyoruz. O sigarasını küllüğe yerleştirip çayına şeker atarken, ben tütünün dumanının havada süzülüşünü izliyorum.
(BÖLÜM SONU)