YİNE AYNI HİKÂYE…3 / Şeyhşamil EJDERHA


-Yarın hastaneye yatıyorum.
Bazı önemli konular, önemli zamanlarda konuşulur ve insanın hayatında bu kadar önemli zaman asla bulunmaz. Her seferinde olduğu gibi bizim bu önemli konumuz da önemli zamanına kavuşamamanın etkisiyle rafa kalkıyor ve önümüze yeni bir konu açılıyor.

Hastalık, hastane, hastanenin kokusu… Alışılmış bir yabancı duygu…

“Onu teselli için söylediğim söz beni de aldatacak bir cazibe aldı ve bir ümit kapısı açtı.” Hayır açmadı. Her söz gibi bu da duymak istediğimiz aldatıcı sözlerden birisiydi. Hastaneye yatsam ne olacaktı. Kendi soruma kendim cevap vereyim:

Alışılmış yabancı bir duygu.

Allah kimseye taşıyamayacağı yük vermesin. Âmin. Bazı yükler, insana yük olur. Uzaktan bakana kendisini acındırır. Bazılarına “Zavallı oğlancağız, o çelimsiz vücuduyla o kadar yüke nasıl dayanıyor anlamıyorum.” dedirtir.  Hamallar, eskiden en çok hamallara acırdı insanlar. Üç kuruş para için onca yükü nasıl taşıdığına hayret edip dururduk doğrusu ama kimse anlamaz. O, onca yükün altında hâlâ yıkılmadığını ispatlamak isteyen çelimsiz çocuk; mutlaka, arkadaşlarıyla girdiği bilek güreşlerinin galibiydi. Tıpkı insanın dertleri gibi... Hepimiz kendi dertlerimizin hamalıydık sonuçta. Aynaya bakmadan hüküm vermeye kalkıyoruz çoğu zaman. Oysa farkında değiliz ve farkında olmadan o derdi çekenin yalnızca biz olduğunu düşünüyoruz. Ona göre hüküm vermeye kalkıyoruz, ona göre hüküm veriyoruz. Arada bir aynaya bakmamız lazım ama ne zaman. En son ne zaman dostunun yüzüne baktın. Kendini dostunun aynasında gördün. Biraz önce mi? Bak yine kendine yalan söylüyor ve duymak istediğin sözlerle kendini aldatıyorsun. İnsanın aynası dostu değil midir?

-Bir de o var değil mi?

-Evet bir de o var. Bunca derdin bunca sıkıntısının arasında bir de o var. Bu yüzden biraz sevin çünkü hiç olmazsa bu dert sende yok.

“Onu teselli için söylediğim söz beni de aldatacak bir cazibe aldı ve bir ümit kapısı açtı.” O kapı hiç olmazsa dostum için açılmıştı, en azından ben açmaya zorlamıştım. Ne de olsa biz başkalarının mutluluğuyla mutlu olan insanlardık değil mi?

-Sen de olan zaten benimdir.

Açıkçası ondan böyle filozofça bir söz beklemiyordum. Belki filozofça olmayabilir ama bazı sözler yerinde söylendiği zaman insana karşısında bilge birinin olduğunu hissettirir.

Dost insanın aynasıdır. Aynaya bir ışık tuttuğun zaman yapacağı tek şey onu sana geri yansıtmak olur. Benim onu teselli için açtığım, açmaya çalıştığım kapı tekrar kapandı. Onun yüreğini aydınlatmak için tuttuğum ışık geri yansıdı ve gelip benim yüreğimi aydınlattı. Ne kadar derdim olursa olsun yanımda dostumun olduğunu bana hatırlattı.

-Haklısın… Ne bileyim, biraz canım sıkılıyor, her zamanki gibi.

-Neye…

-Hastaneye…

-Bir türlü alışamadın gitti ha şuna.

-Nesine alışayım. Ne kadar alışsam da her seferinde bana yabancılaşmayı başarıyor.

-Kaç sene oldu?

-10

-Bak on sene olmuş. İnsan aldığı ayakkabıyı bile on sene giymiyor yenisiyle değiştiriyor ama sen aklındaki bu düşünceyi on seneden beri değiştiremedin. Neymiş efendim? Alışamamışsın… Bir şeyi düşman olarak görürsen ona nasıl alışırsın.

-O iş öyle olmuyor işte. Beni en iyi sen biliyorsun. Hastane duvarları üzerime üzerime geliyor ben ne yapayım.
           
Sigarasını küllüğe silkeledi. Sonra çayından bir yudum aldı.
-Peki nasıl oluyor onu söyle?

-Nasıl mı?

-Evet nasıl oluyor? Hep içine atıyorsun, senin en büyük hatan bu. Hani hep diyorsun ya: “Söylediğimiz sözler başkalarının duymak istediklerinden ibaret.” diye. İşte sen her seferinde insanlara duymak istedikleri şeyleri söyleyip duruyorsun. Bu yüzden hep kaybediyorsun.

-Haklısın ama başka ne yapabilirim.

-Nasıl… Ne, yapabilirsin?

-En büyük kaybımız dinlemek değil mi? İnsanı, dostundan başka kim dinler? Bir düşün birisiyle karşılaşırsın, ona: “Nasılsın?” diye sorarsın ve sonra onun “İyiyim, hamdolsun.” demesini beklersin. Hayatımız böyle değil mi? Hangimiz, sorduğumuz kişinin “kötüyüm” demesini isteriz. “Kötüyüm” demesi kolay ama peki ya sonrası, sonrasına katlanmak ister misin? Onun neden kötü olduğunu sonuna kadar dinleyip; biraz olsun, onun içinin rahatlamasını kim ister. İnsanın içinden “Aldık başa belayı. Kolaysa sabret bu uzun konuşmaya” demek geçmez mi?

“Momo’nun hiç kimsenin yapamayacağı şekilde başardığı şey şuydu: dinlemek. Belki şimdi pek çok kimse, bu da bir şey mi, herkes dinlemesini bilir diyecektir.
Oysa hiç de öyle değil. Çok az kimse gerçekten iyi bir dinleyicidir. Dinlemek konusunda Momo’nun eşi benzeri yoktur.” Sadece Momo’nun değil insanın dostundan başka da eşi benzeri yoktur. İnsanoğlu sadece dinlenmek ister. Başkasını dinlemek değil. Sorduğu sorulara bile her seferinde beklediği cevabı almak ister. Belki de bu hayatı artık hızlı yaşamamızın nedenidir. Para kazanmaya, çalışmaya, işimize, derslerimize yetecek kadar zamanımızın olmayışındandır ya da bizim öyle sanmamızdandır. Hayatımızda her şeye zaman buluruz ama duygularımıza asla! Fakat her insanın bir dostu vardır değil mi? Bu kadar hızlı geçen zaman içinde yorgunluğunu atmak istediği, sığındığı bir liman.

-Haklısın ama ben varım. Bana duymak istediklerimi değil, duyurmak istediklerini söyle.

-Artık takatim kalmadı, içimdekiler damla damla büyük bir okyanusa dönüştü ve ben sanki bu okyanus içinde boğuluyorum. Yoruldum… Yayından fırlamış bir ok gibiyim. Hedefime doğru son hızımla ilerliyorum ama yaşadığım olaylar şaftımı kaydırdı. Hedefime doğru ilerken; kendi etrafımda döndüğüm yetmezmiş gibi, başka bir şeyin daha etrafında döndüğümü hissediyorum. Fakat bu şeyin ne olduğunu anlayamıyorum. Korkuyorum… Belki de bu yüzden hızlandığımı hissediyorum. Sanki havada zikzaklar çizerek varacağım hedeften sapacağım ve bir taşın en ağır yerinde kıracağım temrenimi. Korkuyorum… Birinden kaçıyorum. Kendimden kaçıyorum ve tam kaçtığımı düşündüğüm anda kendimi yeniden kürkçü dükkânında buluyorum.

- Kendinden değil, ondan kaçıyorsun. Ona hem yakın olmak istiyorsun hem de onun en uzağında bulunuyorsun. Neden yaklaşmıyorsun. Neden onu uzaktan seyretmekle yetiyorsun? Neden sadece onu düşünmekle kalıyorsun?

Başımı yukarı, gökyüzüne doğru çevirdim. Hoş, insan şehrin ortasında gökyüzünü nasıl görebilirdi ki? Yukarıda dut ağacının dalları arasından kafenin bulunduğu apartmanın balkonları ve balkonlarda; her an insanın kafasına düşecekmiş gibi bir his uyandıran tabelalar görünüyordu. Ona baktım, o gözlerini yokuşun aşağısına çevirmiş boşluğu izliyordu.  Ben ise kafamı tekrar apartmanın en karanlık noktasına çevirdim.
“Birkaç dakika geçti. Birbirimizin nereye baktığını bilmeden geceyi izliyorduk.”
-Beni anlamıyorsun.

-Ben de onu söylüyorum. Anlatmıyorsun…

-Tamam anlatayım ama sen dinlemek ister misin?

-Bak karşındayım.

-Birer çay daha söyleyelim. Sonra sana kısaca içimdekileri anlatayım. Eğer uzatırsam, yağmur yağar ıslanırız.

Başımı kafenin büyük camına çeviriyorum. Sabahattin çay ocağının başında dışarıyı izliyor. Göz göze gelince anlıyor halimi ve hemen iki tane çay ile yanımıza geliyor. Boşları alırken “Eyvallah” diyorum. Başıyla selam verip geldiği gibi giriyor içeri.

Dostumun gözleri ise bende:

-Bekliyorum.

Tabakamdan bir tütün alıyorum. O da paketinden bir sigara alıyor ve yakıyoruz. O sigarasını küllüğe yerleştirip çayına şeker atarken, ben tütünün dumanının havada süzülüşünü izliyorum.
(BÖLÜM SONU)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder