“ZULMÜ ALKIŞLAYAMAM, ZALİMİ ASLA SEVEMEM”/Bekir BÜYÜKKURT




“Mısır, Suriye ve diğer zalim idarelerin gölgesinde
 zulme rıza gösteren âlim taifesine ithaf olunur(!)”


Her dönemde örnekliğini görebileceğimiz Rabbani âlimler insanlık namına risk almış, talan edilen millet malının hesabını sormuş, zalim idarecilerin zulümlerine geçit vermemişlerdir. Ulema kirli ittifaklar içinde yer alanlara, küresel güçlerle birlikte hareket edenlere karşı ümmetten yana olmuş, bu uğurda kimi görevden azledilmiş, kimi kırbaç yemiş, kimi de şehit olmuştur. Ama hiçbir zaman Hakk’ın koyduğu kuralları kendi çıkarları için aşmamıştır. Tuğyan eden sultanları, adaletten sapan kadıyı, hakkına razı olmayan halkı âlimler ikaz etmiş, âlimler mütecavizleri itidale çağırmıştır. O âlimler, güçlülerin haklı olduğu düzene karşı koyup; haklıların güçlü olduğu bir içtimai ve siyasi düzenin tesisi için, lüzumu halinde kendi canlarından dahi vazgeçmişlerdir. Zorba siyasal iktidara karşı kılıf uydurmaktan Allah’a sığınıp, tüm idari mekanizmayı Hakk’a ve adalete davet eden bir hali kendilerine uygun görmüşlerdir. Zalim iktidarlara güç katan değil; zalimlerin zulmünü yüzlerine çarpan âlimler olmuşlardır. İktidarın desteğini almak için değil, yanlış yolda olan ya da yanlış yola girme tehlikesi olan idarecileri, yalnızca Allah rızası için tenkit etmişlerdir.
Rabbani âlimler küresel sömürgeci güçlerle birlikte olan, millet malını şahsı için harcayan ya da adalete uygun olmayan kararlar veren devlet adamlarını, yargıçları minberden ikaz etmiştir. Hasbilik onlarda o derece ileri düzeydedir ki, bakışlarıyla olduğu gibi sözleriyle de insanları etkilemiş, idarecilerin mağrur bakışları onların önünde yere düşmüştür. Rabbani âlimler İmam İzz b. Abdüsselam gibi, zalim idarecilerin türlü dünyalık tekliflerini bir kenara itip; “Dünya senin olsun, ben gidiyorum, yarın Rabbim’in huzurunda görüşürüz.” demiştir. Kur’an’ın bütün zamanların ortak hastalığı olarak dikkat çektiği; devlet adamlarının Firavunlaşması, servet sahiplerinin Karunlaşması ve ulemanın belamlaşması temayülüne karşı agâh olmaya çağırmışlardır. Rabbani âlimler; Daru’n Nedve’nin kapısında tekbir getirdi, kırbaç yedi fakat insanların alın terini sömürenlere ‘yuh olsun’ demekten de geri durmadı. Allah Resulü ashabına haksızlık karşısında susmamayı telkin etmiş, konuşması gereken yerde susanı da ‘dilsiz şeytan’ olarak nitelemiştir.
Rabbani Bir Âlim Örneği; İmam-ı Azam(ra)
İmam Âzam lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamıdır. Kufe’de Hicri 90’da(699) doğar. Ebu Hanife, küçük yaşta Kur'an'ı ezberlemiş ve Arapça'nın o zaman tasnif edilmekte olan sarfnahivşiir ve edebiyatını öğrenmiştir. Gençlik yıllarında sahabeden Enes bin Malik(ra)’i, Abdullah bin Ebi Evfa(ra)’yı, Vasile bin Eska(ra)’yı, Sehl bin Saide(ra)’yi ve en son hicri 102’de Mekke’de vefat eden Ebu’t Tufeyl Amir bin Vasile(ra)’yi görmüş, bunlardan hadis dinlemiş olduğundan tabiinden sayılır.
Numan b. Sabit ilme meraklı ama aynı zamanda tüccarlıkta yapmaktadır. Çarşı-pazar dolaşır ve Kufe dışına da seyahatler yapar. Bir gün Şa’bi kendisindeki cevherin farkında olarak onu yanına çağırır ve ‘Böyle yapma, senin ilimle uğraşman ve âlimlerin yanından ayrılmaman gerekir.’ der. Numan bu sözler karşısında adeta çarpılmış ve ticaretten de tamamen kopmadan kendisini ilme vermiştir. Ticareti ise vekili aracılığıyla idare eder. Kufe’nin tek büyük camisindeki derslere devam eder. Hammad bin Ebi Süleyman’a yaklaşık yirmi yıl talebelik eden Numan b. Sabit, Cafer-i Sadık’la iki yıl beraber kalır ve ona da iki yıl talebelik eder.
 İmam-ı Azam Ebu Hanife, sadece akaid ve fıkıhta değil; aynı zamanda devrindeki siyasî çekişme ve baskılara karşı tavrıyla da öne çıkmış Nebevi doğruluğu kendisine şiar edinmiş bir imamdır. Zulme boyun eğmeyecek derecede yüksek bir şahsiyeti vardır. Zamanında meydana gelen siyasi çekişmeler ve çalkantılar karşısında, ilminin ve kemâlatının gereği yiğitçe tavırlar sergilemiş, fikirlerini ve düşüncelerini muarızlarına karşı çekinmeden savunmuştur.
İmam-ı Azam’ın zühdü, takvası ve ilmî otoritesi yanında, insanları etkileyen bir başka yönü de mantık ve kıyastaki gücüdür. Çok çabuk anlama ve analiz etme melekesi ile çözülmez sanılan meselelere çözümler üreten İmam, döneminin âlimlerinin gıpta ile bakmasına vesile olmuştur. Kelâm ilminin zirveye ulaştığı Basra’ya en az yirmi defa gidip-gelerek oradaki Mutezile, Haricî ve diğer bid’at ehli gruplara karşı Sünnet-i Muhammedî yolunu savunmuş, akıllara takılan suallere cevaplar vermiş, müminleri ehl-i sünnet çizgisinin dışına çeken akımlara karşı set çekmiştir.
Devrin büyük âlimi Hammad(ra)’ın ders halkasına katılarak İslâm Hukuku’nda derinleşen İmam, bu hocasından yaklaşık yirmi yıl ders almıştır. Kırk yaşlarında zorlu bir eğitim devresi geçirmiş olarak hocasının vefatıyla boşalan kürsüsünün vârisi olmuştur. Yaklaşık otuz yıl boyunca bu kürsüden verdiği derslerle, sonraları kendi adına izafeten “Hanefîlik” adı verilecek olan fıkıh ekolünün temellerini oluşturmuş, sekiz yüz öğrenci yetiştirmiş, binlerce hukukî meseleyi çözüme kavuşturmuştur. Bu süre içinde devlet makamlarından uzak durmayı kendine şiar edinen İmam, resmi makamların dini şekillendirme ve egemenliklerine araç olarak kullanmalarına da fırsat vermemiştir.
Zulme Karşı Haklının Yanında
Emevi halifelerinin ve atadıkları valilerin keyfi tutum ve uygulamalarını doğru bulmayan Büyük İmam, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da kurtulan tek oğlu İmam Zeyd’in halife Hişam b. Abdülmelik’in tahrik ve küfürlerine karşı ayaklanması sırasında, “Eğer insanların, Hz. Hüseyin’i terk etikleri gibi onu da yarı yolda bırakmayacaklarını bilsem ona katılırdım. Çünkü hak imam odur!” diyerek tavrını oradan yana koymuş ve İmam Zeyd’e on bin dirhem maddî yardımda bulunmuştu.
Gerçekten de İmam Zeyd, babası Hz. Hüseyin gibi Kûfe’liler tarafından yalnız bırakılarak ihanete uğramıştır. Ebu Hanife Hazretleri bu tavrıyla güvenilmeyecek insanlarla yola çıkılamayacağını gösterdiği gibi, Ümeyyeoğulları’nın saltanatına da açık bir tavır koymuştur.
Emeviler’in son Irak Valisi Ömer İbn-i Hübeyre bu ünlü hukukçuya şu teklifte bulundu:
“Hâkimler Meclisinin başına geç. İmza koymadığın hiçbir kanun yürürlüğe konmayacak, sen izin vermeden devlet hazinesinden kuruş çıkmayacak!” Bu, büyük ve itibarlı bir görevdi. Ama İmam bu teklifi hiç tereddüt etmeden reddetti. Vali tarafından zindana atılarak kırbaçlanmaya başlandı. Ulemadan bazı kişiler devreye girerek “Kendine yazık etme, biz nasıl istemeyerek, kerhen kabul ettiysek, sen de öyle yap.” dedilerse de onun verdiği cevap şu oldu:
“Eğer vali benden Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi sıradan bir iş istesin, yine kabul etmem. O bir insanın katline hükmedecek, ben mühür basacağım ha? Allah’a yemin ederim ki bu mümkün değil! Bu dünyada kırbaç yemek ahirette ceza görmekten daha iyidir. Valinin beni öldürmeğe gücü yeter fakat tekliflerini kabul ettirmeğe asla!”
İmamı elde edemeyeceğini gören vali tepkilerden çekinerek onu serbest bırakır ve İmam da Kûfe’yi terk ederek Mekke’ye hicret eder.
Hakk’a Tabi Olanların Yanında
İmam-ı Azam, çoğu insanı cezb edecek dünyevî makam ve zenginlikleri işkencelere rağmen reddetmiştir. İsteseydi emrine verilen imkânları ‘dava’sı için kullanabilirdi. O biliyordu ki, zalim idarecilerin tekliflerini kabul ettiği an, fiili olarak haksızlıklara ortak olacak, zalim idare meşruiyet kazanacak, hakikat ve adaletin yanında olan muhalefet parçalanacak, diğer âlimler de o örnek gösterilerek susturulacaktı. Böylece sistemin tefessüh etmiş kurumları bu hakikat insanının ismiyle yeniden meşrulaştırılmaya çalışılacak, iktidarın ömrü uzayacaktı. Şöhreti dünyaya yayılmış insan, şöhretinden faydalanılmasına izin vermemiş ve hicreti tercih etmiştir. Onun hicretinden bir süre sonra da Emevi saltanatı tarihin tozlu sayfalarında yerini almıştır.
Hilafetin tekrar Peygamber(sav) soyundan olan Abbasiler’e geçmesi onu son derece sevindirmiştir. Bu konuda şunları söylemiştir: “Bu iş (hilafet) Peygamberimiz(sav)’in yakınlarına geçerek hak yerini buldu. Bu Allah’ın lütfü ve keremidir. Ey âlimler; bunlara yardım etmeye en layık olan sizsiniz! Size istediğiniz kadar ikram ve ihsan var. Halifenize biat ediniz. Biat ahirette sizin için emniyete kavuşmaya vesiledir. Allah’ın huzuruna biatsız çıkarak hüccetsiz ve delilsiz kalmayınız.”
Yeni seçilen Halifeyi ziyarete gittiğinde söylediği sözler onun takip edeceği çizginin ipuçlarını veriyordu: “Allah’a hamdolsun ki, hakkı Nebi’nin yakınlarına verdi ve üzerimizdeki alçaltıcı zulmü kaldırdı. Ve yine hamdolsun ki dilimize hakkı söyletti. Allah’ın emri üzere sana biat ettik. İşine vefa gösterirsen kıyamete kadar ahdimizde vefâkarız.” Büyük İmam’ın bu sözleri yeni idareye, hak ve adaletin yanında olmak şartıyla, kendileriyle birlikte olduğunu söylüyordu. Kendilerine de Resulullah(sav)’ın yakınları olduğu için saygı duymakta ve biat etmektedir. Lakin adalet ve hakkaniyet çizgisinin dışına çıkarlarsa bu zulme ortak olmayacağını ifade etmektedir. Ta ki Hazreti Resul(sav)’ün yakını olsalar dahi.
Büyük İmam’ın korktuğu kısa zamanda başına gelmiştir. Saltanat sahipleri Emeviler’e karşı zulme girişerek geçmişin intikamını alma sevdasına düştüler. Kendilerini durdurmaya çalışan ulemayı da öldürmeye başladılar. Abbasiler’in bu hareketi karşısında İmam Muhammed ve kardeşi İmam İbrahim ayaklandılar. Bu ayaklanmayı devrin meşhur âlimleri desteklediler. Bu âlimlerin arasında İmam-ı Azam ve öğrencileri de bulunuyordu. İmam-ı Azam zulme karşı direnen bu insanları maddi ve manevi açıdan desteklediği gibi, hilafet orduları başkomutanı Hasan b. Kahtaba’yı İmam İbrahim’in üzerine gitmekten caydırmıştır. Bu durum Abbasi Halifesi Mansur’un dikkatinin İmam üzerinde yoğunlaşmasına sebep olur.
Halife doğrudan İmamı hedef almanın riskli olduğunu bildiği için onu kazanmayı ve yanına çekmeyi teklif eder. Sık sık hediyeler gönderir. İmam-ı Azam bu hediyelerin amacını sezdiği için bunları münasip bir üslupla reddeder. Halife, hediyelerinin niçin kabul edilmediğini sorduğunda, idarecilerin devlet malını bol keseden kullanmalarına tenkit babında, şu cevabı alır: “Şahsi malınızdan bana hediye gelmedi ki onu kabul edeyim. Siz bana milletin hazinesinden aldığınızı yolladınız. Oysa milletin malında benim hakkım yok. Ben silah altında asker değilim. Fakir de değilim ki, hazine ödeneğinden yararlanayım. Yolladığınız şeyleri bundan dolayı alamazdım.”
Şart Allah’ın Olunca
Büyük İmam teklif edilen baş hâkimlik makamını kabul etmemiştir. Neticede Musul halkının isyanını bahane ederek isyancıların katli için fetva isteyen halifeye tarihe altın harflerle yazılan şu cevabı verince, halife adeta çılgına ve şaşkına dönmüştür:
Bu konuşma şu şekildedir:
Halife:
“- Allah Resulü, ‘müminler verdikleri söze sadıktırlar.’ demiyor mu? Musul halkı bana karşı gelmeyecekleri konusunda söz verdikleri halde şimdi ayaklandılar. Üstelik vergi memuruma karşı koydular. Onların kanı helaldir!”
İmam-ı Azam:
“- Onlar sana, kendilerine bile helal olmayan bir şeyi, yani kanlarını şart koşmuşlar. Hâlbuki İslâm bu hakkı ne size, ne de onlara tanır. Mesela bir kadın kendi rızasıyla bir erkeğe kendini teslim etse, o kadının namusu o erkeğe helal olur mu? Yine bunun gibi bir adam, birisine ‘gel beni öldür’ dese ve diğeri onu katletse acaba bu caiz olur mu? Bunu yaparsa diyet gerekir. Müslüman’ın kanı üç şekilde helal olur: Cana karşı can, imandan sonra küfür, evlendikten sonra zina. Bunların hiçbiri bu işte olmadığına göre, Musul halkını bırak. Onların kanını dökersen zulmetmiş olursun. Allah’ın şartı, uyulmaya kullarınkinden daha layıktır.”
Zulüm ve Adaletsizliğin Karşısında Bir Ömür
Büyük İmam, her hali ile zalim idarecilerin tepkisini çekmesine rağmen; mal, evlat ve dünyalık kaygısı gütmeden, imanının verdiği sorumluluğu yerine getirmekten bir adım geri durmamıştır. İdare, İmam’ı çıkarların çarkına çomak sokan biri olarak görmüş ve onu ortadan kaldırılması gereken bir unsur olarak değerlendirmiştir. En sinsi entrikalarla İmam’ın üzerine gitmeye devam etmiş ve bu konuda kendine tabi olmuş ulemayı kullanmaktan geri durmamıştır. Devrin Kadısı ve iktidara yakın diğer ulemanın kıskançlıkları bazı bürokratların ihtirasları ile birleşince, İmam’a karşı entrika cephesi büyümüştür. Sonuçta Halife Mansur, kabul etmeyeceği tekliflerle onu sıkıştırmaya başladı. Yapılan bütün dünyalık cezb edici teklifleri reddedince, İmam zindana kapatılarak kırbaçlanmaya başlanmıştır.
Kırbaç altında iken şöyle diyordu:
“Allah’ım beni kudretinle onların zulmünden ve fıskından uzak kıl!”
On kırbaçla başlayan ceza katlanarak yüz ona geldiğinde, Büyük İmam acılar içerisinde ruhunu teslim ederek şehit oldu.
Büyük İmam vasiyeti ile de zalimlere ve cümle adaletsizliklere karşıdır:
“Beni gasp edilmemiş bir toprak parçasına gömün!”
Zalimlerin karşısında ve mazlumların yanında, sahip olduğu ilmin ticaretini yapmadan, hakikati her ne olursa olsun ifade ederek, milletin içinde olarak ve zulme ortak olmadan bir şerefli ömür süren Büyük İmam, Efendimiz(sav)’in “haksızlık karşısında susmamayı” telkin eden, konuşması gereken yerde susanı da “dilsiz şeytan” olarak ifade eden Hadis- Şerif’ini kendisine rehber edinmiştir.



***

BİREYSELLEŞME HASTALIĞININ REÇETESİ: KISSA


21. Asır teknolojik gelişme ve ilerlemenin başları döndürdüğü asır olarak ifade edilebilir. Bu gelişme ve ilerlemenin içtimai hayata katkıları olmakla birlikte, hayatımızdan değerlerimizi de çokça alıp götürmektedir. İnsanoğlunun teknolojik aletlerle kuşatılmışlığı, kalabalıklar arasında kendini yalnızlığa itmekte ve neticede insanlar kalabalıklar arasında yalnız kalmaktadır. Son kertede kendi ürettiği teknolojinin esiri olan insanlar türemektedir.

Her devirde olmak kaydıyla asrımız insanının en büyük çıkmazlarından biri de ahlaki çöküntü ve değerler boşluğudur. Teknoloji bağımlısı insanların sanal ortamlarla sosyalleşme çabaları aksi bir tablo sergilemekte ve bireyselleşme, yalnızlaşma eksenli bir hayat doğmaktadır. Sanal ortamlarla yalnızlığına çare aramak için sosyalleşen, yine sosyalleşen ve hep sosyalleşen insanların halleri; susamış ve tuzlu su ile susuzluğunu giderme çabasına benzemektedir. Tuzlu su ne kadar susuzluğumuzu giderebilirse, sanal ortamlar da yalnızlığımıza o kadar çare olacaktır.

En geniş manasıyla kıssa, değişik maksatlarla çeşitli konulardaki haberleri ve olayları rivayet etmek, geçmiş kavimlerin karşılaştıkları iyi veya kötü durumları naklet­mek, zarif ve nükteli fıkralar anlatmak ya da gerçekle hiç ilgisi olmayan asılsız masallar uydurmaktan ibaret hikâye türü edebî ürünlerden biridir. Buna göre kıssa, tüm nesir çeşitleriyle kıssa rivayet etmeyi ve kıssa diye adlandırıla­bilecek diğer hikâye türlerini de ihtiva eder. Bir edebiyat terimi olarak kıssa, bir olayın anlatıldığı her tür için kullanılır. Bu anlamda kıssa, kavramsal olarak kendi dar anlamında kalmayıp “fıkra”, “öykü”, “masal”, “menkıbe” gibi kavramlara da karşılık gelir.

İslam Medeniyetinde kıssa, genellikle ahlâki öğütler veren, hikmetli konuları işleyen, bunlarla ilgili olayları anlatan, öğretici nitelikte olmuş; bu kıssaları yazan ve anlatan kıssahanlar yetişmiştir. Bu kıssa, edebiyatta romantik ve lirik hikâyenin doğmasına zemin hazırladığı gibi, dini hikâyelere de ilgi çekici bir mevzu ve kuvvetli bir motif olarak girmiştir.
Türk Milleti, asırlar boyunca, “ozan”, “âşık”, “kıssahan” ve “meddahlar” vasıtasıyla hikâyecilik geleneğini devam ettirmiştir. Bu hâl, Türk Milletinin şifahi bir kültüre dayandığını göstermesi bakımından önemlidir. Türklerin İslamiyet’i kabulünden önce ve sonraki hayatlarında, okuma ve yazmanın geç yayıldığı köy ve kasaba halkları için, hikâye anlatma geleneğini devam ettiren “kıssahan”, “meddah”, “ozan”, “âşık” gibi sanatkârların hafızaları adeta kitap vazifesi görmüştür. Onlar, türlü aşk hikâyelerini bugüne kadar yayla, çadır ve köy muhitinde alâkanın canlılığı nispetinde devam ettirmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen kıssalar, insan hayatını madde ve mâna planında bütün yönleriyle kapsa­maktadır. Geçmişte yaşanmış ve her devirde yaşayan insanların ders almaları için Allah Teâlâ tarafından geçmişin derinliklerinden seçilen, bazen peygamberlerle sâlih kişilerin örnek şahsiyetlerinde, bazen de inkârcıların ibretlik sonu şeklinde, geçmişten geleceğe yansıyan gerçek ha­yat sahneleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli kıssaların nakledilmesinden maksat, Kur'ân'ın indiriliş gayelerini gerçekleştirmektir.

Hz. Peygamber(sav), zaman zaman müminlerin ibret ve öğüt almalarını sağlamak veya birtakım mücerret gerçeklerin daha iyi anlaşılmasını temin etmek maksadıyla Kur'ân-ı Kerîm’in kıssa anlatım hedeflerine paralel olarak, sohbetlerinde tarihî ve temsili kıssalara yer vermiştir. Hadislerde yer alan kıssalar genellikle tarihî, temsili ve Hz. Peygamber'in şahsıyla ilgili yaşanan hadiseler olarak yer almaktadır.

Nebevî kıssalarda, başta Allah inancı olmak üzere itikadî konular önemli bir yer tutmaktadır. Hz. Peygamber'in naklettiği kıssa­larda Allah'ın varlık ve birliği, güç ve kudreti, af ve mağfireti, sadece Allah'a güvenmenin gerekli olduğu, O'nun izni ve dilemesi olmadan hiçbir şeyin meydana gelmeyeceği gibi doğrudan “Allah inancı” ve bu inancın insan hayatındaki etkisi konu edilerek vurgulanmaktadır. Nebevî kıssalarda meleklerin varlığı, peygamberlerin tevhid mücadelesi, Resûlullah(sav)'ın peygamberler zincirinin son halkası olduğu gibi diğer inanç esaslarının da konu edildiği görülmektedir. Diğer taraftan nebevî kıssalarda Allah'a tâzim, emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker, günahlardan tevbe, intiharın haram kılındığı, Allah adına yemin etmenin sorumluluğu, iffet, ahde vefa, borçluya ko­laylık göstermek ve tüm canlılara merhametli olma gibi İslâmî değerlerin ve ahlâkî güzelliklerin eğitici-öğre­tici bir tarzda konu edildiği de görülmektedir. Hz. Peygamber’in anlattığı kıssalarda, insan bir bütün olarak ele alınmakta, bir taraftan beşerî za­afları ortaya konulurken, diğer taraftan onun hayır yönü ve ahlâkî değerlere bağlılığı tarihî hakikatler olarak gözler önüne serilmektedir.

İslam Medeniyetinde sohbetin ve sohbetler etrafında oluşan şifahi kültürün önemli bir yeri vardır. Belli bir ortak kültür oluşturma noktasında sohbet odalarında, cami ve tekkelerde, kıraathanelerde sohbetler yapılır ve buralarda kitaplar okunurdu. Bu tür yerlerde okunan eserlere bakıldığında, bilhassa Osmanlı kültürünün dinî, millî, manevî ve tasavvufî ahlâkının şekillenmesinde ne denli büyük katkı sağladığını görmek mümkündür. “Muhammediyye”, “Envâru’l-Âşıkîn”, “Müzekki’n-Nüfs”, “Delailu’l-Hayrât ve Şerhi”, “Kara Davud”, “Ahmediyye”, “Tenbihu’l-Gâfilîn”, “Şerhu Şir’ati’l-İslâm”, “Tarikatu’l-Muhammediyye”, “Mârifetnâme” gibi eserler İslam Medeniyetinde içtimai hayata dini, milli ve ahlâki katkıları olan eserlerden başlıcalarıdır.

Bu eserlerin büyük çoğunluğunda işlenen konuların, halkın ilgi ve ihtiyaç duyduğu dinî ve ahlâkî konular olması, ele alınan her konunun, halkın anlayış, duyuş, düşünüşüne ve seviyesine göre işlenmiş olması, her bir eserde temas edilen dinî, ahlâkî ve tasavvufî konuların bolca kıssalarla desteklenmiş olması, halkın ve özellikle gençliğin muhayyilesini süsleyen kahramanlık ruhu, cihad, Allah’ın isminin yüceltilmesi, vatan ve millet sevgisi gibi milli duyguların taze tutulmasıyla alakalı duygu ve düşüncelere de yer verilmiş olması gibi etkenler İslam toplumunda, bilhassa Osmanlı’da bu eserlerin başucu kitabı olarak görülmesi, sevilmesi, beğenilmesini sağlamıştır. Bu ilgi ve alakaya son olarak dinî ve ahlâkî konular işlenirken derin edebî, bilimsel ve felsefî yaklaşımlarla değil de, daha ziyade hayatın patriklerine daha yakın, çözümleyici,  daha kolay sonuca ulaştırıcı yaklaşımlarla ele alınmayı söyleyebiliriz.


Ahlaki çöküntü, değerler arayışı, yalnızlığa çare gibi arayışlarımıza yine kendi değer köklerimizde ulaşmak mümkündür. Geçmiş ile gelecek arasında kurulacak rabıtanın günümüz insanlığının dertlerine bir nebze de olsa deva olacağı bilinmelidir. Bu rabıta ise kültür ve medeniyetimizin temellerinden biri olan kıssa ile gerçekleşecektir. Her yaş, eğitim ve kültürel seviyedeki insana hitap edebilecek yelpazede geniş bir tesir etkisine sahip olan kıssa kültürü, insanlara bir çıkış yolu sunmaktadır. Son zamanlarda mesaj iletimi, radyo ve TV gibi iletişim araçlarıyla aktarılan, sanal ortamlarda sıkça beğen-paylaş yaptığımız ama derununa vâkıf olamadığımız kıssaları yalnızca göz ile okumak, kulak ile dinlemek gibi vs. uygulamalarla sınırlı kalmayıp; kıssalara içsel bir bakış ve derinlikli bir hissiyat ile yaklaşmamız gerekmektedir. Ki ancak o zaman kıssaların sırrına vâkıf olabilir ve susuzluğumuzu Medeniyet Pınarının serin, duru ve sadırlarımıza şifa olan suyu ile testimiz ve hissemiz kadar giderebiliriz.
***

KENTLİ İNSANLAR -2


/Balkonda oturuyorlar/ 

Evlerimiz mahremiyetin timsali olan yerlerdir. Bir milletin evlerinin mimari özelliği; o milletin ahlak, karakter, komşuluk ve örf-adet anlayışlarının da simgesidir. Bugünlerde gönüllerdeki daralmaların temel sebebi; evlerimizin basık, ruhsuz, betonarme ve estetik yoksunu mimari dizaynından kaynaklanmaktadır. Yüksek tavanlı ve genişçe olan evlerde yaşayan insanların ruh dünyaları da elbette geniş olacaktır. Zira mekânın da bir ruhu vardır ve bu ruh insan üzerinde çokça etkiye sahiptir. 

Bir zamanlar, avluyla kuşatılan evlerimiz genellikle tek veya çift katlı olur ve bir tarafı genellikle caddeye-sokağa bakardı. Alt katta kışın oturulan bir oda, mutfak, ambar ve fırın damı bulunurdu. Bu katın emniyet gereği dışarıya bakan penceresi olmaz veya çok küçük bir penceresi bulunurdu. Alt kattan üst kata geçiş evin içerisinden bir merdivenle sağlanır ve üst katta divanhane, haremlik, selamlık ve bazı evlerde de yaz odası bulunurdu. Merdivenle çıkılan ve odalara geçişi sağlayan bu geniş mekâna sofa denmektedir… 

İşte bu odalardan birisinin sokağa bakan ve köşk adı verilen bir çıkması vardır. Sokağa ayrı bir hava katan, estetik bir görünüm kazandıran bu çıkmalar, hane halkının dışarıyı görebilmesi içindir. Üst katlardaki pencereler; cumbalı olup, dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslidir. Hane halkı buradan, kapıya gelenin kim olduğunu kendisi görünmeden görebilmektedir. Mahremiyetin toplum hayatının her alanına sirayet etmesi, evlerde kendisini cumbalı ve avlulu evler olarak göstermektedir. 

Evlerimizin yapımında kullanılan malzemeler bizim dünyaya olan bakışımızı da göstermektedir. Ağaç, kireç, kerpiç gibi dayanıksız malzemelerden yapılımış evler, her an göç edilecek şuurunu her daim zihinlerde tutan insanların beytleridir. Bununla birlikte camiler, vakıf eserleri ve yıkılmamasını temenni ettikleri devlete ait kurumlar, sağlamlığın sembolü olan taş malzemeyle yapılmaktadır. Burada baki olanın Allah(cc) olduğu ve kıyamete kadar devam etmesi gerekenin de devlet olması gerektiği anlatılmak istenmiştir. Zira milletin mukaddesatının koruyucusu olan devletin varlığı ve devamlılığı herşeyden önemli görülmektedir. Milletin değerlerine yabancı olmayan, bilakis bu değerleri devletin genetik kodları olarak gören bir devlet elbette ebed-müddet devam edecektir. 

Genel itibariyle, diğer tüm alanlarda, modernleşmeyle birlikte geçirilen dönüşüm-bozulma-yozlaşma, mimari alanda da geçirilmiştir. Modernleşme-Batılılaşma gelirken yalnız gelmemiş, beraberinde kendi kent kültürünüde getirmiştir şehir kültürü olan bu medeniyete. Mimarinin birer dış görüntüsü olan balkon, bizim hayatımıza modernleşme süreciyle birlikte girmiştir. Balkon, Batılı ve modern mimarinin simge unsurlarından yalnızca biridir. Bizim yapılarımızda evlerimizin ön kısımlarında balkon değil cumba vardır. Zira balkon ifşa ederken, cumba gizlemeyi, mahremiyeti temsil etmektedir. 

Balkonlar; basık, ruhsuz ve estetik yoksunu, betonarme evlerin bir nebze dahi olsa nefes alabilmek için tasarlanmış apartman çıkmalarıdır. Balkonu kent insanlarına dayatılan birer mimari tarz olarak da ifade edebiliriz. Sezai Karakoç “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon/Ölümün cesur körfezidir evlerde” derken kent insanına dayatılan bu mimari tarzın eleştirisini yapmaktadır. Şair, balkonlu evlerde çocukların öldüğünü  anlatmaktadır. Lakin bu ölüm bilinen manada bir ölüm değildir. Güvenlik, trafik gibi kaygılar; yeterli mekânların olmayışı gibi nedenler ve çocukların arkadaşlık kurabilecekleri, paylaşmayı öğrenebilecekleri ortamların olmaması bu çocukları apartman hücrelerinde-dairelerinde diri diri öldürmektedir. Anne-babanın ekonomik sebeplerden dolayı çalışıyor olması ise bu ölümü daha acı bir hale sürüklemektedir. Kişilik ve kimlik gelişimini sağlayamamış çocuklar da neticede birer ölü sayılırlar. 

Çocukları bu karanlık hücreye mahkum eden, aileleri birtakım gerekçelerle kent hayatının şövalyeleri yapan modernlik mefhumundan sıyrılıp asl’ımıza rücu etmedikçe bu cinayetler son bulmayacaktır. 




***


KENTLİ İNSANLAR-1
/Apartmanda yaşıyorlar/
Avluya açılan evlerimiz vardı. Yüksek duvarlı, kapısında iki tokmağı olan, ahşap kapının üzerinde insanları güneşten veya yağmurdan koruyan çatısı olan, cephesi caddeye veya çıkmaz sokağa bakan evlerimiz… Evlerimizin mimari yapısında kıble, merkezi referans kaynağıydı. İbadet ederken, yatarken, otururken, sokağa çıkarken, hâsılı her an kıbleye göre belirlerdik hayatımızı. Adına beyt, hane, menzil veya mesken derdik. Mesken derdik zira orada huzur ve sükûnet içerisinde yaşardık. Avlu, bizim için dış dünya ile ev hayatında bir geçiş alanıydı. Dışarının tüm yüklerini avluda bırakır ve öylece girerdik saadet ve huzur kaynağı olan evlerimize.
Garblıların gıptayla baktığı yerlerdi avlular. 1835'te İstanbul'a gelen İngiliz seyyah ve romancı Miss Julia Pardoe, bu avlular için; "Keşke Shakespeare, Romeo ve Juliet'in bahçe sahnesini yazmadan önce buraları görmüş olsaydı." itirafında bulunmuştur. Özenilecek hallerden üzülünecek hallere düşmek, kültür ve medeniyet köklerinden koparılmış milletlerin makûs talihi olsa gerek.
Tabiatın yaşadığı bahçelerimiz vardı. Toprağı severdik. Topraktan geldiğimizi ve neticede toprak olacağımızı tefekkür ederdik oralarda. Hoplaya-zıplaya koşardı çocuklarımız bu bahçede. Zira koşması, oynaması gerekirdi. Toprağa basar, böcekleri görür ve meyve-sebzelerin nasıl yetiştiğine şahit olurdu çocuklarımız. Bilirdi ki meyve-sebze bakkallarda(artık bakkallarda kalmadı ya, hayırlısı!) yetişmiyor. Bir meyvenin olgunlaşma safhalarına an be an şahit olur, sabır ve tahammülü öğrenirdi çocuklarımız. Ve olgunlaşmak için emek vermek, beklemek gerektiğini. Böylece hayatı yalnızca teorik malumatlardan öğrenmez, bizzat hayatın kendisiyle iç içe olarak, yaşayarak öğrenirlerdi. Dokunmak ve hissetmek… Herhalde bugün eksikliğine en çok muhtaç olduğumuz iki kutlu mefhum…
Apartman, birden fazla katı olan ve her katında bir veya birden fazla daireye sahip konutu ifade eder. Apartmanlar için getirilecek yeni bir tanım ise; “para hırsının kuşattığı imar faaliyetleri” tanımıdır. Çok daireli apartmanları, barındırdığı aile sayısıyla orantılı olarak sokaklara da benzetebiliriz. Lakin apartman kültürü ile geleneksel manada sokak kültürünü eşit tutamayız. Sokak kültüründe var olan komşuluk ilişkisi güven, hoşgörü, vefa, kardeşlik gibi kadim medeniyetimizin köklü kavramlarını beraberinde getirirken; apartman hayatında bu gibi değerler yerini kuşku, güvensizlik, ilkeli olma gibi modern kavramlara bırakmıştır.
Uzak beldeleri sıla-i rahim amacıyla ziyarete çıktığımızda kapı komşumuza anahtarı bırakırdık geçmiş zamanlarda. Arada bir evi kontrol etmesini, bir aksilik olup olmadığına bakmasını isterdik. Ya da çocuklarımızı emanet ederdik komşularımıza bir-iki saatliğine bakması için. Zira komşu; kardeş, ağabey, abla, amca, dayı, teyze, hala, nine-dede demek, komşu her şey demekti. Apartmanda kaç kişiye evimizin anahtarını veya daha da önemlisi çocuklarımızı emanet edebiliriz ki?
Apartmanı çocukların hayatında bir dönüm noktası olarak değerlendirebiliriz. Fıtratı itibariyle hareketli olmayı gerektiren çocuklar, eğer apartmanda çok hareketli yaşıyorsa bu hal çok uzun sürmeyecektir. Zira on dakika sonra alt daire sakini sizi güzel bir dille ikaz edecektir. Bu durum çocuğun fiziksel gelişimini olumsuz etkilediği gibi, iç âleminde de birtakım olumsuzluklara sebebiyet vermektedir. Aslında apartmanda yaşayan çocukları bu bağlamda birer “mahpus” olarak da görebiliriz. Paketlenmiş, mahpus çocuklar… Çocuk denecek yaşta hapis hayatı yaşamak, bu çocukların gelecek yaşantılarında onulmaz yaralara yol açacaktır. Evet, iyileşemeyecek yara neredeyse yok denecek kadar azdır. Lakin her yara derin olsun ya da olmasın elbette iz bırakacaktır.

***

TEKNOLOJİK MAKİNESANLAR

Yeni medya teknolojileri günümüz insanının bir ve tek vazgeçilmezi olarak birinci sırada yerini almış bulunmaktadır. Günlük hayatta sağladığı kolaylık, işlemlerin ivedilikle halledilmesi, kolay ve anında erişim, medya takibi… gibi gerekçeler bizleri her geçen gün daha da bu teknolojinin bağımlısı birer köle yapmaktadır. Peki bu ve bunun gibi mantıklı gibi görünen gerekçelerle teknolojiye bu safhada bağımlılığa cevaz verilebilir mi?

Buradan “teknoloji düşmanı biri olalım” şeklinde bir yargıya da ulaşılmasın. Zira, eleştirmeye çalıştığımız mesele teknoloji değil, teknolojinin aşırı ve düzensiz kullanılmasıdır. Aslında teknoloji bağımlılığı bu bağlamda bir sebep değil sonuçtur. Bu sebepten dolayı bir suçlu aranacaksa; bu suçlu teknoloji değil, insanları, bilhassa gençleri,  teknoloji bağımlısı yapan anne-babalardır. Evladına ayıracak bir saati dahi olmayan anne-babaların teknoloji bağımlılığından şikayette bulunmaları yersizdir. Tabi bu arada kendileri bu hastalığın pençesine düşmedilerse.

YA “AYFON” BENİ ALIR, YA BEN “AYFON”U

Hakikatin hayalini düşlemekten kendini alıkoyamayan, bu hayallerle gözlerine uyku girmeyen, uyuduğunda bu hayalin rüyasını gören insanlar vardı kadim medeniyetimizde. Ve ülkülerimiz de bu doğrultuda olurdu. Ülkünüz ölçüsünde olurdu adamlığınız ve o ölçüde ademliğiniz. Bugün hayallerimiz suya yazılan yazılar misali kısa süreli olmaya başladı. Günü kurtarmaktan başka gayesi yok modern çağ insanının. İşte bu mefkure yoksunluğu, günümüz insanını; zeka felci, mantık sefili, idrak yoksunu, aklı tutuk ve en önemlisi hissiyatını kaybetmiş, ruhsuz hazır paket bir program haline sürüklemiştir.

Telefonunun şarjı yada internet paketi bittiğinde nefes borusuna bir şeyler kaçmış gibi olan, boğulduğunu zanneden; ruhsuz ve kullandıkları teknolojik eşyalara benzeyen programlanmış beyinli bir nesil için en güzel söylem elbette “ya ‘ayfon’ beni alır, ya ben ‘ayfon’u” olacaktır.

KABLOLU NESİLLER

Daha hızlı işlemci, daha yüksek hafıza, daha yoğun çözünürlükte kamera ve ekran derken gelişen mobil teknolojilerde olduğu yerde sayan, gelişmeyen ya da geliştirilmeyen bir yön var ki bu, cihazları diyaliz hastaları gibi sürekli fişe bağımlı hale getiriyor: bataryalar. Bataryalar, kullanılan teknolojik aletin özelliklerine göre şarjı daha fazla tüketmektedir. Ayrıcalığın çok özellikli olmakta gizlendiği bir çağda yaşıyoruz ve modern insanların ayrıcalıklı, başka, özel olma gibi kaygıları onları bu çok özellikli aletlere esir etmektedir.

Hastane veya evde cihaza bağlı olmak zorunda olan hasta insanlar gibi, artık her gün ve hatta günde birkaç kez şarj etmek zorunda bulunan ve ellerindeki cihazlara bağlı yaşayan kablolu nesiller etrafımızı çepeçevre kuşatmış vaziyettedir. Bu nesillerin beden itibariyle yanımızda olması, hakiki manada bizlerle birlikte olduğunu göstermemektedir. Beden olarak burada olabilirler ama zihin ve ruh itibarıyla başka yerlerdedir. Ruhu ve fikri olmayan beden yalnızca cesettir.

MAHREMLERDEN MAHRUMLARIN YERİ; SOSYAL MEDYA

Sosyal medya, insan mahremiyetinin gözetilmediği, tüm özellerin kamuya açık hale geldiği, mahremiyetlerin tecavüze uğradığı kirli bir âlem olarak modern insanın imtihanlarından biridir. Gerçek hayatta özelimize bu denli müdahalelere ne kadar net tavır koyabiliyorsak, sanal âlemde bir o kadar müsamahakâr davranmaktayız. Modernizmin bireyselleştirdiği insanların kendini önemli hissetmesi ve bu hissin tatmini için paylaşımlara ve yorumlara beğeni beklemesi herhalde normal olsa gerektir. İnternet hususunda bilinmesi gereken bir diğer husus ise şudur: İnternet ortamında girip-çıktığımız her site ve yaptığımız her işlem internet âleminde arşivlenmekte ve hakkımızda bir dosya oluşturulmaktadır. Yani hepimiz bu âlemde iyi ya da kötü bir iz bırakıyoruz.

Hüviyet sahibi olmayan, kişilik problemlerinin bulunduğu sosyal medya bağımlılarının tedavisi madde bağımlılığından daha güçtür. Bu hastalığın tedavisi için; iç âlemimize yönelmemiz, manevi zenginliklerimize sarılmamız ve kültürel dinamiklerimize daha da açılmamız gerekmektedir. Yoksa dipsiz bir kuyu olan sosyal medya da kaybolmamız içten bile değildir.

***

“SENİ ALLAH GÖNDERDİ”

“Ramazan ORHAN’a”


Anadolu coğrafyasında, günlerce üzerinde konuşulsa ve belki de ciltlerle kitaplar yazılsa açıklanamayacak bazı ifadeler vardır. Bu ifadeler, milletimizin kutlu geçmişinin tecrübelerinden süzülmüş olarak kelimelerle libasa bürünmüştür.

Bazen içinden çıkılması güç meselelerde serdedilen bu güzel ifadeler, durumu kurtarmak için kaçamak ve alakasızmış gibi görünebilir. Lakin mesele, hiçbir şeyin göründüğü şekliyle olmadığı gibi, hiçte göründüğü gibi değildir. Bu türden ifadeleri aslında reel akıl ve modern-seküler dünya, akla ve mantığa aykırı olduğu için kabul etmek istemez. Çünkü salt akıl ve modern dünya için kıstas, salt akıl ve görüntüden ibarettir. Halbuki aklın eremeyeceği ve sınırlı görme melekesine sahip gözlerin göremeyeceği nice meseleler ve haller vardır.

Darda kalmışların yardımına koştuğumuzda hemen hepimiz şöyle bir ifadeyle karşı karşıya kalmışızdır: ‘Seni Allah gönderdi.’ Allah ile rabıtası her daim var olan bir milletin vereceği cevap elbette bu olacaktır. Derin irfanımıza yaraşır kutlu bir cevap. Evet, Allah tarafından gönderilmiş bir kul olmak kutlu bir halin ifadesidir. Lakin bu halin de ötesinde bir hal var ki, o da şudur: Allah bir kulunu vesile kılarak sana yardım ediyor. Gönderilenin arkasındaki Asıl Gönderen’i basiret gözüyle görebilmenin kelam-ı kibarla ifadesi: ‘Seni Allah gönderdi.’

Yesili Erenlerin maya çaldığı bu mübarek topraklar ve bu mübarek topraklarda yüz tutan güzel insanların hikmetli sözleri. Bu hikmetli sözlerin dillerden sadır olması, serd edenlerin derunundaki tasavvuf terbiyesine götürmektedir bizleri. Ve tam da şu zamanlarda gittiğimiz menfi yönler, millet olarak tasavvuf terbiyesinden uzaklaşmamıza denk düşmektedir.

Artık, milletimizin derin ve incelikli tecrübelerinden süzülen bu kelam-ı kibarların, mana ve maksatlarını unutup, kuru bir söz halinde kullanmasından vazgeçmeli ve kaybettiğimiz tasavvuf terbiyesini cümleye aziz kılmamız gerekmektedir. Hal ortadayken, gereğinin yapılmaması; hastalık aşikâr olmuşken, tedavinin reddedilmesi gibidir.


***

HÜZÜNLÜYÜM ÖYLEYSE VARIM

‘Hüznü olmayanın imanından Şüphe ederim!’
Dücane CÜNDİOĞLU

Hüzünsüzlerin adam yerine konulduğu düzen/sizlik/den Allah’a sığınırım!
Hüznü olmayan insandan Allah’a sığınırım!
Hüzünsüz bir insan olmaktan Allah’a sığınırım!
Ebediyet caddesinin, hüzün sokağına uğramayan yola çıkmaktan Allah’a sığınırım!
Her türlü yeterlilik sınavını kazanıp, hüzün sınavını kaybetmekten Allah’a sığınırım!
Hüzün nuruna gark olmadan Rabb-i Rahim’in huzuruna çıkma edepsizliğinden Allah’a sığınırım!
Hüzünsüz bir halde boğazımdan geçecek bir lokma ekmek ve bir yudum sudan Allah’a sığınırım!

Dünyada hüzünden bir nebze de olsa nasiplenmeden Havz-ı Kevser’den bir yudum su içmeye Resulullah’tan utanırım!

***


KAPİTALİST SEMAYENİN ALDATMACALARI

“Yönüm ATM’ye, ATM bankaya;
niyet ettim mabet tanrılarının semirmesi için
kredi kartımı ATM’ye takmaya.(!)”

Modern insan tüketerek var olduğunu zanneden bir insandır. ‘Tüketiyorum, o halde varım!’ Ama bu tüketim, insanın asıl ihtiyacı olan eşyayı değil, insana asıl ihtiyaçmış gibi benimsetilen suni eşyaların tüketilmesidir. Mesela toplum mühendislik bürolarının ürünleri olan reklamlar size 'bende bir şeyler eksik' duygusunu vermezse başarısızdır. İnsanlar lüks bir kol saati, pahalı bir akıllı telefon, marka bir eşarp sahibi olmadığı zaman kendini bir ağa girememiş, elit bir grubun parçası olamamış, aşağılarda kalmış, yarım kalmış hissediyor. Hal bu iken insanlara hiç bir gelir düzeyi yetmez hale geliyor. İşte tüm bunlardan sonra gönüllü kölelik çağı denilen, tüketimden semiren ve pastanın büyük dilimini kendisi götüren, yarı tanrılıklarını ilan etmişlerin başlattığı ekonomik terör ile karşı karşıya kalıyoruz.
KREDİ KARTINDAN ÇEKİYORUZ
Dünyanın dört bir yanına adeta salgın gibi yayılan ve cüzdanlarımızda ettiği küçük yerlere rağmen cüzdanlarımızda olmayan paraları harcamamıza yarayan kredi kartları sayesinde bir şeylere sahip olma iştihamızı olabildiğince az törpüleyerek yaşıyoruz bu hayatı. Evet, bu sistem bize sahip olmadığımız paraları harcamayı vaat ediyor. Kazançlarımızdan evvel cebimizdeki kredi kartlarını ve taksit sayılarını düşünerek olmadık anda içimizden gelen her şeye sahip oluyoruz ya da onların bize sahip olmasına izin veriyoruz.
Bu meseleyi her türlü alanda eleştirmemize rağmen bir türlü bu salgından kurtulamıyoruz. Her türlü kredilere artık bir kısa mesaj kadar yakınken, bu hastalıktan kurtulma reçetelerine hiçbir zaman riayet etmiyoruz. Modern zamanın, insanların fikirlerinden ziyade kullandıkları eşyaların etiketine göre değerlendirme aldatmacası bizi tedavisi ancak medeniyetimizde olan bu vebanın hastalarından yapmıştır.
VİCDANLAR KANDIRILAMAZ
1994 yılında fotoğrafçı Kevin Carter’in Sudan’da çektiği fotoğrafı görenler bilir. Açlıktan ve hastalıktan dolayı iki yaşında gösteren ama on yaşlarında olan Sudan’lı bir çocuk emekleyerek birkaç kilometre ilerideki yemek kampına gitmeye çalışıyor. Ve çocuğun hemen arkasında bir akbaba çocuğun ölmesini bekliyor. Usta fotoğrafçı! Carter bu fırsatı değerlendirip deklanşörüne bastığı gibi bu anı ölümsüzleştiriyor. Ve hemen oradan ayrılıyor. Bu hadiseden sonra çocuğa ne olduğu bilinmez ama Carter üç ay sonra depresyona giriyor ve intihar ediyor.
Esasında müthiş bir gerçekliği ifade eden bu fotoğrafı ilk gördüğümüzde hepimizin içi burkuluyor. Birkaç saat kendi içimizde ufak bir muhasebe yapıyoruz ve olası bir sonraki öğünümüzde aşırı tüketimden kaçınıp sokakta gördüğümüz dilenciye de yardım ettikten sonra gündelik hayatımıza keskin bir ‘U’ dönüşü yaparak şehrin ışıkları ve gürültüsü eşliğinde bir şeyleri ve aynı zamanda kendimizi tüketmeye devam ediyoruz. Sırf muhtelif yerlerindeki markaların hatırına satın aldığımız metalar kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyor. Çünkü yeni tanışan insanlar artık birbirinin fikirlerinden ziyade eşyalarının markalarına bakıyorlar. Bu markalar üzerinden tanımlamaya başlıyoruz birbirimizi.
YÖRESELDEN KÜRESELE GİDERKEN
Yöresel zevkler artık sınırlardan bağımsız bir şekilde neredeyse dünyanın her yerinde, farklı farklı insanlar tarafından ortak bir şekilde benimsenmektedir. Anadolu’nun herhangi bir şehrinde İtalyan usulü makarnanızı yerken üzerine bir de Fransız tatlısı söyleyebiliyorsunuz.
Evet, haz ve hız çağında, düşünmek için durmamız gereken bu zamanlarda, durup düşünecek olursak, küreselleşme esasında baş döndürüyor. Dönen başlarımızın selim bir şekilde düşünmediği ise mutlak bir hakikattir. Bu mutlak hakikati bilmemize rağmen bu gibi aldatmacalara nasıl olurda kayıtsız şartsız teslim olabiliriz?
REKLAMLARA DİKKAT
Herhangi bir firmanın reklam yapmaması söz konusu değildir. Bir reklam, insanlara asıl ihtiyaçlarını sunuyor ve bunu değerlere aykırı bir şekilde yapmıyorsa bu reklam uygundur denilebilir. Lakin asıl ihtiyaçların da ötesine giderek lükse kaçan, itibar simgesi olarak ifade edilen maddelerde muhatapların değerleriyle dalga geçiyorsunuz demektir.
Bir Müslüman'ın itibarı imanından, takvasından, efendiliğinden yani etrafına faydalı bir insan olmasından gelir. Eğer itibarı kişinin huy ve davranışlarına değil de, sahip olduğu eşyaya bağlarsanız ve bunu saat başı televizyonlarınızdan ilan ederseniz, o toplumun değer sistemi siz hiç farkında bile olmadan bir iki nesil içinde değişir. En güvenli vasıtayı almak hakkımızdır, bu bir ihtiyaçtır. Ama itibarımızı arttıracak bir vasıta olamaz. Çünkü herhangi bir madde mana veçhesi de olan insana hiçbir değer katamaz. Kendimizi gerçekten çok güzel kandırıyoruz.
TÜKETE TÜKETE TÜKENİYORUZ
Bilgi ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla geliştiği günümüzde; haberleşme, ulaşım, şehirleşme, ticaret, sanayi, turizm ve hemen diğer bütün sahalarda meydana gelen ilerlemeler, insanın ruhî varlığından çok, bir şeye hizmet etmektedir: Tüketimin artması. Bilgi ve teknolojinin gelişmesi, binlerce yeni ürünün piyasaya sürülmesi ile kendini göstermektedir. Ardından, bu ürünlerin insanlar tarafından bir ihtiyaç olarak algılanması ve tüketilmesi için reklam kampanyaları başlatılmaktadır.
Sanayi ve ticaretin gelişmesine bağlı olarak, refah seviyesi giderek artan insanların ihtiyaçlarını karşılamanın yanında, zaruri olmayan arzuların da ihtiyaçlar listesine dâhil edilmesiyle artan çılgınca tüketim için her geçen gün çoğalan fabrikalar, enerji ve hammadde temini adına bir yandan yeryüzü kaynaklarını hızlı bir şekilde harcarken, bir yandan da üretmiş oldukları atıkları ile su, hava ve toprak kaynakları ve üzerinde barındırdığı bitki ve hayvan türlerini zehirlemeye ve yok etmeye başlamıştır.
Körü körüne ve kayıtsız şartsız tüketen bir robot hâline getirilen toplumlarda, ekonomik problemlerin yanında içtimaî ve ahlâkî problemler de çoğalmaktadır. Dünyada açlıktan ölen insanlar kadar aşırı beslenmeden dolayı ölen insanların da var olması, ahlaki boyutun derecesini gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Dünya genelinde tüketim gerek besin, gerekse hammadde ve enerji kaynakları açısından giderek artmaktadır. 1960 ile 2000 yılları arasında dünya nüfusu yaklaşık iki kat artmışken, aynı dönemde aile seviyesinde yapılan harcamalar, dört kat artarak 20 trilyon dolara ulaşmıştır. Dünyanın en zengin insanları, en fakir insanlarına göre 25 kat daha fazla enerji tüketmektedir. Dünya nüfusunun % 5’ini teşkil eden ABD, tek başına dünya petrol ve kömür tüketiminin % 25’ini, tabii gaz tüketiminin ise % 27’sini gerçekleştirmektedir. Dünya genelinde 500 milyon araba mevcut olup, bunun 1/3’ü ABD’de bulunmaktadır. Her yıl yaklaşık 11 milyon yeni otomobil trafiğe çıkmakta ve sadece ABD’de kullanılan otomobillerden atmosfere bırakılan karbon nispeti, Japonya’nın bütün sanayi faaliyetleri ile havaya göndermiş olduğu karbon nispetine eşittir.
SON OLARAK:

Belki de tüm bunları okurken çokça canımız sıkılmış olabilir ve hatta tüm bunları reel dünya ile özdeşleştirme hususunda da bazı sorunları olan birer deli saçması olarak ifade ediyor olabiliriz. Ruhumuzu sıkan bu gerçek bizi anlatıyor ve bundan dolayı canımız daha çok sıkılıyor. Susuzluğumuzu gidermek için içilen tuzlu su misali. Aslında lüks, konfor ve rahat zamanı olan modern çağda ‘sıkılmak güzeldir’ ifadesini yanlış yolda gidenlerin yol haritası edinmesi gerekir. Yoksa toprağın sıkıştırmasına nasıl tahammül edebiliriz ki?

***

İSLAM MEDENİYETİ VE YÖNETİM



‘Kendi ahlakıyla bir millet ölür, yahut yaşar!’
Mehmet Akif ERSOY

GİRİŞ:
Bazı mefhumları anlayabilmek için birtakım olaylarla karşılaşmış olmak veya birilerini tanıyor olmak gerekmektedir. Hz. Ömer(ra)’in ismi ile adalet ve vakar mefhumlarının özdeşleşmesi örneğinde olduğu gibi. Hatta bahsi geçen mefhumların idrakini bu kişi veya olaylara bağlayabiliriz. Yönetim, idare, ticaret, aile, insan, ahlak, vicdan, merhamet, adalet gibi mefhumlar İslam medeniyetiyle aslına rücu etmiştir. Hayatı, değerler etrafındaki kaidelere göre şekillendiren ve Nebevi(sav) çözümler dışında hareket etmemeyi kendisine şiar edinen, devlet politikalarını, gelişen durumlara adapte ederek, değerler temelli politika amaçlayan bir devlet elbette bu mefhumları kendi bünyesinde toplamıştır ve bu mefhumlara sadık bir şekilde yaşayacaktır.
MEDENİYET NEDİR?
Medeniyet, bazı kimselerin yanlış bir yaklaşımla ileri sürdüğü gibi ilim, fen, sanat, icat, teknoloji, mimari ve siyasi hayat programlarından oluşan bir olgu değildir. Bütün bunlar medeniyetin hakikati değil; ancak onun meyve ve sonuçlarıdır. Mevdudi’ye göre herhangi bir medeniyetten bahsederken ve onu değerlendirirken bir takım suallere verdiği cevapları göz önünde bulundurmak gerekir.
MEDENİYETİN YAPITAŞLARI OLAN SUALLER:
Bu temel suallerden ilki dünya görüşüyle ilgilidir. İnsanın dünya hayatıyla ilgisi nedir ve dünyadan yararlanma isteği hangi yöndedir? Onun dünya hayatı hakkındaki düşüncesi nedir, insanın oluşturduğu medeniyetin yeri nedir? Dünya hayatının düşünülmesi sorunu, derece ve insan fiilleriyle ilişkisi bakımından en önemli olanıdır. Çünkü bu düşüncenin değişmesi, medeniyetin de değişmesi sonucunu doğuracaktır.
İkinci sorun hayatla ilgilidir. Hayat nedir? İnsanın yaşama amacı ve bu hayattan beklentileri nelerdir? İnsanın devamlı olarak arzuladığı ve bütün çalışmalarını üzerinde yoğunlaştırdığı temel amaç nedir? Yaşamın amacı hakkında sorulan bu sualler, insanlığın kurtuluş ve başarı yolunda ilerlemesi için zorunludur.
Üçüncü sorun ise; medeniyetin meydana gelmesi için esas olan düşünce ve inançların neler olduğudur. İnsan aklına yön verecek ölçü ve onun zihninde oluşacak düşüncelerin içeriği nedir? Belli bir amaca ulaşmak için insanın takip ettiği yol ve onu harekete geçiren unsurlar nelerdir? Şu bir gerçektir ki, insanın fiillerinin oluşması onun düşünce yapısına bağlıdır. Tüm insanların davranışları ancak insanlardaki kalbi saran esas düşüncelerden sonra oluşur. Bir inanç sistemi ve temel bir düşünce yapısına sahip olmayan hangi medeniyet neyle kendini muhafaza edecek.
Dördüncü sorun ise; medeniyetin insanı eğitme sorunudur. İnsana mutlu bir hayatı kazandıracak manevi terbiyenin ve sağlam düşüncenin içeriği nedir? Bir eğitimden sonra hemcinslerine karşı durumu ne olacak? İnsanın her yönüyle yetişmesi için nefsi özellikler ve huylar nelerdir? Şüphesiz toplum hayatının oluşmasında medeniyetin amaç ve özünü görmek mümkündür. Fertler medeniyetin oluşmasında, tıpkı bir binayı ören tuğlalar gibidir. Medeniyetlerin de temel taşları fertler olduğuna göre, medeniyetin sağlamlığı ve uzun ömürlü oluşu kendi düşünce sistemine göre eğitilmiş fertlerden oluşup oluşmadığıyla ilgilidir.
Son olarak; toplumu oluşturan fertler ve gruplar arası ilişkilerin düzenlenmesi sorunudur. Fertler arası ilişkiler hangi temel üzerine kurulmalıdır ki, hayatta başarılı olunabilsin? Grupların ilişkileri ne derecede olmalıdır?  Bu medeniyetin insanlar arasında uyguladığı nasıl bir hukuktur? İnsan davranışlarının sınırı nedir?  Bütün bu sorular ahlaka, topluma, siyasi hayata ve hukuk düzenine ilişkin sorulardır.
İSLAM MEDENİYETİ:
Bugün batıda, İslam Medeniyetinin kendinden önceki medeniyetlerden esinlenerek oluştuğu yönünde yanlış ve sakat bir düşünce hâkimdir. Bu sakat düşüncenin İslam toplumları içerisinde de oluşması meselenin daha vahim olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Özellikle İslam Medeniyetinin Roma, Yunan ve İran medeniyetlerinin maddi servetinden yararlanarak yeni bir oluşumla Arap toplumu özelliklerine göre doğduğunu ispatlamaya çalışıyorlar.
Elbette bu düşünce sakattır ve aldatmacadan başka bir mana içermemektedir. Medeniyetlerin birbirinden etkilenme ve bu şekilde gelişme arz ettikleri hakikatini unutmamakla birlikte; İslam Medeniyeti özü ve içeriğiyle yalnızca İslam’dır ve ona İslam dışı hiçbir düşünce girmemiştir.
İSLAM MEDENİYETİ VE YÖNETİM:
Cenab-ı Hak, Hz. İsa'yı idarî işlerle vazifelendirmemişti. Bu sebeple İsevi’likte devlet idaresine dair hiçbir hüküm yoktu. Sadece imanî ve ahlakî esaslar bulunuyordu.
Fakat papazlar İncil'de varmış gibi göstererek, iktidarı ellerine almalarını sağlayacak hükümler uydurdular. Bunun için de örflerden ve eski mukaddes kitaplardan sosyal kurallar ve siyasî prensipler çıkararak İncil'e ilave ettiler. Yani Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dinde değişiklik yaptılar. Bundan sonra Hıristiyan halkı papazlar idare etmeye başladılar. Böylece “papazlar devleti” ortaya çıktı. İşte bu idare şekli de “teokrasi” olarak isimlendirildi.
 Teokrasi idaresi “Ruhbanlara (papazlara) kayıtsız şartsız teslimiyet ve körü körüne taklit” anlayışını getirdi. Daha sonraları ise, “papazların ve ruhani reislerin riyaset ve tahakkümleri (baskıları)” şekline döndü.
 Görüldüğü gibi teokrasi, Ortaçağ papazlarının idaresidir. İslâmiyet'te ise böyle bir idare şekli kesinlikle yoktur. Onun tebliğ ettiği devlet ve idare şeklinde istibdadın, zulüm ve baskının eserine bile rastlamak mümkün değildir. İslâm'ın kabul ve tatbik ettiği idarî sistem “cumhuri”dir. Seçimle iş başına getirilen idarî bir heyet ve teşekkül vardır. Asr-ı Saadet bunun en açık misalidir. Yalnız Asr-ı Saadetin “Cumhuriyet” anlayışı, yalnız isim ve resimden ibaret değildi. Hakiki “Dindar Cumhuriyetti”. 
Zaten Peygamberimiz (asm.) Hz. İsa gibi sadece ahiretle ilgili olan imanî ve ahlakî esasları değil, dünya ve ahiret hayatını beraber tanzim eden imanî, ahlakî ve siyasî hükümleri birden tebliğ buyurmuştur. Bu hususlarda en ince bir noktayı bile bildirmiş, bizzat tatbik ederek de göstermiştir. Dolayısıyla, İslâm'da diğer dinlerde olduğu gibi, din bir baskı unsuru olarak kullanılmamış, insanların her türlü maddi ve manevi saadetine vesile olmuştur.
 İslâm tarihi boyunca hiçbir hoca veya hiçbir din âlimi, devlet idaresinde hak iddia etmemiştir. Sadece idarecilerin icraatlarının İslâmiyet'e uygun olup olmadığı hususunda görüşlerini bildirmişler, fikirlerini söylemişlerdir.
İSLAM MEDENİYETİ VE YÖNETİCİ:
Kur'an-ı Kerîm'in ihtiva ettiği ayetler ve İslamiyet'in mahiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber (asm), teşekkül ettirdiği İslam cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine'ye hicretten itibaren varlık kazanan İslam devletinin ilk başkanı olmuştu. Hz. Peygamber (asm)'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibaren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tabilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen, Peygamber Efendimiz (asm) devlet yönetiminde cahiliye döneminin aksine, tebaası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılâp gerçekleştirmiştir.
Cahiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idare eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak, haklı haksız her hususta ona itaate mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz (asm) ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul etmiş, Cenab-ı Hakk'tan emir almadığı her hususta mutlaka ashabıyla istişare ederek durumu onların müzakeresine açmıştır.
İslâm'da idarecinin her sözüne kayıtsız şartsız teslim olmak ve onu körü körüne taklit etmek yoktur. Müslümanlar halifeye hesap sorabilirler, anlamadıkları hususların izahını isteyebilirlerdi. Hz. Ömer'in bu hususta pek çok uygulaması vardır. Müslümanlar idarî bakımdan en üst seviyede olan bu zata, “Hak ve hakikatten ayrılırsan, seni kılıcımızla doğrulturuz.” diye ikazda bulunabilmişlerdir. Hz. Ömer ise bu çeşit ikazlara memnun olmuş, onlara karşı minnettarlığını belirtmiştir.
Yönetici gurura kapılırsa, kötü idare ederse, derhal ikaz edilirdi. İkaz eden belli bir şahıs veya kurum değil, Allah’a kulluğun şuurunda olan her Müslümandı. O idareciler de hatalarında inat etmezler, hemen vücutları Allah korkusundan titrer ve yanlışlarını kabul ederlerdi.
MEDENİYETİMİZE GÖRE YÖNETİCİDE BULUNMASI GEREKEN VASIFLAR:
- Akl-ı selim sahibi olmak: İdareci iyiyi-kötüyü farkedip, insana hak ve hakikati takip eden ve takip ettiren düşünceye sahip olmalıdır.  Aklıselimin alameti, kişinin, Allah’ın razı olacağı ameller yapması, Allah’ın gazap edeceği, gazabını celbedeceği kötülüklerden sakınmasıdır.
- Kabiliyet: İdarecilik çok üstün bir kabiliyet ister. Kabiliyeti olmayan kişilerin böyle bir işe talip olmaması gerekir.
- İlim: Yöneticiler öncelikle yapacağı işi, dini ilimleri, tarihi, toplumun örf ve adetlerini, fert ve toplum psikolojisini, sosyolojiyi, içinde yaşadığı çağın siyasî, iktisadî, sosyal, kültürel yapısını, dünyada meydana gelen olayları çok iyi bilmeli, değerlendirebilmeli ve tam zamanında etkin tedbirler almalıdır.
- Adalet: Adil olmayanlar, yöneticiliğe asla layık değillerdir. Adaletin icrasında ırk, akrabalık, zenginlik, fakirlik gibi hususlar etkili olamaz. Hangi inançtan, hangi ırktan, hangi kesimden olursa olsun haklı olanın hakkı, zalimden alınıp kendisine iade olunmalıdır. İdareci hem adil olacak, hem de adaletin icra edilmesine yardımcı olacak, bu hususta asla tavizkâr davranmayacaktır.
- Cesaret: Yönetici cesur olacaktır. Gerektiğinde risk altına girmekten asla çekinmeyecektir. Ancak tehevvür, yani aşırılıklar, taşkınlıklar cesaret ile karıştırılmamalıdır.
- Basiret-Feraset: Yöneticiler basiret ve feraset sahibi olmalıdır. Yani hakikati kalbiyle hissedip anlayabilmeli ve anlayışlı olmalı, bir meseleyi çabuk sezip çözüm üretebilmelidir. Bön ve ahmaktan yönetici olmaz. İdareci, muhatabının beden dilini çok iyi anlamalıdır. Kelimelerle ifade edilemeyen, ya da kelimelerin arkasına gizlenen pek çok gerçekler, azaların sergilediği tavırlardan okunur ve anlaşılır.
- Dürüstlük: Yalancı, sahtekâr, insanlara karşı dürüst davranmayan, sürekli aldatan kişilerin iş başına gelmesi, o millet için büyük bir felakettir. Doğruluk, dürüstlük; kalpte niyetin, dilde sözün, azalarda amelin aynı olması demektir.
- Sabır-Sebat: Yöneticilik çok büyük sabır isteyen bir iştir. Aceleci, istikrarsız kişiler, böyle ağır işlerin, ağır yüklerin altından kalkamazlar. Sabır, bir kararlılık ve dayanıklılıktır. Kararlı ve dayanıklı olmayan kişiler sabredemez, doğrular üzerinde, hak üzerinde sebat gösteremez.
- Affetmek: Affetmek çok büyük bir ahlaktır. O bakımdan yöneticiler gerektiği zaman affetmesini bilmelidirler. Özellikle şahıslarına karşı yapılan bir hatayı, hakareti affetmesi, büyük bir fazilet ve meziyettir.
- İstişare: Yöneticiler istişareye ne kadar önem verirler ve ehli ile istişare ederlerse, yönetimlerinde, kararlarında, icraatlarında o kadar isabetli olurlar.
YÖNETİMDE İNSAN FAKTÖRÜ:
Başarının ve başarısızlığın temelinde insan faktörü vardır. Mübarek Osmanlı’nın bugün hayırla yâd edilmesinde bu insan faktörüne verdiği önem yatmaktadır. İnsana bir meta olarak değil, yalnızca insan olduğu için değer veren devletler, geçmişten günümüze adını hayırla beraber ifade ettirdikleri gibi, gelecekte de hayırla yaşatacaklardır. Devletlerde; tek tipleştirme, dayatma, karşıdakini yok sayma ile tornadan çıkmış insan tiplerinin türemesine uygun bir zeminin olması, bu sistemi uygulayan devletlerin çokta uzun ömürlü olmayacağını göstermektedir.  Tarihin tozlu sayfaları, bu gibi kısa ömürlü devletlerle doludur.
İnsan, kendini hakikate adadığı, ruhunu O(cc)’na açtığı ölçüde insandır. Bu ölçünün farkında olan ve yine bu ölçünün yılmaz savunucusu olmayı kendisine şiar edinen İslam Medeniyetinin güzide temsilcileri, adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. İnsanın bozulmaya yüz tuttuğu bir toplumda, diğer bozulmalardan bahsetmek yersizdir. Çünkü insanı bozulmuş bir devlet her türlü çabaya rağmen yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur.
BİR MANEVİ ZENGİNLİK ÖRNEĞİ; SOSYAL MÜESSESELER:
Bir devletin yönetim alanında başarılı olabilmesi, sosyal kurumlar bakımından zengin olmasıyla doğru orantılıdır. Bu durum Türk, İslam ve Türk-İslam devletlerinin tecrübelerini bir bütün olarak bünyesinde toplayan Mübarek Osmanlı için zirve konumundadır.
Osmanlı döneminde, devletin siyasî ve malî kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan vakıfların, ilk kurucusu Orhan Gazi'dir. Orhan Gazi, İznik'te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayrimenkul vakfetmiştir. Bu vakıfları, çeşitli konularda kurulan diğer vakıflar izlemiştir.
Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardımı yapmak; halka meyve ve sebze dağıtmak, çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımını sağlamak, çocukların emzirilmesini sağlamak, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak, kâse ve bardak gibi kap kacak kıran hizmetçileri, efendilerinin azarlamalarından korumak; kuşlara yem vermek, çocuklara oyuncak almak, yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak, yetimleri büyütmek, talebelere burs, kalacak yer temin etmek, işsizlere iş bulmak, çırak yetiştirmek, müflis ve borçlulara yardımcı olmak, bekârları evlendirmek, hayvanları himaye etmek; cadde ve sokakların temiz tutulmasını sağlamak, sokaklara atılan tükürük ve benzeri maddelerin üzerine kül döktürmek gayesiyle görevliler tayin etmek; su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, buzlu su veya şerbet dağıtılan sebiller, kuyular, medrese, hanlar, hamamlar, camiler, yollar, kaldırımlar, köprüler yapmak ve bunların finansmanını sağlamak maksadıyla çok sayıda vakıf kurulmuştur.
Ayrıca hastaneler, vakıflar aracılığıyla hizmet vermiş, doktorlar ücretlerini vakıflardan almışlardır. Vakıf hastanelerinde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilâç veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir-iki öğün yemek veriliyordu.
KORKU VE TEHDİT DEVLETİ YERİNE MİLLET DEVLETİ:
Devletin asıl vazifesi, tebaasının; din, dil, ırk, mezhep farkı gözetmeksizin hangi inanç değerlerini yaşadığını bilmesi ve bu değerleri en rahat bir şekilde yaşaması için gereken düzenlemeleri yapmasıdır. Milletin değerlerini yok sayan, milleti tehdit olarak algılayan devlet, millet devleti değil; ancak korku ve tehdit devletidir.
İslâmî naslara ve Müslüman toplumlardaki tatbikata bakarak şunu ifade etmek mümkündür ki, anlaşmalara riayet ettikleri, fitne ve fesadın merkezi olarak kullanmadıkları müddetçe bütün gayri müslimlerin mabetlerine saygı gösterilmesi ve korunması Müslüman idareciler için bir vecibe sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin belirlemiş olduğu ana esaslar, hulefâ-i râşidîn başta olmak üzere İslâm’ın ahkamını kendilerine rehber edinmiş bütün Müslüman idareciler tarafından tatbik edilmiştir. 
Emevîler, Abbâsîler, Fâtımîler, Selçuklular, Osmanlılar vd. Müslüman devletler her daim kendi tebaası olmayı kabul etmiş gayri müslimlerin mabetlerine ve dinî yaşantılarına saygı göstermiş, dinî hürriyetlerini her türlü tecavüzden korumuşlardır. Hususen Osmanlıların takip ettiği dînî müsamaha sayesinde bugün de pek çok Osmanlı şehrinde cami, kilise ve havrayı bir arada görmek mümkündür. Tarihte yaşanan bazı küçük ve istisnaî uygulamalar bir tarafa bırakılacak olursa, farklı din mensuplarınca kutsal mekân olarak kabul edilen mabetler ve dinî mekânlar hep korunmuş ve zarar görmelerine müsaade edilmemiştir.
Müslüman bir ülkede yaşayan gayri müslimlere / zimmilere, din ve vicdan hürriyeti meşrû dairede tanınmış ve tatbik edilmiştir. Osmanlı hukukunda zimmîlerin dinleri ile başbaşa bırakılmaları, İslâm'dan alınan temel bir prensiptir. Fâtih'in Sırp Kralı Brankoviç'e Macar Kralı'nın “Sırbistan'ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim, Protestan kiliselerini yıkacağım” dediğini bile bile, "Eğer devletime itâat ederseniz, her camiinin yanında bir kilise inşâ edilecek; buralarda herkes kendi Hâlıkına ibâdet edecek” cevâbını vermiştir.
Bütün bu hoşgörüye rağmen gayri müslimlerin ibadet özgürlüklerine kısmî kısıtlamaların getirildiği bazı konular da vardır. Bu kısıtlamalar çoğunlukla ibadet zamanında çıkarılan seslerle ilgiliydi ki bunların başında çan çalma yasağı gelmekteydi.

Çan çalmanın, Müslümanlar tarafından İslâm’ın üstünlüğüne bir saldırı olarak görüldüğü için yasaklandığı belirtilmektedir.
Bununla birlikte bu yasak, zimmilerin hiçbir şekilde çan çalamayacakları anlamına gelmiyordu. Mabetlerinin içinde, çevresindeki Müslümanları rahatsız etmeyecek bir ses tonuyla ve namaz vakitlerinin dışında çan çalabiliyorlardı. Ayrıca çan yerine tahta çalma geleneği de zaman zaman şikayet konusu oluyordu. Kayseri’deki Rumların çan yerine tahta çalmalarından dolayı çıkan seslerden rahatsız olan Müslümanlar şikayetçi olmuşlar, bunun üzerine Rumların tahta çalmaları yasaklanmıştı. Fakat daha sonra tahta çalmaları konusunda Rumlara izin verildiği görülmektedir.

Ayrıca beratlarda gayri müslimlerin âyinleri esnasında çıkan seslerin yüksekliğini istismar ederek zimmilere gereksiz şekilde müdahale edilmemesi de özellikle vurgulanmaktaydı.
EN İYİ YÖNETİM; HAKLILARIN GÜÇLÜ OLDUĞU YÖNETİMDİR!
Haklı-haksız ve güçlü-güçsüz bağlantısında elzem olan, haklıların güçlü olduğu bir yönetim modelidir. Aksi durumda ise; yani güçlünün haklı olduğu bir sistemde, yönetim modelinin adı her ne olursa olsun; o yönetimde adalet, liyakat ve merhamet mekanizmaları tefessüh etmiştir.
‘NASIL OLURSANIZ, ÖYLE YÖNETİLİRSİNİZ!’
Yüce Allah: ‘Bir kavim kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz.’ (Rad) diyor. Eğer bir toplum sahip olduğu yüksek manevi değerleri korursa Allah Teâlâ onları çöküşten korur. O halde yapılacak şey Müslüman toplumun kimliğini oluşturan manevi değerleri geliştirmek ve sağlamlaştırmaktır.
Acaba yöneticiler iyi ve dürüst olunca mı toplum sağlıklı ve iyi olur, yoksa millet iyi ve dürüst olunca mı yöneticiler adil ve ehliyetli olur? Bu sorunun cevabı yönetici millete göre, millet de yöneticilerine göre olur. Her ikisi de birbirini olumlu ve olumsuz yönde etkileyebilir.
İnsanlar her zaman layık oldukları yönetim tarzıyla yönetilirler, kendileri iyi olurlarsa yöneticileri de iyi olur, kötü olurlarsa yöneticiler de kötü olur. Zira yöneticiler halkın içinden çıkarlar ve onların bir parçasıdırlar.
Yüce Allah: ‘Davranışları sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.’ (En’am) buyuruyor. Kötü toplumun yöneticisi kötü olur.
Ahirette cehenneme gönderilecek olan zalim ve kafir halk liderlerini, liderler de onları suçlayıp birbirlerini lanetleyeceklerdir. (bk. A’raf, 7/39; Şuara, 26/99; Ahzab, 33/67)
Beyhaki, Ka’b’ın şöyle dediğini nakleder: ‘Allah her dönemin hükümdarını milletin kalbine göre gönderir. Onları düzeltmek isterse, Salih birini; helak etmek isterse kötü birini hükümdar olarak gönderir.’ (İsra)
Halkın kötü yöneticileri iş başına getirmeleri Allah’ın onlara gazab etmekte olduğunun, iyi yöneticileri iş başına getirmeleri ise onlardan razı olduğunun işaretidir.
Müslüman’ın görevi toplumları ayakta tutan değerleri, özellikle ahlak kurallarını ve Allah korkusunu, hak ve hukuka saygıyı tabana yaymaktır. Toplumu düzlüğe çıkarmanın yolu budur. Düzelen bir toplumda ister istemez, yöneticiler de düzelecektir.

Toplumdaki kötülüklerin, haksızlıkların ve yolsuzlukların sorumlusu olarak sadece yöneticileri ve aydınları görmek yanlıştır. Kötü gidişattan herkes sorumludur. Zira bunda genel olarak herkesin az ya da çok payı vardır. İyileşmenin ve düzelmenin şerefi de hem yönetenlere, hem de yönetilenlere aittir. Zira toplum yöneteni ve yönetileni ile bir bütündür.
Mü’min, toplum ve onun durumu konusunda iyimser olur. Geleceğin hayırlara vesile olacağını düşünür. Din bâkidir, diye inanır. Din düşmanları ne kadar çok, ne kadar zalim ve gaddar olurlarsa olsunlar zorbalıkla dini yok edemezler. Çünkü dinin sahibi ve koruyucusu Hak Teâlâ’dır. Mü’min en kötü şartlarda bile Allah’tan ümit kesmez, karamsarlığa düşmez.
SON SÖZ:

Netice itibariyle lâyık olduğumuz üzere yönetiliyoruz! Şu veya bu şekilde ülkeyi yönetenler gökten zembille inmiyor, yönetilenlerin yani bu toplumun içinden çıkıyor! Toplum olarak adalet, kanaat, dürüstlük ve merhamete layık bir kıvama erişemediğimiz müddetçe bizi yönetenlerden de bu vasıfları bekleyemeyiz! Yani idarecilerimizden Hz. Ömer(ra) adaletini bekliyorsak, öncelikle Hz. Ömer(ra) dönemindeki insanlar gibi olmamız gerekmektedir.

***

"BİTKİLERLE SOHBET"

Dünya hayatının cümle insanlık için gurbet olması Hakk’tan ayrılmayanları hüzne gark etmektedir. İşte bu hal, gurbette olmanın farkında olan Müslümana, asl’dan habersiz olmanın işareti olan gülmeyi ‘gaflette olma’ hali olarak ifade ettiği için, hiçbir zaman yakıştırılmamıştır. Bununla birlikte vakarı muhafaza ederek gülmek insanda var olan bir haldir. Yani gülme hali büsbütün yasaklanmamıştır.
Medeniyetimizde haddi aşmamak, alaya sebebiyet vermemek, karşıdakini hafife alıp küçük görmemek ve uydurma şeylere mahal vermemek kaydıyla mizaha ve şakaya izin verilmiştir.
Ali Yurtgezen Hocam ‘mizah’ mefhumunun genel itibariyle amacını ve hangi ölçülerle yapılması gerektiğini şu şekilde ifade buyurmuşlardır: ‘Ölçülerimize uygun mizahın sadece ve özellikle “güldürmek” gibi bir hedefi de yoktur. Her şeyde olduğu gibi bunda da ulvî bir fayda gözetilmelidir. Gergin bir ortamı yumuşatmak, muhatabı rahatlatmak, mesajı bir nükteyle daha tesirli vermek, söylenmesi gereken ama söylenmesinden çekinilen bir hakikati şakaya vurarak ifade etmek, zulme karşı bir direnişi canlı tutmak.. asıl gayedir.’
Ve devamında ise nasıl bir mizah olması gerektiği ile alakalı şöyle buyurmuşlardır: ‘Büyüklerimiz bu inceliği, bu hassas ölçüyü anlatmak üzere bizim gibi laf kalabalığına tevessül etmemiş; mizah, şaka, espri, nükte yerine “latife” diyerek meseleyi tek kelime ile çözmüştür. Arkasından da belki bu kavram kargaşası içinde latifenin de ölçüsünü kaçırabiliriz endişesiyle şu hükmü koymuşlardır: Latife latif gerek. Yani yaptığımız şaka, mizah, espri.. ince ve derinlikli olmalı. Bir güzelliği ve hoşluğu yansıtmalı. Bayağılığın, kabalığın, hayâsızlığın, müstehcenliğin yakınından bile geçmemeli. Muhatabı kırıp incitmemeli, bilakis bir “lütuf” taşımalı ona. Ve mutlaka gönülden kopup gelmeli.’
Mizah genel itibariyle meşrep ve maharet meselesidir. Durdu Güneş; hikmet ve nükte yüklü, incelikli ve derinlikli ‘Bitkilerle Sohbet’ adlı eserinde nebatatı konuşturmuş, mizah ile alakalı ne kadar mahir olduğunu ve mizahın meşrebine uyumsuz olmadığını, medeniyetimizdeki mizah anlayışıyla örtüştüğünü eseriyle ortaya koymuştur.
Durdu Güneş, ‘Bitkilerle Sohbet’ adlı eserini yazma amacını eserinin önsözünde şöyle ifade etmiştir: ’Ben insanların bitkilere verdiği anlamlardan yola çıkarak onları konuşturmak ve düşünce dünyamıza küçük küçük pencereler açmak istiyorum. Böylelikle dünyamıza güzellik katan çiçekler, hayata huzur katan orman, soframızı süsleyen meyve ve sebzeler düşünce dünyamızda da konuşarak yeni roller alacaktır.’
Modern kentlerin betonarme yığınlarıyla yeşile savaş açması, her şeyin sahtesinin üretildiği bu dönemde, çiçeklerin dahi sahtesinin üretilmesi, insanlığın bitkilerle sohbetten mahrum kalmasına sebep olmaktadır. Hâlbuki bitkilerde de tabiattaki her şeyde olduğu gibi bir dil vardır ve yalnızca bu dili anlayabilenler o bitkilerle konuşabileceklerdir. Hakiki manada işitme melekesini kaybetmemiş olanlar bu varlıkların söylediklerini anlayacaklardır.
Yazar kitabın son sahifesinde biz okurlar için de yer ayırmış ve bir bitkiyle de bizim sohbet etmemizi istemiştir. Acaba nebatatın dilini biliyor muyuz? Son sahifede bunu hepimiz kendimiz adına göreceğiz. Tabi konuşacak bir bitki bulabilirsek!
***

UNUTTUK, AFFET ALLAH'IM

'Sekerat anında bir dava-fikir adamı!'

Taşrada, soğuk sokaklarda, sokak lambası altında, dava türküleri dinleyerek afiş asıp, fikir teatisinde bulunduğumuz günleri unutup; Ankara'da davanın kaymağını yemekle meşgul olduk. Affet Allah'ım!

Bir simidi beş kişiyle yiyip millet olmanın heyecanını yaşadığımız samimi günleri unutup;  fix menü yemekli programlarda tabaklarımızı doldurmakla meşgul olduk. Affet Allah'ım!

Açlıktan kaynaklanan mide gurultularımızı bastırsın diye dava türküleri söylediğimiz günleri unutup; hazımsızlık problemi yaşadık. Affet Allah'ım!

Soğuk kış günlerinde dolmuşa binecek parayı bulamayıp kilometrelerce yolu dava ve fikir için vecd ile yürüdüğümüz günleri unutup; son model arabalarımızla mevkidaşlarımıza caka satmakla meşgul olduk. Affet Allah'ım!

İki odalı, sobalı evlerimizde milletin derdi ile dertlendiğimiz günleri unutup; kaloriferli, klimalı, dört artı bilmem kaç odalı dairelerimizde, lüks villalarımızda millete çekeceğimiz nutukları düşünmekle meşgul olduk. Affet Allah'ım!

Kutlu bir milletin ferdi olaraktan millet ile birlikte olduğumuz günleri unutup; fildişi kulelerimizden fikir ve dava adamlığı yaptık. Affet Allah'ım!

Millet hastanesinde doktor kuyruğunda sıra beklediğimiz günleri unutup; uz. opr. doktorları ayağımıza getirdik. Affet Allah'ım!

Ay sonunda faturaları ve mutfak masraflarını denkleştirmenin çilesini çektiğimiz günleri unutup; modası geçmiş yenilenecek ev eşyalarının, yeni yılda modelini yükseltmeyi düşündüğümüz arabalarımızın ve yeni gayrimenkullerimizin peşinde koştuk. Affet Allah'ım!

Sigortalı, asgari ücretle helalinden kazancın peşinde koşturduğumuz günleri unutup;  bilmem kaçıncı şirket ortaklıklarımızın kulu-kölesi olduk. Affet Allah'ım!

İşçi ve memur ağabeylerin bağış ve yardımlarıyla fikir ve dava ocaklarımızı tüttürmeye çalıştığımız günleri unutup; ihale ve fuar peşinde yaltakçılık yaparak kucaklarda terledik. Affet Allah'ım!
Dava ve fikir çerçevesinde, seküler ve maddeperest dünyanın dayatmalarına karşı dik durma gayreti içerisinde olduğumuz günleri unutup; fikir ve davanın yeri burası değil deyip seküler dünyada gırtlağımıza kadar maddeye boğulduk. Affet Allah'ım!

Çocuklarımıza en iyi geleceğin iman, ahlak ve karakter ile olacağını söylediğimiz günleri unutup; çocuklarımızın geleceği adına ceplerimizi şişirmek ve banka hesaplarımızı kabartmakla meşgul olduk. Affet Allah'ım!

Adamlığın temel kriterini karakter ve şahsiyet olarak gördüğümüz günleri unutup; adamlığı para ve makamla eşdeğer gördük. Affet Allah'ım!

Bir kalp kırmanın Kabe’yi yıkmaktan da kötü olduğunu unutup; dostlarımızın kalbini kırdık, gönlünü paramparça ettik. Affet Allah’ım!

Zamanında bize sunulan haram kazancı, adam aldatmacayı, dolandırıcılık yapmayı, riyakarca davranmayı elimizin tersiyle bir kenara itip Muhacir gibi, Sudanlı Zenci Musa gibi alın teri olan hamallığı tercih ettiğimiz günleri unutup; nereden geldiğine bakmadan daha fazla kazanmayı, çalıştırdığımız işçilerin hakkını gasp etmeyi vicdanımızı bastıracak yöntemler kullanarak gavura bırakmadık. Affet Allah'ım!

“Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz”




***


MODERNİZME BİR GEDİK; SÜKÛT

"Bu şiiri, hikâyeyi ben yazmalıydım ya da bu sözü ben söylemeliydim!" dediğimiz halleri belki de sıklıkla yaşıyoruzdur. Bunu adavet ve kin ile değil de, gıpta ve hayranlıkla ifade ediyoruz tabiî ki. Lakin bendenizin asıl meramı neden ben yazmadım ya da ben söylemedim değil. Sükût eden insanları gördüğümde hayranlıkla seyreder ve 'neden bende bu güzel insanlar gibi sükût edemiyorum' diye içten içe kendime kızarım.
            MODERN ÇAĞ; VİTRİN ÇAĞI    
Her şeyin görüntüye yani vitrine göre değer kazandığı bir zamanda manayı ve içe doğru derinlik kazanmayı, yücelmeyi esas alan sükût, ehli haricinde anlaşılamayacak ve kıymeti bilinemeyecektir. Efendimiz (SAV)'in 'Ey iman edenler, ya hayır söyleyin ya da susun' Hadis-i Şerif'ini 'Söylersen hak söyle, söylemezsen sükût eyle' şeklinde ifade eden medeniyetimiz elbette sükûtu, boş ve malayani konuşmaya tercih etmiştir. Lakin günümüzde bu durum tam tersi bir seyir takip etmektedir. Yalan ve malayani olup olmamasına dikkat edilmeden karşıdakini konuşmasıyla etkileyen insanlar toplumda maalesef kıymetli görülmekte ve tercih sıralamasında ilklerde bulunmaktadır. Halbuki hakikat sırrına vakıf olmak, çok konuşmayla değil, sükutu kendine şiar edinmekle olacaktır.
            HAKİKAT OLMADAN SÜKÛT OLMAZ
Yaşadığımız hayat her şeyi tek boyuta hapseden paradigmalar silsilesi haline büründürmüştür. Bu durum hakkı esas alan düşünceden mahrum olmamızdan kaynaklanmaktadır. Önyargılar, düşmanlıklar, basmakalıp bilgiler, putlaştırmalar... İşte bu ve benzeri haller düşünceden mahrumiyetin tezahürleri olarak ortaya çıkmaktadır. Düşünceden maksat salt aklı ve modern malumat yığınlarını esas almakta değildir. Hak olan düşünce, eşyanın hakikat sırrına vakıf olmak ve hakiki tefekkür sancısının neticesinde sadrımızın genişliğince düşünebilmektir. Eşyanın hakikatine mazhar olan insanların mantık sakatlığından kurtularak hayret makamına yücelmesi, tefekkür rahlesinden geçerek sükûtu kendisine şiar edinmesi kaçınılmaz olacaktır.
            YENİDEN 'BİZ' OLMAK İÇİN SÜKÛT
İçimizde küllenen hakikat ateşini yeniden harlamak ve alevlendirmek için sükût etmeliyiz. Derunumuzdaki uykuya dalmış ve unuttuğumuz hakikat aşkını uyandırmak ve hatırlamak için sükût etmeliyiz. Modern aklın cerahatini, gönlümüzün saf ve temiz suyuyla tertemiz etmek için sükût etmeliyiz. Malumat yığınlarının tıkıştırıldığı, adeta birer çöplük haline getirdiğimiz beyinlerimizi modern cahiliyenin türlü afet-adetlerinden kurtarmak ve hakikat pınarıyla pir-u pak eylemek için sükût etmeliyiz. Bu topraklarda yeniden taşa ruh ve mekâna mana vermek için sükût etmeliyiz. Dünya sürgününde bir nebze de olsa sükûn bulmak için sükût etmeliyiz. Kalbi inkılâp, Muhammedi(SAV) ruh, hikmet ve merhamete 'Yeniden Bismillah' diyebilmek için sükût etmeliyiz
Sükût ne de güzel yakışıyor insana,
Ve insanlğını kaybetmişlere tantana.



***

KAHRAMAN MASKELİ HAİNLER

Her devirde kahramanlar ve hainler olagelmiştir. Ve bulundukları dönem itibariyle kahramanların da hainlerin de savunucuları ve yolundan gidenleri her daim bulunmuştur. Lakin son devirde simaların hakikatinin izhar edilmesi noktasında izler karmaşası had safhaya ulaşmış ve hakiki manada kimin hain kimin kahraman olduğu tam olarak belirlenememiştir. Bu belirsizliğe sebep olan birtakım etkenler vardır.

            ARŞİV KAYNAKLARININ YOK EDİLMESİ

            Osmanlı Devleti arşiv kaynaklarının tutulması ve muhafazası noktasında, dönemiyle ve dönemine kadarki devletlerle kıyas edilecek olursa, en başta gelen devlettir diyebiliriz. Payitahta en uzak mesafedeki uç noktalarda yapılan ya da yapılacak olan herhangi bir değişikliğin merkeze kısa sürede bildirilmesi hadisesini ifade etmek bu geleneğin ne kadar kuvvetli olduğunu belgelemiş olur. Bir veçhesiyle bu gelenekten korkan ve günümüzde kahraman olarak bilinen ama asılda ihanetin zirvesinde bulunan birtakım zevat işe ilk olarak İslam Harflerinin kaldırılmasıyla başlamıştır. Çünkü kahramanlık maskesi altındaki hain simaların açığa çıkmaması için ihanetin vesikası niteliğindeki belgelerin okunmaması gerekmekteydi. İslam Harflerinin yasaklanması, arşiv kaynaklarının atık kağıt fiyatına yabancı devletlere satılması, önemli belgelerin rutubetli depolarda küflenmeye terk edilmesi, rejimin yanlışlarını beyan edenlerin ya idamı yada sürgünü...

            GEÇMİŞE SÖVMEK, KENDİNİ KUTSAMAK

            Her gelen yönetim, istisnaları olmak kaydıyla, neredeyse sürekli olarak geçmiş dönemlerdeki yapıya ve yönetime ağır eleştirilerde bulunmuş ve uzunca bir müddet varlıklarını bu şekilde devam ettirmişlerdir. Çünkü önceki yapının sözde yanlışlıklarını izhar etmek, mevcut yapıyı korumak demektir. Lakin burada şaşılası bir durum vardır ki; gözleri görmeyen, kulakları duymayan, idrak kanallarına iltihap bulaşmış insanların anlayamayacağı bir durumdur. Neredeyse bütün dünyaya asırlarca adaletle hükmetmiş bir geleneğin onlara göre üç yılda tefessüh etmesi hali. Meseleye hakikat penceresinden bakacak olan vicdan ve insaf sahibi ehil kimseler hiçte böyle bir hadisenin zuhur etmediğini anlayacaktır. Tabi eğer kalpleri mühürlenmemişse.

            RABITASIZ NESİLLER; ON BEŞ MİLYON GENÇ

            Devleti meydana getiren Milletin geleceğe atacağı sağlam adımlar, ancak geçmişin tecrübelerinden istifade edilebildiği ölçüde olacaktır. Ama maalesef genç olan ve tecrübe yoksunu bu yapı kendi iktidarını koruyabilmek adına bu meseleyi görmezden gelmiş, milletin ve devletin geleceğini tehlikeye atarak, geleceği çürük temeller üzerine bina etmeye çalışmıştır. Milletin varlığı noktasında kayıp bir dönem olarak ifade edilmesinde herhangi bir beis görülmeyen Cumhuriyet devri; dil, kültür, düşünce, mimari, edebiyat, sanat, medeniyet... alanlarında izi hiçbir zaman giderilemeyecek yaralar açmıştır. Milletin geleceği olan genç nesillerin programlanmış beyinler gibi yönetilmeye çalışılması ve makineleşmeye gösterilen sözde yoğun alakayla, nesillerin de birer malzeme olarak görülmeye çalışılması; kadim medeniyetin mukaddes nesillerini mazisiyle rabıtasız, ahlakın ve fikrin tefessüh ettiği, Kelime-i Tevhid'siz nesiller haline getirmiştir. Garbın kokuşmuş ve tefessüh etmiş ahlaksızlığını Türk-İslam Kültür ve Medeniyetine tercih etmişlerdir.

            DÖNEMİN HELVADAN PUTU; LAİKLİK

            İlahi iradenin yok sayılaraktan, vahyin rehberliğinden mahrum olmayı kendileri için daha kabul edilebilir gören güruh; laikliği neredeyse din haline getirmiş, İslam'ın sancaktarlığını yapan Millet-i İslam'a bu helvadan putu dayatmışlardır. Mana veçhesi de olan hayat yalnızca maddeden ibaret değildir. Hayatı yaşayan insanların ve insanlar tarafından oluşturulan kurumların da elbette mana yönü olacaktır. İnsanların bu yönünü görmek istemeyen bahtsızlar, önce kendilerini ve devamında ise sürülerini zalim ve adaletsiz düzenin orta yerinde yapayalnız ve çırılçıplak bırakmışlardır. Ve adeta kurda kuşa yem olmuşlardır.
            Millet-i İslam'ın geçmişle rabıtasının koparılması adına dayatılan sözde devrimler Milletin sinesinde yer bulamamış ve ters tepmiştir. Bu Millet; asılan ve sürülen binlerce alimin suçlularını, frenk libaslarını zorla giydiren düzenin zorbalarını, İslam Harfleri yerine Latin harflerini getirenleri, Ezanı yıllarca asliyetinden koparanları, Ecdadına hain diyenleri, Dinine kast edenleri hiçbir zaman unutmayacak ve layık olduğu yere gömecektir. Maskelerin düşeceği günler belki yarından da yakın...



***

DÜNYAYA DİRİ DİRİ GÖMÜLEN NESİL

Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek, cahiliye devri adetlerinin en kötülerinden yalnızca birisidir. Onlar bunu, gelecek kaygısı güderekten, namuslarını korumak ve ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı.
Çocuklarımızın geleceğini kaygı ederek dengeyi doğru kuramayıp onları dünyanın kulu-kölesi yapmaktayız. Acaba günümüzde de toprağa diri diri gömülen çocuklar var mıdır? Okul, dershane, özel ders ve ev arasında mekik dokuyan ve haricinde herhangi bir faaliyette bulunmayan çocuklar... kitap okumayı zaman kaybı olarak nitelendiren, dini ve milli  değerleri yanlızca test kitaplarından ibaret zanneden, ahlaki karakter inşaasını etik kurallar bütünü olarak gören çocuklar... kendisini toplumdam tecrit etmiş, sorulan sorulara test mantığından kalma alışkanlıklarla şıklar sunulmasını bekleyen, haricinde düşünecek ve cevap verecek melekelerden yoksun kalmış, zihinleri iğdiş edilmiş çocuklar... maddeci bir neslin halen günümüzde mevcut bulunması aslında çocukları diri diri gömme adetininin bugün, 'dun'yaya yani alçak, aşağılık bu düzene gömülmesi şekinde görülüyor.
Hayatta mühim olan iyi bir üniversiteyi kazanmak, iyi bir mesleki kariyer sahibi olmak, çok yüksek maaş ile çalışmak değildir. Önemli olan şahsiyet sahibi olmaktır. Hayatta çok farklı roller, vazifeler vardır. Herkes kendine uygun olanı yapmak mecburiyetindedir. Bu mecburiyet ancak kişilerin şahsiyeti doğrultusunda yönlendirilmesi ile olacaktır. Herkesin üniversite okumak ve memur olmak gibi zorunluluğu yoktur. Bu ülkenin mimara, çiftçiye, esnafa, memura, sanatkara, bestekara ve diğer meslek dallarına bir bütün olarak ihtiyacı vardır.
İnsanların farklı karakter ve kabiliyetlere sahip olarak yaratılması, Allah'ın hikmet deryasından bir katredir. Kişilerin mesleki kabiliyetlerinin farklılık arz etmesi insanın fıtratında var olan bir vakıadır. Lakin milyonlarca kişinin girdiği ortak bir sınavdan aynı yüksek başarıyı beklemek, temelde insanlığa ve devamında ise o sınava tabi tutulan kişilere yapılan en büyük zulümdür. Orman sakinlerinin kendilerini insanlardan korumak için; koşma, uçma, yüzme, tırmanma, kazma, vs. derslerden sınava tabi tutmaları ve bu sınavların hepsinden yüksek başarı beklemeleri ne kadar ahmaklık ise; farklı karakter ve kaabilyetlere sahip insanların aynı sınava tabi tutularak onlardan yüksek başarı beklenmesi de bir o kadar ahmaklıktır.           
İnsan hem maddi hem de manevi bir varlıktır. Önemli olan bu dengeyi muhafaza edebilmektir. Makinelerin hayatımızın her alanına sirayet etmesi, insanları makine gibi düşünmeye sevk etmektedir. Öğrencilerin manevi yönlerinin bir kenara bırakılarak yapılan ders-hayat programları, onları veya geleceğin anne-babalarını, ilerleyen zamanlarda tamamen maddeci bir yapıya büründürür. Bu durum insanı, madde ile mana dengesini kaybetmiş, pusulası bozuk birer yolcu durumuna düşürmüştür.
Eğer bir anne-baba çocuğunu; biraz daha uyusun, dinlensin, büyüyünce yada sınavı kazanınca nasıl olsa kılar düşüncesiyle sabah namazına kaldırmıyorsa... ibadetlerini, vakit namazlarını aksatmasına göz yumup, günlük-haftalık ders programındaki en ufak aksaklığa göz yummuyorsa, o ana-baba çocuğunun geleceği için samimiyetsiz davranmaktadır. Çünkü inanan insanlar için hayat bu dünyadan ibaret değildir. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Ahiret yurdu, takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akıl etmez misiniz?
Anne-babaların sürekli şikayet ettiği bu sorumsuz neslin en büyük müsebbiblerinden biri de, Asım'ın Neslini 'onuncu yıl nesli' haline getiren yine anne-babaların bizzat kendisidir. İşbu sebepten, ilk önce her ailenin kendi çocuğunun kabiliyetlerini iyi tesbit etmesi ve bu doğrultuda yönlendirmesi ve yardımcı olması gerekmektedir. Devamında ise yarınların büyükleri olan çocukları kabiliyetleri doğrusunda bir eğitim müessesesine veya mesleki müesseselere vermek nesillerin asıl geleceği için verilecek en önemli karardır. Cahiliye adetlerinden biri olan çocukları diri diri gömmek zulmünden kurtuluş merkeze dünyayı değil, ancak İslam'ı almakla olacaktır.

***


MADDEYE RAM OLMAK


Hayatta birtakım kolay- lıklar sağlayacağını düşüne- rekten hayatımıza dahil etti- ğimiz ve daha sonrasında bizden bir parçaymışçasına mua- melede bulunduğumuz metaların etrafımızı çepeçevre kuşatmışlığıyla karşı karşıya- yız.

            KOLAYLIK AMA ESİR OLMADAN
Makineler insanların zamandan tasarruf edebilmesi ve bazı ağır işlerden kurtulabilmesi için icad edilmiş ve devamında ise çok ciddi oranda gelişme kaydetmiş önemli bir ürün niteliğinde hayatımızda bulunmaktadır. Lakin makineleri hayatımıza sağladığı kolaylıklar olan yerinden alıp, hayatımızın ana gayesi haline getirecek olursak bu hem makine için, hem de insanlık için zulüm olur. Çevremizde(belki de kendimiz böyleyiz) bazı insanlar araçlara binerken, bazı araçlar da insanlara binmektedir. Araç burada sadece sembolik bir mana ifade etmektedir. Araç yerine mobilya, elbise, telefon, bilgisayar, televizyon vs. konulabilir.  Buradan bu gibi makine veya maddelere karşı olduğumuz manası da çıkarılmamalıdır. Karşı olduğumuz ve hatta düşmanlık beslediğimiz asıl şey mana cephesi de olan insan için var olan yada üretilen herhangi birşeyin insanı esir almasıdır. Ne yazık ki insan bu esarete kendi isteğiyle boyun eğmektedir.


MADDENİN HAYATIMIZDAKİ ASIL FONKSİYONU
Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere makineler zaman kazandırmak, işi kolaylaştırmak ve insan gücüne daha az ihtiyaç duymak için insan hayatında bulunmaktadır.  Zamandan tasarruf ederek ilim, ibadet ve hayra daha fazla zaman ayırabilmek bir Müslümanın hayatında çok önemlidir. Lakin insan bu kalan zamanı Efendimiz(sav)'in 'İnsana bir vadi dolusu altın verseniz, bir vadi dolusu daha ister' Hadis-i Şerif'i mucibince gözlerini bürüyen mal-meta hırsıyla daha fazla kazanmaya ve daha fazla biriktirmeye ayırmaktadır. Eski zamanlarda Alimlerin zamanın yetmezliği ile ilgili serzenişleri kitaplarda geçmektedir. Zamanın az ama Alimin çok olduğu o günlerden, zamanın çok ama Alimin neredeyse yok denecek hale geldiği bu günleri yaşıyoruz. Sırtında yük taşımaktan omzu nasır tutan Halife Efendimiz bugün arabası olan ama hayrını yanlız kendi gören müslümanları görse acaba ne derdi. Yada biz onların yüzüne yarın mahşer meydanında nasıl bakacağız.
            ALLAH İÇİN VERİLEN MAL
Geleceğimizi rahat bir şekilde yaşamak için biriktirmeye başladığımız ve önünü alamadığımız mal biriktirme müptelası sinsi bir hastalık gibi neredeyse tüm müslümanları pençesi altına almıştır. Bu mal-mülk biriktirme müptelası, milletimizin genetiği olan medeniyetimizde olduğu gibi infak etmek ve Allah için dağıtmak için değil; aksine, daha çok biriktirip, kurulan zenginlik hayallerini yaşamak içindir. Halbuki Efendimiz(sav) 'Allah için verilen mal eksilmez' buyurmaktadır.  Burada 'Tüm dünyalıkları bırakıp sadece ahiret ile ilgilenelim ve dünyalık işleri de gayr-i müslimler yapsın. Biz de onlara muhtaç mı olalım?' sorusu akıllara gelebilir. Efendimiz(sav) din ve dünyanın ayakta tutulabilmesi için insanlara para-pul gerektiğini söylemiştir. Bizim için zararlı olan şey mal ve paraya olan esarettir.

FANİ DÜNYADA BAKİ HAYAT OLUR MU?
İnanç ve irade sahibi Müslümanların mal ve parayı gelecek kaygısı güderekten biriktirmeleri, ebedi dünya gerçekliğinden haberdar olmadıklarının vesikası niteliğindedir. Eğer bir müslüman sırf kendi için, insanlığa ve Ümmeti Muhammede fayda sağlamayacak herhangi birşeyin peşinde ömür tüketmiş, yaşamak için değil de yemek için yaşamışsa fani dünyada bırakılan mal ve mülk hiçbir önem arz etmemektedir.
  İNSAN ÇUKURU
  Seküler ve maddeci bir zihniyet elinde bulunan çağ, insanın değerini bilmemekte ve insanı çukurlara yuvarlamaktadır. Gözün mana alemine perdeli olduğu bilinmektedir. Buna rağmen gözleri akıllara kilitleyip, herşeyi salt akıl ile maddiyatta çözmeye çalışanlar hakikat  menbaından bir katre nasiplenemezler. Yaşadığımız çağ bize gösteriyor ki; her modern birey bir yaşam koçuna muhtaçtır. Bu yaşam koçlarının sözleri neredeyse Hadis-i Şerif ve Ayet-i Kerime'lerin önünde-üzerinde tutulmaktadır. İşte bu çukurlara yuvarlanmış modern bireylerin Millet-i İslam'ın birer ferdi olma yolundaki ilk adımı Muhammedi(asm) terbiyeyi kendine rehber edinmekle olacaktır.
  TOPRAK; OLDUĞUMUZ VE OLACAĞIMIZ ŞEY
 Topraktan yaratılmış olan insan sonunda tekrar toprak olacak ve kıyamet koptuğunda herşey harap olacaktır. Tüm bunların olacağını bile bile dünyaya bel bağlamak akl-ı selim bir insanın, inanç ve irade sahibi bir Müslümanın yapabileceği birşey değidir. İnsanları asıl hayattan koparan ve salt, seküler akıl ile yönlendirmeye çalışan bir projenin İlahi Derrgah'tan habersiz olduğu gün gibi aşikardır. Herkesin hesap yaptığı bu günlerde bütün hesaplarında üstünde bir hesap yapıcıdan haberdar olması elzem bir durumdur.  Bu hakikatlere gözlerini kapatanlar yanlızca kendilerine karanlık yaparlar.
   EBEDİ HAYAT İÇİN
   Öncelikle bilinmesi gereken şey; hayatın uzunluğu-kısalığı değil, nasıl yaşandığıdır. İnsan dünyaya zevk-ü sefa içerisinde yaşamak ve dünyalıklara köle olmak için gönderilmemiştir. İnsan dünyaya cümle varlığı tanımak ve temelde bu kusursuz kainatın Sahibine layık bir kullukta bulunmak için gönderilmiştir. Tüm bunlara rağmen insan nasıl olur da sorumsuzca davranabilir?
 Misafir olarak gidilen bir evdeki eşyaları benimseyip kendimizin zannetmek ne kadar ahmaklık ise; yine misafir olarak geldiğimiz bu dünyaya ve onun türlü oyuncaklarına bağlanmakta bir o kadar ahmaklıktır. Fani dünyada baki hayatı yaşama arzusunun doruklarında olan insanların, asıl hayatın hayat-ı fanide değil, hayat-ı ebediyede olduğunu idrak etmeleri, asıl yöne doğru azim, gayret ve sabırla ilerlemeleri gerekmektedir. Aslında fani dünyada ebediyet isteyenler, rahat olmaktan rahatsız olmalıdırlar ki o zaman ebediyetin kapısını aralayabilsin. Bu rahatsızlığın meyveleri zamanı aşan hizmetleri yapabilmekle, Cenab-ı Muhabbete ulaşmakla alınacaktır.
Kurtuluşa erecek olanlar, Allah'ın kendilerine yetecek kadar verdiği rızka kanaat edenlerdir.

***

DÜŞÜNCE DÜNYASININ YEGÂNE YILDIZI:  
CEMİL MERİÇ -1

"Bir adamı tanımak için düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmeniz lazım.
Hayatın maddi olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji aptalların tarihi."

Cemil Meriç

“Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla.. Ben kalemle doğmuşum” diyordu Hüseyin Cemil Meriç kendi doğumu için. Çocuk denecek yaşta kitapların büyülü dünyasında kendine inşa ettiği kuleden uzun bir müddet çıkmaması aslında kendi tercihi de değildi. “İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım” diyordu. “Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyorum. Şikâyet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor.. Ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var… Kendimden utanıyorum.”

Cemil Meriç hayatının ilk döneminden itibaren cemiyette üvey avlat muamelesi görmüştür. Kısa pantolon ve dört derece miyop gözlükler, poturlu kasaba çocukları olan, arkadaşları arasında farklı ve öteki olması için zahirde verilecek örneklerden yalnızca birkaçıdır. Arkadaşları top koştururken, ip atlarken, seksek oynarken kendisi düşüncenin farklı âlemlerinde gezinmesi arkadaşlarından iç âlem olarak da farklı kılmaktadır Meriç’i. Ona “Her büyük adam kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır.” sözünü söyleten şey de küçüklükten itibaren yalnız olması ve bu yalnızlığı bir ömür yaşamış olmasıdır. Bu yalnızlık Cemil Meriç’e ötelere kanat açmaya ve yarınlarda gelecek nesillere yol göstermeye olanak sağlamıştır. Yine bu yalnızlık Meriç’i sığınak ve mevzi olarak kitaplara, kütüphanesine yönlendirmiştir.“12 Aralıkta doğan çocuk itilmiş kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. Daima başka, daima yabancı… Hasta bir gurur, pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh…
            … Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Böyle bir kaçışı kolaylaştıran tesadüflerde var: Babam akşamları aileyi toplayıp kitap okuyor, ablam fenn-i terbiye ve ruhiyat gibi konularda uğraşmaktadır. Amcam Hamit Bey’in kitapları genç tecessüsümü alevlendiren bir hazine. Anlıyorum ki, zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.”

Çocukluk dönemindeki arkadaşları ile anlaşamaması, ötekileştirilmesi kitapların ve kelimelerin dünyasına sığındırmıştır Cemil Meriç’i. Tabi ki bu itilme ve sonucunda meydana gelen cemiyetten uzaklaşma yine cemiyetin kendisi içindir. Çünkü O, insanlardaki düşmanlıkların ebedi dostluğa çevrilebilmesi için çabalamış ve bu uğurda gözlerinden dahi vazgeçebilme cüretkârlığını gösterebilmiştir. İleride vereceği büyük eserlerin doğum sancısını çocuk denecek yaşta yaşamaya başlamıştır. “Büyük eserler, uzun doğum sancılarının mahsulüdür. İnsanlığa yepyeni dünyalar kazandıran yaratıcıların zaferinde, vefanın ve sabrın hissesi pek büyüktür… Yeni ahenkler veya hakikatler müjdeleyen mücahit… kinin kargalaştırdığı alınlarda aşkı çiçeklendirmekte senin vazifen. Unutma ki tavan arasında yaratacağın büyük sanat eseri, milyonların şuurundaki zinciri kırabilir… Uykusuz geceler, iftira, sefalet, doğum sancıları… İşte dünyamızda hakiki sanatkârı bekleyen akıbet.” İnsanların çıkarları için birbirlerine gösterdiği düşmanlığı daha çocukluk devrinde idrak eden Meriç “Kelimelerle munisleştirmek istedim düşman bir dünyayı” demiştir.

Sonraki dönemlerde kavramların içinin boşaltılaraktan beyinlerin iğdiş edilme faaliyetinde bulunulması, Üstad’ınkavramlara-kelimelere niçin bu kadar önem verdiğini daha iyi anlamamızı sağlamıştır. Diline sahip çıkamayan milletlerin Dini olmayacağı gibi kendisi olarak kalabilmesi de neredeyse imkânsızdır. “Kamus bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: Kamusa.”

Hüseyin Cemil’i kendi döneminin fikir ve edebiyat alanında bulunan şahsiyetlerine nazaran farklı ve şanslı kılan önemli bir özellik vardır ki, o da doğduğu yerdir. Hatay ve çevresi henüz Cemil Meriç doğduğunda Türkiye sınırları içerisinde değildi. Fransız mandası altında bir ülkenin, Suriye’nin toprağıydı. Antakya’nın bir özelliği hala Osmanlıcanın ve Osmanlı Edebiyatının okutulduğu nadir köşelerden birisi olmasıdır o tarihlerde. Çocukluk ve ilk gençlik dönemini Cumhuriyet baskısına maruz kalmadan, fikirleri iğdişe maruz kalmadan geçiren Meriç kendi dönemindeki şahsiyetlere nazaran hür düşünme yetisine daha fazla sahip olabilmiştir. Tam Osmanlı gibi değil ama Türkiye ile kıyaslandığında Osmanlı kültürünün son nefes aldığı deliklerden, onu en son devam ettiren kalelerden birinde, böylesine benzersiz bir toprakta düşünenlerin düşüneceği Cemil Meriç dünyaya gözlerini açıyor.

Normalde eğitim, çocukların belli bir beceri kazanması için, içtimai istidatların neşv-ü nema bulması için yapılması gerekirken; Cumhuriyetin ilk kurulduğu günlerden bu zamana eğitim sisteminde tam tersi bir durum söz konusudur. Çocukların becerilerinin bir kenara bırakılaraktan rejimin kutsallarına tapınan ve bu kutsalları yüceltmekten başka gayesi olmayan ufuksuz ve mefkûreden yoksun, ders kitaplarını ezberleyen, haricinde okuma ve düşünme kaygısı gütmeyen milyonlarca papağan…Eğer Hüseyin Cemil Cumhuriyet döneminin ilk onlu yıllarındaki bu torna tezgâhından geçmiş olsaydı; gözlerini, hayatını, hakikat uğruna feda ederek nesl-i ati destanlarına bir zafer ve fedakârlık numunesi olacak hakiki bir insan olarak değil de; Reyhaniye kahvelerinde ömür çürüten, vaktiyle lisede okuyan ve çalışan fakat istidadı olmadığı için vazgeçen, basit, adi bir genç olarak yaşayıp gidecekti.Tıpkı doğduğunda mücevherden de kıymetli olan ama istidadı mucibince yönlendirilmeyen ve sonunda keşfedilmeden giden nice insanlar gibi.

“Türkçem zengindi, çok okumuştum. Bu temrinler yazı kabiliyetimi bir kat daha geliştirdi. Şiir ezberlemekten hoşlanmazdım, gramere ısınamadım. Ama liseyi bitirene kadar kompozisyondan hep birinciydim. Lisem üniversitemdir” diyor Meriç. Dönemin şartları itibarıyla ders kitaplarının bulunmaması dersi takip edebilmek için not alınmasını zorunlu kılmaktadır. Aslında bu zorunluluk küçük Cemil’in fikir hayatına daha sistemli bir çalışmayla o yaşlarda vesile olmuştur. Çünkü bazı zorluklar insanların belini kırmadığı müddetçe onu kuvvetlendirir. İşte Cemil Meriç bu zorluktan da ileride de çıkacağı gibi başarıyla çıkmıştır.

Hatay’ın Fransız mandası altında olması münasebetiyle “Türkçe, Arapça tarih dışında bütün dersler Fransızca okutuluyordu. On, on bir, on ikinci sınıflarda tarih de Fransızca okutulmağa başladı. Memleketin kayıtsız şartsız efendisi Fransızlardı. Fransızca bildiniz mi önünüzde bütün kapılar açık demekti.”

            Cemil Meriç’in entelektüel hayatı üzerinde etki yapan hocalarından bahsetmeden geçmek elbette olmaz: “Lise üç’teBazantay Fransızca hocamız oldu. Bazantay, edebiyat fakültesi mezunu ve edebiyat doktoru idi. Bir ara müdür de oldu liseye. Yazı hayatımda ilk gurur darbesini ondan yedim. Tarihle ilgili bir kompozisyon söz konusuydu, konuyu çok iyi hatırlamıyorum. Kendimden emin on beş yirmi sayfa karalayıp takdim ettim. Kâğıtlar geri verildi, yine de en iyi numarayı ben almıştım: Yirmi üzerine yedi. Yazdıklarımın dörtte üçü silinmiş, kenarına ‘gevezelik, konu ile alakası yok, uyuyor musunuz’ gibi iltifatlar döktürülmüştü. Dayak yemekten daha ağır bir hakaretti bu. Ama ilk ciddi yazı dersi idi. Anladım ki aklına geleni yazmak yazı yazmak değil.”

            “Sanıyorum ki Mesut Bey’den(onuncu sınıf edebiyat hocası) tek öğrendiğim bu bibliyografya zenginliği ve her filozofun hakikati kendine göre ele aldığının şuuruna varıştır.”

            “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım ve kitaplardaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı. Bir kanat darbesiyle Olemp, bir kanat darbesiyle Himalaya. Ayrı bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla. Gurbetteydim. Benim vatanım Don Kişot’un İspanya’sıydı, EmmaBovari’nin yaşadığı şehir. Balzac çıktı karşıma, Balzac’ta bütün bir asır yaşadım, zaman zaman Votren oldum, Rastinyak oldum. Dört bin kahramanda dört bin kere yaşamak.” Ve has bahçem dediği kitaplar: “Entelektüel hayatım üzerinde etki yapan bazı kitaplardan da söz edelim. Önce senelerce sürecek bir merakı tutuşturan Rıza Tevfik’in Kamus-u Felsefi’si.

            Sonra Selim Sırrı’nın Terbiye-i Bedeniye Nazariyatı. Bu kitap yalnızca tecessüsümü alevlendirmekle kalmadı, sağlam bir kafanın sağlam bir vücutta olabileceğini telkin ederek, jimnastik yapmağa da zorladı beni.

            Kaderimi tayin eden bir başka kitapta İbrahim Ethem’in Terbiye-i İrade başlıklı eseridir. Disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim.”

            “Fransızcanın… karanlık dehlizinde ışığına güvendiğim tek fener Şemsettin Sami’nin Kamus’u idi.”


***

MAARİF DAVASINDA NEREDE DURMALIYIZ?

“Yazılarından istifade ettiğim
Ali YURTGEZEN Hocam’a
ve YEDİKITA Dergisine
Selam ve Hürmetle”
GİRİŞ:
Bir insanın kendisini karşısındakine en iyi şekilde anlatabilmesi, konuşma esnasında kullanılacak kavramların tam olarak anlaşılmasıyla olacaktır. Bu da kavramlarda mutabık kalınmayla olacak bir iştir ki, kurulan diyalog sağlıklı bir şekilde ilerlesin. Bu sebepten dolayı, mevzu ile alakalı temel kelimeleri açıklayaraktan yazıya başlamak doğru ve yerinde olacaktır.
       Eğitim, kelime manası itibarıyla bilgi ve beceri kazandırmayı ifade etmektedir. Eğitimi tedrisat olarak ifade de edebiliriz. Lakin eğitim kelimesi, tedrisat kelimesinin yanında biraz güdük ve sığ kalmaktadır. Tıpkı, maarif kelimesinin yerine kullanılan bilgi ve beceri kazandırma kelimesinde olduğu gibi. Aslında kelimelerin asıl manalarını kaybedip daha basit ve sığ kelimelerle konuşmaya çalışan milletlerin düşünme havsalaları da ister istemez küçülmektedir. Kelimelerin ihtivasının geniş olması, zihinlerin de geniş olduğunu gösterir ki, kültür ve medeniyetin inşası ve ihyası ancak bu yolla olur. Bizler Türk-İslam kültür ve medeniyeti gibi büyük bir mefkûrenin davacıları olarak inşadan ziyade ihyaya yönelmeliyiz. İnşayı yapan o Güzel İnsanlar güzel atlara bindiler ve gittiler.
TEMEL EĞİTİM AİLEDE BAŞLAR:
     İnsan toplum içerisinde önce bir ailede gözlerini dünyaya açtığından, devletten önce ailenin eğitim çevresinde bulur kendini. Eğitimin ilk basamağını böylece aile eğitimi oluşturur. Çocuğun kişiliğinin oluşmasında, toplumun değerlerinin çocuk tarafından benimsenmesinde aile eğitiminin bu büyük rolü hiçbir zaman inkâr edilemez. Çünkü yapılan araştırmalar çocuğun zihinsel gelişiminin ve kişilik-kimlik oluşumunun 6 yaşına kadarki sürede büyük oranda gerçekleştiğini söylemektedir. Ve bu eğitim çocuk doğduğunda değil, anne karnında başlamaktadır. Bu süreçte anne babaların şu hususlara dikkat etmeleri gerekir ki, hem dünya he de ahiret saadeti oluşsun: Eve haram sokmamak ve haram lokma yememek. Dili gıybetten, gözü namahremden, kulağı kötü söz işitmekten ve tüm azaları kötülüklerden uzak tutmak gerekir. Esasında çocuk eğitiminde temel mesele, anne-babanın müspet dairede yaşam sürmeleridir.
MİLLİ EĞ(R)İTİM SİSTEMİ YA DA TORNA TEZGÂHI:
Mevzu eğitim olduğunda, eğitimi gören ve gösteren kişilere de değinmek gerekir. Günümüzde bu eğitimi veren kişilere öğretmen, eğitim gören kişilere ise öğrenci demekteyiz. Ama kavramların asliyetini kaybetmesi, bu kavramlarla anılan kişilerin de ne iş yapacağında bir takım karmaşalara sebep olmuştur. Öğretmen, eğitim ve öğretim işleriyle uğraşan kimse demektir. Öğrenci ise, öğrenim görmek amacıyla bir okulda okuyan kimse demektir. Hâlbuki öğretmen yerine kullanılması gereken “Hoca-Muallim” ve öğrenci kelimesinin yerine kullanılması gereken “Talebe “ kelimelerini çoktan unutmuş durumdayız. Bu durumu, kamusu namus olarak ifade eden Cemil Meriç şu kelimelerle ifade etmiştir: "Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime… Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan."
       Bugün eğitim denilen devre büyük bir keşmekeş görünümü arz etmektedir. Bugünün eğitim sistemi neyi, niçin ve nasıl öğrettiğini bilmeyeni milyonlarca gencin en değerli zamanlarını eriten, yok eden ve Allah’ın bin bir renk ve kabiliyette yarattığı yavruları hepsi birbirine benzeyen(adeta torna tezgâhından çıkmış profiller gibi) okumaz, yazmaz, düşünmez, rahat yaşamaktan başka tasa taşımayan kitleler olarak yetiştiren bir yapıdadır. Modern eğitim sisteminde, temel hedef sınavları kazanmak olduğu için, öğrenmekten ve öğretmekten başka kaygı gütmeyen öğretmen-öğrenci taifesi ilmin izzetini ayaklar altına düşürmüş vaziyettedir. Ne öğreniyoruz, ne öğretiyoruz? Malumat yığınına gömülmüş milyonlarca insan var. Gençliğe ve geleceğe yazık ediliyor! Yarış atı misali hedefe odaklanmış ve at gözlükleri sebebiyle çevreyi göremeyenlerin, dünyalık hedeflere ulaşması sonucu, derununda büyük sarsıntılar olması kaçınılmazdır. Zira günümüzde Türk Milli Eğitim Sistemi değerler adına herhangi bir dava gütmemektedir.
NİZAMİYE MEDRESELERİ’NİN VARLIĞI:
Düşmanla savaş yöntemi olarak sadece meydan muharebeleri ile yetinmeye çalışan milletlerin varlığının çokta uzun ömürlü olmadığını tarih bize birer ibret vesikası olarak göstermektedir. Bu hususa Moğolları örnek olarak verebiliriz. Kısa sürede geniş toprakları ele geçiren ve her gittiği ülkeyi yerle bir eden bu milletin bugün adı sadece tarih kitaplarında vardır. O da barbar ve zorba bir millet olarak geçmektedir. Hâlbuki kendisini askeri alanda olduğu gibi, ilmi ve siyasi alanlarda da geliştiren milletler bugün hâlâ kendileri olarak hayat sürmektedir.
Nizamülmülk’ün adından dolayı Nizamiye Medresesi adını alan Nizamiye Medreseleri, İslam dünyası için ciddi tehlike oluşturan Rafızî-Batıni düşünceyle siyasi ve askeri sahada olduğu gibi ilmi sahada da mücadele etmek ve devlet görevlileri yetiştirmek amacıyla kurulmuş müesseselerdir. Ayrıca okumaya imkânı olmayan fakir öğrencilerin de okumalarını sağlamak için kurulmuştur. Hocaların ve talebelerin ders okuma, yeme-içme ve barınma ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde planlanan medrese için Dicle Nehri’nin doğu yakasında uygun bir arazi seçilir ve üzerindeki meskenler istimlâk edilir. Bu kadar imkâna rağmen, günümüz eğitim kurumlarının inşaatının geç bitmesi durumunu da göz önünde bulundurursak, Nizamiye Medresesi’nin iki yılda bitmesi takdire şayandır.
            Nizamülmülk ve çocukları zamanında, hocaların ve yardımcıların vezirin emri ile atanmaları esastı. Bu atama işlemi keyfiyet esası üzere değil, tamamen ehliyet ve liyakat üzere yapılmaktadır. Tayin edilen hoca, ilk dersi yüksek dereceli memurların, hocaların, âlimlerin ve şairlerin huzurunda, bazen halifenin de katıldığı bir merasimle verirdi.  Nizamiye Medresesi’ne hoca olmak kolay bir şey değildi. Buraya girebilmek için yüksek bir ilmi seviyeye sahip olmak gerekiyordu. Medresenin hocaları meşhur âlimlerdi ve Bağdat’ın siyasi ve içtimai hayatı üzerinde büyük tesirleri vardı. Medresede genellikle dini ilimler okutulmaktaydı. Kur’an-ı Kerim ve ilimleri, Hadis, Şafii fıkhı ve usulü, Eş’ari kelamı, Arap dili ve edebiyatı, vaaz, matematik ve İslam miras hukuku bu derslerden yalnızca birkaçıdır. Bugün Nizamiye Medreselerinin adındanhâlâ şerefle bahsedilmesi, bu derslerin tamamen ilme yönelik olmasından ve hocaların liyakat ehli olmasından gelmektedir.
OSMANLI’DA MAARİFİN GENEL ÇERÇEVESİ:
Osmanlı medreselerinde yıllar boyu Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi ilimlerle birlikte matematik, tıp, astronomi gibi fenler at başı gitmiştir. Bazı zamanlarda dini ilimlere ilginin azalması sonucu içtimai yapıda birtakım aksaklıklar çıksa da, tez elden gerekli tedbirler alınmak suretiyle tekrardan halin düzeltilmesi yoluna gidilmiştir. Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar medreseler tedrisata devam etmiştir. Osmanlı’da aşağı yukarı kuruluş yıllarından itibaren hemen her köy ve mahallede sıbyan mektepleri bulunuyordu. Bu mekteplerde eğitim ve öğretimin esası din ve ahlaktı. Buralarda Kur’an-ı Kerim, İlmihal bilgileri ve Kitabet öğretilirdi. Zamanla sıbyan mekteplerinde Türkçe dersi de verilmeye başlamıştı.
            Tanzimat’a kadar sıbyan mekteplerine kız-erkek hemen her Osmanlı çocuğu devam eder, bu müessesedeki eğitimini tamamlayıp tahsile devam edecek olanlar medreseye geçerlerdi. Medrese haricinde, hususi eğitimle yetişenler olduğu gibi, Enderun Mektebi’nde ilim tahsil edenler, askeriye mensubu olup ilim öğrenenler, mesleki yoldan yetişenler de mevcuttu. Talebenin hangi alanda marifet sahibi olduğu küçük yaşlarda belirlenir ve o doğrultuda bir yönlendirmeye tabi tutulurdu.
            Tanzimat sonrasında modern tarzda mektepler açılmaya başladığında sıbyan mektepleri iptidai mekteplere, idadilerle birlikte rüştiyeler, idadi-sultaniler, darulmualliminler, ziraat ve sanayi mektepleri açıldı. Bilhassa Sultan İkinci Abdülhamid Han döneminde Osmanlı ülkesinde tam bir eğitim seferberliği yaşandı. Maalesef o seferberlikte yetişen kişiler daha sonra Hünkâr’ı beğenmeyerek Sultan’ı tahttan indirme edepsizliğimde bulunmuşlardır. Yaptıkları yanlışın farkına daha sonraları kendileri de varmış olmalarına rağmen vakit çok geçmiş oluyordu. Koca Sultan ahirete irtihal eylemiş ve ülke artık son demlerini yaşar olmuştu. O talihsiz neslin hissesine Padişah Efendimiz’in arkasından gözyaşı dökmekten başka yapacak bir şeyleri kalmamıştı.
            Maksadımız bir devri göklere çıkarmak değil; yanlış bilgilerle dolu zihinleri geçmişin ışığı doğrultusunda aydınlatmaktır. Daima yerin dibine sokulmak için gayret sarf edilen, tarihimizin karanlık ve örümcek ağlarıyla dolu bir dönemi olarak tarif edilen Osmanlı devri hakkında doğru bilgiler vermeye çalışmaktır. Hele hele bu bilgi geleceğe dair önemli bir konumu olan eğitim mevzuunu içermesi münasebetiyle daha bir önem arz etmektedir.
          Atalarımız boş adamlar değillerdi. İlim ve terakki yolunda inanılmaz gayretler sarf etmişlerdi. İçlerinden nice büyük âlimler, ilim ve fen adamları çıkmıştı. Pozitif bilimlere büyük değer verirlerdi. Yeni nesillerin bunları bilmesi icap etmektedir. 1928 yılında yapılan Harf İnkılabı ile Osmanlı devrinin basılmış-basılmamış muazzam külliyatına tabiri caizse bir nisyan perdesi çekilmiştir. Türkçemizi mahveden uydurukça dil faaliyeti de meselenin tuzu biberi olmuştur. Yanlış bilgilerin ve peşin hükümlerin temel sebebini burada aramak gerekir.
            Osmanlı mekteplerinde en çok ehemmiyet verilen derslerden biri Türkçe idi. Bu dersin, bir senede altı farklı ders halinde işlendiği bile vakidir. Mesela bir mektep karnesinde Kıraat, İmla, Sarf ve Nahiv, Tahrir, Ezber ve İnşad, Yazı dersleri görülmektedir ki bunların tamamı hakikatte Türkçe dersinin konularıdır. Bugünkü Türkçe dersi olarak gösterilen dersin ne kadar yetersiz ve hatta gereksiz olduğunu tüm bunları görünce daha iyi anlıyoruz.
            Açılan bahis üzerinde tartışarak ders işleme usulü, medreselerde öteden beri uygulanan en yaygın metotlardan biridir. Bu metodun talebede öğrenilmiş bilgileri kullanabilme, ayrıntılara dikkat etme, söz söyleme inceliklerine riayet kabiliyetleri ile mantık ve muhakemenin gelişmesini sağladığı bir vakıadır. Modern eğitimle yetişen nesillerin eskilerdeki mantık selasetine ulaşamamış olması böyle bir yöntemi tanımamalarındandır. 19. yüzyılda dünya çapında, hazerfen bir ilim adamı olarak sadece Ahmet Cevdet Paşa’nın varlığı dahi, modern eğitim kurumları hâlâ bu kıratta bir adam çıkaramadığına göre, medreselerin verimlilik ve kalitesi için yeterli bir ölçüdür. Klasik medrese tahsiliyle yetişen Ahmet Cevdet Paşa, bugünün YÖK üniversitelerindeki hukukçu, tarihçi ve sosyologlarla kıyas kabul etmez ölçüde ‘yüksek’ bir ilim erbabıdır. 
            Din derslerine Osmanlı mekteplerinde büyük ehemmiyet verilirdi. İlk mekteplerde derslerin ağırlığını dini dersler teşkil ederdi. Eğer bir talebe bir İslam âlimi olarak yetişmek arzusundaysa zaten iptidaiden veya rüştiyeden sonra medreseye geçerdi. Orta ve lisede de dini eğitime ağırlık veriliyordu. Bütün Osmanlı devri karnelerinde din dersinin ilk sırada bulunması bu ehemmiyetin bir göstergesidir. Zaman zaman yapılan düzenlemelerde din derslerinin saatinin artırıldığı da görülmektedir. Bu gün din derslerinin tek ders olarak var olması, liyakatten yoksun, seküler ilahiyatçı tiplerin öğretmenlik yapmaları, öğrenci taifesinin umursamaz bir hal sergilemesi, ailelerin dini yaşantıyı camiye ve kılıfa hapsetmeleri ve devletin, milletin değerleri ile barışmaması günümüz neslinin halinin normal olduğunu göstermektedir.
            Arapça ve Farsça da mekteplerde çok ehemmiyet verilen derslerdendi. Zira Osmanlı Türk-İslam kültürü, Müslüman Arap ve Fars kültürüyle harmanlandığı gibi bu iki dilden Türkçeye çok sayıda kelime de girmişti. Mekteplerde Arapçanın öğretilmesi klasik medrese tahsilinde olduğu gibi Emsile, Bina, Maksud, Avamil ve İzhar okutularak yapıldığı gibi modern tarzda yazılan kitapların tedrisiyle de icra ediliyordu. Yabancı dil olarak o devirlerde bütün dünyada diplomasi dili olması itibariyle Fransızca öğretiliyordu. Mantık ve felsefe, aynen tarih ve coğrafya gibi eski ilimlerden olup mekteplerde de okutulduğunu görüyoruz. Ruhiyat ve içtimaiyat ilmine de Osmanlı’nın son devirlerinde ehemmiyet verilmiştir. Bu, bahsi geçen ilimlerin sonradan keşfedilmesiyle alakalı bir durum değildir elbette. Çünkü ‘Namaz kılan bir toplumun psikolojiye, zekât veren bir toplumun sosyolojiye ihtiyacı yoktur.’ Biz ne zaman Millet olarak asli vazifelerimizden uzaklaştık ise, o zaman taun ve felaketler yakamızı bırakmamıştır.
            Osmanlı devrinde okutulan fen ve teknik derslerin ilmi seviyesi, bugünkü seviye ile elbette ki aynı değildir. Bugünkü uçaklarla o devirdeki uçakların, bugünkü son model arabalarla o devir arabalarının aynı olmadığı gibi. Fakat bazı dersler ise bugüne birkaç gömlek büyük gelebilir; mesela en basitinden Türkçe dersi. Bugünkü gibi katliama maruz kalmış, kısırlaştırılmış bir Türkçe yoktu o zamanlar; 1000 yıllık bir kültür ve medeniyetin izlerini taşıyan koca bir dünya dili vardı.
Osmanlı devrinde mekteplerde okutulmak üzere basılmış binlerce kitabın tamamına ismen ulaşmak isteyenlere Seyfettin Özge’nin beş ciltlik kataloguna veya Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası’na müracaat etmelerini âcizane tavsiye ederiz.
OSMANLI’NIN İNSANLARA OLAN HASSASİYETİ:
       Osmanlı sağır ve dilsiz çocukları da unutmamış, içtimai hayatta bulunması gerektiğini düşünerek, onlar için de mektep açmıştır. Osmanlı Devletinde sağır ve dilsiz çocuklara “bi-zeban” deniliyordu. Dilsiz mektebi kurulana kadar bu çocuklar için bir mektep yoktu. Bunların bir bölümü sarayda istihdam edilerek çeşitli görevleri yerine getiriyordu. Mesela; konuşulan sözler, alınan kararlar dışarıda söylenmesin diye dilsizlerin bir kısmı da Babıâli’de istihdam ediliyordu. Bu mektepten mezun olanlar ise genellikle okula muallim olurlardı. Osmanlı’nın nezaket ve zarafetine bir örnek vermek gerekirse “bi-zeban”ın elbiselerini söylemek çok yerinde olacaktır. Çünkü Osmanlı bu çocukların dışarıda tehlikeyle içi içe olmaları münasebetiyle, giyim kuşamlarını da halkın şefkat ve merhamet nazarını üzerine çekecek şekilde hazırlamıştır ki duymamaktan kaynaklanan bir kaza olmasın. Kırmızı çuhadan ceketle siyah fakat kalın ve kırmızı şeritli pantolon bu talebelerin kıyafetini teşkil ediyordu. Halk sokakta bu kıyafetteki çocuklara rastlayınca ya kör, ya sağır olduğunu derhal anlar ve bir tehlikeye maruz kalmasınlar diye ellerinden gelen yardımı esirgemezlerdi.
OSMANLI’NIN MAARİF DAVASINDA YEMEN ÖRNEĞİ:
             Mübarek Osmanlı, Batılı devletler gibi sömürü düşüncesi ile hareket etmemiştir. Batılı devletler kendi dininden olanlara dahi sömürü anlayışı ile yaklaşırken, Osmanlı Müslüman olmayan milletlere dahi hoşgörü ile yaklaşmıştır. Gittiği yeri sömürmekten ziyade oralara hizmet etmiş ve insana insan olmanın değerini vermiştir.
            İşte yemen örneği bunlardan yalnızca biridir.  Yemen’deki ilkokullarda Kur’an-ı Kerim, Tecvid, İlmihal, Türkçe, Hesap, İmla, Ahlak, Hüsn-i Hat, Sarf ve Esma-i Türkiyye verilmesi kararlaştırılmıştır. Hatta Yemenli bazı çocuklar daha iyi bir eğitim için İstanbul’a gönderiliyorlardı. Bu meseleye çok büyük ehemmiyet veren ve bunu teşvik eden Sultan İkinci Abdülhamid Han, bu konuyla yakından alakadar oluyordu. Nitekim 1903’te, Sultan Abdülhamid Han’ın talebi ile Yemen’den 83 talebe adayı İstanbul’a gelmişti. Sağlık kontrolleri yapılan bu talebelerin 33’ünün yüksek mekteplerde, 16’sının ilkokullarda, 28’inin sanayi mekteplerinde tahsilleri uygun görülmüştü. Hastalığı tespit edilen 6’sı ise Hamidiye Etfal Hastanesi’ne sevk edildiler.
            Eğitim ve öğretim sisteminin, bir toplumun yükselmesinde yahut geri kalmasında önemli bir rol oynadığı gerçeğinin gayet farkında olan Osmanlı Devleti, memleketin bu en uzak köşesi Yemen’de bile, sistemli bir programın takip etmiştir. Takip edilen sistemin de çağa ayak uydurabilmesi ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilmesi için çok büyük gayret ve fedakârlıklar göstermiştir.
AHMET CEVDET PAŞA’NIN MAARİF RAPORU:
            Bize anlatıla geldiğine göre Osmanlı, son dönemlerinde fen ve matematiğe önem vermediği için geri kalmıştır. Hatta bazılarına göre bu, yıkılma sebebidir. İşte bu tür anlatıların maksadı ‘Osmanlı fen ve matematiğe önem vermeyip, sadece dini ilimlerle uğraştığı için yıkıldı’ intibaını vererek insanları dini ilimlerden uzaklaştırmak, sadece fen ve matematiğe yani maddiyata yönlendirmektir.
             Ahmet Cevdet Paşa ahirete irtihal etmeden iki sene evvel Maarif meseleleriyle ilgili bir rapor hazırlamıştır. Bu raporda klasik Osmanlı tarih bilgilerini alt üst eden bilgiler mevcuttur. Yıllarca çığırtkanlığı yapıldı ki; Osmanlı fen ve teknik dersleri aksattığı için geriledi. Hâlbuki Cevdet Paşa işin aslının hiçte böyle olmadığını, eğitim sistemindeki eksikliklerden dolayı (bu eksiklik sonucunda, dini ilimlerin ders programlarında azalması ve yerine fen ve felsefe derslerinin almasıdır) itikadı bozuk talebelerin yetişmeye başladığını, Devlet-i Aliye, esasını din üzere kurmuş olduğundan, mevcut durumun ilerisi için pek vahim görünmekte olduğunu ifade etmiştir. Ahmet Cevdet Paşa’nın raporda sunduklarını bugüne uyarlayacak olursak, eğitim insanlara sağlam bir inanç ve itikat vermelidir. Bunu vermeyen eğitim ‘başa bela’ olacak nesillerin yetişmesine zımnen destek olmuş demektir. ‘Başa bela’ nesil deyince o günün neslini dahi fevkalade edepli bulan bizler, acaba şimdiki nesle nasıl bakmalıyız.
SON SÖZ YERİNE:
Muallimlere, gelecek nesil sizin eseriniz olacak diyenlere buradan seslenmek isterim: ‘Neslinizi gördük ve görmeye devam ediyoruz. Siz bir de Asım’ın Neslini görün! Namusunu çiğnetmeyen, değerlerinden verilecek tavizi ölmeye tercih eden o kutlu nesil.
O Kutlu Nesle selam olsun!
   
*** 
     
ZULM İLE ÂBÂD OLAN AVRUPA’NIN ÂHİRİ HAKKINDA BİRKAÇ KELAM

"Ömründe çukolata yememiş; 
kakao işçisi Afrikalı çocuklara"

Ayet-i Celile de mealen; ‘Allah’ın laneti zalimlerin üzerine olsun’(A’raf-44) buyurulur. Burada zalim; zulüm eden, haksızlık eden manasındadır. Peki, zulümden maksat nedir? Zulüm, lügatlerde; haksızlık, eziyet, işkence olarak yer bulmaktadır. Bir de millet tarafından pek bilinmeyen manası vardır ki bu; bir hakkı kendi yerinden başka bir yere koymaktır. Bu husus ile alakalı Ali Yurtgezen Hocam şu ifadelerde bulunmaktadır: İnsan eğer dünyayı fani ve değersiz olan mevkiinden alıp baki ve değerli bir mevkie koyuyorsa zulmediyor, zalimlerden oluyor demektir.” Allah’ın kullarına zulmetmeyeceği Ayet-i Kerime’de(Enfal-51) geçmektedir. O zaman biz zulmü kendi kendimize etmekteyiz. Ne zaman ki batıl olanı Hak olana tercih ettik, işte o zaman zulüm edenlerden ve aynı zamanda zulme uğrayanlardan olduk.
Avrupa Birliğinin temelinde Avrupa devletlerini bir araya toplayan temel değerin,her ne kadar şekil olarak da olsa, Din olduğunu bilmeyen kalmamıştır. Aslında bu bilinenin ardında bir de bilinmeyen ya da daha az bilinen bir şey daha var ki, kendileri için Din faktöründen daha fazla önem arz etmektedir. Kıymetli madenler, insan gücü, köle ticareti ve iç karışıklıklar yoluyla Avrupalı silah tüccarlarının gücüne güç katma düşüncesi bunlardan yalnızca birkaçıdır. Zira madde üzerine kurulan Batı medeniyeti, ruh ve manayı yok saymakta ve Dini halk için arada bir rahatlama alanı olarak değerlendirmektedir.
Peki, bizim için Din ne manaya gelmektedir? Değerlerimizin hayatımızdaki manası bizim ne olduğumuzu ve ne olacağımızı belirleyecek tek unsurdur. Tarihteki örneklerden hareketle, yeryüzünde ve Arş-ı Ala’da hangi isimlerle çağırılacağımızı belirleyecek olan şey; medeniyet eksenli bir tavrı kendimize şiar edinebilmekten geçmektedir. Manevi değerlerini kaybeden toplum, medeni yaşama hakkını da kaybeder. Dinin büyük ölçüde içtimai hayatımızdan çıkarılmasıyla, toplumumuzda yabancılaşma hızlanmıştır. Çünkü yabancılaşmanın önündeki en büyük engel İslamiyet’tir. Bu bağlamda dinin toplum hayatının dışına itilmesiyle, dine dayanan diğer kavramlar da(vakıf ve zekât gibi) sosyal hayatımızdan çekilmiş oldu. Rahmetsiz kalan toprak çölleşir. İslam ahlakı, topluma rahmettir. Kimyasallarla kirlenen ırmakta balık; ahlaken kirlenen atmosferde insanlık tehlikededir. Ahlaki kirlilik, idraki körleştiriyor.
Bir toplumun varlığının ve devamının ‘bizzat kendisi’ olarak ilerleyebilmesi için dilin de önemli bir fonksiyonu bulunmaktadır. Dil; aynı din gibi, bir milletin yegâne varlık sebebini oluşturur. Diline layıkıyla ehemmiyet göstermeyen milletlerin dinine de sadık kalmayacakları, örnekleriyle önümüzde birer ibret vesikası olarak durmaktadır. Bu husus ile alakalı Teoman Duralı şu tespitte bulunmuştur ki, dilin hayatımızda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu bir kez daha anlayabilelim: ‘Bir kültürün ve düşünce dünyasının kemalâtı dille bağlantılıdır. Özgün düşünceler ancak dilin özgünlüğüyle ortaya çıkar. Bugün düşünce ve felsefe hayatımızdaki yozluk, dilimizi kaybettiğimizden dolayıdır. Yabancı kelimeleri sorgusuz sualsiz kullanmak düşünme tembelliğine neden olacaktır.’
Avrupalı halkların gözünde Müslümanları terörist ilan edebilmek için birtakım senaryolar(11 Eylül gibi) düzenlenmiştir. Bu teröristlere! karşı müdahale edebilmek, bu senaryoları bahane ederek, yeryüzündeki statükolarının devamlılığı ve bölgedeki kıymetli madenlere sahip olabilmek, sömürge bölgelerindeki hegemonyalarının ve tabi ki yeryüzünde de hakim olabilmesi için önemli bir yere sahiptir. Bu bazen direkt olarak orada bulunma ve müdahale etme şeklinde olduğu gibi, bazen de Avrupalı devletlerin piyonları olan zalim diktatörler aracılığıyla gerçekleşmektedir. Maşa varken ateşi el ile tutmaya ne gerek var.
Merhum Seyyid Ahmed Arvasi Hocanın Avrupalı devletlerin sömürgeci tavırlarıyla alakalı şu harikulade tespitini ifade etmemek ve bu tespiti bilmemek önemli bir eksiklik olacaktır: “Bugün yeryüzünde sömürgeci iki blok vardır. Bunlardan biri kara renkli ‘kapitalist emperyalizm’, diğeri ise bütün fraksiyonu ile ‘kızıl emperyalizm.’  Birincisi ‘çok uluslu şirketlerin’ paravanasında, ‘az gelişmiş veya gelişmekte olan halklara yardım etmek, özgürlük ve uygarlık götürmek’ maskesi altında, ikincisi de ‘ezilen, sömürülen halklara bağımsızlık, özgürlük ve adalet götürmek’ maskesi altında ‘sınıfsal savaş’ sloganı ile ‘iç savaşlar’ çıkartmakta ve ‘dünya proleterlerinin dayanışması’ adı altında işgalini gerçekleştirmektedir.”
Birleşik Afrika davasının fikir babası sayılan Edward Wilmot Blyden yola Hıristiyan misyoneri olarak çıkmıştı. Afrika’nın kurtuluşunu Hıristiyanlığın yayılmasında görüyordu. Zamanla Müslüman âlimlerden etkilenerek, misyonerliğin aslında Afrika’nın kurtuluşuna değil de köleliğine hizmet ettiğini düşünmeye başladı. Ve sonunda kiliseye bağlı olmadığını ifade etti. Bunun devamında ise Afrika’da halklar Hıristiyanlaştırılamayınca etnik temizlik operasyonuna başlanmıştır. Aslında Avrupalı devletlerin Hıristiyanlığı yaymak gibi bir gayesi de bulunmamaktadır. Kenya kurucu devlet başkanı olan Jomo Kenyatta Avrupalı devletlerin samimiyetlerinin de arızalı olduğunu şu sözlerle ifade etmiştir: Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu.’
Afrika’nın zenginliklerinin yağmalanmasını engellemeye çalışmak lazım. Frenklerin davası, değerli madenler ve tabii ki petrol. Afrikalıların kendi topraklarında acımasızca her türlü zulüm ve baskıya maruz kalması unutulmaması ve kulaklara küpe yapılması gereken mevzulardan sadece birkaçıdır.Avrupa ve Amerika 500 senedir Afrika’da köle ticareti ve sömürgecilik yapmıştır. Bu coğrafyada sadece maddi olarak yıkım, sömürü ve yozlaştırmayla yetinmeyen sömürü çeteleri, toplumsal ahlakı da parçalamışlardır.
İslam ülkelerinin Afrika’da zulüm ve sömürüye maruz kalan mazlum milletlere romantik bir üzüntüden başka herhangi bir destekte bulunmaması içler acısı bir hali göstermektedir. Adında bolca ‘hak’, özgürlük’ ‘hukuk’, ‘adalet’ vs. geçen uluslararası toplulukların Afrika ve diğer mazlum milletlerin gördüğü zulme seyirci kalması bu toplulukların yalnızca birer ‘tabela topluluğu’ olduğunun en açık göstergesidir. Avrupalı bir Hıristiyan’ın burnunun kanamasıyla her yeri kan gölüne çeviren bu ‘tabela toplulukları’, geçmişten günümüze kadar milyonlarca ve hatta milyarlarca Müslümanın hesapsızca katledilmesine kör ve sağır olmuşlardır. Dhoruba Bin Wahad çözüm ve kurtuluşun reçetesi olarak şu önerilerde bulunmuştur: Anlamalıyız ki ümmet olarak birleşmeden bu sistemden özgürleşmemiz mümkün değildir. Diğer zulüm altındaki milletlerin kurtulmasını da ümmet olarak ayağa kalmamız sağlayacaktır. Kuran'ın emrettiği doğrultuda sesimizi yükseltmemiz gerekmektedir!
Bilal-i Habeşi Hazretleri(ra)’nin torunları Afrikalı kardeşlerimiz, aynı ocaktan ısınıyoruz, sizin kanınız bizim kanımızdır.Tüm İslam âleminin, Bilal-i Habeşi Hazretlerinin torunlarına yapılan zulme karşı birlik olması, Afrikalı bir şairin de dediği gibi Afrika’nın sapanına taş olması, ülkelerini ve halklarını batılı emperyalistlere peşkeş çeken devlet yöneticilerine, batının uşaklarına, zalim yöneticilere dur diyebilmesi gerekmektedir. Dayanışma ruhunu hiçbir zaman kaybetmeden, batılıların ‘böl-parçala-yönet’ siyasetini ayaklar altına alıp, tüm İslam âleminin bir ve beraber olması gerekir. Batı günbatımına ya da güçlü bir dalga gelene kadar yaşayacak. Aksini düşünenler Firavun, Roma ve Moğolların neden yok olduklarını cevaplasın. Ali Ferzat ‘Allah’ın ve halklara bahşettiği iradesinin karşısında kimse duramaz’ der. Ve inanıyoruz ki Allah(cc), Müslüman milletlere Hakim-i Millet ve Hadim-i Millet olmayı bahşetmiştir.Zafer inananlarındır.
Sonsözü Avrupa’nın göbeğinde zulme ve soykırıma maruz kalan milletin yılmaz savunucusu olan Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç söylesin:‘Müslümanların bütün İslam dünyasında kontrolü ele almaya karar verdiklerini ve bu dünyayı kendi düşüncelerine göre tanzim edeceklerini dost ve düşmanlarımıza ilan ediyoruz.’

***

ÇAĞIN AFYONU: TELEVİZYON

      Televizyon; bizi etkileyen, tesir etkisi hayli yüksek bir iletişim aracı olarak günümüz insanının vazgeçilmezi niteliğinde başköşeye kurulmuş bir vaziyettedir. Bugün evlerimizin hemen hepsinde var olan televizyon, temel ihtiyaçlar dizesi içerisinde birinci sırayı almış durumdadır. Eskiden odalarımızı kıbleye göre düzenlerken, artık günümüzde oda düzenleri televizyona göre ayarlanır oldu!  Artık evlere misafirliğe gidildiğinde sohbetlerin yerini; televizyonda sergilenen dizi-filmler, Türkiye’yi ve dünyayı kurtarma çabası içerisinde olan tartışma programları, kültür ve medeniyetimizle yakından uzaktan hiçbir alakası bulunmayan ve hatta mübarek aile müessesemizin temeline dinamit koyan izdivaç programları, irfandan yoksun ve hafızaya çakıl taşı gibi saplanan genel kültür programları… almıştır. Ajansları takip ederken, ‘Asıl haberden haberimiz var mı?’ diye kendimize sürekli soralım ki, işte o zaman aslımıza rücu etmiş olalım. Çünkü ecdat o kutlu zamanlarda dünyada olan-biten her şeyi takip ederken, asıl takipçisi olduğu gerçekliğin her zaman farkında oldu ve bu farkındalıkla ismini tarihe altın harflerle yazdırdı. Cemil Meriç televizyon için şu ifadeleri kullanmıştır: ‘Televizyon; aylak, şuuru iğdiş edilmiş, hiçbir zaman okumak ve düşünmek alışkanlığı kazanmamış sokaktaki adam için icad edilmiş bir nevi afyondur.
Televizyonu içtimai hayatta meydana getirdiği karmaşadan dolayı veyahut da içtimai hayatı direkt olarak parçalayan yayınlarda bulunmasından dolayı ‘fitnevizyon’ olarak ifade etsek hiçte yanlış olmaz. İçtimai hayatta insan ilişkileri çok önemli bir konumdayken, TV bağımlısı insanların türediği toplumda, insan karakutu karşısında kendisine sunulan(maruz kalınan) hayal dünyasında bireyselliği iliklerine kadar yaşamakta ve Modernizm’in kaçınılmaz sonucu olan bireyselleştirilmiş insan tipi oluşmaktadır.
Televizyonlarda gördüğümüz hayat bu milletin hayatını yansıtmamaktadır. En basitinden; renkli ekranlarda gördüğümüz insanların giyim-kuşamı, aile ilişkileri, hal ve hareketleri, ağızlarından çıkan kelimeler ve o kelimelerin manasızlığı bu insanların biz olmadığını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Acaba kaç kişi kendisine ‘İşte tam benim hayatımı veya bizim hayatımızı canlandırıyor demiştir?’ Cevap kocaman bir hiç olacaktır. Bununla birlikte insanlık için büyük bir nimet sayılan televizyon; insanlığa yararlı olacak işlerde, güzel amaçlar doğrultusunda ve bilinçli olarak kullanıldığında, hem büyüklerin hem de çocukların ahlaki değerlerine ve kültürel yapısına çok büyük katkıda bulunacağı söylenebilir. Ve bu potansiyel günümüze kadar geliştirilen teknolojik aletlerden yalnızca televizyonda mevcuttur.
Ancak tüm bu olumlu yönlerinin yanında Türkiye ve dünyada televizyonun yol açtığı ahlaki çöküntü ve yozlaşma çok büyük seviyelere ulaşmıştır. Büyüğünden küçüğüne, gencinden yaşlısına herkesin ama özellikle çocukların televizyon müptelasından elden geldiğince uzak tutulması gerekmektedir. Ya da seçiciliği son kerteye çıkarmak en doğrusu olacaktır. Bilhassa çocuklarda bu hususa daha çok riayet edilmesi gerekir ki; herhangi bir kire bulaşmamış, saf ve duru zihinlerin fuzuli şeylerle doldurulması, ileride çocuğun kişiliğinde bazı sarsıntılara yol açacaktır. Ve devamında idrakten yoksun, değerlerine yabancı, büyüklerin sürekli şikâyet ettiği neslin gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Çocuklar kimi örnek alacak? Hangi değer yargılarına sahip olacak? Çocukları saatlerce TV karşısında bıraktıktan sonra onlar için ‘bizim çocuğumuz’ demek belki genetik olarak doğru olabilir. Ama fikir ve ruh bakımından televizyonun olduğunu kabullenmemiz gerekmektedir.
Aslında bilinçli kullanıldığında zarar derecesini en aza indirgeyeceğimiz televizyonun elbette faydalı yönleri de yok değildir. Lakin kullanımın bilinç dışı olması hem zihinlere hem de zamana en büyük zararı vermektedir. Normal şartlar altında bir insanın günde ortalama üç saatini TV karşısında geçirdiğini düşünecek olursak bu, yılda 1080 saate yani 45 güne tekabül eder. Günde sekiz saat uykuyu da buna ilave edecek olursak bir insanın ömrünün neredeyse yarısı TV karşısında ve uykuda geçmektedir. Tüm bunları görünce insanın aklına ister istemez şöyle bir sual gelmektedir: ‘Acaba biz dünyaya TV izlemek ve uyumak için mi geldik?
Çocuk yetiştirmekten yoksun annelerin sözde eğitici televizyon programlarını çocuklarına izlettirmesi, kurda kuzuyu teslim etmekten farksızdır. Film sektörünün neredeyse merkezi olan Amerika’da Amerikan Pediyatri Akademisi’nin araştırmasına göre iki yaşın altındaki çocuklara ‘kesinlikle’ televizyon izlettirilmemeli. Gel gelelim bu ifadeleri açıklayanlar, çocuklar için çizgi film yapmaktan da geri kalmamaktadırlar. Galiba bu durum çok büyük bir sanat icra eden bu kişilerin sanattaki karaktersizliğini ortaya koymaya yeter, artar da.
Televizyonun insanlarda alışkanlık yaptığı yapılan araştırmalarca ortaya konulmuştur. Bağlanma, bunların en başında gelen alışkanlıktır. İnsan kiminle uzun bir süre vakit geçirirse, onun bakış açısı ile hayata bakmaya başlar ve hayatı da o doğrultuda biçimlenir. ‘Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim’ sözü burada ifade edilmesi gereken, kulaklara aşina sözlerden sadece birisidir.
Burada vazife yine anne ve babalara düşmektedir ki, yapılması gereken temel şeylerin başında geleni aile sohbetini tesis etmek olacaktır. Aile içi iletişimin olmadığı bir toplumdan kişilik ve kimlik olarak sağlıklı bireylerin çıkmayacağı gün gibi aşikârken, günümüzde bu sohbete ender rastlanması halimizin çokta iç açıcı olmadığını göstermektedir. Esasında çocuk ve gençlerden ziyade anne-babaların televizyon bağımlılığından tez elden kurtulması gerekir ki; bu hususla alakalı Bediüzzaman Said Nursi(ra) ‘Sizin ailenizdeki masum evlatlarınızla masumane sohbet yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.’ demiştir. Eğer biz karakutunun kapatma düğmesine basıp dünyadan ailemize dönemiyorsak asıl sorun bizde demektir.
Mübarek Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde İslam’a sancaktarlık yapıp, cihan hâkimiyetini tek başına elinde bulunduran o kutlu nesil, aileye layık olduğu değeri vererekten tüm bunları başarmıştır. Başarılmışların tekrardan başarılması çokta zor olmayacaktır. Koltuktan kalkıp kapatma düğmesine basmak kaydıyla.
Kanal’izasyon çukurundan kurtulmanın vakti geldi, geçiyor bile.

***

DİLSİZ BİR MİLLET YOK OLMAYA MAHKÛMDUR

            Dil, sözlükte insanların duygu ve düşüncelerini sözler aracılığı ile anlatma aracı olarak ifade edilir. Bu ifadeden hareketle, dili olmayan bir insanın duygu ve düşüncelerini sözlü olarak aktarmasının da (el ve yüz işaretleri ile anlaşanları müstesna tutmak kaydıyla) neredeyse imkânsız olacağı sonucuna ulaşabiliriz. Dil, insanlarda anlaşma aracı olduğu gibi milletler arasında da anlaşma aracı olarak yerini muhafaza etmektedir. Bu sebepten dili, içtimai bir müessese olarak nitelemek yerinde ve doğru bir ifade olacaktır. Yani bir milletin dilini inceleyerek tarihi macerasını, temaslarını, ekonomik ve sosyal faaliyetlerini, ahlak ve tefekkürünü yakalayabilirsiniz. Dili kuşlardaki kanatlara benzetebiliriz ki; kanatsız bir kuş kuş olmaktan çıktığı gibi, dilsiz bir insan ya da millet de kendi özelliğini kaybetmiş olur.
            Dil, bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Bundan dolayı ona büyük ehemmiyet vermek gerekir. Cemil Meriç bu hali ifade etmek için; ‘Kamus bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.’ diyerek milletlerin lügatlerine-sözlüklerine gereken ehemmiyeti göstermesi gerektiğini söylemiştir. Aynı dili konuşan insanlar ‘millet’ denilen sosyal varlığın temelini oluştururlar. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan bir cemiyet, yani ‘millet’ haline getirir. Bu sözlerden maksadın anlaşmak için sadece aynı dilin konuşulması gerektiği de değildir. Hazreti Mevlana(ra); ‘Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler’ diyerek anlaşma noktasında aynı duyguların paylaşılması gerektiğini ifade etmişlerdir. Millet olmak aynı dili konuşmakla birlikte, aynı duyguları taşımayı da gerektirir. Bir dilin kelimeleri, o dili konuşan insanların düşleri, hatıraları ve özlemleridir.
            Kişi dili doğduğunda hazır bulur. Dil cemiyetin ferde bağışladığı en büyük mirastır. Cumhuriyet kadrosu dilde bazı yeniliklere! giderek birtakım değişiklikler yapmıştır. Bunların başında harf inkılâbı gelmektedir. Milletin okuma-yazma oranının düşük olduğu bahane edilerek; milletin bin küsür yıldır kullandığı harflerin yok sayılması ve bunun yerine kültür ve medeniyetimizle alakası bulunmayan Latin alfabesinin getirilmesi o dönem kadrosunun akıl sağlığının hiçte yerinde olmadığını göstermektedir. Harf inkılâbının ve diğer değişikliklerin yapılmasının temel sebebi; milletin geçmiş ile bağlarının koparılması ve kendilerinin inşâ edeceği bir toplum meydana getirme düşüncesidir. İdeoloji, çağımızın anahtar kelimelerinden biri, vuzuhu kilitleyen bir anahtar. İlimden uzak ve tamamen ideolojik düşüncelerle yapılan harf inkılâbı ve akabinde arşiv kaynaklarımızın yurt dışına atık kâğıt fiyatına satılması, Osmanlıca okuyan ve öğretenlerin idam edilmesi, devlet arşivlerinin rutubetli depolara küflenmek üzere terk edilmesi gafletten ziyade ihanetin vesikası niteliği taşımaktadır.
            Daha sonraki süreçlerde ‘kraldan çok kralcı’ geçinen güruh ise dil ile uğraşmayı marifet zannedip halka yardımcı olup, bilime katkı sağladığını zannederek dilde birtakım sadeleştirmeye-öztürkçeleşmeye gitmiştir. Akıl kelimesi Türkçeye Arapçadan geçmiştir ama akıl ile alakalı yirmi kadar deyimi Türkler vücuda getirmiştir. Şimdi ‘akıl’ kelimesi Arapçadır diye onu dilden çıkarmak, Türkçedir diye ‘us’ kelimesini diriltmeye çalışarak, yirmiden fazla deyimi yok etmek akıl karı mıdır? Böyle bir davranış ilme ve milli kültür anlayışına uyar mı? Milli dil kendi tarihi rotasında gelişirken elbette edebi-akademik çalışmalarla desteklenmeli ve zenginleştirilmelidir. Ancak dilde uydurmacılık ve sadeleştirme yoluna gidilmesi içtimai bir mesele olmaktan çok marazi bir psikolojik sapmadır. Bu kişilerin hekim gözetiminde bulunması gerekmektedir.
            Günümüze geldiğimizde ise, Genç nesillerin Türkçe namına kullandığı dilin yarı İngilizce(tarzanca) ve yarı Türkçe karışımı bir dil olması hepimizi derinden üzmekte ve gelecek nesillere ne hesap vereceğimizi düşündürmektedir. Burada gençleri tek suçlu olarak görmemek gerekir ki; onları anaokulundan başlayarak İngilizce öğreteceğiz diye kandırıp Türkçeyi dahi bilmez duruma getirenlerin bunda hiç günahı yok mu? Dükkân tabelaları ilk bakışta bizleri yabancı bir ülkede bulunuyormuş havasına sokmaktadır. Edebiyat ve sanat camiasında kullanılması gereken edebi kelimelerin yerini, gündelik hayatta kullanılan 300-500 kelimenin biraz fazlasının alması mevzunun vahametini daha da ortaya sermektedir. Akademik kadronun Türkçe ile yakından uzaktan alakası olmayan bir ‘akademik dil-üslup’ kullanması ise tüm bunlara tuz-biber olmaktadır. Bu akademik çalışmaların dili-üslubu, halk tarafından anlaşılmaması için özel bir gayret gösteriliyormuş intibaını uyandırmaktadır. Yoksa hiçbir şey yapamadıklarının açığa çıkmasından mı çekiniyorlar ki böyle üstü kapalı ve anlaşılmaz bir dil-üslup kullanıyorlar? Yazı ve dil bir milletin dünü, bugünü ve yarını arasında irtibat sağlayan bir ‘kültür köprüsü’ niteliği taşımaktadır. Nesilleri birbirinden, milleti geçmiş ve geleceğinden koparan bir dil politikası, başarılı olduğu nispette tehlikeli olmaktadır.
            Kendi milletinin tarih ve kültürünü öğrenmek ve incelemek isteyen her Türk, eski eserleri anlamak ve onlardan zevk almak için bu dili, daha doğrusu bu alfabeyi, bilmek zorundadır. Yabancı kültür ve eserlerden istifade etmek için yabancı dili okullarımızda öğretmek maksadıyla bunca emek ve para harcanırken, kendi kültür kaynaklarımıza sırt çevirmeyi ve hatta orayı düşman safları olarak görmeyi mazur görmek ve göstermek anlaması güç bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bunun adına gaflet, cehalet, delalet ve ihanet denir. Bununla birlikte kişinin önce kendi dilini tüm derinliklerine kadar öğrenmesi ve daha sonra başka dilleri öğrenmeye çalışması gerekmektedir.
            Ne gariptir ki, tamamen bize ait olan ve günümüzde artık Osmanlıca olarak tabir edilen tarihi Türkiye Türkçesini bir yazı dili olmaktan öte, ayrı bir lisan zannedenlerimizin sayısı maalesef hiçte az değildir. Günümüz gençliğinin hissesine dedelerinin bin küsür yıl önceki kültür mirasını rahatlıkla okuyup anlayabilen diğer milletlere imrenmek mi düşüyor? Bir İngiliz 400 yıl önce yaşayan ve yazan edebiyatçılarını okuyor ve anlıyor, biz ise Türkçede giriştiğimiz katliam nedeniyle değil 400 yıl önceki yazarlarımızı okumak ve anlamak, 40-50 yıl önce yazılmış eserleri dahi okumakta ve anlamakta güçlük çekmekteyiz. Neden biz de kendi çocuğumuza araştırdığı herhangi bir mevzuda, ecdadının birikimine birinci elden uzanabile imkânını tanımayalım ki?
Çok boyutlu bir altyapıya sahip ve tarihine yabancı kalmamış, büyüklerine sevgisini ve saygısını kaybetmemiş, diline sahip çıkmayı kendine görev addetmiş bir nesil, geleceğe daha ümitle bakmamızın teminatıdır. Gelecek diline sahip çıkan milletlerin olacaktır.

   
***

İKİ HARABAT EHLİ İLE BİR GECE YARISI       

 ‘Büyüklerin de yalnız kalmaya ihtiyacı var’ demişti ayrılırken Yunus Ağabey. ‘Tabi, yaş olarak büyüklükten bahsediyorum’ dedi devamında. Kendisinden ayrılmayı istemiyordum, çünkü yaşantım onlar gibi değildi ve onlarla birlikte olursam istifade eder ve eksikliklerimi gideririm düşüncesi içerisindeydim. ‘Zira gül bahçesinde gezen gül olmasa da, gül kokar.’ Gül’e hasret bir ömür yaşamaktayız ki, o da hal-i pür melalimizi ifade beyanında, nerelere düştüğümüzü gayet iyi gösteriyor. Gül bahçelerimiz talan edilmiş maalesef. Gül Medeniyetinin torunları, Gül kokan nesiller olması gerekirken ithal parfümlerle hayatını heba etmektedir.
Can’ı otobüs durağından son araba olan on bir arabasına bindirmek için yola düştüğümüzde gönlümün diğer yarısını geride bırakmıştım. İsteyerek bir bırakma da değildi bu. Büyüklerin emrine muhalif olunmaması gerektiği düşüncesi ile mecburi bir hâl idi. Durağa geldiğimizde bir miktar çerez alalım ki sigara altılık olsun dedim içimden. Akşamdan bu yana içtiğimiz çay ve sigara mideme hafif bir bulantı vermişti ve onun geçmesini istemiştim. Bir avuç çerezi birlikte yerken otobüs geldi ve gönlümün diğer yarısını da otobüs ile evine yolcu etmiş oldum istemeyerekten.
‘Gitme, kal!’ demek isterdim Aziz Dost. ‘Sen gidersen buralarda yalnız başıma ne yaparım?’ Olması gerektiği gibi oldu ve gitti. Bir an kalabalıklar içerisinde yalnız olduğumu hissettim. Yalnız ve aç. Açlıktan ziyade muhabbet edecek bir dostun olmayışıydı beni hüzünlendiren. Muhabbetten maksat konuşmak da değildi. Yüzüne bakacağım, sıcaklığını hissedeceğim, birlikte çay ve sigara içebileceğim bir dost arıyordum sadece. Ama yoktu işte. Şehrin en işlek caddesinde dildaş ve gönüldaş birisinin olmayışı beni daha da hüzne boğmaktaydı.
Bir ihtimal yetişirim düşüncesi ile tekrar Yunus Ağabey’in arkasından yürümeye başladım. Yetişemeyeceğimi biliyordum ama içimin ateşini yürümekten başka bir şeyin de söndüremeyeceğini içten içe hissediyordum. ‘Yüreğiniz yanınızda mı?’ diyordu Ahmet Ağabey. Evet Ağabey, yüreğimi yanıma almış şehrin ışıklı ve kalabalık caddelerinde yürürken, bir dostun muhabbeti ile yanıp yakılmaktaydım. Evini bilmiş olsam yürek yangınımı bir nebze de olsa dindirmek için Yunus Ağabey’in kapısına kadar gider ve kendini göremesem de kapısında beklerim diye düşünüyordum. Ama maalesef bilmiyordum. Ve bilmemek hiç bu kadar zor olmamıştı.
Ulu Camii’ne doğru ağır adımlarla ilerlerken niye gittiğimi bende bilmiyordum. Beni oraya çeken bir şeyler vardı. Yüreğimin sesini dinleyen ayaklarım, yüreğimi sarıp sarmalayan her ne ise, O’na tâbi olmuştu. Taş Mescidin yanına vardığımda boş banklardan birine oturdum ve hızla giden arabaları seyre koyuldum. Bir an mescidin yanındaki mezarlarda yatanlar geldi aklıma. ‘Sonunda buraya geleceksek bu telaş niye?’ dedim kendi kendime. Şehrin yoğun ışıklarına rağmen ağaçların arasından yıldızlar seçilebiliyordu. Şehir hayatı yıldızlarımızı da çalmıştı, diğer değerlerimizi çaldığı gibi. Yeni anne olmuş bir kadının çocuğunun çalınmasının hüznünü yaşıyoruz, çalınan değerlerimiz karşısında. Belki yıldızlar da insanoğlunun bu telaşını görüyor ve hayret içerisinde bizi izliyordur. Yıldızların yalnız olmadığını düşündüm bir ara. Kendi aralarındaki sohbeti kıskanmadım desem yalan olur. ‘Sohbetinize dâhil olabilir miyim?’ sualine, ‘Elbette’ cevabını aldım. Dünyayı verseler bu kadar sevinmezdim. Dünyanın, gerçek dostluklar karşısında herhangi bir kıymet-i harbiyesi yoktur çünkü. Ol sebepten yıldızların dostluğunu, dünyaya tercih ederim. Onları kendime dost edindim yüksek müsaadeleri ile.
Onlarla muhabbete başlamış iken mescidin köşesinden dönmüş, sallana sallana gelen birini gördüm. Sarhoş olduğu her halinden belliydi. Yanımdaki bankta oturanlarla bir şeyler konuştu. Adamların yok işaretini anlayınca sigara istediğini tahmin ettim ve bana doğru samimi bir edâ ile geldiğini görünce hemen çantama sarıldım. ’Sigaran var mı?’ sorusuna gerek duymadan, Uzun Tekel 2000’i uzattım ve ‘Buyur iç dedim.’ Sigarasını kendim yaktım ve rüzgâra dulda olsun diye ellerimin üzerine şemsiye olmuştu, soğuk gecede sıcacık elleri. Bir an ellerimin ne kadar üşüdüğünü fark ettim. Oturabileceğini söyleyip içmekte olduğum sigaradan derin bir nefes çektim. Sigaramın dumanını ciğerlerime kadar çekerek karanlık ve soğuk gecede, yıldızlardan sonra, ihtiyacım olan dostu bulmanın sevincini yaşıyordum. Tam muhabbete başlayacakken aynı taraftan yine sallanaraktan birinin daha geldiğini gördüm. İçimden sevinç çığlıkları atıyordum. Çünkü ben bir göz istemişken, Rabbim iki göz birden veriyordu.
Her sarhoş gibi onunda sigarası yoktu. Büyük ihtimal tüm sigarasını tüketmiş ve insanlardan sigara istiyordu. İnsanlar ise bulaşmak istemediği için yüzüne dahi bakmadan yok deyip karanlıklara karışıyordu. Kalplerin karanlığı, bedenlerin karanlığını bastırır olmuştu. Bir sigara da ona ikram ettim ve bankta bir kişilik daha yer açaraktan oturması için buyur ettim. Onun sigarasını da kendi ellerimle yaktım. Önce ilk gelen sarhoş adımı sordu. Derviş dedim ikisinin duyabileceği yüksek bir sesle. Derin bir sükûttan sonra diğeri de adımı sordu, duymamış gibi. Ona da adımı söyledikten sonra kendilerinin ismini sordum. İlk gelen, kafası biraz ayık olan, Adem dedi. Diğeri ise Ahmet dedi ciğerinden gelen bir inleme ile. Belli ki derdi çoktu ve kendini içkiye vurmuştu.
İsimlerinin çok güzel olduğunu söyledim. Birinin adı ilk Peygamber olan Adem(as)’ın diğerinin ise son Peygamber olan Efendimiz(sav) olduğunu söyledim. Bana ‘Senin de adın güzel’ dediler, belki de nezakete karşılık vermek için. Efendimiz(sav)’den sonra gelen ilk Halife olduğunu söyledim. Sükûtlarında ikrar vardı. Çünkü sükût istisnaları olmak kaydıyla ikrardandı. Bir müddet sonra, sonradan gelen Ahmet, ‘Sigaranı aldıysan yavaş yavaş ikile bakalım’ dedi Adem’e. Ben onları arkadaş zannederken, onların arkadaş olmadığını sonradan öğrenmiş oluyordum. ‘Arkadaşım ile muhabbet edeceğiz’ dedi. Olayın farklı yerlere gideceğini düşünerekten ikisinin arasına oturdum ve Adem’e kaş-göz işareti yaparaktan idare et, boş ver, dedim. Kafası biraz daha ayık olması ve birazda yaşının ileri olması münasebetiyle ‘Tamam arkadaş sen ağasın, sen paşasın’ gibi idare edici sözler söyledi Ahmet’e. Birbirlerini derin derin süzerlerken kavga çıkacağını tahmin ettim ve aradaki sürtüşmeye son vermek için hepimizin kardeş olduğunu ve kardeşlerin kavga etmesinin doğru olmayacağını söyledim uygun bir üslupla. ‘Günümüzde yaşanan sorunların temelinde, İslam Dünyasındaki kardeşlik ruhunun yerini, düşmanlığa bırakması vardır.’ Daha fazla sarhoş olan Ahmet, gözlerini açamasa da Adem’e laf atmaktan geri kalmıyordu. Evinin Pınarbaşı’nda olduğunu öğrendim ve ‘Hadi seni yukarıya kadar götüreyim’ deyip koluna girdim. Adem’e de beklemesi için işaret yaptım. Bırakıp geleceğimi söyledim.
Bekâr olduğunu ve İstanbul’da çelik çaydanlık işi yaptığını öğrendim Ahmet’in. Bayrama yakın olması münasebetiyle tatil için memleketine gelmişti. Kanlı derenin altındaki parka oturduk ve birer sigara daha yaktık. İçkiyi arada bir aldığını söyledi sorum üzerine. Alkolün sıkıntıları giderme noktasında bir işe yaramadığını ve asıl kurtuluşun şişede olmadığını, bizlerin Sahibine layıkıyla yaşamak ile kurtuluşa ve huzura erebileceğimizi dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Aslında halinden kendisi de memnun değildir. Tövbe kapısının her daim açık olduğunu ve Mevlana Hazretlerinin ‘Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…’ sözünü hatırlattım. Adıyaman-Menzil’i daha önce duyup duymadığını sordum. ‘Adıyaman-Menzil’ dedi ve bilmiyorum manasında dudak büküp, kafa salladı. Kurtuluşun orada olduğunu ve eğer imkânı olursa kesinlikle gitmesi gerektiğini söyledim. Elleri omzumda Adıyaman-Menzil kelimelerini tekrar ederken müsaade istedim. ‘Gitme biraz daha oturalım’ dedi. Belli ki yalnız kalmak istemiyordu. Sözünü dinledim ve kırmayaraktan bir müddet daha oturduk. Bir emrinin ve isteğinin olup olmadığını soraraktan tekrar müsaade istedim ve ayaklandım. Ayağa kalkamıyordu ve bankta öylece oturuyordu. Elini uzattı ve yardımım ile kalkaraktan beni gayet samimi bir eda ile kucakladı. Bir sigara daha istedi. Paketten üç dal sigara uzataraktan birini yaktım. Bin bir duayı bir ederekten ve dilinde Adıyaman-Menzil kelimelerini tekrar ederekten Kanlı Dere’nin sokak lambaları ile aydınlanmış kaldırımlarında birbiri ardınca zikzaklar çizerekten karanlığa doğru yol aldı. O giderken Rabbime dua ve niyaz etmekteydim arkasından bakaraktan. ‘Ne olur Ya Rab, Sen ona hidayeti nasip et!’
Döndüğümde Adem yoldan geçen birinden sigara istiyordu. Beni görünce yüzünde eski bir dostu görmenin sevinci vardı. Nerede kaldın, arkanızdan geldim ama yetişemedim, çok geç kaldın dedi. Yukarı parkta biraz oturduk ve oradan evine gönderdim gitti dedim biraz yürek sancısı ile. İspiyon olmasın ama şurada iki kız iki erkek gecenin bu saatinde esrar içiyorlardı. Bende polisi aradım dedi. Bunların ailesi yok mu arkadaş bu saatte geziyorlar dedi. Yok ağabey maalesef bunların ailesi yok dedim içim ezilerekten.
Tekrardan banka oturduk ve birer sigara daha yaktık. Adımı unutmuş olmalı ki tekrardan sorma gereği hissetti. Adımı ve öğrenci olduğumu söyledim. Kendisi inşaatlarda çalışıyormuş. Ama şu an iş olmadığı için boştaymış. Elinin sıcaklığı hala duruyordu. Galiba yüreğindeki sıcaklığı dışına vuruyordu. Hâlbuki benim ellerim buz gibiydi. Aslen nereli olduğumu, nerede oturduğumu vs. sorduktan sonra derin bir muhabbetin ve dostluğun kapısını aralamış oluyorduk.
Bir an önümüzdeki mescidin yanındaki kabirlerin bulunduğu odayı tahayyül edip hepimizin çıkış olarak tek bir kapısının olduğunu söyledim. Dünya iki kapılı bir hana benzer.   Bu hanın dört beş tane de penceresi var elbette. Ama pencereler dikenli tel örgülerle çevrili. Eğer o handan sağ salim çıkmak istiyorsak kapıya, yani kapının sahibinin yanına gitmemiz gerekir ki, hem bu dünyada hem de öbür dünyada rahat edelim. Yok, pencerelerden çıkmak istersek üstümüzün başımızın kan revan içinde kalmaması ihtimal dâhilinde değildir. Onun için hanın kapısının sahibinin yanına varalım. Bu zamanda O Kutlu Kapıya gitmek Adıyaman- Menzil’e gitmek ve oradaki Mübarekten tövbe almak gerektiğini yine dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Hayli muhabbet ettikten sonra vaktin geç olduğunu ifade ederekten ayrılmam gerektiğini söyledim ve müsaade isteyerekten ayağa kalktım.
Tam ayrılmak üzereyken aç olup olmadığını sordum. Benimki de sual ya! Gecenin bu vaktinde gidecek bir yeri olmayan birinin karnının tok olduğu nerede görülmüş? Hemen koluna girip Ulu Camii’nin altındaki sürekli paça içtiğimiz yere oturduk. Dostlar ile sürekli orada oturup paça içerdik. Lakin bizim paça içmekten muradımız karnımızı doyurmak da değildi. Amacımız dostlarla birlikte olmak ve muhabbeti derinleştirmekti. Yemek esnasında da muhabbetimize devam ettik. Çaylarımızı içerken bir grup genç geldi ve tüm hoppalıklarını sergileyerekten bizi ve etrafı rahatsız etmekten geri kalmadı. Tüm bunlara rağmen içtimai ahlak hususundaki hassasiyetini ortaya koymak isteyen Adem, gözlerimin içine manalı bir eda ile bakarak, ‘Bunlar da bizim gençliğimiz’ dedi. Maalesef bu gençlik bizimdi. Bu nesil her şeyine rağmen bizim eserimizdi. Tüm bunlardan sorumlu olan bizlerdik. Onun için suç onlarda değil bizdeydi. Suçumu gönlüme itiraf ediyorum ve kesilen cezaya gönül rahatlığıyla ‘Eyvallah’ diyorum. Gençlerin tüm hoppalıklarına göz yumaraktan çaylarımızı bitirdik ve ayrılık vaktinin gelip çattığını ikimiz de fark ettik.
İkimizin de gözlerinde mahzun bir bakış vardı. Sanki kırk yıllık dostluğumuz vardı ve bir daha görüşememek üzere ayrılıyorduk. Bundan sonra görüşüp görüşemeyeceğimiz meçhul olmakla birlikte, onu yalnız başına bırakmanın da hüznünü yaşamaktaydım. Öyle ya; ‘Olmazları olduran ve olurları olmaz kılan tek ve bir Rab O değil mi?’ Karanlık ve soğuk gecelerde yalnız ve kimsesiz kalmanın ne olduğunu kitaplarda bulamazsınız. Soğuk kış gecelerinde, sokakları kendisine dost ve yâr edinenlerin halinden, soba ve kalorifer yanında Millet nutku atanlar ne bilsin? Yıkılsın tüm ‘Fildişi kuleler!’ Soğuk elimi sıcacık ellerine alaraktan, ağlamaklı bir göz ile bana bakıp ‘Allah yapılan hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmaz’ dedi. Hâlbuki yaptığım şeyi bir karşılık bekleyerekten de yapmamıştım. Ayrılırken sigarası olmadığı aklıma geldi ve paketten bir dal kendisine uzattım, bir dal da kendim yaktım. Paketi kendine vermeyi de ihmal etmedim, zira gece uzun ve hava soğuktu. Uzun ve soğuk gecelerde sigara gibi dost olamazdı. Paçacının önünde derin bir muhabbet ve hüzün ile sarılaraktan ayrıldık. Gidecek bir yeri olmayan birini, götürecek bir yerimin olmaması beni derinden yaraladı ve gidecek bir yerim olmasından utandım. Eve vardığımda yatağı kendime düşman olarak görüyordum ve sabaha kadar yatağa girmeye ar ettim.
Belki de halimizi beğenmeyerekten sürekli şikâyet üzere yaşamamızın ne kadar yersiz olduğunu şimdi daha iyi idrak etmiş oluruz.  Sıcak yatağımızda karnımız tok bir şekilde yatarken, soğuk gecelerde dışarılarda birilerinin var olduğunu unutmamamız gerekmektedir. Komşumuz aç ve biz hâlâ tok yatabiliyor muyuz? Yoksa biz O’ndan değil miyiz?

***
  BİZE DAİR
 
                            Hacı Ahmet ERALP’e
 
Adanmışlar ve aldanmışlar
Biz önce adanmayı seçtik hayatta
Belki aldanmış da olabiliriz
Lakin hiçbir zaman
Aldatmayı kendimize yakıştıramadık
Ve ol sebepten hiç kimseyi aldatmadık

Batıl ile kazanmak ve Hak ile aldanmak
Arasında bir tercih hakkımız olduğunda
Tereddütsüz Hak ile beraber olduk
Sonunda aldanıp kaybetmek olsa dahi

Ya adanan ol ya da aldanan
Kesinlikle aldatan olma
Çünkü aldatanlar bizden değildirler

***

SENSİN

Damlamadı kelimelere mana
Çün kelimede mana sensin
Kelimelerden müberra bir hayat var karşımda
Hayatıma mana katan sensin
Sana adanmış bir ömür yaşamaktır gayem
Niyazım adağımın kabul olunmasıdır
Kapına geldim, gelen sensin
Gelen sen, sen…



***

KAVRAMLARI DEĞERLENDİRİRKEN

    Bir çağı bütünüyle eleştirmek, bütünüyle yüceltmek kadar yanlıştır’ der Cemil Meriç. Esasında burada çağ kavramını sembolik manada değerlendirebiliriz. Yani çağ yerine herhangi bir kavramı, olayı veya kişiyi koyup yine aynı yoldan hareket edebiliriz. Demokrasi kavramını bu meyanda değerlendirecek olursak köktenci bakış açısından uzak, eskilerin ‘Yiğidi öldür, hakkını yeme’ düsturu ile hareket etmek en doğrusu olacaktır. Lakin yanlışlarını da belirtmek gerekmektedir ki o zaman amacımız tam manasıyla yerine ulaşmış olsun. 
   Bu kavramı veya diğer kavramları değerlendirirken meydana çıktığı şartları göz önünde bulundurup, ona göre bir yorum getirmemiz gerekmektedir. Tarihi şartları içerisinde gerekli olan ve olması gereken bir durum veyahut olay, üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra gereksiz ve hatta muzır bir yapıya bürünebilir. Kavramın doğuşunda faydası bulunan etkenleri ve olumlu manada etkisi bulunan kişileri de göz ardı etmemek gerekmektedir. Bununla birlikte o dönemde ve sonraki süreçlerde yapılan eleştirileri de bilmekte fayda vardır.
   Yine kavramların değerlendirilmesinde düşülen yanlışlardan biri de kavramın meydana çıktığı ülkenin kültürel, siyasal, ekonomik ve toplumsal yapısı ile uyuşup uyuşmadığına dikkat etmeden, temsili olarak, ‘Avrupa’da uygulandı ve çok ciddi fayda sağladı. Eğer biz de aynı şekilde uygularsak bizde de aynı sonuçlar olur’ ifadesinde bulunmaktır. Bu husus ile alakalı Cemil Meriç şu ifadede bulunmaktadır: ‘Biz ekonomiko-sosyal bakımdan ve üst-yapı müesseseleri bakımından Avrupa’dan çok farklıyız. Avrupa bizim şamarlarımızla düşünceye itildi.’ Bu ifadeler hayatımıza uyumsuzca yerleştirilen kavramların adeta bizi ifade beyanında savunulması, durumun vahametini ortaya koymaktadır. Batı’nın meyvelerini kendi ağacımıza asarsak, efendisinin ilacını yutan uşak gibi oluruz. Ve Tazimattan bu yana aydınlarımız Batı’lı efendilerinin ilaçlarını aşırıp, onları kullanaraktan iyi olacağını zannetmektedirler.
   Orta Çağ Avrupa’sında feodaliteye karşı gösterilen özgürlük mücadelesi burjuvazinin başarısı ile sonuçlanmıştır. Lakin perdenin arkasında bırakılıp görülemeyen bir durum vardı ki, o da geçmişte ‘feodalite-kilise evliliğinin’ artık ‘burjuva-kilise evliliğine’ dönüşmüş olmasıdır. Tabi bu süreçte kilisenin, burjuvanın çıkarları doğrultusunda, sekülerleşmesini de unutmamak gerekmektedir. Değişen araçlarda ufak birtakım değişiklikler olmakla birlikte amaç yine aynı olarak durmaktadır: Kilisenin egemenliği ve halkın yine ezilen-sömürülen sınıf olarak kalması. Feodal dönem ile devrim sonrası dönem arasında fark yok mu sorusu belki de akıllara gelen ilk soru olacaktır. Evet, fark vardır. Bu fark feodal dönemde halkın isteği olmadan yani zorla sömürü iken, devrim sonrası dönemde halka verilen sözde haklar ile hegemonyanın devamlılığı için sömürü yapılmaktadır. Yani isteyerekten sömürtme. 
    İdeolojiler idrakimize giydirilen deli gömlekleridirler, itibarları menşelerindendir. Tüm ideolojiler Batı menşelidir. Tanzimat döneminden sonra sonu gelmez bir Avrupa hayranlığı başlamıştır bizde. Dünyaya Batı’nın tuttuğu aynadan bakma hastalığı. Bu doğrultuda Batı’dan gelen her şeyi doğru kabul edip herhangi bir sorgulamaya gerek görmeden uygulamaya çalışmışız. O dönemden sonra hayat şeklimizde ve zihin yapımızda ciddi manada tezatlar ortaya çıkmıştır. Yaşama şeklimiz ve devletin bürokratik kanadının çoğunluğu Avrupalı gibi olsa da, zihin yapısı olarak özde Asyalı olarak kalmaya devem ettik. Yani tam manası ile Avrupalı olmayı başaramazken, Doğulu olarak da kalamadık. Cumhuriyet döneminde yapılan inkılâplar Batılı olma projesini hızlandırma çalışmaları olarak değerlendirilebilir. Milletin değerleriyle uzaktan-yakından alakası bulunmayan bu sözde devrimler ve devrimbazlar, beklenen ilgiyi görmemiş ve ‘kendileri çalıp, kendileri oynadıktan sonra’ yer ile yeksan olmaya mahkûm olmuşlardır.
   Ayette ‘Onların işleri aralarında şura iledir’ buyrulmaktadır. Aslında bu ayet bizim için bir uyarı niteliğindedir. Verilecek herhangi bir kararda istişareye başvurulması gerektiği ve bununla karlı çıkanın yine biz olacağı söylenmektedir. Cumhuriyet döneminde, ilk meclisin başkan koltuğunun hemen arkasında, üst tarafta yazılı olan ‘onların işleri aralarında şura iledir’ ayetinin daha sonraları kaybolması ve yerine egemenliğin millete ait olduğunu vurgulayan ifadelerin olması, uzun yıllar çok partili hayata müsait olmadığı bahane edilerek, ülkenin tek parti diktası tarafından yönetilmesi yönetimdeki kadronun demokrasideki samimiyetsizliklerini ortaya koymaktadır. Esasında ülkede egemen sınıf halk değil elit kadroydu. Sultan ikinci Abdülhamit dönemini istibdat dönemi olarak ifade edenler, asıl istibdadı İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükûn kanunu ve buna benzer uygulamalarla paranteze alınması gereken Cumhuriyet döneminde ortaya koymuşlardır.
   Fikir akımlarının ülke ve millete faydası veya zararının, milletin değerlerinin temel alınarak tartışılması, eleştirilmesi gerekmektedir. Aydın kesimine bu hususta büyük görev düşmektedir. Aydın kesiminin konudan çıkardığı yorumlarla ileriye yönelik birtakım çalışmalarda bulunması ve bu şekilde millete yol göstermesi gerekmektedir. Diğer bir deyişle; millet, ayağında pranga olarak gördüğü her türlü tahakkümden kurtularak, en iyi olduğu varsayılan kararları yine aydınların yol göstermesi ile alacak, milletin değerleri ile ilgisi olmayan ve zararı olan, ilmi herhangi bir dayanağı da bulunmayan bilgi ve teorileri bir kenara bırakacaktır. Aydın kucağında yaşadığı toplumun üvey evladıdır. O dünün, ya da yarının çocuğudur. Vereceği kararlar bugüne endeksli değil, dünün ışığı çerçevesinde yarınlara yönelik olmalıdır. Peki, aydın olarak kabul edilecek kişilerin vasıfları ne olmalıdır?  Öncelikle milletin değerlerinden habersiz yaşayan kişilerin aydın olarak kabul edilmesi abesle iştigaldir. Bundan dolayı bu kişilerin milletin değerlerini çok iyi bilmesi ve bu değerleri özümsemiş olması gerekmektedir. Aydınlarımız öncelikle insan olacaklardır. İnsanlık vasfını taşımayan kişilerin toplumda zararlı bir konumu olacaktır. Bu durum toplumun kilometre taşı olan aydınlarda daha da kötü bir durum arz edecektir. Çünkü onlar toplumda ön planda olan kişilerdir. Yaptıkları ufak bir hata millet nezdinde çok büyük olarak görülebilir.  
   Kendi ülke ve milletlerinin değerlerine ve şartlarına göre birtakım çalışmalarda bulunan bazı fikir adamlarını ve ortaya attığı fikirleri bizim için de kabul edilebilir bulmak yanlış olarak nitelendirilebilir. Başta da ifade ettiğimiz gibi ülkelerin ve milletlerin şartları farklılık arz ettiği için aynısını uygulamak doğru olmayacaktır. Bu sebepten ötürü bizim rehber edineceğimiz kişiler Montesquieu, J.J. Rousseau, T. Hobbes, Machiavelli gibi kişiler değil; İbn Haldun, Farabi, İbn Rüşt, Gazali, Yusuf Has Hacip, Nizam-ül Mülk gibi medeniyetimizin temel taşları olmalıdır. Bu sözlerden maksat diğerlerini tanımayacağımız ve bilmeyeceğimiz manasına gelmemelidir. Onları da bilip geleceğe o şekilde atılımlarda bulunmamız bizim için en doğrusu olacaktır.

***

EY SEVGİLİ VE HATTA EN SEVGİLİ
‘Yar deyince kalem elden düşüyor
Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor’
Diyen Şair’e selam olsun…

Dilinde Yar ismi olanın, gönlünde aşk ateşi sönmezmiş.
Dilimden ismini düşürecek kadar uzaklarda olma ki gönlümdeki ateşin sönmesi yokluğuma yol açmasın Ey Sevgili. Bilirim ki Sen bana şah damarımdan daha yakın iken dünyalık mesafelerin bir önemi yoktur. Ama Sen de bilirsin ki bizler her daim gaflet uçurumunda gezeriz. Ne olur Ya Rab bizi senden ayrı bırakma. Gafletimize mağfiret eyle.
Leyla’yı sevmeyenler Mevla’yı sevmez derler. İsm-i Celil’i kendine Yar edinen Gerçek Sevgiliyi bulmuştur. O zaman yaratılanlara Yaratan’dan öte bir sevda beslemenin ne gereği vardır ki, sahte kapılar da vakit geçirip gönül eğlendire. Mübarek Yunus bizim yaratılmışa olan sevgimizin Yaratan’dan ötürü olduğunu nice seneler evvel söylemiştir.
Gerçek âşık, Hakiki Maşuk’una aşkını söyleyebilendir. Bu aşk kalpte başlar, dilde ve eylemlerde kendini ortaya çıkarır. O’nu o kadar çok sevmelisin ve kendini O’na o kadar çok adamalısın ki, dışarından bakanlar sende O’nu görmeliler ve sana deli demeliler. Sevgisi ile kendine deli dedirtemeyenin sevdasında hile vardır. Ne mutlu bu kutlu sevda yolunda deli olan gönül erlerine.
Gönlün yaşadığının ispatı O’nu anınca yüreğin kıpır kıpır etmesidir. Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur. Bize dünyalık huzur ve rahatın gereği yoktur. Huzuru O’nun kapısında O’nu anarak bulamayanlar Huzur-u İlahi’de görülecek hesaba hazırlanmalıdırlar.
Göz herkese bakar ama Bir Kişi’yi görür. Aslında göz Sevgili’yi görebilmek için vardır. Gördüğünü zannettiği şeyler ise sadece hayalden ibarettir. Dünya hayatının oyun ve eğlencesine aldananlar Gerçek Sevgiliyi göremezler. Kazananlar sabredenler olacaktır. Hakk’ın yanında kaybetmek ise batılın yanında kazanmaktan evladır.
Kelimeler Seni anınca mana kazanıyor. Sensiz, kelimeler sadece yığın olarak kalıyor. Hayatın mana kazanması ise Sen’li günler geçirmekle olacak iştir. Er Kişi ne güzel buyurmuştur bu hali ifade beyanında: ‘‘O’nu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O’nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.’’ Doğru ve güzel sözün üstüne söz söylemek edepsizliktir. Bizlere susmak düşer…
Bülbüllerin yanında karga gibi ötmek niye ey gönül! Yoksa sen konuşurken onların susmasıyla kendini bir şey mi sanırsın? Bilmez misin ki kargalar öterken bülbüller susar da karga ben susturdum sanır.

Sükût ehline selam olsun…

 ***

AHLÂKI PARÇALAYAN DİNAMİT: DANS/Bekir BÜYÜKKURT

Teknolojinin son onlu yıllarda ciddi gelişim sağlaması insanların hayatında bazı kolaylıklar sağlamakla birlikte birtakım sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Dönem itibariyle her şeyi internet ve televizyondan öğreniyoruz. Öğrenmenin yeri, zamanı, yaşı ve cinsiyeti olmamakla birlikte kaynakların güvenilir olması gerekmektedir. Yalan yanlış her türlü malumat yığınının ortalıkta cirit attığı bu zamanlarda internet ve medyanın söylediği her şeye inanmamamız gerekmektedir.
            Elle tutulur, gözle görülür örnekler insanların zihninde her zaman daha kalıcı olmaktadır. Bu sebepten dolayı tarihçesi çok eski olmamakla birlikte temel olarak yine Avrupa’ya dayandırılabilecek dansı ele alacak olursak; dans ilk defa Sultan Süleyman döneminde Fransa’da meydana çıkmıştır. O zamanlarda Osmanlı’nın sınırları Avrupa’nın ortalarına kadar gitmektedir ve Fransa’ya dayanmaktadır. Bu dans denen melun şeyin yapıldığını duyan Kanuni, zamanın Fransa kralı Françesko’ya şu mektubu yazmıştır:
             “Ben ki Sultân-ı salâtîn-i zamân burhân-ı havâkîn-i âvân tâc-bahş-i husrevân-i cihân, zıll-ul lâh-i’l-melik-i’l-mennân Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Şâm ve Haleb ve Karamân ve Rûm’un ve vilâyet-i Dulkadîriyye'nin ve Diyâr-ı bekir'in veÂzerbaycân ve Vân’ın ve Budin ve Tameşvar vilâyetlerinin ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medîne’nin ve Kudüs’ün ve Halîl-ü’r Rahmân’ın, küllîyen diyâr-ı Arab’ın ve Yemen’in ve Bağdâd ve Basra ve Cezâyir vilâyetlerinin ve dahi nice memleketlerin ki âbâ-i kirâm ve ecdâd-ı i’zâmım –enarallâh ü berâhinehüm- kuvvet-i kahîre ile fetheyledikleri ve cenâb-ı celâlet-meâbım dahi tîğ-i âteş-bâr şemşîr-i zafer-nigârım ile fetheylediğim nice diyârın sultânı ve pâdişâhı hazret-i Sultân Bâyezîd oğlu Sultân Selîm Hân oğlu Sultân Süleymân Şâh Hân’ım; sen ki Frençe vilâyetinin kralı Françesko’sun; sefîrimden aldığım mazharda, memleketinizde, dans nâmı altında, kadın erkek birbirine sarılmak su’retiyle, alâmeleinnas icrâ’-i luğbîyât yapılmakta olduğu mesmu’-ı şahânem olmuştur.
Hem hudûd olmaklığımız i’tibâriyle, işbu rezâletin memleketime de sirâyeti ihtimâli muvâcehesinde nâme-i hümâyûnumun yed'ine vüsûlünden i’tibâren işbu rezâlete hatîme verilmediği takdîrde ordu-yı hümâyûnumla bizzat gelüb işbu rezâleti men’e muktedirim.”
Rivayet odur ki bu mektuptan sonra Fransa’da dans müptelası yüz yıl yasaklanmıştır. Esasen Avrupa’da sözlerine itimat olunan hekimler ve içtimaiyat âlimleri dansın zararını ispat için diyorlar ki: “Yakinen tahakkuk etmiştir ki dans fertlerin seciyesini, ahlakını, sıhhatini tahrip edip musallat olduğu cemiyetlerin manevi bünyesini kemirdikten başka fuhşu artırıp münakehatı azaltarak nüfus buhranı denilen felaketi ihdas etmek suretiyle milletin maddeten sönmesini çabuklaştırıyor.” Maksadımız Avrupa’yı kendimize bir ispat metodu olarak görmek değildir. Lakin var olan bir yanlışın çıktığı ülkede ne gibi tepkiye yol açtığını da bilmek gerekir.
Milletlerin şahsiyeti o toplulukta yaşayan fertlerin şahsiyetiyle paralel bir durum arz etmektedir. Pompei kavmi bu hususta verilecek örneklerin başındadır. Ahlaksızlığın zirvelere ulaştığı dönemde Allah’ın gazabı kendilerini bulmuştur. Değerlerin yaşanması noktasında gösterilen gayretlerin hiçbir zaman boş olmadığını ise ahlaka sımsıkı sarılan milletlerin adil yönetimle dünyaya nizam verdiğine tarih şahitlik etmektedir. O dönemlerin adil yönetimini arayan insanların öncelikle tekrar öyle bir millet olmaları gerekmektedir. Bunun yolu ise tekrar milli-manevi ahlak ve karakter inşasına yönelme ile olacaktır.
Peygamber Efendimiz’in(SAV) vefatından nice seneler sonra gençler, yani Efendimizin son zamanlarına yetişenler veyahut da tabiinden olanlar, Hz Aişe Validemize sordular:
           ‘Ey annemiz, Peygamber Efendimiz’in ahlâkından bize bir şeyler anlatır mısın?’ Hz Aişe Validemiz de buyurdu ki: ‘Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’an ahlakıydı.’ Esasında bu cevap bugün bizlere verilen bir cevap niteliği taşımaktadır.

Sözümüzün başında medya ve internetin karmaşık yapısına kısmen de olsa değinmiştik. Günümüz insanı her hangi bir tutarlılığı olmayan ve bizi ifade beyanında kültür ve medeniyetimizle ilgisi bulunmayan birtakım mevzuları sanki bizimmişçesine savunan ve sunan art niyetli çevrelerin oyunlarına kurban gitmektedirler. Gündemdeki Kanuni Sultan Süleyman’ı ve o dönemin yapısını anlattığını zanneden malum diziyi bu meyanda değerlendirebiliriz. Esasında onlara da suç bulmamak gerekir ki; onlar kendi ecdadını anlatmaktadırlar.  Fakat asıl sorun şu ki; Anadolu insanına tarih ve medeniyetimizin zirve yaptığı dönem sadece harem olarak gösterilmektedir. Dizinin yapımında bulunan kişilerin tarihe oryantalist bir bakış ile yaklaştığı, malum dizinin adından da anlaşılacaktır. Biz Sultan Süleyman için Kanuni unvanını kullanırken, Batılılar daha çok Muhteşem unvanını kullanmaktadırlar. Bu da diziyi organize edenlerin Batılı bir zihin yapısına sahip olduklarını göstermektedir.
Kırk altı yıllık hükümdarlık döneminin sadece bir buçuk yılını payitahtta geçiren koca Sultan’ı sadece harem ile ifade etmek ve millete öyle tanıtmaya çalışmak ihanetin en büyüğüdür ve bir gaflet halidir. Velev ki öyle bir şey olacak olsa dahi; Ali Cemali Efendi (Zembilli) ve Ebussuud Efendi gibi, sadece Osmanlı tarihinin değil, dünya hukuk tarihinin de takdir ettiği dirayetli ve kifayetli iki cevher ismin şeyhülislamlık yaptığı bir devirde, dini inançlara aykırı davranışlarda bulunmak, Sultan Süleyman gibi son derece güçlü bir padişahın bile haddi değildir.
Hayata doğru pencereden bakmak milletlerin her zaman faydasına olan bir durum olarak değerlendirilir. Tarih yanılmadan insanlara ibret alınması gereken bir kaynak olduğunu tekrar tekrar göstermektedir. Tabi ibret mevzuu da diğer durumlarda olduğu gibi yine anlayana bir şeyler anlatmaktadır.
‘Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.’

***
YÜREĞİ YEMENDE KALANLAR
"Ahmet Doğan İlbey Ağabey' e  selam ve Hürmetle"    
       
Bizler savaşla beraber doğan bir milletin torunları olarak dedelerimizden savaşı miras olarak aldık. Ve çocuklarımıza da savaşı miras olarak bırakacağız. Yemen, bin üç yüz yıl önce görülen rüyanın, kendisini küçük cihad ile göstermesinin adıdır. O rüyadır ki bizi biz yapan değerler hep onda saklıdır. O rüya, bizde görev şuuru uyandırdığı için hesap yapmamıza engel olmaktadır. Hayata o rüya ile uyandık biz. Ve dost-düşman bizi hep o rüya ile tanıdı, tıpkı bizim dost ve düşmanı o rüya ile tanıdığımız gibi. Rüyamızda görülen ebedi mutluluğun mücadelesinin verilme yeridir Yemen. Yegâne varlık sebebini islamın yüceler yücesine ulaşması için küfre ve fitneye karşı verilen mücadele ile kodlayan bir milletin yürek sızısıdır Yemen. Kadın ve kızlarımızın namuslarının çiğnenmemesi, şanlı bayrağımızın yerlerde sürünmemesi için verilen mücadelenin adıdır Yemen. Savaş ilan olunduğunda hiçbir şekilde geriye dönmeyen fedakâr vatan evlatlarının yazdığı destandır Yemen. Mesafelerin uzaklığının hiçbir mana ifade etmediği, Mübarek Vatan topraklarının son hudutlarına gidenlerin yazdığı destandır Yemen. Gidenlerin gelmediği, gelenlerin ise kendinden bir parçayı oralarda bıraktığı yerdir Yemen. Torunları: ‘Dedemiz Yemen’de kalmış, orası da bizim vatanımız desinler diye oralarda kalanların gösterdiği fedakârlığın adıdır Yemen. Ve Yemen’de mücadele verenler Milletimizin en talihsiz döneminde mücadele veren; İnce elbise ve yırtık potinle, pek çoğu çarıklı Yemen neslidir. Yemen çölü bunca şehidin kanıyla; anaların, gelinlerin ve yetimlerin bir köşecikte akıttıkları gözyaşlarıyla yeşermeyen yerdir.  Öyle ki; o kan ve gözyaşları yağmur olup yağsaydı, Yemen çöllerinin bağrından ormanlar fışkırırdı. Yemen çölleri göz alabildiğine uzanan bir büyük Türk şehitliğidir. Gün ağarırken kendilerini rüzgârın ve kuşların dünyasına bırakanlar o şehitlerin seslerini duyacaklardır. Dikkatlerini biraz daha artıranlar Muş’lu Sabahaddin’in güzel sesinden Yemen Türküsü’nü dinleyebilirler:
            ‘Kışlanın önünde redif sesi var
              Bakın çantasına acep nesi var
              Bir çift kundurayla bir de fesi var
                        Adı Yemen’dir, gülü çemendir
                        Giden gelmiyor, acep nedendir.’
Gerçekte Diyar-ı Yemen’de ne olup bittiğini resmi bir tarihin ve milli eğitim kitaplarının kuru sayfalarında göremezsiniz. O diyarlardan yabancı bir eda ile bahsedilir ve hemen üstü kapatılmaya çalışılır korun ateşe dönüşmesinden korkulduğu için. O gün Yemen’i bırakanlar, daha sonraları Anadolu’yu hatta İstanbul’u bırakmaya çalışanlardır. Büyük bir acı ve yürek yangınıyla söylenmiş Yemen Türküsü, geçmişte yaşanan acıları, resmi tarihin yasakladığı tarihi gerçekleri yüreklice dile getiren türkünün adıdır. Mehmet ve Memişlerin gözü yaşlı analarının, nice yaşmaklı gelinlerin bir ağıt uzunluğunca da olsa, yüreğinin sükûn bulması için yakılan ağıttır Yemen Türküsü.
            Hele bir de bugün kalbi Yemen’le atanlar yok mu! Yemen ve Yemen Türküsünün adının geçtiği bir yerde O Aziz Dost’tan bahsetmemek vefasızlığın ve yanlışın en büyüğüdür. Yemen adını duyunca kalp atışları hızlanan, gözleri çakmak çakmak olup, dışına akıtamadığı gözyaşlarını yürek yangınını söndürsün diye derununa akıtan Yemen Dostu. Yüreğinin yangınını bir fırt çektiği sigarasının dumanında görürsünüz O Dostun. Ağzından çıkan Yemen sözünün yüreğinde-yüreklerde de Yemen yankısı yapması, yürekten gelen Yemen sevdasının delilidir. Esasında söz konusu Yemen olduğunda O Dostun yanında delil aramak da edepsizliktir. Çayında Yemen, sigarasında Yemen, sözünde Yemen, özünde Yemen; hâsılı O’nda Yemen’i, Yemen’de de O’nu görürsünüz. Yemen Türküsü yürek yangınını kat be kat artırmaya yetiyor artıyor da. Aslında artmasının sebeb-i hikmeti yüreklerimizin hafifliğinden kaynaklanmaktadır, Yemen’in ağırlığından değil. Dünyanın zevk ve safa âlemine dalmışların Yemen’den nasipleri yoktur. Bundan yüz küsür yıl önceki neslin fedakârlığını göze alamayanların Yemen adını duyunca yüreğinin burkulup, burnunun direğinin sızlamaması normaldir. Millet ve devletin bekası için gözünü kırpmadan canını verenlerin torunları acep bugün aynı gaye için kılını kıpırdatır mı bilinmez ama her dönemde, beden farklı olsa da ruh ve fikir itibarıyla aynı değerler peşinde koşan insanlar olacaktır. Tıpkı Bedir, Uhut ve Hendek gazvelerinde gösterilen fedakârlığın; Malazgirt, İstanbul, Çanakkale, Yemen ve diğer kutlu gazvelerde gösterildiği gibi.
            Tarihi sadece okunup geçilesi bir zaman dilimi olarak gören milletlerin gelecekte aynı akıbete uğraması hiçte ihtimal dışında değildir. Tarihi birer ibret vesikası olarak görmek geleceğe atılacak adımların en doğrusu olsa gerektir. Bu sebepten dolayı bizlere düşen nesl-i ati’ye, mazide olduğu gibi, sağlam inanç değerleri bırakmak için vazifemizin farkında olmak ve bu uğurda herhangi bir fedakârlıktan kaçınmamaktır. Zafer, bizim ecdadımıza layık olmamızla gerçekleşecektir. Yolu bu gün Yemen’e düşenler o kum yığınlarının altında ana baba yavrularının yattığını hiçbir zaman unutmamalıdırlar. O dönemde yoksul kalmış, baba sevgisini tadamamış çocukların yerine gözyaşı döküp onların sızısını yüreğinde duyması gerekmektedir. Sözümüzü Kuşçubaşı Eşref Bey’in İngiliz ajanı Lawrence’a verdiği cevap ile bitirelim: ‘Buralar ne sizin ne de sizin olacak. Milletlerarası şartlardan dolayı maddi varlık olarak buralardan uzaklaşabiliriz; ama unutmayın ki bizim serverimiz, önderimiz Hazreti Muhammed’dir. O iki cihan güneşi adına hiçbir millet evlatlarını bizim kadar cömertçe harcamadı. Memleketinden, doğup büyüdüğü, yaşadığı yerlerden çok uzaklara itilsek bile O yüreğimizdedir. Yüreğimizdeki sevdayı kimse söküp alamaz. Biz o sevda ile bir gün güneş olur, bora olur, yıldırım olur yine buralara geliriz. Dünya pek büyük rüzgârlara gebe; kısa bir süre sonra sizi buradan savurup atacaktır.’
Her metre kare toprağında şehitlerimizin kanı olan Yemen topraklarından hiçbir zaman vazgeçmeyeceğimizi dost ve düşman bilmelidir. Ve İngiliz son sözü sana Sudan’lı Zenci Musa söylesin; ‘Seninle hesabım daha bitmedi.’
***

