-Yarın hastaneye yatıyorum.
Bazı önemli konular, önemli zamanlarda konuşulur ve insanın
hayatında bu kadar önemli zaman asla bulunmaz. Her seferinde olduğu gibi bizim
bu önemli konumuz da önemli zamanına kavuşamamanın etkisiyle rafa kalkıyor ve
önümüze yeni bir konu açılıyor.
Hastalık, hastane, hastanenin kokusu… Alışılmış bir yabancı
duygu…
“Onu teselli için söylediğim söz beni de aldatacak bir cazibe
aldı ve bir ümit kapısı açtı.” Hayır açmadı. Her söz gibi bu da duymak
istediğimiz aldatıcı sözlerden birisiydi. Hastaneye yatsam ne olacaktı. Kendi
soruma kendim cevap vereyim:
Alışılmış yabancı bir duygu.
Allah kimseye taşıyamayacağı yük vermesin. Âmin. Bazı yükler,
insana yük olur. Uzaktan bakana kendisini acındırır. Bazılarına “Zavallı
oğlancağız, o çelimsiz vücuduyla o kadar yüke nasıl dayanıyor anlamıyorum.”
dedirtir. Hamallar, eskiden en çok
hamallara acırdı insanlar. Üç kuruş para için onca yükü nasıl taşıdığına hayret
edip dururduk doğrusu ama kimse anlamaz. O, onca yükün altında hâlâ
yıkılmadığını ispatlamak isteyen çelimsiz çocuk; mutlaka, arkadaşlarıyla
girdiği bilek güreşlerinin galibiydi. Tıpkı insanın dertleri gibi... Hepimiz
kendi dertlerimizin hamalıydık sonuçta. Aynaya bakmadan hüküm vermeye
kalkıyoruz çoğu zaman. Oysa farkında değiliz ve farkında olmadan o derdi çekenin
yalnızca biz olduğunu düşünüyoruz. Ona göre hüküm vermeye kalkıyoruz, ona göre
hüküm veriyoruz. Arada bir aynaya bakmamız lazım ama ne zaman. En son ne zaman
dostunun yüzüne baktın. Kendini dostunun aynasında gördün. Biraz önce mi? Bak
yine kendine yalan söylüyor ve duymak istediğin sözlerle kendini aldatıyorsun.
İnsanın aynası dostu değil midir?
-Bir de o var değil mi?
-Evet bir de o var. Bunca derdin bunca sıkıntısının arasında
bir de o var. Bu yüzden biraz sevin çünkü hiç olmazsa bu dert sende yok.
“Onu teselli için söylediğim söz beni de aldatacak bir cazibe
aldı ve bir ümit kapısı açtı.” O kapı hiç olmazsa dostum için açılmıştı, en
azından ben açmaya zorlamıştım. Ne de olsa biz başkalarının mutluluğuyla mutlu
olan insanlardık değil mi?
-Sen de olan zaten benimdir.
Açıkçası ondan böyle filozofça bir söz beklemiyordum. Belki
filozofça olmayabilir ama bazı sözler yerinde söylendiği zaman insana
karşısında bilge birinin olduğunu hissettirir.
Dost insanın aynasıdır. Aynaya bir ışık tuttuğun zaman
yapacağı tek şey onu sana geri yansıtmak olur. Benim onu teselli için açtığım,
açmaya çalıştığım kapı tekrar kapandı. Onun yüreğini aydınlatmak için tuttuğum
ışık geri yansıdı ve gelip benim yüreğimi aydınlattı. Ne kadar derdim olursa
olsun yanımda dostumun olduğunu bana hatırlattı.
-Haklısın… Ne bileyim, biraz canım sıkılıyor, her zamanki
gibi.
-Neye…
-Hastaneye…
-Bir türlü alışamadın gitti ha şuna.
-Nesine alışayım. Ne kadar alışsam da her seferinde bana
yabancılaşmayı başarıyor.
-Kaç sene oldu?
-10
-Bak on sene olmuş. İnsan aldığı ayakkabıyı bile on sene
giymiyor yenisiyle değiştiriyor ama sen aklındaki bu düşünceyi on seneden beri
değiştiremedin. Neymiş efendim? Alışamamışsın… Bir şeyi düşman olarak görürsen
ona nasıl alışırsın.
-O iş öyle olmuyor işte. Beni en iyi sen biliyorsun. Hastane
duvarları üzerime üzerime geliyor ben ne yapayım.
Sigarasını küllüğe silkeledi. Sonra çayından bir yudum aldı.
-Peki nasıl oluyor onu söyle?
-Nasıl mı?
-Evet nasıl oluyor? Hep içine atıyorsun, senin en büyük hatan
bu. Hani hep diyorsun ya: “Söylediğimiz sözler başkalarının duymak
istediklerinden ibaret.” diye. İşte sen her seferinde insanlara duymak
istedikleri şeyleri söyleyip duruyorsun. Bu yüzden hep kaybediyorsun.
-Haklısın ama başka ne yapabilirim.
-Nasıl… Ne, yapabilirsin?
