ÜÇ GÜL YAPRAĞI / Hasan KEKLİKCİ

 HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI


                                         


        -Günaydın. 

-Günaydın kardeşim, hoş geldiniz.

-Ben bir internet sitesi kurdum da, orada hikâye de yayımlamak istiyorum. Acaba elinizde güzel hikâye çıkacak malzeme var mı? 

-Yani, ne tür bir hikâye istersin bilmiyorum da, buyurun ben size hâlihazır listeyi vereyim bir bakın. Dikkatinizi çeken bir isim olursa üzerinde konuşalım. Bu arada çay ister misiniz? 

-Teşekkür ederim abi. Malum seçim dönemindeyiz. Babam köyde muhtarlığa adaylığını koydu. Akşam şehirden köye dönükten sonra ve hafta sonları babama yoldaş oluyorum. O kadar çay içiyoruz ki sorma gitsin. Hele cumartesi ve pazar günleri içtiğimiz çay, bırak bir haftayı bir ömür yeter desem inan.

-Allah kolaylık versin. İşin zoruna talip olmuş babanız. 

-Evet abi, bütün aile ve hısım akraba köylüyü babama oy vermeye ikna etmeye çalışıyoruz. 

-Eğer seçim işinden sıkılmadıysan, elindeki listede Üç Gül Yaprağı diye bir hikâye var onu size anlatabilirim. 

-Olur. Belki oy istemeye gittiğimiz yerlerde işimize de yarar. Buyurun akçe-i hikâyenizi. 

-Teşekkür ederim. Siftah senden bereket Allah’tan.

-“Kanunun meclisten çıktığını televizyonların haber bültenlerinden, radyoların akşam ajansından duyan köylüler o gece, nedenini tam olarak bilemedikleri bir sevinçle girdiler yataklarına. Sabahtan akşama kadar bağda, bahçede kazma kazmaktan kımıldar halleri kalmayanlar bile bedenini uykuya teslim etmeden, yatağın içinde şöyle bir iki döndü. Her dönüşte yüzlerine bir tebessüm gelip yerleşti. Kimi gözlerini tekrar açtı, başını koyduğu yastığın üzerindeki nakışları inceliyormuş gibi bir müddet yastığın kenarına baktı. Sonra uykuya teslim etti bedenini. 

Göde Kâye Veli de her zaman yattığı vakit yatağına girdi. Sırtüstü uzandı. Yorganı tepesine kadar çekti. Birkaç nefesten sonra yorganı göğsüne kadar indirdi. Açıkta kalan ayaklarını örttü. Sonbahardan beri yıkanmayan yorgan aslında kullanılmaz olmuştu. Bir taraftan gece gündüz yanan sobadan çıkan is, bir taraftan tütün kokusu yorganın altında nefes almaya imkân bırakmıyordu. Aslında bu, Veli’nin her gece yaşadığı şeydi. Her gece ya boyunun uzun olmasından, ya tütünü çok içmesinden yakınır dururdu. ‘Bir de’ derdi, ‘köylü dediğin kısa boylu olacak. Eşeğe binersin ayakların yere değer, yatarsın yorgan dizine çıkar!’ Yatamadı. Kalktı oturdu. İlk akşamdan beri horlayan hanımını dürttü. Sövecekti ki tık diye akşam dinlediği haber aklına düştü. Yüzüne o yaştaki insana yakışmayacak, sahte, hınzır bir gülüş geldi yerleşti. Bu gülüş o yüze yabancı değildi aslında. Yoksa gece bozuntusu bir günün artığı, kalın bir duvar gibi karanlık gecede o yüzü nereden bulsun o gülüş? El yordamıyla tabakasını buldu. Kalınca bir tütün sardı. Yazın güneşin hiç çıkmadığı, kışın bir zerresinin bile girmediği soğuk oda tütün dumanıyla doldu. Sonra köyü yutmuş karanlığa sızmaya başladı, odanın naylonla kaplanmış penceresinden duman. Yatağa girmeden, horlayan hanımını bir kere daha dürttü, ‘Yan değiş, yan değiş!’ dedi, yüzündeki o gülüşle. Uyuyan kadın homurdanarak bir taraftan öbür tarafına dönüp yattı. Sonra kahkaha ile güldü gecenin bir yarısında, Göde Kâye Veli. Başını yastığa koydu, ‘Senin gadanı aldım Hebil Ahmet!’ dedi.

Hebil Ahmet kömür kovasının dibinde kalan son kömürü de sobaya boca etti. Sobanın kapağını kapattı. Yerdeki çaydanlığı tekrar sobanın üzerine koydu. Bir bardak çay doldurdu. Doldurduğu çayın demini azsındı. Bir miktarını geceyle dolu pencereden dışarı döktü. Bardaktan dökülen çay, köyün en üst tarafındaki Göde Kâye Veli’nin penceresinin naylonundan havaya sızan tütün dumanından habersiz, önce bir taşın üzerine hızla düştü, oradan da minik damlalar halinde dağılıp geceye karıştı. Hebil Ahmet elindeki bardağın üzerine yeniden dem ilave etti. İki tane topak şeker attı. Saate baktı. Üç dakika var, diye düşündü. Üç dakika sonra televizyonun sesini azıcık açtı. Beklediği, akşamdan beri her saat başı, bazen üçüncü, bazen ikinci sırada verilen haberi, spikerin ağzından çıkan harflere göre şekil alan ağzına baka baka tekrar dinledi. Spikerin, ‘Nüfusu’ derken dudaklarına ‘N’ şekli değil de ‘Ü’ şekli verdiğine tekrar hayret etti. Ne de olsa kendisi de bu işleri bilirdi. Okuma yazmayı askerde Ali Okulu’nda bellemişti ama askerden geldikten sonra, köyde açılan gece okulunda ilkokul diploması almıştı. Ortaokul diploması aldığını kimseye söylemedi, ta ki muhtarlık seçimi başladı, aday oldu o zaman çıkarttı ortaya. ‘Okumuş adamın hâli başka.’ dedi, diplomayı gören köylüler…

Nüfusu iki bin ve üzerinde olan köylerin kasabaya dönüştürülmesi ve muhtar yerine belediye başkanı seçilmesini düzenleyen kanunun Resmi Gazete’de yayınlanmasının üzerinden aylar geçmiş, ülke bir uçtan bir uca seçim havasına girmişti. Yeni kasaba olan köylerde seçim çok daha farklı geçiyordu. Hebil Ahmet’in dediğine göre; sabah erken kalkan belediye başkanlığına aday olmuş, at izi it izine karışmıştı. Sonra, azalık görmemiş, muhtarlık yapmamış insandan belediye başkanı mı olurmuş? Bunlar seçimi kazansalar valiliğin yolunu bulamazlar. Valinin karşısına geçseler dilleri tutulur. Bir de çıkmışlar, ‘değişim’ diyorlar. Neyi değiştiriyorsun efendi? Sen git önce şu yırtık şalvarını değiştir ondan sonra gel, ‘değişim’ de! Tövbe, tövbe! Biri çıkmış ‘İşsizliğin çaresi var.’ diye kâğıt yazdırmış. Kendi fotoğrafını da koymayı ihmal etmemiş yazdırdığı kâğıdın üst başına. Sanki babası, dedesi takardı, nereden bulduysa boynuna bir de kravat geçirmiş fotoğrafı çektirirken. O kâğıdı gören de resimdeki kişinin geceli gündüzlü, üç vardiya halinde çalışan fabrikaları var sanır. Yalan! Hepsinin söylediği kıllı, kılçıklı yalan! ‘Değişim’ diyorlar ya, al işte değiştirdiler. -Artık köylü olmaz kasabalı demek gerekir- kasabalının huyunu değiştirdiler. Komşusuna bir kap yemek veremeyen, köye gelmiş bir çerçiye bir tas su, adamcağızın eşeğinin yem torbasına bir avuç arpa koymayan adamlar, her akşam millete lahmacun yedirmeye başladılar. Kasabanın bir kısım işe yaramaz adamları işi gücü bıraktı o aday senin, bu aday benim gezmeye başladı. Her gittikleri yerde, yerin sahibi olan adaya ‘Reyimiz sana’ diyorlar, bunu derken tüm sülalesinin reyini saymayı da ihmal etmiyorlar. Bunları şehirde bir çayhaneye yahut da bir kahvehaneye götürsen, çay paralarını çıkartıp cebinden versen -kendilerinin cebinde bir bardak çay parası olmaz çünkü- orada seçim lafı ettirsen, o lafı dinleyenler, bunları büyük bir ilçede yaşayan ve fi tarihinden beri belediye başkanlığı seçimi yaşamış insanlar zanneder. Belki de bunların laflarını dinleyenlerden birçoğu içinden, ‘Aslan ede, madem o kadar reyin var neden sen aday olmuyorsun?’ der. 

Belki yaz ayları da çalışkandır, meyveleri olgunlaştırır ama en çalışkan mevsim şüphesiz ilkbahardır. İhtimal ki ilkbaharın çok sevilmesi de bu çalışkanlığındandır. Koca bir yıl boyunca insanoğlunun görüp göreceği her şey ilkbaharın eseridir. Yine bu yıl da kışı badem çiçekleriyle uğurlamış, erik ve armut çiçekleriyle yukarı bakanlara, menekşe ve papatyalarla da aşağı bakanlara kendisini göstermeye başlamıştı, ilkbahar. Yılın hamarat mevsimi ilkbaharın, günün hemen hemen her saatinde kıştan kalma kirli bulutları, ırmakların, derelerin kar beyazı köpüklü çağlayanlarında yıkayıp yıkayıp, pamuk yığınları gibi gökyüzüne astığı günlerde; eski köyün, üç mahallesi bulunan yeni kasabanın, üç mahallesinde yedi tane seçim bürosu açılmıştı. Her yer parti amblemli bayraklarla donatılmış, evlerin damlarına, odaların duvarlarına kadar bayraksız yer kalmamıştı. Her gün şehirden bir yığın partili geliyor, seçim bürolarında çaylar, yemekler gırla gidiyordu. Ev ziyaretleri daha çok akşamları yapılıyordu. Akşamın adı akşam tabii, adaylar neredeyse sıraya giriyor, gecenin birinde, ikisinde ‘rey’ diye kapılar çalınıyordu. 

İki dönemdir köyün muhtarlığını yapan ve köyün kasaba olmasında çok emeği olan Hebil Ahmet de bu koşturmacaya ayak uydurmak zorunda kaldı. Belediye başkanlığı seçimi muhtarlık seçimine benzemiyordu sonuçta. Seçime iki gün kalmış, sıra Göde Kâye Veli’nin evine gelmişti. Bacısı sözünden çıkmaz, reyini onun dediği partiye verirdi, dolayısıyla üç reyi vardı Veli’nin. Gel gör ki hiç kimse bugüne kadar hangi partiye, hangi muhtar adayına rey verdiğini bilemezdi. Elinde bir kilo çay, iki kilo şekerle gelene de ‘reyim senin’ der, cebine bir paket tütün koyana da. Fakat bu seçimde reylerinin bedelini yükselttiği söyleniyor. Seçilecek aday beş yıl hükümetten beleş maaş alacak, diyormuş. Muhtar Hebil Ahmet ardında üç kişiyle elini kolunu sallaya sallaya girdi Veli’nin odasına. Bir saatten fazla oturdular. Babalarından, dedelerinden laf etiler. Emmilerinin, dayılarının, köyün eski adamlarının eşek gitmez yollarından anlatıp gülüştüler. Tek kelime seçim lafı etmeden ‘Gecemiz hayra kalsın’ deyip ayrıldılar. 

Sabah yalap şap bir kahvaltıdan sonra seçim bürosuna giden Hebil Ahmet, Kördurdu Memiş’i sobanın başında elinde bir bardak çayla oturur buldu. Memiş, akşam evine beraber gittikleri Göde Kâye Veli’nin sabahın köründe kendisini uyandırdığını; reylerini kendilerine vereceğine yemin ettiğini, fakat karşılığında üç altın istediğini bir çırpıda anlattı. Durumun kritik olduğunu, adaylar arasında çok bir fark olmadığını, hatta ve hatta üç beş oyla seçimin kazanılacağını veyahut da kaybedileceğini söyledi.

Akşam seçim sandığının birinden Hebil Ahmet’e üç oy çıktı. Ve her zarfın içinden masanın üzerine kurumuş bir gül yaprağı düştü. Sandık kurulu bu üç oyu, bir itiraza rağmen oy çokluğu ile iptal etti!..”



___________________________________________________________________________________

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.

VARLIK YOKLUK SAHNESİ / Abbas DAŞKIRAN


Yıkık viran şehirlerin.  

Gönlümü çaldılar benden

Hüzün sardı bulutlarla 

Eksildik hep yüreklerden

  

Ayet Ayet yağdı bize 

Yeraltından binler ilham

Sükut çöktü yüreklere

Şehirlerde binlerce gam


Melceim Sen umudum Sen

Ne olurum yüz çevirsen

Senden koştum yine sana

Ruhumu hep bilenim sen


Bir ananın yüreğine 

Saplanmış binlerce kör ok

Evlat bacı gardaş ana

Yüreğini bir saran yok


Yaİlahi esirge bizi

Ferahlandır yüreğimizi

Yerin göğün arasında

Senle yoğur kalbimizi 


Senden kaçan sığmaz bir an

Ne yerlere ne göklere

Her anımız bir imtihan

Neolur bahtiyar eyle


Uyduk her gün nefsimize 

Dizginimiz elimizde

Bizi bizden esirgesen 

Sevginle mesrur eylesen


Güneş doğudan batarken 

Gözler kıyamet ararken

Sahne senin alem senin 

Ben bir aciz seyircinim


Sen istemezsen sığmıyor

Bir kulun hiç bir yere

Varlık yokluk yok oluyor

Kün emrinle binbir dilde


Ne acizim fakrım gani

Benim sandım senden geleni

Ne ben benim ne benliğim 

Sana çarpıyor şu can evi 


Ezel ebed sende kaim

Baharkışlar sende daim 

Ne olursun yüz çevirme

Ben bir kulum nolur halim



YERYÜZÜ DEPREMLERİ-1/Hidayet BAĞCI

“…Göktekinin sizi yerin dibine batırmayacağından emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü altüst olmuş!...”/ Mülk Suresi 16. Ayet-i Kerime

Gece karanlığını aydınlığa yavaş yavaş teslim ederken bir teheccüd vakti Beyza da Allah’a niyaz etme niyetindeydi. Beyza, sıcak yatağından kalkmak üzere hazırlık yapıyordu. İçinden kalksam mı kalkmasam mı diye bir hesaplaşma yapmasa da  sabah ezanına daha çok var diyerek biraz yatağında ısınma sürecini uzatıyordu. Birden yatağı dairesel bir hareketle bir beşik edasıyla sallanmaya başladı. Beyza o anda yaşam üçgeni oluşturarak bazanın kenarına bir cenin gibi kıvrıldı. Allah’a olan imanındaki gücü yeryüzünü sarsan kuvvete karşı kullanmak bilinciyle yeryüzünün duyacağı şekilde Ayet-el Kürsiyi yüksek sesle okumaya başladı. Bazen insan yanıbaşındaki birine sesini duyuramıyorsa haykırır ya bu da onun gibi bir şeydi ki Beyza yüksek sesle bu ayeti her bir nefeste “Lütfen sakinleş!” der gibi okudu. Yeryüzü sakinleşir mi? Sakinleşmez. Önce karşıdaki apartmanların yıkılma sesleri duyuldu. Sonra bahçedeki duvarın incir ağacını yıkma çabasının sesi geldi, duvar devrildi. Yağan yağmurun dışardaki gürültüye eşlik etmesi yeryüzünde bir telaşın varlığını haberdar ediyordu.

Beyza, Ayet-el Kürsi’yi okudu, bitirdi ama yeryüzü elinden elma şekeri alınmış bir kız çocuğu edasıyla ağlamaya devam eder gibi sallanmasını hızlandırdı. Bu sefer dualar Kainatın Efendisi o sevgili için edilecekti. O’nun yüzü suyu hürmetine Salat-ı Tefriciye okumaya başladı. Beyza Allah’a olan imanını yenilerken tüm sevdiklerini ve değer verdiklerini de bu dua çatısı altında birleştirdi. Duaları okurken sadece bir isim onun kalbine bir ok gibi saplandı. Bir an endişelendi. “Bu depremde ona ve ailesine bir şey oldu mu?” diye düşünmeden edemedi. O isimde bir an durdu yine de binbir ümidle duasını onun ve ailesinin ruhuna üfledi. O isim, onun can kardeşi Cemildi. 

Sarsıntı bittiğinde Beyza’nın babası Hasan efendi evdeki aile efradını topladı. Herkes sağ idi. Evleri de sağlamdı. Sokağa çıktıklarında karşı caddenin kenarındaki tüm apartmanlar bir mezar edasıyla karşılarındaydı. Caddeler bir mahşer kalabalığını andırsa da enkazlar arasındaki insanların can çekişen uğultuları arasında Hasan efendi, oğlu Cemil’in apartmanına binbir ümidle koştu. Beyza’nın dudaklarında Salat-ı Tefriciye, Gül Seher ananın dilinde dua, Hasan efendinin dilinde Şehadet kelimesi ve zihinlerindeki dua çatısı altında tüm sevdikleri vardı. Bu şekilde ailece Cemil’in evinin olduğu apartmana koştular.

Gülseher ana yeryüzü hizasında olan apartmanın enkaz altındaki oğluna ağlayarak seslenirken, Hasan efendi gözyaşlarını saklayan yağmur damlalarına sığınarak eşinin elinden tuttu.

“Haydi gidelim sabaha geliriz. Şehadet kelimesi getir.” dedi metanetle.

Beyza o anda dünya için ahiret süsünün bir beton parçası değil de iyilik ve kibarlık olduğunu idrak etti. Kardeşi Cemil’in enkaz altında ruhunu teslim etmekte olduğunu düşünerek onun ruhuna dualarını tek tek sıraladı.

“…Göktekinin sizi yerin dibine batırmayacağından emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü altüst olmuş!...”/ Mülk Suresi 16. Ayet-i Kerime


ASANSÖRDE NASIL KALDIM / Teyfik KARADAŞ


Dikey olarak yük ve yolcu taşımacılığı yapmaya yarayan motoru araçlara asansör denir. Asansörler genellikle konutlarda, hastanelerde, alışveriş merkezlerinde, spor tesislerinde, üst geçitlerde ve otellerde kullanılmaktadır ve hayatımızı kolaylaştıran önemli bir araçtır. Elektriğin kesildiği veya arızalı olduğu anlarda asansör olmadan evimize merdivenlerden çıkarken ne kadar zorlandığımızı hepimiz biliyoruz. Özellikle yaşlı ve engelli vatandaşlarımızın büyük sıkıntılar yaşadığına tanıklık ediyoruz. Bu nedenle asansörler evimizde iş yerimizde günlük olarak kullandığımız hayatımızın ayrılmaz parçalarından biridir.

Asansörler çalışırken hayatımızı kolaylaştıran önemli bir araç olduğu gibi içinde olduğumuz anda arızalanması, elektriğinin kesilmesi durumunda bizlere tarifi mümkün olmayan büyük korkular da yaşatmaktadır. Halat kırılması, hidrolik boşalması gibi büyük arızalarda ise insanların yaralanmasına veya ölümüne bile sebep olmaktadır.

Günlük yaşamında her insanın asansör arızası, asansör kazası veya asansör yolculuğu gibi konuların birinde yaşadığı önemli bir olayı veya unutamayacağı bir anısını mutlaka vardır

Ben de bu nedenle size asansörde yaşadığım bir anımı, dolayısıyla yaşadığım büyük bir korkuyu anlatmak istiyorum.

Geçen yıl Eylül ayının ilk cumartesi günüydü sanıyorum. Hanımın arabasının muayenesini yaptırmak için araç muayene istasyonuna gittim. Randevum saat sekizde olduğu için görevliler ilk sırada bizim arabanın işlemini başlattılar. Arabanın muayenesi eksiksiz olarak tamamladı. Muayene işlemi tamamlandıktan sonra aracı bana imza karşılığı teslim ettiler. Bende aracı teslim aldıktan sonra acele olarak çarşıya doğru hareket ettim. Bir fırının önünde durup sabah kahvaltısı için ekmek ve simit aldım. Fırından çıkınca hiçbir yere uğramadan doğrudan eve gittim. Eve varınca arabayı sitenin bahçesine nizami şekilde park ettim. Ekmek poşetini alarak ana kapıdan binaya girdim.

Kapısını açıp tek basıma asansöre bindim. Evime çıkmak için dört numaralı tuşa bastım. O ana kadar, o gün yaşadığım her şey normaldi. Güne güzel başlamıştım. Ezan okunurken sabah namazına kalkmıştım. Araba muayeneden sorunsuz geçmişti. Ne yolda ne muayene istasyonunda canımı sıkacak, moralimi bozacak olumsuz bir durum yaşamamıştım. Asansöre binince olanlar oldu. Kızılca kıyamet koptu. Asansör üçüncü katı geçip dördüncü kata çıkmadan elektrikler kesildi. Asansörün içinde yapa yalnız tek basıma mahsur kaldım.

Asansörün kapısına yumrukla vurarak " Kurtarın beni" diye avazımın yettiği kadar bağırıyorum duyan olmuyor. Eşime " Safiye" diye bağırıyorum, duymuyor. " Komşular beni kurtarın" diye bağırıyorum cevap gelmiyor. Birilerine telefon aracılığıyla ulaşmak istiyorum, telefon çekmiyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Soğuk soğuk terlemeye başladım. Şahadet kelimesi getirdim. İhlas suresini okudum. Fani dünyada geçirdiğim yarım asırlık sürenin basit bir muhasebe sini yaptım. Bir anda ömrümün nihayete erdiğini ve oracıkta öleceğimi düşündüm. Asansörde geçirdiğim her dakika benim aleyhime çalışıyordu. Haleti ruhi yem saniyeler geçtikçe değişiyor, beynimde fırtınalar kopuyordu. Nasıl oldu anlayamadım. Bir anda 112 acil yardım telefonunu aramak aklıma geldi.

Telefonuma 112 numarası tuşlayıp arama butonuna basar basmaz telefon çaldı. Ben 112 telefonun çalma sesini duyar duymaz nasıl rahatladığımı kelimelerle anlatamam size.112 servisinde görevli bey efendinin " Size nasıl yardımcı olabilirim" sesini duyunca dünyalar benim oldu. Karşıma çıkan görevliye " Kahramanmaraş İli Onikişubat İlçesi Binevler Mahallesi... Sitesinde asansörde mahsur kaldım. Zor durumdayım. Devletimden beni kurtarmasını talep ediyorum" dedim. Görevli bey efendi de bana " Rahat ol. Panik yapma. En kısa sürede seni kurtaracağız" dedi. Benim telefon görüşmem bittiği anda

komşulardan birinin bana yardım etmek için asansörün kapısını açmaya çalıştığını fark ettim. Komşu kapıyı hafiften açıp bana derin derin nefes al deyince dünyalar benim oldu.

Ben 112’yi aradıktan altı dakika sonra itfaiye görevlileri bir Hızır gibi binaya intikal ettiler. Asansörün kapısını bir levye yardımıyla açıp beni elimden tutarak çıkardılar. Pala bıyıklı kırmızı baretli itfaiye çavuşu beni asansörden çıkartmak için elimden tutunca mutluluktan ağlamamak için kendimi zor tuttum. Bu kadar ivedi şekilde itfaiyecilerin olaya müdahale ettiğini görünce bu milletin bir ferdi olmaktan bir daha gurur duydum. İftihar ettim. Bu arada eşim itfaiyecilerin gürültüsü duyunca dışarı çıktı. İtfaiyecilerin beni asansörden çıkarttığını görünce bir hoş oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Göz yaşlarına hâkim olamadı.

Asansörde yaşadığım olayı arkadaşlarıma anlattım. Konunun uzmanı olan arkadaşlar asansörlerde havalandırma sistemlerinin çok iyi olduğunu ve havasızlıktan dolayı bir rahatsızlık olmayacağını söylediler. Benim u hususta bilgim olmadığı için korktuğumu anladım. Devletimizin yetkilileri asansör konusunda zaman zaman halkı bilgilendiren programlar yaparsa yararlı olur diye düşünüyorum. Allah devletimize milletimize zeval vermesin. Mevla’m hiçbir kimseyi benim gibi zora düşürmesin.

Asansörde kaldığınız zaman 112 acil numarasını aramayı unutmayın, Devletimizin görevlileri en kısa sürede sizi kurtaracaktır.

GÜL YÜZLÜ FERHAT / Enver ÇAPAR

 

Ferhat Ağca’nın aziz hatırasına






Doyamadık gül yüzüne, gülüşüne,

Doyamadık güzel sözüne, derviş gönlüne.

Dünya doyma yeri değil,

Oyalanma yeriymiş bir daha öğrendik.

Bütün çiçekler mahzun şimdi, kiminle konuşacaklar artık,

Kim soracak onlara hallerini,

Kimden dinleyecekler kendi hikâyelerini.


Bir gül hüznü çöktü üstümüze

Şöyle düşünüyor şimdi dostların:

Ferhat beni daha çok severdi,

Paylaşmak istemiyorlar kimseyle.

Oysa Allah sevdi seni ve aldı. 

Bizimkisi bir şahitlik sadece.


Seni sevdiğini sanıyormuş bir kız, 

Cennetlik bir yüz görmüş oysa hepsi bu

Bir kuş uçumu yakınmışsın ahirete,

Biz dağlarda ararken seni.


6 Şubat soğuğunda sen varlık dağını delerken

Madenciler insan arıyor tünelin ucunda

Bir kazmanın kırık ucu battı kalbimize

Gözlerimiz ancak yaşarınca gördü, 

Bir damla terin taşı nasıl erittiğini.


Toprağı işlerdin gergefe nakış çizer gibi

Sarı sıcağın bereketi damlardı alnından.

Başın ağırdı, hep öndeydi, 

Edep tacını taşımak böyle bir şeydi.


Herkes sahiplense de gülün sahibi tektir.

Bir seher vakti göçtün yârine.

Oysa bizim seher yelimizdin sen,

Haberler getiren dost illerinden.


Bizi dağlara, Yavşan’a götür yine Ferhat.

Bir tek onlar anlar bizi.

Bölüşelim onlarla yasımızı.

Kandırmasa da Yağlıoluk’un suyu,

Serpelim közün üstüne yürek yanmazsa belki su yanar.


Ferhat dost, diye zikre başlamış kaya sümbülü,

Çatlamış ortasından taş, serin bir su çıkmış.

Kurt, kuş, çiçek, böcek kana kana içmiş o suyu.

Vakit tamam olunca bütün hikâyeler yarım kalıyor böyle.


Yitiksöz dergisi ,21.sayı ,Mart 2024.


GÜL RİSALESİ Ferhat ALTUN










-yaşayanlara-


1.

ölüm bahtiyar yokuşuna yukarıdan gelir

göğsünde biten çiçekler öksüzdür şimdi

insan her şeye tam zamanında geç kalır

gül bahçesi olur kabri ihtiyar çocukların

ölüm bahtiyar yokuşuna yukarıdan gelir

2.

ağzı açılınca gülce konuşurdu içlerinden biri

konuşunca gül dökülürdü dudaklarından 

gül dikenleriyle terbiye ederdi dünyayı

biri gül ezgisiyle gülce söylerdi söylediklerini

ağzı açılınca gülce konuşurdu içlerinden biri


gülü gülce tercüme ederdi içlerinden biri

tamburdan mevsimler devşirirdi

güldü mü dişleriyle demir döverdi

kanıyla emzirirdi yoldaşı çiçekleri

gülü gülce tercüme ederdi içlerinden biri 


biri başını uzattı devrilen göğe

türküler söylerdi gül ezgileriyle

çaldığı gül söylediği gül sustuğu gül

ve inatla dünyaya vermedi başını

 biri başını uzattı devrilen göğe


biri gülce susardı öyle vakur

gül ikram ederdi gül meclisine

gülden bir vakitti öyle kızıl

karardı bir ara kara gül gibi

hâlâ susar mı öyle vakur


aldılar yuğdular sonra gülleri gül suyuyla

gittiler gülden elbiselerle güller yurduna

gök bağırdı yer bağırdı onlar kavuştu yurduna

onlar ölmedi biz gömüldük dünya denen kuyuya

aldılar yuğdular sonra gülleri gül suyuyla

3. 

urfa yanan bir şeydir artık

sen temmuzdan bir elbise giyince

ve sesin kısılır gözlerin dolar

bir gül olursun ihtiyar çocukların kabrinde 

urfa yanan bir şeydir artık 

YUSUFÇUK KUŞU / M. Alaaddin KÜÇÜKKÜRTÜL



… âhir ömrümde saraylara pâdişah değil, gönüllere Yusuf olmak isterim; 

dağda kurt değil, kuyu başında Yusufçuk kuşu olmak dilerim.

                                                                   Ahmet Doğan İLBEY

                                                      


Ahmet Ağabey’e

sen çiçeklerin mevsimisin
çocuklar doğar
senin adını almak için
çarşılardan pazarlardan ve binalardan
senin kuyun yeğdir
bilirim
şimdi kefenin gülden bir bahçedir
bilirim
gurbettir sensiz her şehir
Ferhat ALTUN


Garip bir sesle uyandı. Etrafına bakındı, sesin nereden veya kimden geldiğini anlayamadı. Hayli terlemişti. O garip ses, tekrardan geldi kulağına ama sesin neye ait olabileceğini kavrayamadı.  Ses mutfaktan ya da evin diğer odalarından geliyor olamazdı. Evde ondan başka kimse yoktu. Gelen ses, bir insan sesine de benzemiyordu zaten.

Yatağında doğruldu. Çok sıcak bir gündü. Atletinden gelen kesif ter kokusunu hissetti önce. Sonra aynı sesi yine duydu. Bu kez çok tanıdık geldi ses. Sesi bir kez daha duyunca emin oldu. Yusufçuk kuşunun sesiydi bu: “Yusuf’u tutun! Yusuf’u tutun!”. Ses, odanın üstten yarısına kadar açık olan penceresinden geliyordu. Yıllar önce, daha küçükken babaannesinden dinlemişti Yusufçuk kuşunun hikâyesini. Peygamber hikâyelerini, evliya menkıbelerini torunlarına anlatmayı severdi babaanne. Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebubekir’in mağara menkıbesini, Nuh (a.s)’ın gemiyi inşasını ve tufanı, Eyüp (a.s)’ın sabrını… daha neleri neleri torunlarına ilk o anlatmıştı. Üstelik iyice yaşlanmıştı ve her yaşlı insan gibi anlattığı bir şeyi defalarca anlattığı zamanlar oluyordu. Yusufçuk kuşunun hikayesini de onlarca kez anlatmıştı torununa.  

Hikâyeye göre “Kardeşleri Yusuf (a.s)’ı kuyuya attıklarında ilk kez ortaya çıkıyordu Yusufçuk kuşları ve tüm dünyaya yayılıyorlardı. Yusuf’un kanlı gömleğiyle avunan gözü yaşlı Yakup peygambere, Yusuf’u kıskanan kardeşlerine ve sanki herkese aynı şeyi söylüyorlardı: “Yusuf’u tutun! Yusuf’u tutun!”.    

Yatağından kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Pencere yarı açık olduğundan bir Yusufçuk kuşu sıkışmıştı ve oradan kurtulmaya çalışıyordu. Sanki Yusufçuk bu kez Yusuf (a.s) için değil de kendini kurtarmaları için acı acı ötüyordu: “Yusuf’u tutun! Yusuf’u tutun!” Yusufçuk kuşunu bulunduğu yerden elleriyle nazik bir şekilde kurtardı. Pencereyi açtı ve pencerenin dışına bıraktı kuşu. Yusufçuk kapandan kurtulmuştu. Pencerenin önünde kanat çırptı ve birkaç kere daha öttü: “Yusuf’u tutun! Yusuf’u tutun!” Sonra uçup gitti. Vakit öğlene geliyordu, hava daha da sıcak olmuştu. Pencereyi açık bıraktı.

Her zaman yaptığı gibi tüm gününü yatağında geçirmek için yatağına doğru döndü. Mânâsız bir şekilde duvardaki saate baktı. O gün yapması gereken bir iş yoktu. Aslında uzun süredir yapması gereken bir iş yoktu ve uzun süre olmayacak gibiydi. Artık yeni bir meslek edinmesi gerekiyordu. Bu kuyuculuk işi bitmişti. Koca kasabada kimse kuyu suyunu kullanmaz olmuştu. Ne de olsa henüz “büyükşehir” ünvanını almış olan kente yakın bir kasabaydı onun kasabası. Büyükşehir belediyesi(!) onların kasabaya da şebeke suyu bağlamıştı. Onun için artık pek kuyu temizleme, kuyu açma işleri çıkmıyordu. Nadiren iş çıkardı. O da çevre köylerdeki tarla kuyularından. Hoş! İş çıksa da ne yapacaktı ki? Kazandığı parayı kime götürecekti? Evde kendinden başka kimse yoktu. Tekrar uyumak için yatağa girdi. “Şu çarşafları da artık değişmek lazım.” dedi. Eşi evi terk ettiği günden beri, çarşafları nadiren değiştiriyordu. Çarşafları yıkamak, kuruması için asmak, toplamak, yatağa sermek çok zoruna gidiyordu. Onun tek bildiği ve en iyi yaptığı iş kuyuculuktu.

Eşini ve çocuklarını hatırlayınca kaçtı uykusu. Gözünü tavana dikti. Oğlu Enes geldi gözünün önüne: “Ah!” dedi. “Ah! Keşke o gün götürmeseydim onu yanımda.” dedi. Yıllardır buna ah ediyordu. Oğlunu işine yanında götürüp kaybettiği gün, eşinin bu acıya dayanamayıp evi terk ettiği gün. Dün, bugün ve belki yarın.  Ah! Ah! Keşke… Yıllardır ne ahları bitmişti ne keşkeleri.    

Oysa eskiden ne güzeldi hayat. O, koskoca Kuyucu Malik’ti. Çevre kasabalarda bile bilinir, çağırılırdı. Hiç boş günü olmazdı, bayramlarda bile çalışırdı. Hiç zoruna gitmezdi yaptığı iş. Kuyuculuk işi babasından kalmıştı. Babasına da dedesinden kalmıştı. Çok severdi işini ve övünürdü: “Arkadaş, bir işi layıkıyla yapabilmek için üç kuşak o işi yapmak, o işle bilinmek icap eder. Çok şükür biz bu kuyuculuk işini dededen aldık. Üçüncü kuşağız.” derdi.  Kasabanın kahvesine girdiği zaman herkes hürmet ederdi, ona yer gösterirdi. Şimdi kahveci, biriken borcu için ters ters baktığından, eskiden beri anlaşamadığı birkaç kişi kendisine bıyık altından güldüğünden kahvenin önünden geçmez olmuştu. 

Bütün bunları gözlerini tavana dikip düşünürken evin kapısının sertçe çalınmasıyla irkildi. Daldığı hatıralar karmaşasından uyandı. Emin olmak için kulak kabarttı. Evet evinin kapısında biri vardı. Bir yandan kapıyı çalıyor, bir yandan da adını sesleniyordu. “Malik Ustaa! Bir bak Malik Ustaa!”. Kimdi bu? Yatağından yavaşça kalktı. Kapının arkasındaki gömleğini aldı ve sırtına geçirdi. Gömleğin düğmelerini iliklemeden yine yavaş hareketlerle bahçeye doğru yürüdü. Kapı hâlâ ısrarla çalıyordu ve kapıdaki adamın sesi duyuluyordu: “Malik Ustaa! Evde misin? Malik Ustaa!” Malik Usta bahçeye çıkınca seslenmeyi akıl etti. “Geldim geldim sabret hele.” Bahçede yalın ayak yürüyüp kapıyı açtı.  

Kapıdaki adam seyrek saçlı, göbekli, suratı traşlı biriydi. Fakat Malik Usta bu adamı tanıyamadı. Uykulu gözlerini elleriyle kaşıdı. Bu sefer kapıdaki adam “Tanımadın mı beni? Şakir, Almancı Şakir.” Malik Usta, Almancı Şakir ismini duyunca hemen tanıdı adamı. Yıllar önce kasabadan Almanya’ya çalışmaya giden gurbetçilerden birisiydi. Pek muhabbetleri yoktu ama tanırdı. Malik Usta: “Ooo Hoş gelmişsin Şakir Bey! Nasılsın?” dedi. Almancı Şakir: “Çok şükür.” deyip gurbette iş çözmeye alıştığından hiç hâl hatır sormadan: “Bizim bağ evindeki kuyuya bir bakıver sana zahmet. Mâlum, yaz geldi; tatile geldik, kuyu suyunu özledik. Yaban ellerde bulamıyoruz böylesini.” dedi. Malik Usta: “Tabi tabi bakarız.” dedi.  Almancı Şakir: “Haydi o zaman! Benim arabayla gidelim hemen.” dedi. Malik Usta tasdik manasında kafasını salladı. “İçerden aletleri alıp geliyorum.” dedi. Kapıyı aralık bırakıp içeri girdi.

                                        •••

Almancı Şakir’in bağ evine gelmişlerdi. Kuyunun başına geçtiler. Almancı Şakir: “Hele sen işine bak! Ben bize bir kahve yaptırayım.” dedi ve eve doğru yürüdü. Malik Usta da işe başladı. Kuyunun ağzının açık olduğunu fark etti. Mırıldandı: “İnsan şu kuyunun ağzını kapatır. Bu nasıl iş!” dedi. Kuyunun içine şöyle bir baktı. Zifiri karanlıktan başka bir şey göremedi. “Kuyunun içini bir temizlemek lazım.” diye söylendi. Alet çantasından halatı çıkardı. Kuyunun üstündeki, su çekmek için kovanın sabitlendiği tahta parçasına halatı sıkıca bağladı. Ardından halatın diğer ucunu beline bağladı. Alet çantasından el fenerini aldı, kuyunun üstüne çıktı. Kuyunun duvarlarından destek alarak yavaş yavaş kuyunun içine girmeye başladı. 

Kuyunun dibine indiğinde gördükleri karşısında küçük dilini yutacaktı sanki. Kuyunun dibinde bir ceset vardı. Ceset iskelete dönmüştü. Kim olduğu anlaşılmıyordu ama bir çocuk cesedi olduğu belliydi. Kuyunun içine el feneriyle daha detaylı bakınca köşede ahşap bir oyuncak gördü. Bu oyuncak elle oyulmuş bir attan başka bir şey değildi. Malik Usta yutkundu, oyuncağı yerden aldı. Hemen hatırladı. Bu oğlu Enes’in oyuncağıydı. Kendi elleriyle yapmıştı bu oyuncağı oğluna. Hemen yerdeki çocuk cesedine döndü. Çocuğun üstündeki kıyafetlere baktı el fenerini tutarak. Kıyafetler tozlanmıştı ama yine de tanıdı Malik Usta. Bu kıyafetler oğlunun kaybolduğu gün üstünde olan kıyafetlerdi. Donup kaldı. Olduğu yerde kımıldayamadı. Tek kelime edemedi. Kuyunun üstünde Yusufçuk kuşları uçuyor ve ötüyorlardı: 

-Yusuf’u tutun! Yusuf’u tutun!…  


DÜNYAYA GÜLÜP GEÇTİ FERHAT AĞCA / Hasan EJDERHA


Ferhat Ağca için: “Çok güzel gülerdi Ferhat“ demişti Hasan Keklikçi bir yazısında. Gerçekten çok güzel gülerdi Ferhat ve en son gülüşüne ben muhatap olmuştum 6 Şubat gecesi, deprem olmadan yarım saat falan önce. Ferhat’ımın dayısı, Yapımcı-Yönetmen Ahmet Okur ile uzun uzun telefon görüşmeleri yapmıştık o 6 Şubat 2023’ün acı gecesinde. Ahmet Okur MEVLANA dizisinin çekimlerini bitirmiş, kontrollerini yaparken, dizide geçen meczup sahnelerini bana aktarıyor; “bak bakalım abi senin Maraş’ın Cezbeli Gülleri’ne benziyor mu” diye hem fikrimi soruyor, hem Ahmet hem ben o gece yarısında yoğun çalışmamız arasında karşılıklı halleşiyorduk.

Ahmet Okur’un WhatsApp’tan gönderdiği, MEVLANA dizisinin meczup bölümlerini muhabbetle izliyordum. Bir ara “Bu görüntüleri Ferhat’la da paylaşayım mı” dedim. Ahmet “Yok abi, kimseyle paylaşma. Ham görüntüler bunlar; yayınlanmadan paylaşılırsa TRT ile papaz oluruz. Malumun bu diziyi TRT için yaptık” dedi. Ahmet’le görüşmem bittikten sonra Ferhat’ı aradım. Ferhat’ımı imrendirmek için, “Dayın MEVLANA dizisinin meczup bölümlerini gönderdi izledim, ancak kimseyle paylaşma diye tembih etti. Hadi bakalım şimdi dizi yayınlanana kadar kıvran” dedim. “Senin de dayımın da canı sağ olsun emmi biz yasağa uyarız. Dayımın hakkı var; dizi yayınlanmadan olmaz elbette” dedi. Bir süre muhabbet ettik. Telefonu kapattığımızda saat 04:00 civarıydı. Yani Ferhat’ım deprem anında uyanıktı muhtemelen. Apartmanlarının enkazında bulduğumuzda da deprem pozisyonu almış durumdaydı.


       Çok acelesi vardı Ferhat’ın; o genç yaşında ne kadar da çok işler başarmıştı. Türkiye Yazarlar Birliği başta olmak üzere birçok kültür, fikir derneklerinde üye ve yöneticilik yaptı. En önemlisi de mesleğinde çok başarılı olacağının ispatıydı Ziraat Fakültesinde Yüksek Lisans ve Doktora çalışmalarındaki özel durumu. Tıbbi Bitkiler hususunda nerdeyse bu bölgede otorite olmaya doğru gidiyordu. Çok fedakâr bir akademisyendi. Hiç hırs yapmadan sevdiği için yapıyordu akademiada yaptığı çalışmaları. Akademik çalışmalarını bir sonraki mevkie atlamak için değil de memleketin hayrına işler başarmak için yapıyordu. Diğer taraftan çiçeklerle çalışıyordu Ferhat. Zaten kendisi de bir çiçek adamdı. Muhtemelen O’nu tanıyanların çoğu bilmez; ayrıca Tamburiydi Ferhat. Onca iş arasında Tambur gibi zor bir enstrümanı da hayranlık duyulacak şekilde icra ediyordu. O bizim Tamburi Ferhat’ımızdı. 

       Memur olan babasına yük olmamak için çok zor işlerde çalıştı Lisans ve Yüksek Lisans öğrenciliği boyunca. Depremde kendisiyle birlikte kaybettiğimiz babası Merhum Mehmet Ağca Ferhat’ından çok razıydı muhtemelen. Ferhat Ziraat Fakültesi’nde Doktora öğrencisiyken, yine depremde kaybettiğimiz Enes’imiz üniversiteyi yeni bitirmiş, Ömer Faruk ise Tıp Fakültesi’nde okuyordu. Elbette bir memur için zordu ve hafta sonları boya falan gibi işler de yapıyordu Mehmet Ağaca ağabey. Ferhat’ım ne kadar etkilenmiş olacak ki babasının durumundan; 

BABAMIN ELLERİ şiirini yazmıştı:

Annemin ıslak mendili

Dindiremezken ateşimi

Alnımda dururdu

Babamın elleri


Alevler söndürürdü avuçlarının içiyle

Bazen rengârenk ederdi cami duvarlarını

Biraz işçi birazmemur 

Ama her zaman mağrurdu

Babamın elleri


Pürüzlü beton etlerini yüzmüş

Pürüzleri dolduran buzun yardımıyla

Sargılar sardım parmak parmak

Annemin eşarbıyla.


Sargılar kaç abdest kurtarır?

Bu eller kaç karın daha doyurur?

Annem nasıl doğurduysa

Doyurdu bizi

Babamın elleri.

       Oysa kendisi de babasına destek için değirmende çalışıyor, ağır buğday çuvallarını taşıyordu. Bir gün bana: “Emmi neden bana işlerin en zoru düşüyor” diye bir soru sormuştu. Ben de demiştim ki: “Ferhat’ım sen her şeyin bedelini peşin ödüyorsun; yorma kafanı sen daha kârlısın.”

       

Çiçekleri çok severdi. Çiçek çalışıyordu adeta Tıbbî Bitkiler alanında. Akademik çalışmalar dışında da “Maraş’ın Çiçekleri” diye bir yazı dizisine başlamış ve birkaç yazı yayınlamıştı EVVELAHİR Dergisinde. Çiçekler içinde de HANIMELİ’ni en çok severdi. Yayladaki evin girişine bir HANIMELİ diktim. Hemen Yanına da bir KIRMIZI GÜL… KIRMIZI GÜL Ahmet Doğan İlbey’in anısına. Ferhat İle Ahmet Bey yan yana, daha önce olduğu gibi… Ahmet bey’in işitme problemi olduğu için Ferhan hemen yanında oturur; karşısındaki dostlarının hoş gülüşmeleri ve yüz hatlarından önemli bir durum olduğunu anlayan Ahmet Bey, Ferhat’tan yana eğilerek “ne dediler” diye sorardı.  Ferhat bazen olduğu gibi durumu aktarır, bazen de şaka ile Ahmet bey’in en çok seveceği şekilde aktarım yapardı. Ferhat, Ahmet Doğan İlbey’in tercümanıydı; bizim Yazarlar Birliği çevresindeki dostların tabiriyle. Rahmetli Fazlı Bayram da türküdarıydı. Depremde Hep birlikte ebedi âleme göç eyleyince Ahmet Bey’in ardından. “Sen cennete göç eyledin bari Tercümanını ve Türküdarını bize bırakaydın demeden edemedik.

       Ferhat Ağca’nın genç yaşında ebedi âleme göç eylemesi çok yaktı bizi. Fakat postnişin Mevlevî bir büyüğümüzün “ Ferhat , Mus’ab bin Umeyr gibi cennetin efendisi ve yakışıklısı olmuştur erenler” sözü, yüreğimi bir nebze de olsa ferahlattı mı insan acıya alışıyor mu bilmiyorum. Depremin ardından onca zaman geçti hâlâ ne hissedeceğimi, onca göç eyleyen dostlar, akrabalar için ağlamak, acımak kesmiyor beni. Anlayamadığım bir duygu karmaşası içindeyim. Ferhat şiirleri, yazıları, Ahmet Doğan İlbey ve Fazlı Bayram şiirleri ve yazıları okuyarak kendimi avutmaya çalışıyorum.

       Bir Ferhat Ağca gelip geçti dünyadan. Hem de bizim çile doldurduğumuz, belki de çoğumuzun değer verdiği dünyaya gülüp geçti.

       Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Ziraat Fakültesinden kardeşi Dr. Ömer Faruk Ağca’yı aramışlar: “Ferhat’ın ektiği kekikler yetişti hasat edilmesi lazım” diye… Ömer Faruk hemen koşmuş tarlaya ve Rahmetli ağabeyinin ektiği kekikleri hasat edip, küçük ve hoş şişelere paketlemiş ve Ağabeyi Ferhat’ın dostlarına dağıttı. Haftalardır yazmaya çalıştığım ve bir karınca boyu yol alamadığım Ferhat yazısını “artık bitirip dergi için göndermem lazım” diye karar verdiğim bu gün Mehmet Yaşar o minik ve sevimli şişelerden birini getirip bana teslim etti. “Emmi bu şişenin içinde Ferhat’ın yetiştirdiği kekik var; Dr. Ömer Faruk Ağca gönderdi. Yanında dursun ara ara koklarsın” dedi. Ben de öyle yaptım. Bu yazıyı, Ferhat’ın ektiği kekikle dolu minik şişenin kapağı açık, kekikleri koklayarak yazdım. Depremde kaybettiğimiz cümle dostlarımız, hemşehrilerimiz ve diğer şehirlerde kaybettiğimiz kardeşlerimizin ruhu şad olsun. Cümlesine Allah rahmet eylesin         


ZEYTİNE AND OLSUN/Ali Rıza KARAKALE


Tarihler mahsüllerin devşirileceği zamana göre hatırlanırmış o zamanlar. Annem de beni bir zeytin zamanı dünyaya getirdiğini söyler hep. Zeytin zamanı; Kasım, önündeki ve arkasındaki aylara tekabül eder genellikle. Köklerini kalbime saldığı günden bu yana onun yerini hiçbir şey dolduramaz ve bu sır sadece ağaçla benim aramdadır. Biz 90’larda günümüzün tamamını bir zeytin ağacının gölgesinde geçirirdik. 5 ile 7 yaş aralığında 20 çocuğu o büyüttü. Kreşimiz de anaokulumuz da bir ağacın gölgesiydi bizim. Yapraklarından, dallarından, meyvesinden, heybetinden faydalandık sonuna kadar. O kadar ki zeytin ağacının bir dalında Murat, bir dalında ben uyurdum. Diğer dallar boş kaldıklarına üzülmesinler diye onlara da başka anlamlar yüklerdik. Annelerimiz bizi bulamadıklarında evlerimizin kesişme noktasındaki ağacın üzerinde uyurken bulurlardı. Ağacın dalları salıncağımız, yatağımız, oyun parkımız oldu. Hatta bir keresinde dişlerimizi bile onunla temizledik. Sonra öğrendik: - Muaz b. Cebel hazretleri bir gün, bir zeytin ağacına rastlamış. Ondan bir parça dal kopararak dişlerini fırçalamış ve sonra şöyle demiş: ‘Ben, Peygamber Efendimiz’i şöyle derken işittim: Zeytin misvakı ne hoş bir misvaktır. O benim ve benden önce gelen peygamberlerin misvakıdır… Gazze’nin kardeşi Maraş’taki mahallelerde her çocuğun bir zeytin (Şeceratin Mübareketin) ağacı vardır. Biz de Maraş’ın herhangi bir mahallesinde 20 çocuktuk. Şimdi çocuklarımıza anlatıyoruz; bir ağacın dostluğunu, kardeşliğini, anneliğini, bir milletin hamas’etini… Antik Yunan’da Zeytin Ağacı kutsal kabul edilirmiş. Barışın, kutsallığın, bereketin, bilgeliğin ve saflığın temsiliymiş. Hatta ismi Hayat Ağacıymış. Öyle ki efsaneye göre tanrıçalar günümüzden 6 bin yıl önce halka zeytin ağacı yetiştirmeyi ve verdiği ürünlerden faydalanmayı öğretmiş. Zeytin dalı zaten malumunuz… Ama bizim babalarımızın ağaçlarla olan ilişkisi demek Tur-i Sina’ya dayanırmış. Bundan sebep mahalleyi karış karış tohumlamışlar zamanında. Zamanında dedelerimizle, dedelerimizin dedeleriyle… Bilirlermiş; zeytin ağacının kök sistemi o kadar sağlammış ki, ağacın yer üstü yapısı don, yangın veya hastalık gibi felaketler nedeniyle yok olsa bile kendini yenileyebilirmiş. Binlerce yıl yaşayabildiklerini anlatırlarmış birbirlerine. Kim bilir bizi kucağında uyutan o ağaçlar kaç kuşa yuva, kaç kışa şahit oldu. Henüz beş ile yedi yaş arasında meyve vermeye başlarmış Zeytin Ağacı. Hem üretken, hem cömertmiş. Bizi onların bu üretken ve cömertlikleriyle büyüttü ailelerimiz. Tıpkı Aksadaki anneler gibi… Aksanın bahçelerindeki zeytin ağaçlarının toprağı Peygamber kokarmış. Her bir tanesinde bin sır saklıymış. Çocukken kesişim noktasındaki ağacın bana anlattığı sır gibi midir bilmem…? Bugün duydum ki kafirler, Nablus’ta bizim olanı kendileri sahiplenip; canice, dallarını kıra kıra, yapraklarını döke döke, işkence ede ede topluyorlarmış. Bize baba kucağı olan, yaprakları incinmesin diye tane tane şefkatlediğimiz zeytin ağaçlarımızı da katlediyorlarmış. O ağaçlar; her on dakikada bir tanesinin Allah’ın rahmetiyle buluştuğu Filistinli çocukların, annelerinin, babalarının, dedelerinin… dedelerinin… 

 Zeytine and olsun ki… Zeytindağı bizimdir. Filistin özgürdür. Direniş mübarektir… 

NAR ÇİÇEĞİ RENGİNDE BİR ŞEMSİYE/ Hidayet BAĞCI


Sen her zaman gönül dünyamda kıymetlimsin, Anneciğim… 

Annemin mutluluğunun sesini sabah kahvaltısında limonlu çayını karıştırırken duyardım. Ben o zamanlar çocuktum ve çayım hep şekerliydi. Ne zaman büyüdüm hangi ara değişti alışkanlıklarım bilmiyorum ama uzun zamandan beri çayımı şekersiz içiyorum. Dikkat ettim zaman ilerlese de annemin çayı hep şekerli, kahvaltı sofrasında da olsa mutlu olalım diye…

Geçenlerde bir üniversite öğrenciyle karşılaştım. O kendi annesini anlattı bana. Sessiz, sakin ve sabırla aynı zamanda üzülerek dinledim. Üzüldüğüm gerçek şu ki; gençlerimizin çoğu annesinin kıymetini bilemiyor. Daha doğrusu kimse kimseye sevgi ve ilgiyle yaklaşamıyor. İşte o öğrencinin dilinden bir gün:

“Sabahleyin erken bir vakitte evden nasıl çıktığımı bilemedim. Stajıma gitmek için otobüs durağında bir süre dalgın dalgın bekledim. Annemle her zamanki kavgamız beni güne yorgun başlatmıştı. Sonunda beklediğim otobüs geldi. Elimdeki siyah şemsiye de sanki içimdeki dünyanın yansımasıydı. Bu hayatta hiçbir zaman kendi zevkime göre bir eşyam olmadı ki şemsiyemin rengi umut olsun. Staj yapacağım okula geldiğimde üzerimde bir hafiflik hissetim. Sonradan farkına vardım, siyah şemsiyemi otobüste unutmuştum. Bu unutkanlık, bu dalgınlık eve gittiğimde annemin öfkesi ve aşağılaması şeklinde bana dönecekti. Belki de saatlerce onun iğneleyici sözlerine maruz kalacaktım. Çok efkarlı bir dünyam vardı. En iyisi bugünkü stajımı iptal etmeli, ev yerine üniversiteye formasyon dersi hakkında hocamla görüşmeye gitmeliydim. Zaten dünyam bitkin ve yorgundu. Üniversiteye gitmek için otobüse bindiğimde şemsiye konusunda anneme ne diyeceğimi nasıl ifade vereceğimi düşündüm bir süre. Evet, ben birkaç yıl sonra Milli Eğitimin herhangi bir okuluna öğretmen olarak atanacaktım ama yirmiüç yaşında genç bir eğitimci olarak annemden korkuyordum. Otobüsten indiğimde ellerimi yalayan acı soğuk havayı hissettim. Üzerimdeki kaban yine annemin zevkine göre alınmış ve ben onu istemeyerek de olsa giymiştim. Herkesin annesi mi böyleydi yoksa benim annem gerçekten beni sevmiyor muydu? Bir türlü anlamış değildim. Zaten onun sevgisini de hiçbir zaman hissedemedim. Annemle barışık biri de değildim. Sorunlu bir ailede büyümüş olmanın ezikliği içinde, ayağımla ezdiğim solmuş çınar yaprakları gibi hissettim kendimi. Banka oturdum ve hocamı aradım. O, öğle arası yemeğine çıkmıştı. Ben de bir süre bahçedeki bankta oturdum. Telefonumla vakit geçirerek hocamı beklerken sıcak bir sesle kendime geldim.

“Merhaba, size meyve versem alır mısınız?”

Hiçbir tepki vermeden peçeteye bir hediye paketi gibi sarılmış meyveyi aldım, çantama bıraktım. Çünkü sabah kahvaltısını yapmadan çıktığım için açtım. Halimden anlamış olmalı ki kendini tanıttı. Bana selam veren bu kişi özel öğrenci olarak geldiğim bu üniversitede bir hocaydı. Ben de kendimi tanıttım fakat onu dinlemiyordum. Gideceği an arkasını döndü bana çay ikram etmek istediğini söyledi. Ben de istemeye istemeye tamam dedim. Ne de olsa eve geç gitmeyi planlıyordum. Karşımızda üniversite gençlerinin boş vakitlerini değerlendirdiği, iki katlı bir bina varmış. Kendime ilk defa hayret ettim. Dört aydır bu üniversitedeydim ve bu binayı ilk defa bugün farketmiştim. Kışın ayaz soğuğunda bahçede otururken içimdeki öfkenin karanlığı, karşımdaki binayı görmeme engel oluyordu. Önümde nezaket dolu bir edayla yürüyen, ruhu benden genç olan bu hocayı takip ettim. Bir anda:

“Melike, bir sorun mu var?”

İçim o kadar doluydu ki nereden başlayacağımı bilemiyordum. Belki anlatacaklarım bu genç kadına göre incir çekirdeğini dolduramayacak türdendi, önemsizdi ama benim dünyamı altüst eden bu ruhsal durumun beni ne kadar etkilediğini ve önemsediğimi bilmesi gerektiğini düşündüm. Önüme bıraktığı sıcak demli çay dahi içimi ısıtmıyordu. Çünkü içimdekiler soğuktu ve ben çok üşüyordum. 

“Hocam, sorun siyah bir şemsiye.” dedim ve başladım annemi anlatmaya. O beni sessiz sakin bir edayla sabırla dinledi. 

“Haydi gidiyoruz, beni takip et!” dedi. İstemeyerek de olsa onu takip ettim. Odasına nasıl gittik, nereden gittik bilemiyorum ama masaya sıcak bol köpüklü menengişli kahveyle birlikte yeni gibi duran, nar çiçeği renginde şemsiyesini bana armağan olarak verdiğinde onun bu dünyaya ait olmadığını anladım. Korkudan titreyen gözbebeklerim bir anda gözyaşlarımı damla damla yanaklarıma doğru akıttı. Kendimi tutamadım.

“Hocam, inanın sorun şemsiye değil, annem.” diyerek onun önüne istemeyerek de olsa şemsiyeyi bıraktım. Bana hediye ettiği şemsiye o kadar çok güzeldi ki iade edilemeyecek derecedeydi. Bir kere çok beğenmiştim ve sonradan hediyeyi kabul ettim. 

İkram ettiği sıcak bol köpüklü kahvemi yudumlarken içimin ısındığını hissettim. Çünkü içimde nar çiçeği renginde bir dünya oluşmaya başlamıştı. Şemsiyeyi alıp odasından çıktığımda geldiğim yolları unuttuğum için asansöre kadar eşlik eden bu genç kadın, darda kalan insanlara yardım edenlerin hala var olduğunu kanıtlamıştı.”

İNSAN YAŞADIĞI ŞEHRE BENZER/ SİBEL KÖK

“inşirah, inşirah, inşirah ayetin değil miyiz ya Allah”

Baharı böyle hüzünle karşılayacağımızı, leylakları böyle hüzünle taşıyacağımızı gözlerimizde kim bilebilirdi ki? Vay ki kırıldık vay ki dağıldık nasıl konsun şimdi kuşlar dallarımıza? demiş ötesine takat getirememiştim yazının, hayatlarımızı bir bıçak kesiği gibi ortadan ikiye bölen, öncesi ve sonrası diye milat düştüğümüz o kışın baharında. O gün bugündür ne zaman kalemi elime alıp yazmaya yeltensem göğsümde taşıdığım kederli şarkıya ihanet edeceğim düşüncesiyle vazgeçtim yazmaktan. Geçen akşam o mesaj bildirimini görmeseydim telefonda, uzun zaman daha elime almayacaktım kalemi belkide. Dizinin dibinde şiir talim etmeyi en büyük talihim bildiğim Yoldaki Kalemler ’in kıymetli editörü Hasan Ejderha hocam “bismillah” diyerek yeniden Yol’a davet etmeseydi kollarım bağlı uzaktan seyrediyor olacaktım savruluşumu. Bana yeniden Yol’a çıkma cesareti verdi bu çağrı. Bunca zaman sonra bir yazıya nasıl başlanır ya da bir şiirin en içli mısrasına hangi dostun yüzünde düşülür bilmiyorum. Tek bildiğim zihnimde yığın halinde duran her biri bir yana dağılmış kelimeleri, hatıraları, kaygıları ve ağrıları yüreğimin süzgecinden geçirip anlatabilmek. Yoldaki Kalemler, klasik bir e-dergi olmanın ötesinde bir mektep oldu bizim için yahut bir dost meclisi. Dizlerimize vura vura ağladığımız türküler aynıydı, bakıp da ferahladığımız yüzler aynı, derdiyle dertlendiklerimiz, sevinciyle şad olduklarımız aynı. Bu yüzden kendimi gayrı görmeden, içimden geldiği gibi yazıyorum.

Hikayem Maraş’ta başladı. Bu kadim şehirde… Çok masal dinlemiş, çok şiir büyütmüş, çok türküye kulak vermiş bir çocukluktan geçtim. Buradan baktım göğe. Ahir Dağı’nın zirvesine çıkıp bulutlara dokunmayı burada hayal ettim burada düşüp kanattım dizlerimi, burada iyileştim. Ne zaman hastalansam burada şifalandım. Garbiyeliydi saçlarımda gezinen. Onu aldım, çocukluğumdan kalan aziz bir hatıra diye, sakladım dimağımda. Ne zaman kederden göğüs kafesim çatlayacak gibi olsa garbiyelinin müşfik ellerine emanet ettim ağrılarımı.

Teknolojinin henüz başköşeye kurulu olmadığı zamanlarda rahmetli dedemden dinlediğim destansı hikayelerle öğrendim Maraş’ın kahramanlığını. Poyrazı gibi insanının da deli deli estiğini. Babamın her ikindi eline aldığı bağlamanın mızrabına takıldı çocuk yaşım. Annemin ninnileri büyüttü beni tıngır mıngır.

“İnsan, yaşadığı yere benzer/ o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer” diyor ya şair, ben de bir miktar benzedim Maraş’a. Çok uzak yollardan gelmiş bir seyyah gibi şaşkın ve meraklı gezdim sokaklarını. Bana anlattığı hikayeleri ruhumda duya duya gezdim, bir gün hafızamda eskisi gibi kalsın diye, o güzelim sokaklardan başım önde koşaradım geçeceğimi bilemeden.

İnsan bir şehri sevmeye nereden başlar, bilemem. Tarihinden, kültüründen, havasından, suyundan, doğasından… Herkesin farklı bir sebebi illaki var. Ben, kapılarından hanımeli taşan sokaklardan başladım sevmeye. Çocukların şen kahkahalarla süslediği, kadınların meraklı gözlerle geleni geçeni izlediği, ihtiyarların kapı önlerine birer sandalye atıp maziyi andıkları sokaklardan. Yüzünde yüzümüseyrettiğim dostlarım artırdı ünsiyetimi. Kök saldım, bir gün köklerimden sarsılacağımı bilemeden.

Maraş tamamlanmamış şiirlerin, tamamlanmamış cümlelerin şehriydi benim için. Şimdiyse tamamlanmamış hayatların… 

RABİA / Hasan EJDERHA

Deprem şehidi Ferhat AĞCA'nın anısına

Ben seni bırakıp gitmedim Rabia

Tutamadı dünya, düştüm

Öyle bir ayna tutuldu ki yüzüme

Mus'ap Bin Umeyr'i gördüm

Belki bir parça üşüdüm

Çağrıyı duyunca

Dünyadan düştüm.


Ben seni bırakıp gitmedim Rabia

Sen de çağrılsan koşardın bu çağrıya

Sana tutulan aynaya

Bakıp da görseydin cennet seyyidelerini

Ellerini uzatıpta koşardın

Bilesin ki; bende, hep yaşardın.


Ben seni bırakıp gitmedim rabia

Çok sevecek seni emanet ettiklerim

Bak şiir bile yazmış emmim

Bekledim yıllardır ve geldin

Korkarak, utanarak araladığım kapıyı

Sen açmıştın Rabia

"Bir coşku var içimde" dedim ya sana

O coşkuyu sen getirdin dünyama

Kanatlar taktın rüyama

Hülyama can kattın

Yıllardır bomboş duran hülyama...


Ben seni bırakıp gitmedim Rabia

Hayatıma getirdiğin bereket

Nasıl da saçılmıştı can dostlarıma

Yarınlarıma bereket olacaktın sen

Bulacağım seni Rabia bir gün gelirsen.


Ben seni bırakıp gitmedim Rabia

Sen yüreğimi ilk titretendin

Ellerin kalkınca duaya

Bilesin ki bana selamın gelir

Bilir de bunu dostlarım

Durmadan selam gönderir

Erir yürekleri, eğilir doğrulur gametleri

Bana senin selamını getirir.


Ben seni bırakıp gitmedim Rabia

Sende gördüğüm güzelliğin aslına geldim

Güzele ulaşmaktı tek emelim

Senle güzellik ipinin ucunu tuttum

Görünce ipin öbür ucunu

Yalancı dünyayı unuttum

Buldum aradığımı, buldum Rabia

Sana da tutulursa nolur bak o aynaya.


Ben seni bırakıp gitmedim Rabia

Tamburumun tellerinde yaşadın sen

Utanarak nasıl sevindiğimi bilsen

Dayanamazdın Rabia o heyecana

Bir ceylana su vermek gibi bir sevinçti

Dedim ya yüreğime bir coşku gelmişti

Eriştim coşkunun menbaına şimdi

Bilenler bilir, bilmeyenler bilsin

Tamamladım ben yolculuğumu

Ve ödedim dünya borcumu.

ORMANDA KIRK GÜN / Teyfik KARADAŞ

Ben bin dokuz yüz atmış dokuz senesinin nisan ayında Kahramanmaraş’ın Döngel Köyünde dünyaya gelmişim. Babamdan başlayıp yedi göbek geriye doğru gitsek soyumun hepsi de Döngel Köyünde dünyaya gelmiştir. Anlayacağınız biz sülale olarak beş yüz yıldan beri Döngelli’yiz. Döngel Köyü Orta Torosların bitiş noktasının yakın bir bölgesinde yer alan Keş Dağının güney batısında yer almaktadır. İç Anadolu’yu Akdeniz’e bağlayan Püren Geçidi de bizim köyün çok yakın bir yerinde bulunmaktadır. Geçidin bizim köye uzaklığı on beş kilometredir. Köyümüz orman köyüdür. Köyümüzün sınırları çok geniş olduğu halde, ancak; topraklarının yüzde ikisinde tarım yapılabilmektedir. Köyümüz topraklarının yüzde doksan sekizi başından kar eksik olmayan yüksek dağlarla ve balta girmemiş ormanlarla kaplıdır. Köyümüzün dağlarında çam, ardıç, meşe, Lübnan sediri ve Toros köknarı başta olmak üzere yüzlerce çeşit ağaç yetişmektedir. İlkbahar mevsiminde köyümüzün yaylalarında kenger, çakşır, geven gibi yem bitkilerinin yanı sıra çiğdem, sümbül, menekşe, karanfil, papatya ve adını dahi bilmediğimiz yüzlerce çeşit bitki çiçek açmaktadır. Çiçeklerin kokusu dağları aşar, köylerde bile hissedilir. Yaz mevsiminde köyümüz doğal bir botanik bahçesi gibidir. İlkbahar mevsiminde yaylalarımızda yetişen kekiklerin kokusu esen rüzgarlarla birlikte köyümüze kadar gelir. Yaylalarımız ayı, kurt, geyik gibi yaban hayvanları içinde doğal bir yaşam alanıdır. Sade bizim köyümüz değil, köyümüzün etrafındaki bütün komşu köylerde aynı özellik ve güzelliklere sahiptir.

Bulunduğu coğrafi şartlar gereği köyümüzün başlıca geçim kaynakları tarım, ormancılık ve hayvancılıktır. Tarım ve hayvancılık işini köy halkı doğrudan kendi imkanlarıyla yaptığı halde, orman işi Orman Teşkilatı ile köylülerin iş birliği çerçevesinde yürütülmektedir. Köylülerimizin bir kısmı Orman Teşkilatında yangın işçisi, orman bekçisi, orman muhafaza memuru gibi görevlerde maaşlı olarak çalışırken, bir kısmı da orman kesimi, kereste üretimi ve üretilen ürünlerin nakliyesi işlerde kendi hesaplarına çalışırlar. Orman köylerindeki ormanlar, köylüler için çok önemli bir geçim kaynağıdır. Fidanın toprağa dikilmesinden, kesilip kereste haline getirilmesine, sanayide işlenerek mamul hale getirilmesine kadar geçen süreçlerin tamamında köylülerin emeği ve alın teri vardır. Bu süreci baştan sona anlatmak için ciltler dolusu kitaplar yazmak gerekir. Ben sizlere orman işinde çalıştığım kırk günlük sürede yaşadığım birkaç anımı anlatarak yazımı tamamlamak istiyorum.

Üniversite birinci sınıfı bitirdiğim yılın yaz tatilinde köyüme geldim. Yaz mevsimi olduğu için köyde oturup sohbet edecek hiçbir arkadaşım yoktu. Arkadaşlarımın bazısı yaylada çobanlık yapıyor, bazısı tarlada ekin biçiyor, kimisi de farklı şehirlerde inşaat, turizm gibi işlerde çalışıyorlardı. Benim ise köyde tek başıma canım sıkılıyordu. Günlük birkaç saat muhabbet etmek için Bakkal Muzaffer’in yanına gitsem de aramızda yaş farkı olduğu için sohbetimiz çabuk bitiyordu. Ben de hem vakit geçirmek hem de iki aylık yaz tatilinde aile ekonomimize katkı sağlamak için çalışmak istiyordum. Ne iş yapabilirim diye düşünürken, aklıma birdenbire Suçatı Orman Bölge Şefliği geldi. Suçatı Orman şefliğinde tomruk ölçümü, ağaç damgalaması gibi bir iş varsa çalışabilirim diye düşündüm. Pazartesi günü itibariyle Su çatına gitmeye karar verdim.

Komşu köyümüz Suçatı’n da Balkaya, Kapıkaya ve Suçatı olmak üzere üç tane orman şefliği vardı. Şefliklerin üçüne birden Orman Mühendisi Hacı Musa Çelik bakıyordu. Bizim köyün ormanları Suçatı orman Şefliğine bağlıydı. Ben ise Hacı Musa Bey’i lise yıllarımdan tanıyordum. Aramızda sevgi ve saygıya dayalı güzel bir münasebet vardı. Bizim köyde benden başka üniversite öğrencisi yoktu. O yıllarda üniversite öğrencisi olmak büyük bir kariyerdi. Sosyal saygınlık bakımından ise bölgedeki üst düzey insanlar arasında gösterilirdi. Üniversite öğrencilerine köyde görev yapan doktor, öğretmen, imam ve karakol komutanı kadar veya daha fazla değer verilirdi. Bölgede gördüğümüz saygınlığa ve Hacı Musa Bey’le olan dostluğuma güvenerek pazartesi günü bizim köyden Kahramanmaraş’a giden otobüse binerek Suçatı Köyüne gittim. Otobüsten Nucük Hacının Bakkalının önünde indim. Bakkalın yanındaki kahvehaneye oturdum. Mesainin başlama saatini beklemeye başladım. Heyecandan kaç adet sigara, kaç tane çay içtiğimi hatırlayamıyorum. Kahvehanenin duvarındaki saat sekiz buçuk olunca orman Şefliğine geçtim. Orman Şefliğine vardığımda Hacı Musa abinin hala daireye gelmediğini öğrendim. Şefliğin lokalinde oturup Hacı Musa abinin gelmesini bekledim. Bu arada lokalde bulunan orman muhafaza memurlarıyla çay içip sohbet ettik. Saat dokuz olunca Çaycı Hasan Abi Hacı Musa Bey’in daireye geldiğini haber verdi. Ben lokalden kalkıp Hacı Musa abinin odasına gittim. Kapıyı çaldım. İçeriden “gel” sesini duyunca içeri girdim.

Hacı Musa Abi beni ayakta karşıladı. Kucaklaştık. Halimi hatırımı sordu. Çay, kahve söyledi. Okulumu, derslerimi sordu. Anlayacağınız beni çok güzel, çok hoş karşıladı. Muhabbetin hâl hatır safahatı bitince;

Ben: “Hacı Musa Abi eğer ihtiyaç varsa yaz tatilinde iki ay kadar yanınızda çalışarak harçlığımı kazanmak istiyorum” dedim.

Hacı Musa Abi: “Asgari ücretle çalışmak istiyorsan, yarın gel başla” dedi.

Ben: “Abi asgari ücret kaç lira” dedim

Hacı Musa abi: “Seksen dört bin lira” dedi.

Ben: “Abi daha çok para kazanacak bir iş yok mu?” dedim.

Hacı Musa Abi: “Elli tane işçi bulabilir misin?” dedi.

Ben: “Bulurum Abi” dedim

Hacı Musa Bey: “Sana bir hafta müsaade. Git elli tane işçi bul. Sisne’ de teras yaptır. Günlük yedi bin, aylık iki yüz on bin lira para kazanırsın Teyfik” dedi.

Ben: “Çok teşekkür ederim Abi” dedim.

Bir an önce elli işçiyi bulabilmek için Suçatı Köyünde zaman kaybetmeden, bir Göksun minibüsüne binerek köyüme döndüm.

Köyümüzün cami imamından izin alarak, “Sisne’ de teras işi yapılacaktır. Yevmiye yedi bin liradır. Çalışmak isteyenler üç gün içinde Teyfik Karadaş’a adını yazdırsın” şeklinde cami mikrofonundan bir duyuru yaptım. Elli işçi iki gün içinde tamamlandı. İşçinin tamam olduğunu orman şefi Hacı Musa Çelik Abiye, Muzaffer Abinin bakkalında bulunan acente telefonuyla bildirdim. Hacı Musa Abi beni sözleşme imzalamam için daireye çağırdı. Perşembe günü bizim köyden şehre giden otobüse binerek Suçatı Köyüne gittim.

Hacı Musa Abi devlet adına, ben amele çavuşu olarak işçiler adına sözleşmeyi imzaladık. Hacı Musa Abi bana “pazartesi günü saat on üçte işçiler köy meydanında, yatak yorgan, yiyecek içecekleriyle birlikte hazır olsunlar. Kamyon gelip sizi iş yerinize götürecek” dedi. Ben bu sevinçle Suçatı’n da hiç beklemeden izimin üzerine köyüme döndüm.

Pazartesi günü orman dairesinden bir kamyonun gelip, bizi Sisne’ye götüreceğini işçilere haber verdim. İşçi arkadaşlar Perşembe gününden pazartesi gününe kadar çadırlarını, yataklarını, yiyeceklerini hazırladılar. Bu sürede ben ve kardeşim Adem’de kendimize göre bir hazırlık yaptık. Pazartesi günü öğle üzeri gri renkli, resmi plakalı bir kamyon geldi. Kamyonun şoför mahallinden şoförün yanı sıra, Mehmet Ali Ok isimli bir ağaçlandırma memuru ile Ahmet Koşum isimli bir orman işçisi indi. Ahmet Koşum pergel ile işçilerin yaptığı terası ölçmek, Mehmet Ali Ok’ta yapılan işi kontrol etmek için görevlendirilmişti. Köyümüzün meydanında hazırladığımız eşyaları kamyona yükledik. Biz de eşyaların üzerine oturduk. Bütün işçilerin sayım sonucu kamyonun karoserine bindiği anlaşılınca Döngel’den hareket ettik. Gurbetin ne kadar zor olduğunu orda anladım. Gideceğimiz yer bizim köye kuş uçuşu otuz kilometre

mesafede olsa köyden ayrılırken ağlayan insanlara tanık oldum. Kamyon yavaş yavaş yoluna devam ederken bizlerde geçtiğimiz yerleri seyrediyorduk. Bazı işçiler türkü söylüyor, bazı işçilerde yanındaki arkadaşlarına çalışma hayatına dair anılarını anlatıyordu. Kamyon Çağlayan Köyünü geçip, Suçatı Köyüne varmadan sol taraftan Şahinkayası (Tanır) yoluna döndü. Cücük Hasan’ın evininin oradan tekrar bir sol yapıp Tanır Deresinin kenarındaki stabilize yola ilerlemeye başladı. Yolun bize göre sağ tarafı göklere yükselen çınar ağaçlarıyla, sol tarafı balta girmemiş çam ormanlarıyla kaplıydı. Karşımızdan ara sıra tomruk veya odun yüklü traktörler geliyordu. Biz ağaçların gölgesi altında menzilimize ilerliyorduk. Tanır Deresi üzerindeki bir köprüden karşıya geçince Veli Çavuş’un elma bahçesi karşıladı bizi. Başka bir köprüden karşıya geçince binlerce yıldan beri şahin kuşlarına ev sahipliği yapan Şahinkayası beş altı kilometre uzaklıktan hepimizi ihtişamlı bir şekilde selamladı. Meyilli bir arazi üzerinde konuşlanmış Tanır Köyünün evlerini güneyden teğet geçip uçsuz bucaksız çam ormanlarının içine doğru hareket etmeye başladık. Ali Dedenin türbesinin yanından geçerken ruhu için Fatihalar okuduk. Sülemişteki bahçeleri gördük. Kamyonumuz şırıl şırıl akan Elmalı Pınarın başına varınca kaptanımız on dakikalık ihtiyaç molası verdi. Kamyonda bulunan bütün yolcular Elmalı Pınarın buz gibi suyundan avuç avuç karınları doyasıya kadar içtiler. Yolcuların bazıları da abdest alıp ikindi namazı için hazırlık yaptı.

Kamyonumuz elmalı Pınardan hareket edince sanki birdenbire dünya ile irtibatımız kesildi. Sağımız orman, solumuz orman, üstümüzde dolaşan bulutlardan başka bir yeri göremez olduk. Rakım yükseldikçe kulaklarımız çınlamaya başladı. Hava serinledikçe işçilerin keyfi yerine geldi. Sıra türküsü söylemeye başladılar. Yol stabilize olduğu için kamyon ağır ağır kaplumbağa hızıyla ilerliyordu. Delikli Taşa varınca Çorak Mevkiinin meşhur ormanlarının içine girdik. Minareden yüksek çam ağaçlarıyla, aynı boydaki sedir ağaçları birbirlerine sarılmış adeta dans ediyorlardı. Dallar Çamının güzelliklerini anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır. At Oluğu için ne diyeceğimi bilemiyorum. Çemrengeç çayına inip, kenarı sıra biraz ilerleyip Çamlıca Köyüne el salladıktan sonra ikindin sonu, akşam önü Sisne’ye ulaştık.

Sisne yakınlarındaki Bal Kayasının güneydoğu kısmındaki sulak bir derenin kenarına yüklerimizi indirdik. Hava kararmadan yanımızda koyun kuzu olmasa da yaylaya yeni göçmüş Yörükler gibi çadırlarımızı kurduk. Yatacak yerlerimizi ayarladık. Obamızı iyi-kötü yaşamaya hazır hale getirdik. Bizimle giden Ağaçlandırma Memuru Mehmet Ali Ok ve Ölçüm Görevlisi Ahmet Koşum da orman dairesinin Sisne’de bulunan boş bir lojmanına yerleşti. Çevreden topladığımız küçük odun parçalarıyla ateş yakarak yemeklerimizi hazırlayıp, karnımızı doyurduk. Yemekten sonra yol yorgunu olmamız nedeniyle başımızı yastığa koyar koymaz uyuduk. Sabahleyin gün doğmadan evvel kayaların başında adeta birbirleriyle yarışırcasına öten yüzlerce kekliğin sesiyle uyandık. Ben hemen elimi yüzümü yıkayıp işçilere çalışacakları yeri göstermek için arazinin üst tarafına çıkıp bölgeye hâkim bir tepenin başına oturdum. Sisne Köyünün köpekleri bir tilkiyi havlayarak köyün iç kısmından dışarı doğru kovalamaya başladı. Bal Kayasından kalkan bir şahin kuşu köpeklerin kovaladığı tilkiyi önce pençeleriyle yakalayıp havaya kaldırdı. Sonra on beş yirmi metre yükseklikten aşağıya atarak öldürdü. Tilkiyi kovalarken aslan kesilen köpekler, şahin kuşunu görünce canlarını kurtarmak için bir anda ortalıktan kayboldular.

İşçiler hava aydınlanınca çalışacağımız araziye ikişer kişilik guruplar halinde dört metrelik aralıklarla tesbih tanesi gibi dizildiler. İki işçiden biri teras yapmak için toprağı kazarken, diğer işçi çapa ile kazılan toprağı tesviye ederek işlemi tamamlıyordu. Kardeşim Âdem de eliyle taşıdığı on litrelik iki plastik bidonla işçilere su dağıtıyordu. Bulunduğumuz arazideki kekik, menekşe gibi yüzlerce kır çiçeğinden yayılan güzel kokular bizleri kelimenin tam anlamıyla mest ediyordu. İlk gün işçiler nizami şekilde yaptıkları yüzer metrelik terası saat ona kadar tamamladı. Ağaçlandırma memuru yapmış olduğu kontrolde bir eksik bulamadı ama işçilere de laf atmaktan geri kalmadı. Ahmet Koşum işçilerin yaptığı terasları ölçerek puantaj defterine kayıt etti. Sisne köyünde orman bekçisi olarak görev yapan Osman Aydın abiyle tanıştık. Osman Aydın dünyalar tatlısı bir insandı. İmkanlar dahilinde bize yardımcı olmaya

çalışıyordu. Osman Abinin yardımı, Ahmet Koşum ‘un efendiliği sayesinde ilk iş gününü sorunsuz şekilde tamamlamış olduk.

Çalıştığımız yerin kuzey doğusunda arı kovanları görünüyordu. İş bitiminde arı kovanlarının olduğu yere gittim. Arıcılar Tekir sağlık Ocağının kâtibi Mehmet Bağcı Abinin kardeşleriymiş. Çadırlarında bana bal ikram edip, çay içirdiler. Arıcılar bölgede çok sayıda ayı olduğunu, ayılarında bazen arı kovanlarına zarar verdiğini anlattılar. İşçiler tedirgin olmasın, korkmasın diye ayı konusunu kimseye anlatmadım. İkinci iş günü yine çalışmalarımız sorunsuz şekilde tamamlandı. Ancak bir hafta sonra iaşe tedarik etmek için köye gittiğim gün ağaçlandırma memuru ile yaşanan bir tartışma sonucu işçilerin yarısı iş yerinden ayrılarak köye gitmiş. İşçi sayısı azalınca işi bir ayda bitiremedik. Kırk gün çalıştık yine bitmedi. Havalar soğumaya başlayınca çadırda yaşanmaz oldu. Biz üzerimize iki yorgan örterek vaziyeti idare edip işi bitirmeye çalışıyorduk. Bir gün sabahleyin erkenden hava ışır ışımaz bir ayı arı kovanlarından bal almak için arıcıların yanına gitmiş. Arıcılar ayıyı korkutmak için havaya ateş ettiler. Biz o sırada iş sahasına gitmek için hazırlanıyorduk. Silah sesini duyduk. Silah sesinden ürken ayı bizim üzerimize doğru gelmez mi. Ayıyı karşımızda görünce çok korktuk. Benim dizlerimin bağı çözüldü. Ayağa kalkamadım. Otuz kişi birden bağırınca ayıda bizden korkup derenin içine doğru koşarak kısa bir süre içinde gözden kayboldu.

Biz ayıdan çok fazla korktuğumuz için aynı gün işi bıraktık. Köyümüze döndük. Can güvenliğimiz söz konusu olunca Hacı Musa Bey’de işi bırakmamızı uygun gördü. Hak ettiğimiz parayı bir hafta sonra aldık. O günleri düşündükçe bazen gülüyor bazen ağlıyorum. Ahmet Koşumla olan dostluğum devam ediyor. Hacı Musa Çelik Abiyle ara sıra görüşüyoruz. Görmesem de saygıyla yad ediyorum. Şimdi on sekiz yaşındaki kaç üniversite öğrencisi benim gibi çalışarak ekmek parası kazanmak için bu zahmete katlanır bilemiyorum. Takdiri size bırakıyorum.

BİSMİLLAH

Savaş KIYAK Hocam Mart 2023'te, hiç hafiflemeyen o acı içinde; 
"Daha kaç elif miktarı bekleyeceğiz?
Efendi Acı var mı acı?" Diye haykırmış, "başlayın artık" demeye getirdiği kibar sözleri ile bizi teşvik etmişti; ama ne çare ki bizim kolumuz kanadımız tutmuyordu o günlerde... Artık yazdıklarımızı Ahmet Doğan İlbey ağabeyimiz okuyamayacak, Ferhat Ağca Yoldaki Kalemler'de yazamayacak, Fazlı Bayram'ın nefis şiirlerini okuyamayacaktık. Neye yarardı ki  Yoldaki Kalemler'in devam etmesi... Hem bilgisayarımız da depremde zarar görüp (kırılmış) açılmaz olmuş, arşivimiz kaybolmuştu. Dolayışıyla Yoldaki Kalemler yayın hayatını 6 Şubat 2023'te noktalamıştı.

Arkasından Yoldaki Kalemler'in Şairelerinden şiirlerin annesi Nurcihan KIZMAZ haykırmıştı:

ACI ÇOK TARİFİ YOK

Nerelerdesin ey şair?
Yok mu iki kelâmın
Şu makus günlere dair,

Yüreği kalem tutan her kişi
İnmeli meydanlara bu zamanda,
Hele ki ağır hasar aldıysa kalbi,
Çıkarıp enkazın altından
İlham perilerini,
Sıralamalı haykırırcasına
En münezzeh cümlelerini,

Duayla vaveyla karışık
Bir bir dizmeli ardı ardına,
Arşı inletmeli
Hamdeleyle selvele,
Ancak böyle durulur
Bu acıklı velvele,

Selam sana ey şair,
Sıvayıp kollarını
Bir ucundan tutmalı bu ağır yükün,
Aksi halde yürüyen cesetleriz
Canlanmamız namümkün.

Bahanemiz hazırdı... "Bilgisayarımız kırıldı depremde. Arşivimiz kayboldu. Yoldaki Kalemler Yayın hayatını bitirdi" dedik soranlara.

Nurcihan KIZMAZ'ın şiirine ağlamaklığımız daha bitmemişken  Yoldaki Kalemler'in anı hikayecisi dostum Teyfik KARADAŞ'ın naif çıkışı geldi kulaklarıma; "Bilgisayar nedir? Toplanıp alalım bir tane..." Bu vefalı çıkış daha da artırdı ağlamaklarımızı. 

Bahanemiz kalmamıştı artık. Zaten Teyfik bey Yoldaki Kalemler yarın yayın hayatına başlayacakmış gibi  sürekli hikayeler gönderiyordu.

Hadi Bismillah. Yoldaki Kalemlerin Yazarlarına, Şairlerine, Okuyucularına, selam olsun.

Başlıyoruz inşallah. 

Bismillâhirrahmanirrahim