AMA ÜSTADIM CEMİL MERİÇ/ Bekir BÜYÜKKURT

"Değerli büyüğüm A. Doğan İLBEY'e saygılarımla"
    
      Çocukluk devri insan kaderinin çizildiği dönemdir. Herkes top koştururken, ip atlarken, seksek oynarken gözlüklerinden dolayı dışlanmak. Bir başına kalmak. Kitapların dünyasında bir başına. Dört yaşında dört derece miyop.
     Düşman dünyada dostsuz büyümesi onu ister istemez kitapların dünyasına, kütüphaneye, has bahçesine kaçırmıştır. Kitapların arasından her asırda düşünen birkaç kişiden biri çıkmıştır. Kaknus kuşu. Ve o kişi ki kültürümüzün mihenk taşlarından birisi olmuştur. Nasıl ki zamanı gösteren bir saate ihtiyaç vardır, ve yine nasıl ki yön tayininde bulunmamıza yarayan bir pusulaya ihtiyaç vardır; işte bundan daha öte insana düşünmeyi öğreten, deli gömleklerinden kurtulunması gerektiğini ifade eden, temsil ettiği değerleri lekelememek için açlıktan kıvranmaya razı olan, ömrünü talebelerine ve kitaplara vakfeden birine daha çok ihtiyaç vardır. Çünkü düşünceye olan ihtiyaç diğerlerine göre günümüzde daha çok kendisini hissettirmektedir.
     Cemil Meriç, yaşandığı dönemde kadr-ü kıymeti bilinmeyen, zihin sıkleti çağa ağır gelen, kalabalıklar içinde yalnızlığı ruhunun derinliklerine kadar hisseden bir fikir adamı idi. Aç ve yalnız. Açlıktan çok yalnızlıktı onu isyana sürükleyen. Kalabalıklar içinde yalnız kalmak.
     Konu hazırlık sürecinde yüzlerce kaynakla karşılaşma imkânım olmakla birlikte esasında ne kadar büyük bir fikir adamının hayatını ve can damarı konularından sadece birkaçı olan batı ve aydın kavramlarının kendine has üslubuyla harikulade bir şekilde ifade edildiğini küçücük havsalam ile görmeye çalıştım. Bu süreçte kendimi çoğu zaman Ummanların ortasında kaybolmuş bir halde buldum. Bazen tam kendimi bulduğum anda kendimi kaybettiğimi fark ettim. Varlık ile yokluk arasında bir süreç yaşadığımı hiç inkâr edemem. Kâh en yüksek dağların zirvelerinde gezindim, kâh okyanusların derinliklerinde boğuldum; bir kelimede Paris sokaklarında gezinirken, diğer bir kelimede Hint bilgeleriyle birlikte oturdum; İstanbul sokaklarını adım adım, sokak sokak birlikte gezdik. Birlikte sürgün edildik, soğuk kış gecelerinde birlikte üşüdük. Ve gözlerini dünyaya kapatması ama gönül gözünü her daim açık tutması. Gözlerini kaybettiğinde gözlerimden utandım. Görmek hiç bu kadar zor gelmemişti. Lakin esasında gözleri olmayan bizdik. Bakıyor ama göremiyorduk.
     Aydınlarımız önce insan olmayı unutmuşlardı. Kendi mukaddeslerinden habersiz yaşayan şuursuz bir yığından öteye gidemediler. Ve hiçbir zaman düşünmediler. Hep maruz kaldılar. İdrakleri sıkı sıkıya sarmalanmış ve her şeyi anne kuştan bekleyen yavru kuş misali hep Batı’nın ağzına baktılar. Batı’nın kusmuğunu içtiler. Sorgulama yoktu. Milletin değerlerini nass olarak ifade edip buna karşı olanlar kendi nasslarını ürettiler. Düşüncenin cezası urgan. Hangi düşünce. Zihnimiz iğdiş edilmiş. Benliğimizi unutmuşuz. Hepimiz birer mankurtuz.  Hafızasız nesiller amalgamı. Ne Batı’lı olabildik, ne Doğu’lu kalabildik. Arafta bir ömür geçiriyoruz. Uçurumun kenarındayız, ha düştü ha düşecek… Batı’yı tanımadan onu eleştirmek sadece küfürle olur. Tüm damarlarına kadar tanıyıp ondan sonra eleştirmemiz gerekmektedir. Şu hiçbir zaman unutulmamalıdır ki; bütün camileri yıksak, bütün Kur’an’ları yaksak Batılının gözünde biz İslam olarak kalacağız. İslam, yani Doğu.
*   *   *

MÜSLÜMAN’IN MODA İLE İMTİHANI


                                                            
Kelime manası itibariyle moda; toplum yaşamına giren geçici yeniliği, bir şeye karşı gösterilen geçici düşkünlüğü ifade etmektedir. Sizlerinde dikkatini celp ettiği üzere modanın temelinde bir geçicilik söz konusudur. Esas itibariyle moda, gelenek ve göreneklerinin çizgisinde yürüme gayreti içerisinde olan milletlerin maruz kaldığı ve kapitalist sistemin devamlılığı noktasında önemli bir yere sahip bulunan bir mevhumu ifade etmektedir. Düşünmeyi bırakıp ataleti kendilerine şiar edinen milletler Cemil Meriç’in ifadesiyle maruz kalmaya mahkûmdurlar. Yığın düşünmez, maruz kalır. Modernizmin hayatımıza, kapıdan buyur edilmeyince bacadan girmesi sonucunda, hayatı algılama ve yaşama şeklinde bir takım farklılaşmalara gidilmiştir.
İslam’dan kopmak istemeyen ama aynı zamanda modern bir hayatı da yaşamak isteyen muhafazakâr kesimin modayı takip etme isteği ve bunu savunma gayreti içerisine girmesi yapılan yanlışın başını çekmektedir.
            Aslında moda özü itibariyle bir harcama, tüketme kültürü olduğu için dindar birinin modaya kolay kolay teslim olmaması gerekmektedir. Bir kat elbiseyi hanımıyla birlikte giyen Sahabe Efendimiz, cübbesinde yüz yama bulunan Halife Hz. Ömer Efendimiz ve hanımının mutfakta yiyecek bir şey kalmadığını söylemesi üzerine şükredip evinin Peygamber evine benzediğini ifade eden Mevlana Hazretleri bizlerin önünde birer kutup yıldızı misali dururlarken acaba örnek almamız gereken kişiler televizyon, gazete ve dergilerde gördüğümüz kişiler mi olmalıdır? Tüketim virüsüne müptela olmuş, tüketerekten huzura kavuşacağını zanneden, ârafta geçen hayatlarının huzursuzluğunun giderilmesi için tüketimin kucağına kaçan, Doğu’lu kalamayıp Batı’lı olmayı da yüzüne gözüne bulaştıran insan tiplerinin yegâne kurtuluş reçetesi kendimiz olarak kalmaktır. Belki alışveriş yaptıkça daha mutlu olduğumuzu zannediyoruz; ama temelde sürekli daha fazla tüketiyor ve moda bağımlısı, internetten her gün indirimleri takip eden bir toplum olma yolunda emin adımlarla(!) ilerliyoruz.
            Öğrencinin teki neden sürekli aynı elbiseyi giydiğini bir diğer talebeye sorduğunda verilen cevap yerinde ve halimizi ifade bayanında önemlidir: ‘Sizler ‘Bir lokma bir hırkadüsturunu bilmeyecek kadar bu medeniyete yabancı biri misiniz ki bana böyle bir soru yöneltebiliyorsunuz?’ Maalesef bugün halimiz bu cevaptan farklı değildir. İslamiyet noktasında söz ile mangalda kül bırakmayan bizler acaba İslamiyetten ve Müslümanlıktan ne anlıyoruz? ‘Komşusu açken tok yatan bizden değildirdiyen Hazreti Peygamber(SAV)’in ümmeti acaba bizler mi oluyoruz? Müslüman’ın hayat çerçevesi yemek, içmek, yatmak ve bedeni ihtiyaçların giderilmesi ise bizim hayvandan farkımız nedir? Modernizmin bizi bu kadar etkisi altına alacağını eminim modernizmin kendisi de tahmin edememiştir. Ve bu duruma kendisi de şaşırıyordur. Eskiden utanılan bir durum olan mal ile övünme bu günlerde övünç kaynağı olmuş durumdadır.
            Şekil itibariyle ne yapılırsa yapılsın öz olarak yapılan şey sürekli tüketmeye zemin hazırlıyorsa din merkezli hiçbir yaklaşım tüketim çılgınlığını meşru gösteremez. Dindar bayanların tesettür modasına esir olması ve bunun sonucunda onlarca çeşit başörtüsü, pardösü, etek-pantolon ve yüksek topuklu ayakkabı alma ihtiyacı(!) ve bunun bazı dindar yayın kanallarıyla meşrulaştırılmaya çalışılması ahval-i şeraitimizin hiçte iyi olmadığının belgesidir. Bu durum aynı şekliyle dindar erkeklerde de hiçbir eksikliğe mahal bırakmadan kendini göstermektedir.
            Medyatik ve sanal tüm tüketim bombardımanına rağmen yapılması gereken şey iktisat-tasarruf eksenli bir hayat sürmekten geçmektedir.  İsraf konusunda biraz daha temkinli davranıp temel ihtiyaçların iyi belirlenmesi gerekmektedir. Alışverişte kişinin kendisine sorması gereken ilk ve son soru şu olmalıdır: ‘Acaba bu benim için gerçek bir ihtiyaç mı, yoksa yapay-suni bir ihtiyaç mı?
            Nihayetinde hayat pergelinin sivri ucunu İslam merkezine saplamış Hazreti Mevlana’dan bir alıntı ile sözümüzü noktalamış olalım. Kendilerine; Şems gelmeden önce de namaz kılar, ibadetini yapar ve çevredekilere yardım ederdin, Şems geldikten sonra da aynı şekilde namaz kılıyor, ibadetini yapıyor ve çevredekilere yardım ediyorsun deyip değişenin ne olduğunu soranlara, verilen cevabın mana âleminden gelen bir cevap olduğu anlaşılacaktır: ‘Şems gelmeden önce üşüdüğümde ısınırdım, Şems geldikten sonra dünyada bir Müslüman dahi üşüyorsa, ısınmaya hakkım olmadığını anladım.’ Evet, moda ve tüketim çılgınlığını bir kenara itip, Mevlana Hazretlerinin bu sözünü kendimize rehber edinmemiz ve yeryüzünde açlara ve ihtiyaç sahiplerine gereken ehemmiyeti vermemiz, açlıktan ölen bir insanın varlığıyla hüzünlenmemiz ve mesuliyet duygusu içerisinde olmamız gerekmektedir.   
Fırat’ın kenarında bir kuzu zâyî olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesaba çekmesinden korkarım. (Hz. Ömer)

***
KİME BENZİYORUZ?
      
Şuurun kovuklarında akla dil çıkaran batıl inançlar yaşar diyor Hüseyin Cemil Meriç. Çürük diş gibi çıkarıp atılması güç inançlar. Bu inançları zihnimizden ve hayatımızdan çıkarmak oldukça zor…
        Tüm bunlarla birlikte bu inançların bizim değerlerimizdeki yeri nedir? Birileri tarafından bizim zihnimize uyumsuzca yerleştirilmesi ve bu durumdan hiçbir şikâyette bulunmayıp, bizi ifade beyanında, kabulümüz olması ne kadar doğru? Fikirlerimiz ve fikirlerimizin yansıması olan hayatımız birer frankeştayn olmuş.
        On üç sayısını buna örnek olarak verebiliriz. Batı için uğursuzluğun ve felaketin simgesi olan bu sayı acaba bizim için de aynı konumda mıdır? Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz(SAV)’in, miladi takvime göre, doğum tarihinin yıl olarak rakamlarının toplamı (5+7+1=13) on üç sayısını vermektedir. Bu durum onlar için elbette uğursuzluk ve felaket olacaktır. Çünkü Peygamberimiz(SAV)’in dünyaya teşrifinden sonra zulüm ortadan kalkmış ve zalimler zulmüyle boğulmuşlardır. Bu da zulmün ve zalimlerin sonunu getirmiştir… Yine aynı şekilde İstanbul’un fethinin, miladi takvime göre, tarih rakamları toplamı da (1+4+5+3=13) on üç sayısını vermektedir. Medeniyetlerin beşiği olan İstanbul’un küffarın elinden çıkması onlar için elbet uğursuzluk ve felaket olacaktır. Lakin bunlar bizim şeref levhalarımız olması gerekmektedir.  Müslüman bir insanın Batı’lı bir kafa yapısıyla düşünmesi ve hayatına bu doğrultuda yön vermesi abesle iştigaldir.
        Hayatımızda uğursuzluk olarak düşündüğümüz bazı durumların, neye ve kime göre uğursuzluk olduğunu tam manasıyla tetkik etmeden kabul etmemiz hiçte doğru bir şey değildir. Kültür ve medeniyet olarak nereye bağlı olduğumuzu her daim aklımızda diri tutmamız gerekmektedir. Hz. Mevlana’nın pergel benzetmesi kulaklara küpe olası bir benzetmedir. Pergelimizin sivri ucunun değerlerimizde olması ve diğer ucunun tüm dünyayı dolaşması aslolandır. Bir milletin yücelmesi değerlerine olan bağlılığıyla olduğu gibi, yıkılması da değerlerinden uzaklaşması ile olacaktır. Benzemeye çalıştığımız kavmi iyi seçmemiz gerekmektedir ki aslında böyle bir şeye ihtiyaç olmadığını tarih göstermektedir.
 Tekerrür eden tarih değil yanlışlardır. Ve tarih ibret alınmak için vardır….


***
İLİM VE ÂLİMLERİN ADABI
           
Evvel emirde ilk ayeti ‘Seni Yaratan Rabbi’nin adıyla oku!’ olan bir Kitap’ın mensubuyuz. Efendimiz(sav) ‘İlim öğrenmek her müslüman kadın ve erkeğe farzdır.’ ‘İlim Çin’de de olsa gidiniz alınız.’ ‘İlim müslümanın yitiğidir, onu nerede bulursa alsın.’ Şeklinde buyurmuşlardır. Tasavvuf terbiyesine girenlere ilkin ‘İlimden kaçma! Cahilliğe razı olma. Zamanın çocuğu ol!(ibnül vakt). Çünkü cahil olan bir mürit, şeytanın maskarası olur, unutma!’ tavsiyesi yapılır.  Hz Ali(ra) ‘Asıl yetimler anadan babadan değil; ilim ve ahlaktan yoksun olanlardır.’ der. Yavuz Sultan Selim Mısır seferine çıkarken iki katır yüklü kitap götürmüştür. Mehmet Akif Ersoy ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Olmaz ya… Tabi?... Biri insan biri hayvan.’  Şeklinde ifade ederek bilmeyenleri hayvan nazarında görmektedir. Üstad Cemil Meriç ki okuyaraktan dünyevi gözünü kaybetmesine rağmen gönül gözünü her daim açık tutan mütefekkirlerimizdendir. Kendileri bu hususla alakalı ‘Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülakattır.’ Sözünü söylemiştir.  İşte bunlar ve sayamadığımız diğer bütün ifadeler, olaylar ve kişiler bizim kültür ve medeniyet olarak ilim ve kitap medeniyeti olduğumuzu göstermektedir. Bütün bunlara rağmen olumsuz bir şeyden kaçıyormuşçasına ilimden uzaklaşmamız hiçte anlaşılır bir şey değildir. Kitaptan uzaklaşmamız bir dert olarak durmaktayken, onu bir daha hiç bulamayacak bir şekilde ortadan kaldırıp, yerine hiçbir zaman yerini tutmayacak TV vs. şeylerin konulması bambaşka bir dert olarak görünmemektedir. Bugün evlerimizin %90’ı kütüphanesiz ve kitapsızdır. Maalesef bu oran TV ile ters orantılıdır. Hatta fazlası vardır, eksiği yoktur. Evlerimizde kitaplar haricinde her şeye yer bulunmaktadır. Anadolu’da binlerce düğün olmaktadır. Bu düğünlerde kız evinden giden iki kamyon çeyizin içerisinde kitaba rastlamak mucizedir. Kur’an-ı Kerim ise maalesef kılıfına hapsedilip duvarlara asılmıştır. Medeniyetimiz son iki yüz yıl içerisinde çok ciddi darbelere maruz kalmıştır. Bunlardan en dikkat önemlisi geçmiş ile olan bağın koparılması adına harf inkılâbının yapılmasıdır. Harf inkılâbına geçişle birlikte yüz binlerce kitap raflara kaldırılmıştır. Bununla birlikte eskimez harflerin okunmasının yasaklanması ve çevirilerin yapılmaması belki de o dönemin en büyük engellerinden biri olmuştur. Sözlü aktarımın önüne geçilmek için binlerce âlim darağaçlarında sallandırılmıştır. Tüm bunlara rağmen proje tutmamış ve millet karşısında olanlarla yanında olanları hiçbir zaman unutmamıştır.
 Bugün hemen hemen her kesimde eskiye karşı bir özlem vardır. Kültür ve medeniyetimizin zirve olduğu dönemler kitapların ve buna bağlı olarak ilmin baş tacı edildiği dönemlerdir. Osmanlı’nın ayakta dipdiri durabilmesinin sebebi buna örnek olarak gösterilebilir. Ol sebepten dolayı medeniyetimizi tekrar inşa etmek istiyorsak ilme ve kitaba gereken ehemmiyeti vermemiz gerekmektedir. Bu da içtimai hayatta ulemaya gereken değeri vermekle olacaktır. Avam tarafından ulemaya hürmet gösterilirken, ulemanın da dikkat etmesi gereken bir takım halleri söz konusudur.
Âlimler toplumda örnek teşkil etmeleri hasebiyle diğer insanlar gibi değildirler. Bundan dolayı onların ahlak ve adab olarak belli bir seviyede olmaları evladır. Sıradan insanlar tarafından yapılan davranışlar hoş karşılanırken; bu kişilerin aynı davranışları sergilemesi aynı seviyede hoş karşılanmayacaktır. Yazının bundan sonraki seyri âlimlerin adabı ile ilgili olacaktır.
İmam-ı Gazali Hz. Âlimlerin adabını şu şekilde açıklamıştır:
—İlme ısrarla devam etmek.
            İlim yoluna girmiş bir âlimin yapması gereken şeylerin başında ısrar ve devamlılık gelir ki bu ilim yolunda ilerlemenin temeli sayılmaktadır. Bu hususta İmam-ı Azam Hz. ‘İlim öyle bir şeydir ki, sen ona tam gücünü vermedikçe o sana yarısıyla bile gelmez.’ Şeklinde ifade buyurmuşlardır ki bu ilimde olması gereken ısrarı ve tam manasıyla kendini vermişliği ifade etmektedir. Âlim zamanın bilincine sahip olup zorunlu ihtiyaçları haricinde vaktini ilim ve amelle geçirmelidir.
—İlmiyle amel etmek.
            Ziya Paşa ‘Ayinesi iştir kişinin lafına bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.’ demiştir. Sözün karşıya tesirli olmasında ilim sahibince hayatına tatbik edilmesi başta gelmektedir. Günümüzde yapılan araştırmalar da göstermiştir ki; söylenen bir sözün etki derecesi, söyleyen kişinin söylediği sözü hayatında tatbik edip etmemesine göre artıp azalmaktadır. Âlim bildikleriyle amel etmelidir ki söylediklerini yaptıkları yalanlamasın. Bu hususta Hz. Ali(ra)  şöyle buyurmuşlardır: ‘Benim belimi iki kişi kırmıştır: (Bildikleriyle amel etmeyen) utanmaz âlim ile zahid cahil. Cahil zühdüyle insanları aldatırken, âlim utanmazlığı ile onları kendinden soğutur.’
—Sürekli vakur, ağır başlı olmak.
            Âlim, ilmin izzet ve şerefini ayaklar altına alacak davranışları sergilemekten kaçınmalıdır. Çok gülmek ve insanlarla gereksiz yere ve haddinden fazla şakalaşmalar yapmak bunların başında gelir.
—Kibirli olmamak, insanları kibirli olmaya sevk etmemek.
Meyvesi bol olan ağacın dalları hep aşağı sarkıktır ve meyvesi olmayan ağaçlar yukarı doğru bakarlar. Cemil Meriç bu konuda ‘İlimler tevazu ile başlar.’ demiştir. Bunun için âlim kendini sürekli kontrol etmeli, söz ve davranışlarıyla gurur ve kibir gibi ilmi insanlardan uzaklaştıracak fiillerden uzak durmalıdır.
—Talebeye yumuşak davranmak.
            İlmin öğrenilmesinden sonra âlim ilmini başkalarına da öğretmekle yükümlüdür. Bu hususta ilk öğrenecek kişi olan talebeye karşı davranışların yumuşak olması gerekir ki; muallimin talebe tarafından sevilmesi, talebenin ilme karşı daha sıcak olmasını sağlamaktadır.
—Kibirli olanlara karşı ihtiyatlı olmak, acele karar vermeyip akıllıca hareket etmek.
            Toplum içerisinde bazı çekememezliklere karşı sürekli tedbirli olunmalıdır. Verilecek kararlarda ani hareket edilmemeli konuyu tam manasıyla düşünüp öyle karar verilmelidir.
—Anlama zorluğu çekenlere meseleleri güzelce ve anlaşılır bir şekilde anlatmak.
Hz. Mevlana’nın ‘Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.’  Sözünden hareketle insanların seviyelerine göre konuşmalı, konuyu karşıdakinin anlayabileceği şekilde ifade etmek gerekmektedir.
—Bilmediği bir mesele hakkında ‘bilmiyorum demekten çekinmemek.
            Bazı ortamlarda âlimin sorulan soru karşısında ‘bilmiyorum’ ifadesini kullanmak nefsine zul gelmektedir. Âlim bundan kaçınmalı ve İmam-ı Azam Ebu Hanife Hz.’nin ’bilmediklerimi ayağımın altına alsaydım, başım göğe değerdi.’ Sözünü her daim zihninde bulundurmalıdır.
—Samimiyetle soru soran kimseye, konuyu özetleyecek bir şekilde kısa ve öz cevap vermeye gayret etmek.
            Âlim soru soran kişinin niyetinin ne olduğunu(samimi-ard niyetli) anlayabilmeli ve söz kalabalığına girmeden karşıdakinin anlayacağı şekilde kısa cevaplar vermelidir.
—Yapmacık tavırlardan sakınmak, samimi olmak.
            Âlim söz ve davranışlarında samimiyetten ayrılmamalıdır. İlim meclislerinde samimiyetten uzak, resmi bir havanın olması ilme ve öğrenmeye karşı bir soğukluk meydana getirecektir.
—Hasmının ileri sürdüğü delili dinleyip dikkate almak.
            Karşıdaki kişi neyi ileri sürerse sürsün onu dikkatlice dinlemek gerekmektedir. Bu hususa Mimar Sinan’ın bir çocuğun minarenin eğri olduğunu ifade etmesi halinde, hemen halatla minareyi doğrultmaya çalışması ve yine düzeldiğini kontrol etmesi için aynı çocuğun fikrine başvurması örnek olarak gösterilebilir.


KELİMELER NEYİ İFADE EDER?
Bazı fikir adamlarının hayatını araştırdığınızda karşınıza o kişi ile alakalı başat bazı mevzular çıkacaktır. Bunlar; hayatını hasrettiği konulardan, hayatında önem verdiği bazı mevzulara kadar götürülebilir... Onlar hayatı farklı pencerelerden seyretmiş, avama da hayatın farklı pencerelerinin var olduğunu söyleyerekten, onları tek bir pencereye körü körüne bağlı kalınmaması gerektiği hususunda uyarmışlardır.(Tabi bu uyarıları anlamak için onların dünyasında nefes almış olmak gerekir ki; bu da sürekli bir okuma ve ilim meclislerine iştirak etme ile olacaktır)
İşte Cemil Meriç ismi zihinlerde tam da böyle bir şimşek çaktıracaktır. Hatta isminin ilk duyulması halinde, tanıyanlar için, zihinlerde bir değil, birden çok başat mevzu canlanacaktır. Hayatı çok farklı pencerelerden seyretmiş ve sonunda bütünü görebilmiş münzevi ve mütecessis bir fikir abidesidir Meriç. Aslında O bulunduğu çağa ağır gelen, o asır içerisinde (gidişat bundan sonraki asırlar için de geçerli olacak gibi görünmektedir) düşünenlerin düşündüğü bir kilometre taşıdır. Kendilerinin fikir hayatına adım atar atmaz karşılaşılan ilk farklılık, kavramların manasının bizim zihnimizdeki manayı ihtiva etmediği olacaktır. Bu da Mustafa Armağan’ın tabiriyle adeta başınıza tuğla düşmüş bir hale sokacaktır sizi. Kavramların içinin boşaltılıp, asıl manadan uzak bir şekilde tekrardan kodlanması, bugün zihin felci yaşayan fikir adamlarımızın ve fikir hayatının neden bu halde olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Orta Çağ kavramını bu minval üzere tetkik edecek olursak; Avrupa’nın karanlık, despot, insanlık dışı dönemini ifade eden bu kavram bir Batılı için elbet hatırlanması istenmeyen bir zamanı ifade edecektir. Lakin biz, tarihi geçmişimize göre düşünecek olursak, mevzunun hiçte öyle olmadığı, aksine daha farklı bir mana ifade ettiği ortaya çıkacaktır.
Neye göre, kime göre?
Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışından(476) İstanbul’un fethine(1453) kadar süren zamanı orta çağ olarak ifade eden batılılar için bu ifade gayet yerinde ve normaldir. Normal olmayan bir durum söz konusu ki o da; Altın Çağ olarak ifade ettiğimiz Peygamber Efendimiz(SAV)’in yaşadığı zamanın, orta çağ olarak bilinen zaman dilimi içinde bulunmasıdır. O(SAV)’nun yaşadığı döneme orta çağ tabirinin kullanılması, Müslümanların ilimde zirve döneminin orta çağ olarak ifade edilmesi vuzuhu kilitli insanların yapacağı bir yanlıştır. Bu durum modern dünyanın ve batılıların ortaya attığı bir kavramlaştırmadır. Cemil Meriç ‘Kamus namustur’ der.  Dil bir milletin yegâne varlık sebebidir. Kelimelerin manalarının aslına rücu etmesi noktasında yapılması gereken ilk şey; öztürkçeleştirme safsataları ile dilin aslının bozulmasının önüne geçilmesi olması gerekmektedir. İfade ettiğimiz kavramların kültür ve medeniyetimizdeki manasını karşılaması en doğru olandır.
Unutulmaması gerekir ki gelecek; tarihine, diline, kültür ve medeniyetine sahip çıkan milletlerin olacaktır. Ecdadımızın: ‘Mukaddes dilimizi bu hale sokan hangi delidir?’ sorusuna verecek yerinde bir cevabınız yoksa kelimeleri asıl manasıyla kullanmanın, dilimize sahip çıkmanın ve batılı zihin yapısıyla düşünmekten kurtulmanın zamanı geldi de geçiyor bile.  Tarihin karanlık ve tozlu sayfalarında yerimiz olmasın istiyorsak, başka bir alternatifimizin olmadığı kulaklarımıza küpe olması gerekmektedir.

1 yorum:

  1. Bekir Büyükkat gidiyor. Güzel bir yürüyüş bu. Ahmet Doğan İlbey tarafına doğru yürüyor; yani fikrin o tarafına. Hocamın "Bir Ustaya Çırak Olmak" yazısını düşününce, Bekir Büyükkurt'ın gittiği yöne doğru adresinin ne kadar da isabetli olduğu görülüyor. Zihnine sağlık, kalemine kuvvet.

    YanıtlaSil