-En büyük kaybımız dinlemek değil mi? İnsanı, dostundan başka
kim dinler? Bir düşün birisiyle karşılaşırsın, ona: “Nasılsın?” diye sorarsın
ve sonra onun “İyiyim, hamdolsun.” demesini beklersin. Hayatımız böyle değil
mi? Hangimiz, sorduğumuz kişinin “kötüyüm” demesini isteriz. “Kötüyüm” demesi
kolay ama peki ya sonrası, sonrasına katlanmak ister misin? Onun neden kötü
olduğunu sonuna kadar dinleyip; biraz olsun, onun içinin rahatlamasını kim
ister. İnsanın içinden “Aldık başa belayı. Kolaysa sabret bu uzun konuşmaya”
demek geçmez mi?
“Momo’nun hiç kimsenin yapamayacağı şekilde başardığı şey
şuydu: dinlemek. Belki şimdi pek çok kimse, bu da bir şey mi, herkes
dinlemesini bilir diyecektir.
Oysa hiç de öyle değil. Çok az kimse gerçekten iyi bir
dinleyicidir. Dinlemek konusunda Momo’nun eşi benzeri yoktur.” Sadece Momo’nun
değil insanın dostundan başka da eşi benzeri yoktur. İnsanoğlu sadece dinlenmek
ister. Başkasını dinlemek değil. Sorduğu sorulara bile her seferinde beklediği
cevabı almak ister. Belki de bu hayatı artık hızlı yaşamamızın nedenidir. Para
kazanmaya, çalışmaya, işimize, derslerimize yetecek kadar zamanımızın
olmayışındandır ya da bizim öyle sanmamızdandır. Hayatımızda her şeye zaman
buluruz ama duygularımıza asla! Fakat her insanın bir dostu vardır değil mi? Bu
kadar hızlı geçen zaman içinde yorgunluğunu atmak istediği, sığındığı bir
liman.
-Haklısın ama ben varım. Bana duymak istediklerimi değil,
duyurmak istediklerini söyle.
-Artık takatim kalmadı, içimdekiler damla damla büyük bir
okyanusa dönüştü ve ben sanki bu okyanus içinde boğuluyorum. Yoruldum… Yayından
fırlamış bir ok gibiyim. Hedefime doğru son hızımla ilerliyorum ama yaşadığım
olaylar şaftımı kaydırdı. Hedefime doğru ilerken; kendi etrafımda döndüğüm
yetmezmiş gibi, başka bir şeyin daha etrafında döndüğümü hissediyorum. Fakat bu
şeyin ne olduğunu anlayamıyorum. Korkuyorum… Belki de bu yüzden hızlandığımı
hissediyorum. Sanki havada zikzaklar çizerek varacağım hedeften sapacağım ve
bir taşın en ağır yerinde kıracağım temrenimi. Korkuyorum… Birinden kaçıyorum. Kendimden
kaçıyorum ve tam kaçtığımı düşündüğüm anda kendimi yeniden kürkçü dükkânında
buluyorum.
- Kendinden değil, ondan kaçıyorsun. Ona hem yakın olmak istiyorsun
hem de onun en uzağında bulunuyorsun. Neden yaklaşmıyorsun. Neden onu uzaktan
seyretmekle yetiyorsun? Neden sadece onu düşünmekle kalıyorsun?
Başımı yukarı, gökyüzüne doğru çevirdim. Hoş, insan şehrin
ortasında gökyüzünü nasıl görebilirdi ki? Yukarıda dut ağacının dalları
arasından kafenin bulunduğu apartmanın balkonları ve balkonlarda; her an insanın
kafasına düşecekmiş gibi bir his uyandıran tabelalar görünüyordu. Ona baktım, o
gözlerini yokuşun aşağısına çevirmiş boşluğu izliyordu. Ben ise kafamı tekrar apartmanın en karanlık
noktasına çevirdim.
“Birkaç dakika geçti. Birbirimizin nereye baktığını bilmeden
geceyi izliyorduk.”
-Beni anlamıyorsun.
-Ben de onu söylüyorum. Anlatmıyorsun…
-Tamam anlatayım ama sen dinlemek ister misin?
-Bak karşındayım.
-Birer çay daha söyleyelim. Sonra sana kısaca içimdekileri
anlatayım. Eğer uzatırsam, yağmur yağar ıslanırız.
Başımı kafenin büyük camına çeviriyorum. Sabahattin çay
ocağının başında dışarıyı izliyor. Göz göze gelince anlıyor halimi ve hemen iki
tane çay ile yanımıza geliyor. Boşları alırken “Eyvallah” diyorum. Başıyla
selam verip geldiği gibi giriyor içeri.
Dostumun gözleri ise bende:
-Bekliyorum.
Tabakamdan bir tütün alıyorum. O da paketinden bir sigara
alıyor ve yakıyoruz. O sigarasını küllüğe yerleştirip çayına şeker atarken, ben
tütünün dumanının havada süzülüşünü izliyorum.
(BÖLÜM SONU)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder