SÖYLENECEK SÖZ VAR / Emrah KARACA


Deliler gibi bir aşka sahip olduğunu düşünen uzun boylu delikanlı, diğer bir delikanlıya dönerek, acı bir tebessümle birlikte şöyle dedi:
   ”Çok sev Samet!...”
 Evet, diğer delikanlının adı Samed idi… Amma Samed’in de söyleyecek sözü vardı:
   ”Doğru dersin de ağabey; amma insan bu dünyada neyi severse başına imtihan olur. O yüzden boşver sevmek istemem bu dünyadan hiçbir şeyi…” dedi.
   Hiç aşığa denir miyidi bu laf. Amma yalan mıydı aşığa söylenen bu laf? Onlar öyle göz göze bakadursun, bir zat çıkageldi; kimsenin tanımadığı bir zat… Bir vakit sonra çekip gideceği gelişinden belli olan bir zattı bu…
   ”Bir insan sevsin de, varsın masivayı sevsin. Hiç sevmemekten evladır bu… Bugün masivayı sever, bakarsın yarın Hakk’a rücu ediverir sevgisi de, doğru olanda karar kılmış olur… Amma kalpleri taşlaşmış olup da, sevebilmek işi sinelerinden silinmiş olanlar neylesin? Gönülde sevgi zerresi yok ki, başka bir vakit onu Hakk sevgisine iltica ettirsin… Amma ilkincisinin kalbinde sevebilme istidadı diri durur; sevebilmeye karşı kabiliyet sahibidir. Bakın Mecnun’a Leylasını aramaya çıktığı vakit Mevlasını buldu da döndü. Ya Leylayı sevebilecek gücü olmasaydı, Leyla’yı kim arardı? Mevlayı kim bulurdu?” dedi…
   Dedi ve bir daha hiç gelmeyeceği gidişinden belli olan bir gidişle döndü arkasını ve gitti… 

***

İĞDE KOKULARI

   Sıcak bir ikindi üzeri usulca yağan yağmur yüzümü serinletirken, nasıl geldiğimi anlamadığım bu sokakta buluverdim kendimi. Eski, hatta tarihi bir mahallenin iğde kokan izbe bir sokağındayım. Yağmur yüzümü serinletse de kalbim yanıyordu. Evet, kalbimyanıyor, ciğerlerimin tam orta yerinden ara ara ince bir sızı iniyordu aşağılara. Beynimi tam olarak kontrol edemiyordum ama içimi yakıp kavuran o şeyi de hiç unutamıyordum. Görüntüler geçiyordu gözümün önünden sürekli. Dışarıya dair hissettiklerim sadece iğde kokuları ve yüzümü serinleten yağmur damlaları iken içimde olan biteni ise ifade edebilecek bir tek kelime bulamıyorum. Tüm alem üzerime yıkılıyordu sanki. Yaptıklarımın pişmanlığı mıydı beni bu hale getiren yoksa umutsuzluğun kıyısına kadar yanaşmış olmam mıydı bilemiyorum. İçimde bunlar olup biterken, orada öylece ne kadar dikildim kaldım hatırlamıyorum. Ama sonra nerede olduğumu, bu sokağın hangi sokak olduğu çıkartabildim. Uykudan uyanmış gibi hissettim kendimi o anda. Bir daha uyanmamak üzere uykuya dalıp, başka bir yerde, bambaşka bir dünyaya uyanan birisi gibiydim sanki. Evet, nerede olduğumun tamamen farkındayım şimdi: NakşiDergahı’nın kapısındaydım işte.
   Deminden beri içime çekip durduğum iğde kokuları, hafifçe esen rüzgârlarla beraber içeriden geliyormuş meğer. Kokunun cazibesinden midir, yoksa başka bir şeyden midir bilemiyorum, ruhum, eski bir yapı olan fakat dipdiri duran ve bahçesinde iğde ağaçlarını barındıran bu koca dergâhın içine doğru çekiyordu beni. Bu dergâhın, insanın içini mest eden bir atmosferi vardı gerçekten. Daha önce defalarca geçmiştim önünden. Buranın büyülü yapısını, sanırım dikkatsizliğimden olacak ki hiç fark etmemişim bu güne kadar. Belki de nasipsizliğimdendi fark edemeyişim. Ama şimdi önündeyim ve içeri girmemem için hiçbir sebep yok.
   İçeriye girmek üzere tam asmalı kapının ağzına gelmiştim ki iğde kokularını taşıyan hafif esintilerin ruhumu okşadığını hissettim. Asmalı kapıdan girip, iğde ağaçlarıyla dolu bahçenin tam ortasından uzanan taşlı yolu takip ederek işlemeli ahşap kapının önünde durdum. Kapı açıktı aslında. Ama daha önce hiç gelmediğim ve hiç kimseyi tanımadığım bu yerde nasıl davranmam gerektiğine karar verememiştim. Ne yapacağımı düşünürken birisi belirdi kapıda. Orta yaşlarda, hafif sakallı ve mütebessim bir çehre…”Buyur!” dedi ve eliyle içeriyi işaret edip yol verirmişçesine kenara çekildi. O anda, yaşadıklarım gözümün önünden geçmeye başladı tekrar, göğsüm yine yangın yerine dönmeye başlamıştı işte.
   Bir köşeye geçip oturdum. Beni içeriye alan zat, sayıca pek az olan insana çay dağıtıyordu. Sayıca az dediğim yirmi kişi falandır. Ama sayabileceğimi zannetmiyorum. Zira aklım başımdan gitmeye başlamıştı bile çoktan. Hiçbirşeye yoğunlaşamıyordum. Aklımın başımdan gitmesi değil de, içimde ki yangınların gitgide dehşetini arttıracak gibi durması idi beni korkutan. Ve kısa bir müddet sonra korktuğum şey başımda idi işte. Birisi elini göğsüme dokundursa elini yakacakmış gibiydi sanki içerilerim.
   O halde ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Sonra bir ses işittim. Bu ses, ulvi bir yüreğin en derininden gelip arşı kaplıyordu sanki. Uzun sakalı kar tanesi gibi bembeyaz olmuş bir piri faniye aitti gönlümü kavuran bu ses:’ ’Ya Rabbii! Ben pişmanım!...’’
   İçimdeki yangın, sıcak yağmur damlalarına maruz kalmış gibi sönüyordu sanki. İçimdeki yangın sönse de yerini başka bir ateşe bırakıyordu. Ateş, ama sadrımdan taşıp tüm bedene akıp giden bir ateş… Su gibi akışkan sanki… Su gibi; izini bırakarak yürüyen bir ateş; zihnimin bulanıklığını gideren ama sanki zihnime bile ulaşan bir ateş. Su, sanki ateş almış ve bütün bedenime yayılmaya çalışıyor.
   İçimde bütün bunlar olup biterken, o aksakallı ile göz göze geldik. Gözleri ile gülümsedi bana. İşte o anda tüm vücudumu kaplayarak beni yakıp duran şey daha da bir coştu. Asıl kalbimi sormalı. Kalbim güneşten kopmuş bir parça gibiydi. Ama o aksallının gözlerinden bana bakan bir başkası idi sanki. Hissedebiliyordum bunu. Ve sanki onlarca yıl mahpus yatmış ve özgürlüğüne dakikalar kalmış bir mahkûm gibi hissettim kendimi. Sankibirazdan çok uzaklarda ki sevdiğimin yanına uçup gidecektim. Gidecek ve bütün olan bitenleri geride bırakacaktım. İçimde bütün bu olanlar devam ederken ‘gel!’ diye işaret etti bana o aksakallı.
   Beni yanına oturttu, daha sonra Leyla ile Mecnun’un aşkından bahsetti sayıca pek az dediğim kalabalığa.
—Mecnun, var mıdır bir sözün Leyla’ya? Biz onun köyüne gideriz.
—Yoktur.
—Ama biz biliriz ki sen Leyla’laşıksın, maşukundur O senin. İnsanın maşukuna hiç sözü olmaz mı?
—Leyla öyle bir maşuktur ki, onun yanında benim anca yokluğum mevzu-i bahis olur…
-…
   Leyla ile mecnunun birbirlerine olan aşklarının, daha sonra kendileri için ilahi aşka nasıl vesile olduğunu anlattı…
—Gözün gördüğü birisi lazımdır, gönlün âşık olup toparlanması için. Gönlü boş bırakıverdin mi gider ne var ne yok sever. Hiç aşkın sahibine bir şey bırakmaz. Dağıtmıştır, parçalamıştır sevgisini, hak etmeyen şeylere… Ama insan âşık olursa, maşuğunda toplanır sevgisi. Ama maşuka bakmak lazım, onda ki aşkın sonu nereye çıkacak. Leyla ve Mecnununki Hakka çıktı ama her zaman öyle olmaz. Bu şekilde Hakka rücu eden aşk pek nadir olmuştur. Hele ki bu zamandaki karşı cinse olan aşkların varacağı yer pek hayırlı değildir. Ama insan Hakk Aşığı, Veli bir zata gönlünü verirse, Allahü Teâlâ’nın nizamıdır bu, o aşk Hakk aşkına götürür insanı. İşte bunun örneği sayılamayacak kadar çoktur. Bakın Sahabe Efendilerimize, onlar ne kadar değerli idiler. Çünkü onlar En Değerliye (sav) gönül verdiler. Allahü Teâlâ da onları değerli kıldı. Biz de O’na gönül vereceğiz (sav) ama göz görmezse kolay olmuyor. O’nun varisleri vardır, görünce Allah’ı(cc) hatırlatan, onlarıseversek, bu sevgi Hazreti Resulullah’ın sevgisine götürecektir bizi inşallah…
  Bunlar nasıl kelamlardı böyle, gönle nakış gibi işleniyordu adeta… Başka bir diyara, başka bir hayata yolculuktaydım sanki. Ruhum bedenimde mi idi acaba, kontrol edebilir miydim bunu…
   O anlatıyordu, ben eriyordum. Aşkın hakikatini anlatıyordu, ben dinliyordum ve ruhum faveyla da geziniyordu.
   ‘’Tut elimden’’ dedi sonra,’’tut ve söylediklerimi tekrar et, et ki bir Velî’ye bende olasın… Bir Mürşid-i kâmile varmaz isen olmaz dememişler mi, varasın ki aşkı bulasın, varasın ki gönlünü ihya edesin, nefsini alt edesin, şeytana galebe çalasın. Varasın ki Sühreverdi’nin de işaret ettiği gibi: ’’Kimse ben Peygamber zamanında yaşasaydım demesin, zamanında yaşayan Mürşid-i Kâmile olan ölçüsüne baksın. Peygamber zamanında yaşasa idi peygambere olan ölçüsü de o olacaktı…’’ düsturunda geçen ve Hazreti Resulullah’ın (sav) haber verdiği ’’Âlimler peygamber varisidir.’’ hadisinde de işaret edilen, kendini ölçülmeyebileceğin bir rehberin olmuş olsun. Varasın ki Akabe’deki Sahabe Efendilerimiz gibi bir biatin olmuş olsun. Yarın herkesin yüz çevireceği günde tövbene şahit birisi olsun. Tövbene ’Ya Rabbi bu kulunun tövbesini kabul et!’ diye bir dua edenin, yakaranın olsun. Tut bu elden, benim elim değil de O’nun eliymiş gibi tut. O ki, yaşayan bir Hak Dostudur, o ki bu zamanın kutbudur.’’
   Ansızın gelen ama izahatı açık bir teklif; kabulüne bir itiraz yok bu teklifin ruhumda, kalbimde, varlığımda…
   ‘’Ya Rabbi! Yapmış olduğum bütün günahlardan ben pişmanım, keşke yapmasaydım…’’ bunlar benim sözlerimdi. Bu sözler ağzımdan çıkarken, gözlerim çağlayan olmuştu sanki. Daha önce bu kadar ağladım mı bilmiyorum. Ağladıkça omzumdan yükler kalkıyordu. İçim bir şeylerle doluymuş da sanki o doluluk yapan şeyler boşalıyormuş gibi hissediyordum gözyaşlarım akarken. Yenileniyordu kalbim sanki bütün bedenim yenileniyor ve hafifliyordu…
   Bu halde, başım göğsüme yapışmış bir vaziyette bir müddet oturdum ve ağladım. Ben sakinleşene kadar dergâh nerdeyse boşalmıştı. Çayları dağıtan zat ile o aksakallı dervişten başka birkaç kişi kalmıştı sadece. O aksakallı derviş bana dedi ki: ”şimdi git, ama her zaman gel. Burası senin yeni dünyalara açılan kapındır… ”Geleceğim elbette gene. Geleceğim, çünkü gidecek başka bir yer bulabileceğimi sanmıyorum…
   Oymalı kapı kapalı idi bu sefer. Gitmemi istemezmiş gibiydi. Sonra, birkaç saat evvel bu kapının önünde bekleyişim aklıma geldi. Kapı açıktı, girmemi ister gibi. Gel ama bir daha gitme der gibi... Bu düşüncelerim biraz tebessüm etmeme sebep oldu.
   Oymalı kapıyı açmak için elimi uzattığım vakit o aksakallının sesi geldi arkamdan: ‘’Bakma şimdi kapalı gibi durduğuna, nasiplisi gelince muhakkak açık bulacaktır o kapıyı…’’
   Dışarıya çıktığımda hava kararmıştı. Usulca yağmaya devam eden yağmur serinletti yine yüzümü. İğde kokuları geldi burnuma, hafifçe esen rüzgârların taşıdığı. Ruhumu okşayan iğde kokuları…



2 yorum: