DÜKKÂN MEKTUPLARI-12 / Ahmet Doğan İlbey


Dostların Hasretiyle…

Türklüğü Türklerden daha iyi idrak eden, “Nerelesin?” diye sorulduğunda “Anadolu’nun Somali kasabasındanım” diyen ve simsiyah çehresinden nur saçan güzel dost, şirin dost milletin numunesi Somalili Mahmud İstanbul’dan şehri- Maraş’a geldi, Fikir Dükkânı’mız gülzar oldu. Sonra da memleketi Somali’ye doğru yola çıktı.

Bir zamanlar ateşli bir Dükkân müdavimi olan Oflu Süleyman nam Süleyman Kılıçbay’ın selâmını getirdi ve onun bu fakir için şöyle dediğini söyledi: “On üç yıldır bu milletliydi, şimdi Türk milletinden oldu...” 

Canı sağ olsun. Onun zarfları, nükteleri, aleyhleri gönlüme şifadır…

Kaç cumadır içimde bir hüzün var; dost hüzündür bu… Dükkânın iki değişmez temeli olan İsmail Göktürk ve Tayfun Göktürk dostlarıma, maddî gurbette olan Ali Hocam’ın biz şâkirtlerini ne zaman sevindireceğini ne zaman sıla-ı rahim edeceğini sorduğumda, bildikleri hâlde cevap vermiyorlar. Hüznüm bundandır.

Gıyabında bu fakire “Anam” diye hitap eden, Sivas’ın fikirli soğuğu gibi fikirli şair Memduh Atalay dostum çok zamandır şiir yazmıyor. İçimde bir şeylerin eksikliğini hissetmem bundandır.

Üdeba’dan Mehmet Raşit Küçükkürtül dostumuzun mânevî cezası ikiye katlandı. Çünkü iki cumadır fikir Dükkânıyla hemhâl olmuyor. Keza iki cumadır Dükkân’da “yok yazılan” ve tâtil yaptığı söylenen Enver Çapar dostumuzun da cezası iki oldu.

Gönlümden azat edilemez dostum Hasan Ejderha da cuma sohbetlerinin birkaçına katılmadı ama ona ceza yok. Çünkü o dost ilk göz ağrımdır.

Dükkân müdavimliğini aksatmaktan dolayı geçmişte bir hayli cezası olan Mehmet Yaşar dostumuz son haftalarda Ayntab’a mecburi seyr ü sefer etmesine rağmen gecenin ortasında Fikir Dükkânı’na duhûl etmeye başladı ki takdir ettik. Onun takdir edilecek arkadaşı Murat Can Yıldız da dağların, koyakların arasından ve şantiyelerden koşup geliyor Dükkâna gecenin ortasında.

“Şehir göçebesi” dediğim namlı ve “azat kabul etmez” bir Dükkâncı olan H. Ahmet Eralp dostumuza evlenince bir haller oldu. İki defadır Cuma günü gündüz Dükkânın civarına kadar gelip, Cuma gecesi sohbetlerine nail olamıyor. Vay yalan dünya! H. Ahmet Eralp bu vaziyete düşerse Dükkânın istikbâli kimlere emanet edilecek.

Türküdar Fazlı Bayram dostumuzun dediğine göre Cuma günleri düğün takip eden kibar dost Mehmet Âkif Şen ile kadîm dostlarım Hasan Keklikçi ve Mehmet Yılmaz uzun zamandır Cuma sohbetlerine gelmediklerinden “müstâfî" sayılacaklardır. Buna çok üzülüyorum.

Hâsılı, Genç Dükkâncılardan tercümanım, gönül dostum, fedakâr insan Ferhat Ağca kaldı yanı başımda. Dükkân çavuşları Mustafa Cihan Alliş, Melih Erdem ve Ökkeş dostlarımız Cuma Kapısı’nı erkenden açıp, fikirli çayı ocağa koyan ikinci kuşağın en sâdık numuneleridir…

DÜKKÂN MEKTUPLARI-11 / Fazlı BAYRAM


Sevgili Ferhat,

Ateşin başındaki pervaneler gibi toplanırdık Yemen Türküsü’nün etrafına. Halkamızda köz, barut, silah, ilim, fikir, çiçek, çile, daha neler vardı değil mi hatırlarsın sen de. Mektubunu gördüğüm o sabah eyvah dedim, kaç gün olmuş mektup yazılalı benim haberim yok. Esef ettim böyle bir mektuptan günlerdir mahrum oluşuma. En son Ahmet Abi’nin mektubunu almıştım yıllar önce. Aldığım ilk mektup da ondandı çilehanede. Hatırlarsın halkanın köşe taşlarından biri iki sadık arkadaştı. Sen onları gitti sanınca bu senin içine oturmuş belli ki bana sarmışsın sen de. Sar sorun değil iyi oldu hatta sevindim. Ama Bir Sadık Arkadaş aramızda yoksa halka kopardı, koparmadılar, halka tamdı. Neyse işte tam etrafında halka olduğumuz, pervane pervane bir sen bir ben bir sıradakinin düştüğü ateşten Yemen vardı ya yanarak içimizi aydınlatan. Hah işte o Türküyü az önce Ali Fuata çaldım Meryem de dinledi. Neredeyse ağlıyordum, inanırsın, zor tuttum kendimi. Türkü yarım kaldı. Bir gün halkada tutamayıp dışarı kaçmıştım hocamda varken hem de.

Mektubunu alınca ayaklarım kaydı nefis böyle işte iltifata dayanamaz. Ulan dedim, ben de okkalı bir şiir yazayım, hiç altta kalır mıyım, yok dedim sonra, şiiri bırakmalı. Mektup? Mektup olur mu abi gece yarılarına kadar dikine aşağı yaz babam yaz, erindim. Hasılı bir yol bulamadım. Hâlim hâlden hâle sürekli değiştiği için mektubu yazdığın zamanlar da öyleydim, yani yaklaşık olarak, ama şimdi başka. Şimdi bugünden o güne cevap versem ne kadar doğru olur. Bilemedim. Özenle seçilmiş kelimeler, inci gibi yazı, noktalama işaretleri muntazam – ben de bunu anlamıyorum edem noktalı virgül filan yerde virgül gibi falan yerde nokta gibi işlev görürmüş de oldu bitti sevmem noktadan başka bir şeyi yazdın mı söz biter abi icraat başlar. O yüzden nokta cümlenin bitişi hareketin başıdır. Cümle bitti mi ayağa kalkarız biz Türkler.- edebi bir mektup, “de”nin “da”nın yazılışına da dikkat ederekten. O da değil edem mesele. Mehmet Yaşar şimdi buna cık olmamış, Raşit bir tarafından çeker, Hasan abi desen ben onun torpillisiyim öve öve bitiremez, Memduh hocam biraz kaş çatar o benim öteden beri bu yazma çizme işlerinde pek başarılı olamayacağımı düşünür. Derken Ahmet Abi kaldı geriye, sağ olsun bir o, ‘’edem eline sağlık’’ der. Der demesine de içi içine sığmaz insanın. Ne büyük heyecan değil mi Ahmet Abi’nin, insanın mektubunu, şiirini, düz yazısını ne ise işte, ne yazdıysan onu mütalaa ederek ‘’edem eline sağlık’’ diye söze başlaması. Ne zevk değil mi. O yüzden iki üç cümleyi bir araya getiren, koştur koştur Ahmet Abi’ye götürür önce, ya da ilk mail O’na. Baktım mektup da telaşlı. Hem ben karşıyım bu mektup işinin Dükkân dışına taşmasına. Dükkânın mahremiyetini ortaya koyuyor. Hatta Üdebanın bu işi projelendirmesine, Hasan Abinin de Yoldaki Kalemler’de ifşa etmesine pek razı değilim kendilerine söyleyemesem de. İyisi mi dedim ben de Ahmet Abi gibi diyeyim: Edem eline sağlık.

Hülâsâ-i kelam – burası Üdabânın yazıları gibi oldu. Etkilenmiyorum desem yalan olur Üdebadan. Olsun canımız O da sonuçta bizim. İnsan en çok da kendi canına kıyıyor.- benim pek zafiyetim yok bilirsin. Tehlikeli durumların kıyısında olmaktan keyif alırım. Motorculuktan kalma huyum bu. Korktuğum şeyin üstüne gitmeyi severim, ta ki onun korkulacak bir şey olmadığını görene kadar. –şartlar önemli tabi- Ama mektubuna zafiyet göstermedim desem yalan olur. İnanırsın nefsim arş-ı âlâya yükseldi kendimi bir halt zannediyordum neredeyse. Neyse ‘’eline sağlık edem’’ uygun zaman olursa mektubuna cevap yazarım şiiri bıraktım biliyorsun düz yazı da uzun iş vesselam. 

KÜL DUYGUSUNDAKİ NAKIŞ/ Hidayet BAĞCI


İlkbahar geldi diye eteklerine çiçekleri toplarken, dağları gördüm. Ama Ahir dağının zirvesindeydi kar, beyazlar içinde gelin misali…Bir ilkabahar sabahı erkenden yaptığım kapalı çarşıdaki alışveriş sonrası eve gelmenin mutluluğuyla başlayan tatlı bir telaş vardı bende. Bu telaşın adı “Kül” idi. Öncelikle bu nakşedeceğim motifin etamin bezle kasnak arasına iyice yerleştirilmesi gerekliydi. Gergefin tam ortasına ilmek ilmek iğnenin ucuyla ses vermeliydim “tık, tık!”. Yeri geldiğinde iğnenin ucu acıtmalıydı parmaklarımı, yüreğime batırmadan. Bu sıralar kendimi bu kül nakışı gibi hissetsem de içimde un ufak olan şeyler var...

Ey nakış!

Kayboluyor zihnimden yavaş yavaş, uzaklaşıyor benden bu son nokta. Korkuyorum hep devamı olacak, beni her daim bu kelimeye düşürecek diye. Şimdilerde bir elimde iğne diğer elimde renginden anlamadığım kül yeşili ip…Velhasılıkelam kül rengi umutları nakşetmeye hazır iki usta ve bir akıl. Eğer akıl ağrımıyorsa hayalden bir hiç nasıl nakşedilebilir değil mi? Aklım nerde kaldı ki ben bu kelimeye düştüm, sanırım ben aklımı kaybettim…

Ey nakış!

İpliği iğneden geçirirken zamanı sorguluyor insan, bir de acı gerçekleri. Hakikat kelimesini yaşarken kabullenmek, bir lokma ekmeğin boğazdan bir yudum suyla geçmesi kadar kolay da değil. Her bir nokta sonrasında düğümlediğim cümlelerim var, bunun da farkındayım. Şimdi iğneden geçirdiğim ipliğime bir düğüm attım. Gergefin tersinden kumaşa batırdım iğnemi ve geldi ilk ses, ilk tık! Hiçliği nakşetmeliydim bu kumaşa, bu kalbe, bu hayata…

Ey nakış!

İtiraf etmeliyim ne iplikten ne kumaştan anlarım. Sadece renginden anladığımı sandığım bu varlık, beni bu kül rengi hayata düşürdü. Şimdi onun rengini nakşetmeye çalışıyorum, elimdeki bembeyaz ipeğe. İpek dedimse anla ki halim bilinsin, söyle ki türküler hep motifler içinde ses olsun. Bu nakışın türküsü “ Şu tepe pullu tepe” olsun…

Ey nakış!

Kül yeşili renklerle gökkuşağının tüm renklerinden işlediğim bu motif nihayet bitti. Hiç oldu şimdi iğnenin acıttığı parmaklarımda. Rengi benden, yaprakları kül yeşili iplikten bir “Kül” nakışı işlemek ne çok kolaydı ne de çok zordu. Sadece ipek kumaşa dokunan bu nakış biraz şiirce ve son nokta gibi oldu, nokta.

“Soğuk taşlar üzerine işlenen

Çivi yazıları gibi durma, ey nakış!

Bakan sende onu görmeli,

Tanımalı rengini…

Şiirden çıkmış hikâye gibi,

Durma karşımda…

Benim adım kül yeşili…”


KARLI DAĞDA SOLAN GÜL / Enver ÇAPAR


Muhsin Yazıcıoğlu için







Yirmi beş mart iki bin dokuzdu,
Bir gül düştü karlı dağlara.
Sarsıldı bütün dağlar, kalktılar kıyama
Alıp bastılar bağırlarına,
Hilal kaşlı alp yürekli yiğidimizi.
Tanıdılar onu kartal bakışlarından,
Bozkurtların ağlayışından.
Beyaz örtülerine sardılar incitmeden.

İçin için yanmaya başladı bağrımız.
Her yer bembeyazken
Bu kara habere inanamadık.
Kar koydukça yüreğimize
Kül savruldu içinden

Artık dağlara her kar yağdığında,
Başımıza dolayıp dumanı,
Bayrağa her bakışımızda,
Sesin dalgalanır durur içimizde.

Ne çok sevenin varmış, birbirinden habersiz.
Demek seven insanlar birmiş,
Şeksiz şüphesiz.
Kar taneleri şahit;
Adın insanın yalın hali,
Yüzün Türk’ ün tanımıydı.

Sevdası vatan olan şehidim;
Yarım kalan hikâyen ,
Bütün oldu tek yürekte.



DÜKKÂN MEKTUPLARI-10 / Ferhat AĞCA


Fazlı abi,

Ahmet abi bize her zaman seher vakti vurgusu yapar ya, gerçekten haksız değil. Ne zaman uyku tutmayıp seher vaktine kadar uyanık kalsam, hep dostlarımı ve aziz hatıralarımı hatırlarım. Gerçekten bir şeyler var şu seher vaktinde. Sanki insanın kalbi daha da genişliyor, hakikate açılıyor, ne varsa ona dair, içine içine doldurası geliyor. Kalp o kadar genişliyor ki göğüs kafesinin yükseldiğini hissediyor insan, aşağıdan mideyi sıkıştırıyor ve yediklerimi hazmedemedim zannediyorsun, yukarıdan boğazın gıcıklanıyor, yutkunamaz oluyorsun... Hani boğazıma bir şey takıldı diyor ya insanlar bence kalpleri boğazlarına kadar gelip baskı yapıyor da başka bir şey zannediyorlar…

İşte böyle bir seher vaktinden selamlıyorum seni…

“Hatıralar azizdir” der ya Ahmet abi. Hatıralar hatırlandıkça daha da azizleşiyor sanki. Ne kadar da Ahmet abinin sözlerine atıf yaptım ama değil mi? Hatıraları hatırlarken bizi birbirimize kim kenetledi, bu harcı kim kardı, bizi yan yana getirip aramızı kim harç ile doldurdu?  Bu soruların binlercesi birbiri ardına gelip yarı cevaplı, yarı cevapsız binlerce metrelik soru duvarı oluşuyor gözümün önünde. Bazen bu duvarları aşıyorum, bazen bu duvarlar yıkılıyor altında kalıyorum…

Ne zaman seni hatırlasam bir türkü ile birlikte gelir hatıralarımız. Bazen bir şiirinle… Hepsi bir yana ama babamın teknesi şiirini hemen hemen her hatırlayışımda açar okurum, onun yeri başkadır benim yanımda… Tütünü unuttum sanma, ne zaman elime alsam hediye ettiğin tabakayı, yine hatırlarım seni diğerleri ile birlikte. Ama özellikle yolda yürürken hiç beklenmedik bir anda uzaklardan bir türkü çalınsa kulağıma, yine seni hatırlıyorum; dükkân türkülerini ve onları dinledikçe cezbeye kapılan Ahmet abiyi… Gerçi sen bu aralar türküdarlık müessesinden vazgeçmiş gibisin, en son ne zaman senden türkü dinlediğimi hatırlamıyorum. Şimdi sen bu satırlarımı okuyunca  “size ne kardeşim istediğimi kabul eder, istediğimi reddederim niye karışıyorsunuz” diyorsundur. Benimkisi tahmin tabii ki ama hep böyle dersin ya… Seninki de biraz saçmalık abi, hem bu kadar insanın hayatına girmişsin hem de beni halime bırakın diyorsun. Yeryüzünde böyle bir şey olmamıştır ki. Şimdi ülkeyi yöneten ağır sorumlulukları olan, son derece önemli bir insan olduğunu bir düşünsene… Ben düşündüm,  şöyle kendi halime kalıp beş dakika kafamı dinlediğim, kendime ayırdığım bir vaktim kalmadı, iyi ki de değilim… İnsan tanıştığı veya temas ettiği herkese kendi vaktinden bir miktar veriyor aslında. Az ya da çok ama kesinlikle veriyor. Dolayısıyla beni kendi halime bırakın demeyi bırak artık. Geçen haftalarda kafamı dinlemek için izine ayrıldım demiştin. Sormama rağmen kafanın söylediklerini bana anlatmadın. Unutmadım.

Nerden aklına geliyor bunlar deme “baba parası yemeyen felsefe yapamaz” demiş sözün sahibi. Biliyorsun işim gücüm yok. Sabah olunca işe gitme derdim yok… Fark ettim de insanlar asgari ücret karşılığında hayal kurma yeteneklerini satıyor. Yarın bir gün bende öyle yapacağım muhtemelen, onun için fırsat varken söylemem lazım her şeyi. Her şeyi söyleme çabası biraz iddialı oldu. Ama sen benimle ne yapmak istersin diye soracak olursan. Uçsuz bucaksız bir çölde sonsuzluğa doğru, sonsuzluğun sahibine doğru yürümek isterim. Dilimizde türküler, tabakamızda tütünler, bağıra bağıra deli gibi yürümek… Biz hakikate âşık iki âşığız. Uyursak Akif abi uyandırsın bizi.


BİR BAHAR DAHA / Nurcihan KIZMAZ



Bir cemre bir cemre
bir cemre daha
işte geldi nevbahar

Ruh üflendi dağa taşa
bir nefes bir nefes
bir nefes daha

Sırada bekleye dursun
al beyaz güller
bir sümbül bir sümbül
bir sümbül daha

Yer gök zikir çekti
ben şahidim
şükre durdu toprak
bir secde bir secde
bir secde daha...


ÇATAL YOLU’NUN SONU / Hasan KEKLİKCİ


Hava bulhanlıktı –kapalı-. Hafif bir yağmur yağıyordu. Kasabaya gitmemiştim. Mehmet Ustanın çayhanesinde bir iki bardak çay içtikten sonra kalktım. Çayhanenin önünde duran arabanın makam koltuğuna geçip oturdum Emmi. Ne kadar oturduysam artık Mehmet Usta arabanın kapısını açıp, “başkanım daldınız herhalde şoför yok.” demesiyle kendime geldim.

Doğru ya kasabaya gitmeyeceğim için şoförü almamıştım. Arabayı ben sürüp gelmiştim buraya. Arkadan inip öne geçecekken telefonum çaldı: Selamsız, sabahsız bir ses, hatta ses değil bir telaş telefonun öbür ucundaki. Saniyeler içinde o kadar konuştu, o kadar “başkanım” ve o kadar “dozer” dedi ki, bütün bu konuşmadan, “Başkanım dozer gidiyor.” gibi bir sonuç çıkarabildim. Telefonu kapattım. Beni arayan arkadaşın sakinleşeceğini düşünerek bir müddet sonra, aynı numarayı aradım. Sakin olmasını, tane tane konuşmasını istedim karşımdaki kişiden. Düşündüğüm gibi sakinleşmişti. Söylediğine göre; köyde çalışan dozer Çatal’ın kuzeyine doğru yolu yapıp giderken, hesap edemedikleri bir kayalığa denk gelmiş. Küreği vurup, görünen toprağı iteleyince alttan katman katman bir kaya silsilesi ortaya çıkmış. Hava yağmurlu olduğu için, dozerin paletleri kayaların üzerinden kaymaya başlamış. Dozerin operatörü canını kurtarmak için atlamış, fakat dozer yavaş yavaş uçuruma doğru kayıyormuş.

Bir de ondan dinlemek için dozerin operatörünü aradım. Evet, bizim arkadaşın anlattığı aynen doğruydu. Dozer her saniye uçuruma doğru kayıyormuş Emmi. Bir dozeri ancak başka bir dozer çekebilirmiş bu durumda. Daireyi arayıp ilgililere durumu bildirmiş arkadaş. Ben de “büyükleri” ararsam ve o zamana kadar dozer bir buçuk kilometrelik uçurumdan, Sır Barajına doğru yuvarlanıp, suya gömülmezse, yeni bir dozerle gelip bizim dozeri kurtarabilirlermiş.

Henüz evcek Maraş’a göçmeden önceydi Emmi. Bizim nohut ekecek yerimiz yoktu. Daha doğrusu vardı da Ceyhan Nehrine yakın olan yerler sıcak, yaylalar da soğuk olduğu için ekilen nohutlar çok güzel olmazdı. Aşağıda nohut tuzlanmaya başladığında yağmur geldiği, yukarıdaki tarlalarda üzerine kar yağdığı olurdu. İşte yıllardan bir yıl babam, Çatal’da Körfahıların Pınarının üst tarafında, tepenin yörebinde bir baytar –eğimli, verimsiz tarla- bulmuş. Sahibi bir şey ekmeyecekmiş o sene. Biz nohut dersek nohut, mercimek dersek mercimek ekebilirmişiz oraya. Para pul da istemiyormuş baytarın sahibi. Öyle hayrına verecekmiş, nasıl olsa geçmişlerine rahmet de gerekirmiş insanın.

Nohut ekim zamanı abimle bir çelik –on bir kiloluk hububat ölçü birimi- nohut alıp gittik bu Çatala. Dedikleri yere tarif ettikleri gibi nohudu ektik.

Bilirsin Emmi nohudun kazması sulaması olmaz. En fazla gidip içindeki yabancı otları ayıklarsın. Biz de öyle yaptık. Günün birinde hem ektiğimiz nohudumuza bakmaya ve hem de varsa eğer içindeki yabani otları ayıklamaya gittik abimle. Ne görelim Emmi?.. Bir tek nohut yok ortada. Herkesin tarlaları nohut mercimek dolu, bizim nohut ektiğimiz yerde bırak nohudu, Allah’ın bir otu bile yok.

Çatal, bizim bir çelik nohudu ve abimle benim bir günlük emeğimi kurda kuşa yem etmiş Emmi. Şimdi de gözünü devletin dozerine dikmiş, önümüze çıkardığı bunca engel yetmiyormuş gibi. Kelimelerin kaleme gelmediği anlar olur bilirsin Emmi… Bu yola başladığımız ilk günden bugüne kadar, kurnaz bir dama oyuncusu gibi, kımıldattığım her taşta yendi beni bu Çatal...

Hal bu ki biz bu yolu yapmasaydık, Çatalın kaçı kaç paraydı. Kim gelip giderdi bu dağlara, tepelere; birkaç çoban ve üç-beş rençber köylüden başka; sabah erken kalkan köylü gencinin şehirdeki fabrikayı boyladığı bu devirde; Çatalın sümbülü, kekiği, menekşesi, harman çiçeği kimin umurunda sanki.

Şairler denizlere indi Emmi, yazarlar dünden unuttu Anadolu’nun ormanını, kuşunu ve türlü türlü orman çiçeklerini. Yapıtlarında (!); bizim çiçeklerimizin yerini, hangi ülkeden geldiği belli olmayan salon çiçekleri aldı şimdilerde.

Şehirlerin sokak lambalarına, Arnavut kaldırımlarına, sigara dumanlarına yazar oldular ayaksız uyaksız, besteye türküye gelmez şiirlerini.

Köylü şairleri ve yazarlarına gelince; onlar zaten analarının, boyunlarına taktığı muskayı şehirde çıkartıp, yerine frengin kravatını taktıkları gün unutmuşlardı bu dağları Emmi.

Halk ozanlarını dersen, kadın erkek karışık salonlarda, düğün seğmenini oynatmakla meşguller, elektik fişi taktıkları bağlamalarıyla…

Mehmet Usta çok kahrımızı çekti Emmi bu belediye işinde, hakkını yememek lazım. Çay paramızın olmadığı zamanlarda para almadığı, gibi bize kebap söylemeyi de ihmal etmedi. Arabadan inip tekrar çayhanenin arka tarafında bir masaya oturdum. Bu durumda kasabaya gitmenin hiçbir manası yoktu çünkü. İlgili yerleri arayıp durumu anlatmıştım. Söylediklerine göre, kayan dozeri kurtarmak üzere yeni bir dozer göndermişlerdi kasabaya.

Kafamda Çatalın tüm tilkilerinin kuyrukları birbirine karışmışken yine telefonum çaldı emmi.

Arayan bizim arkadaşlardan biri. Konuşma bitti. Telefonumu masanın üzerine bıraktım: Şehirden gelen ekip bir dozer ve iki tırla gelmiş. Getirdikleri dozerle bizim dozeri –Allah, Allah. “Bizim dozeri” diyorum- henüz uçurumdan kayma tehlikesine düşmeden kurtarmışlar. Sonra da iki dozeri iki tıra yükleyip Maraş’ın yolunu tutmuşlar. Bizden hiç kimsenin ağzını bıçak açmamış Emmi. Donup kalmışlar dozer tıra yüklenirken. Ölü evinin sahipleri gibi gözlerini yere dikmişler. Bakışları kaybolmuş yağmurun açığa çıkarttığı toprak kokularıyla birlikte. Dozerin yüklendiği tırı salacaya benzetmişler, dozeri evlerinden çıkan işçimen oğullarının cenazesine. Sade Maraş’tan gelenlerden biri konuşmuş, “bu saatten sonra tehlikeyi göze alamayız” demiş.
  
Olmadı Emmi. Aylardır uğraştığımız Çatal yolunun ancak üçte birini bitirebildik. Gerisi kaldı.

O günden sonra ne kasabalı bize ve ne de biz Maraş’a gidebildik bu yol için. Kimseye darılmadık, küsmedik, gücenmedik Emmi. Küssek ne çıkar ki zaten, “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış.”

O günden sonra Çatala hiç çıkmadım. Ana yoldan geçerken, farkında olmadan başımı önüme eğdiğim zamanlar çok oldu Emmi.
Ey Çatal Tepesi!..
Sen bize yol vermedin ama bilesin ki, biz sende yol yapmayı belledik!..


DÜKKÂN MEKTUPLARI-9 / İsmail GÖKTÜRK

Türkü Yazıları
Muhterem Hocam Muzaffer GÖZÜKARA'nın 
Türkü Yazıları isimli manzumesine âcizâne bir şerhtir...

Yüreği ağzına kadar doluydu...

Azık olarak çileyi ve aşkı almıştı. Hayatı idâme ettirmenin gerek ve yeter şartı, ekmek su gibi katıksız nimet olan çile ve aşk... "Uzun İnce bir yolda" toza toprağa belendiği yer Anadoluydu.

Yüreği ağzına kadar doluydu. Bir kelam, bir nazar, bir şekil mızrap olup ezgilerin sıkıştırdığı yüreğe dokunmuş olsaydı, ebediyete gerilmiş teller, bir bir kopacaktı. "Bir türkü" diyordu. Şehâdet makamına bir adım kala, gözlerinde "bir yudum su" feryadıyla kıvranan bir yaralının sancısıyla, "bir türkü" diyordu. Kanayan bir yaraydı yürek, bir türküyle dağlanmalıydı. Yumdu gözlerini. Sırılsıklam sevdalı, tutundu bir allı turnanın kanatlarına.

Adı "ana"ydı kadının. Yıllar var ki, bir haber alamamıştı Yemen'e yolladığı yavrusundan. Büyütüp beslemiş, esker eylemişti. Bir döneydi yavrusu elleriyle yedirecekti, tandır kömbelerini. Kaygana yapacaktı, bir tas da ayran. Öpüp koklayacaktı sonra. Dönüp gelebilenler, "bir çift potinle bir de fes", bir ağıtlık nefes getirmişlerdi ondan. Ana, şehâdete duyduğu müebbet ihtiramla yüreğinin ortasına yerleştirdi acısını. Türkülerin hasını yaktı oğluna. Oğluna ve onun şehit dostlarına...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Yaranın kanı durmamıştı. "Bir türkü" diyordu, mehterin serhat boylarında vurduğu. Kılıcının şavkıyla aydınlanan delişmenlik çağlarından arta kalan türkü. Üzengiye bastı mı eyere yerleşmeden Tuna'yı aştığı zamanların türküsü. Kadırgaların kalyonlara rampasında denizler çatırdarken bir leventin dilinde titreyen türkü. "Yiğit olan döne döne dövüşür" diyen türkü...

Kan kesif bir halde akmaktadır. Serin demir yarayı dağlayamamıştır. "Toprağa basmalıdır deli gönül" Bazen çöllerde isimsiz bir mezar, bazen sularda kefensiz şehit, bazen çemberde amansız bir yiğit olmalıdır. Yangınlar içinde uzayan çöle, bir yayla pınarı gibi akmalıdır kanı. Sarıkamış'ta "Kar Çiçekleri"ne dönüşmelidir; bir kartal olmalıdır "Dargo"da. Kafkas dağlarını moskof'a zindan etmelidir. Sonra, yönünü çevirdiğin her sınır cephe olmalıdır. Trablusgarp'tan, Mısır'dan, Filistin'den, Suriye'den, Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan kan revan içinde düşmelidir, Anadolu'ya. Anadolu, binyılın kalesi, düşmelidir yeniden alınmak için...

Bir yiğittir o. "Adı yiğitlerle okunur". Kıtlığı, seferberlik yıllarını yaşamıştır. Evdeşini ellerinin kınası kurumadan Allah'a emanet edip düşmüştür yollara. Sırtında boyundan büyük mavzeri taşımaktan yorgun düşünce, bağdaş kurup bir küflü ekmek olan tayını yerken "cepheye varmadan şehit olmasam" diye dua etmiştir. Boynu bükük uçmuştur göllerden sunalar ve dönmemişlerdir. Sonra bir kara yılan gibi çöreklenmiştir memlekete zulüm. Gâvur Müslüman bellisiz olduğunda darağaçlarında ıslıklanan rüzgâr garip bir türkü. Gözyaşı bir türkü, hep yaşlı bir türkü, bir gönül türküsü, bir ayrılık türküsü, bir verem türküsü, bir tükeniş, bir ölüm türküsüdür...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Kan kesilmek bir yana, şorlamaya durmuştu. "Aman bir türkü" diyordu. Bir âh türküsü. Varılmak istenen varılamayan, olunmak istenen olunamayan, ölünmek istenen ölünemeyen bir türkü...

Yetimlerin yoksulların yurdu olduğu kadar, vurguncuların, yağmacıların da yurdudur Anadolu. "Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" düşmüştür. Adı, Müslüman Anadolu insanının öteden beri yavrularına vurduğu isimlerden bir isimdir. Yapılan taksimde ona, rızkını el aralıklarında ahır temizleyerek, itilip kakılarak kazanmak düşmüştür. Ayak yalın baş açık çobanlık yapan kardeşinin kavalında, anadan yetim, babadan yetim, bayramda eli öpülecek kimsesi olmayan bir türkü çalar...

Anadolu'nun çehresi değişmiştir. Drama köprüsü nerdedir bilmez çocuklar ama Hasan'ı tanır. Silahlar oyuncakçıda satılır, ama Hasan'ın "martini" satılmaz. Tuna'nın inadı kırılmıştır, artık akmam diyemez. Sivastopol önündeki "Yıkık Minare" ne olmuştur kimbilir. Kağnılar, Çete Bayramlarında asfalt yollardan geçirilir. Çetelerin, efelerin, zeybeklerin türkülerinde ezgisi vardır kağnı gıcırtılarının. Koca bir hüzün medeniyetinden geriye, kala kala türküler kalmıştır. Bu yarayı hem kanatan, hem dağlayan, hem onacak olan türküler. "Ne şirin dert bu, dermandan içeri"...

Dün olduğu gibi insan, bizim insanımız, türkü, bizim türkülerimizdi. Bu sazın telleri hüzne, gurbete, hasrete, aşka akortluydu. Yani insana özgü değerlere. Ama kan hiç durmadan akıyordu. Yara belki kurşun yarasıydı, belki sevda yarası, belki yoksulluk, belki bir söylenmez, adı anılmaz yara. "Bir türkü diyordu." "Harmanı yanan bir ihtiyarın yoksulluğunca yanan" bir türkü. Köyünden toprağından kopup üç kuruşluk helal lokma ya da üç kuruşluk tahsil uğruna şehirlerde yokluk perişanlıkla türlü hastalıkların pençesinde can veren "Celal oğlanların" türküsü. Kuru yerde yatan, ayağına dikenler batan, soğuk sularla yunulan bir türkü...

Kan durur gibi olmuştu. Saz durmamalıydı. "Benim sadık yarim" diyerek toprağa yürümeye vurmalıydı. Bir mezar türküsü vurmalıydı, üzeri otlar kaplı, bir Fatiha'ya muhtaç, bir duâya hasret olmanın türküsünü vurmalıydı...

Kan durmuş, yürek yorulmuştu. Mızrap sazın son telinde Anadolu'yu ve Anadolu insanını anlatıyordu. "Bir türküyüm ben, adı sanı bilinmeyen, dillere hiç düşmeyen, sazı sözü olmayan, hiç olmayan bir türkü..."

https://dukkanmektuplari.blogspot.com/
https://dukkanmektuplari.blogspot.com/2019/03/dukkan-mektuplari-9-ismail-gokturk.html


uyurken güzel / mustafa alper taş



yine de kirazlarla gece arasında
bir şey var sakin suların üstünde akıyor
biraz hışırtısından içinin biraz ayın ışığından
uyur gibi yapıyorsun her şeye karşı

ben
bitmek üzere bir nehrin son çağıltısında
uzanıp balıkları seviyorum
tuzlu rüyalar gibi kayıyor ellerimden
büyük bir dağ

sonra hep birlikteyiz
göğsünde gezdirdiğin
ve kimsenin sevinmediği bir papatya tarlasında
gördükçe gülümseyerek
ama unutarak beyazlığını köpüklerin


çünkü yeşil kalıyor bütün renklerin ardından
dağları bu yüzden seviyorum


GİRİFT YALNIZLIK / Ahmet Özmen KILIÇ




O gözlerindeki muziplik,
Bakışların arasına sinmiş yalnızlığının
Vaveylasını kimse göremiyordu,
Bilemiyordu…
Herkes bencil ve korkak kalıyordu,
Ve söyleyemiyordu,
En çok da hayatta seni bu yordu…

Bense o gözlerindeki keşmekeş muzipliği bekliyordum,
Yalnızlığının vaveylasını kelimelere sığdırmaya çalışıyordum.
Belki de seni,
Bütün vaktimi,
Ömrümü alman için uzağıma yazıyordum,
Ve sana yetişmek için hızla koşuyordum.

Belki de trajik kaderimi yaşıyordum,
Şimdi oturmuştur yanı başına yalnızlığın,
Ben göremiyordum.

Sen kendi yalnızlığını ararken,
Ben bizim hayatımızı yaşıyordum.
Ve kaçtığın,
Yalnızlığın esiri oldun.
Ve hiç gelmeyeceğini bildiğim seni bekliyordum.

Ve o gözlerindeki muziplik,
Bir sır gibi ömrümü sarıyordu,
Çözemiyordum.


09.01.2007






BAHARIN GELDİĞİNİ SÖYLEMELİYİM/İsmail GÖKTÜRK


 -Şair Hasan Ejderha’ya-



Sana baharın geldiğini söylemeliyim
Gözelerime su yürüyor oluk oluk
Biliyorum bu mevsimde keklik cücüklerine
Elimde bir dal sümbül
Bir şair gibi ünlemeliyim

Her akşam ufuklarıma getirip asıyorsun güneşi
Damıtıp şerbet yapmaksa muradın yaz bitmeli, henüz erken
Bu mevsimde gözelerime su yürüyorken
Olmayan şerbette yüreğimi çepel etmemeliyim
Çeşme başlarına oturup suyu, toprağı
Bir şair gibi dinlemeliyim

Sana baharın geldiğini söylemeliyim
Anadolu düşlerime serilen yolluk,
Yüreğimde çiçeklenen kilimdir
Tesbi çalılarına yuva yapan kuşlar kefilimdir
Şair nasıl yürürse çiçekler üzre
Yamaçlarda, bayırlarda
Öylesine yürümeliyim


Şair, sana baharın geldiğini söylemeliyim
Gözelerime su yürümüşken oluk oluk
Baştan ayağa kan içreyim
Gözelerim ki yoluk yoluk yolunuk
Sen duyabilesin diye baharı
Ben karanfillerin boynu büküklüğünde
Bir şair gibi inlemeliyim
                                               12.04.1994


BABAMIN GÜLLERİ / A. Fuat BAYRAM


Her gün sular güllerini
Çiçek açsınlar diye
Mis gibi kokuları
Babamın gülleri

Çok severdim gülleri
Hele de babamın güllerini
O güllerin yeri bir başka

Ben de sulardım
Babamın güllerini
Çekerdim içime mis kokuyu
Dedim ya o güller bir başka

Her hafta çiçek açardı
Babamın gülleri


Kahramanmaraş Doğukent imkb orta okulu 5/B sınıfı 

BİR DUMAN TÜTÜYOR YANIKLI’DAN / Hasan KEKLİKCİ

Geçen Haftadan Devam

Oyunu bırakıp dumanı seyretmeye başladık: İki kişi koşarak duman tüten evin önüne geldi. Telaşlı telaşlı sağa sola koştular. Birbiriyle bir şeyler konuştular. Ve ellerini kulaklarına götürerek bağırmaya başladılar. Biz adamları görüyorduk ama sesler duyulmuyordu. Az sonra bizim köyün aşağısındaki evlerin damlarından “Dam yanıyooor” diye sesler gelmeye başladı. Sergenin içinde kurumuş incirleri toplayan anam, “Hadi oğlum siz de bağırın. Dam yanıyor deyin. Herkes duysun.” dedi. Biz de olduğumuz yerde, avazımız çıktığı kadar bağırdık Emmi. “Dam yanıyooor.” Bir müddet sonra da kadın erkek tüm köy hep bir ağızdan, Yanıklı’da bir evin samanlığında başlayan yangını ilan etmiş oldu.

Yola yürüyebilen bütün erkekler, helke ve satırlarla Yanıklı’ya giden patika yola doğru dikine aşağı koştular. Ara sıra “Satır –bakır bakraç- ağır olur, helke alın helke alııın.” diye bağıranlar oluyordu Emmi. En son cılız bir ses duyuldu “Suyu dereye atın, dereye atın” diye.

Babamla abim Yanıklı’ya, Memidik Osman’ın yanına zeytin çekmeye –Yağ çıkartmaya- gitmişti. Yangın yerine toplanan kalabalığın içinden bir çocuk yukarı doğru koştu. Çocuk, kalabalıktan ayrılıp seçgelleşince anam çocuğu tanıdı, biz de tanıdık Emmi. Anam “Aha Halil’i Harmancık’a gönderdiler” dedi. Gerçekten de abim Gölönünün Dersi’nin üstünden Harmancık’a doğru aştı gitti.
           
Ben küçüktüm Emmi. Abim benden dört yaş büyük. Abim bugün de benden dört yaş büyük. Keşke abim benden on yaş büyük olsa, ben de abimden dört yaş küçük olsaydım. Abim Harmancık’a gittiğinde, ben helke doldurup, yangına su çekseydim Emmi.
           
Yanıklı’nın adamına, bizim köyün ve Uncular’ın adamı da yetişti. Öğretmen bizim köyün okulundaki büyük oğlanları da yanına alarak gitmiş olmalı ki, kara önlüklü, beyaz yakalı çocuklar da kalabalığın arasında seçilmeye başladı. İnsanlar, aşağı yukarı beş yüz metre kadar uzakta bulunan arka gidip ellerindeki kapları dolduruyor ve koşa koşa gelip yanan ateşe döküyorlar. Fakat ateş sönmek şöyle dursun, sanki serpilen her helke su ile biraz daha artıyor gibi görünüyor.

Yanımızdaki kadınlardan biri, “Bizim köyün suyu yetişmedi herhalde helkeler geç doluyor, beleykem ateş samanlıktan eve sıçramaya.” dedi.

Başka biri, “Suyu dereye attılar mı ola bacım.” dedi.

Bir başkası, “Atmaya gittiler” dedi.

Yine bir başka kadın, “Aman bacım bizim su varıncaya kadar dam yanar.” dedi.
           
Bizim köyün suyu Yanıklı’nın arkına varmış olmalı ki, insanların koşuşturmaları hızlandı. Helkeler ardı ardına dolup-boşalmaya başladı Emmi. Fakat ne olduysa, bir anda bir alev topu evin çardağını yarıp, damdan bir örme  (bir ucunda ağaçtan bir halka bulunan, keçi kılından yapılmış insanların sırtlarında yük taşımaya yarayan kalın ip) boyu yükseğe kadar çıktı.

Dumanın yerini kıpkızıl bir alev aldı Emmi.

Evin aşağı tarafından elinde iki satırla bir kadın çıktı. Kadının yangını görmesiyle, elindeki satırları bir tarafa fırlatıp eve doğru koşması bir oldu. Alevlerden eve gidemedi. Ellerini dizlerine vurdu. Havalara zıpladı. Başından fesi düştü. Birkaç kadın kucaklayıp kenara çekmeye çalıştı. Biri fesini yerden alıp kafasına koydu. Kadın tekrar eve, alevlerin arasına seğirtti. Tekrar yakaladılar. Kafasına su döktüler. Kimse yerden fesini almaya eğilmedi. Bir erkek uzun bir merdiven getirdi. Çardağa dayadı. Merdiven alevlerin içinde kaldı. Adam merdivene çıkamadı. Başından aşağı bir helke su döktüler.
           
Ellerinde helkeler, satırlar, kazma ve küreklerle bir grup adam çıktı Gölönü’nün Deresi’nin üst tarafından. Belli ki Harmancık’ın adamıydı bunlar.

Neredeyse Yanıklı’nın arkından yanan eve kadar adam doldu. Biri suyu doldurup yanındakine veriyor, o diğerine veriyor ve helkenin içindeki su yangına dökülüp, boş kap hemen geri gönderiliyor Emmi. İçlerinde birbirine gücenik, her biri bir mesele yüzünden birbirleriyle konuşmayan onca adam olmasına rağmen, o ana kadar olmuş her şey unutulmuş ve dört mahallenin adamı el ele bir yangını söndürmeye çalışıyorlar.

İnsanoğlu herhalde hiçbir dünya malını kurtarmak için bu kadar çaba harcamamıştır Emmi.
           
Çardak ve duvarlar bir anda yere düştü. Bir zaman sonra yere düşen evin gürültüsü bizim oturduğumuz damdan duyuldu. Bir adam birazı kara, birazı beyaz, yastık gibi bir şey çıkardı çöken evin enkazından. Ve tamamen yanan damın ortası çökmeye başladı.

Önce loğ düştü Emmi damdan.

Ardından yangalak; sonra da komple yere indi kocaman toprak dam.

Kollarından zor bela tutulan kadın, bir anda kendini kurtarıp o yarısı yanmış şeyin yanına koştu. Kucağına aldı. Ayakkabılarını ateşe fırlatmıştı. Başında fesi yoktu. Oturduğu yerden öne arkaya, sağa sola sallanmaya başladı.

Helkelerini, satırlarını, kazmalarını ve küreklerini alan erkekler evden uzaklaştı. Helkeleri, satırları ellerinden düşen kadınlar; gâh elini dizlerine vuran, gâh sağa sola sallanan kadının yanına toplandı.
Erkeklerin boşalttığı yangın yerini kadınlar doldurdu.

Dam üstlerine kepmiş gibi herkes olduğu yere çömeldi Emmi.

DÜKKÂN MEKTUPLARI-7 / Ufuk TÜRK - Ahmet Doğan İLBEY


“Bu beyaz bir kâğıda yazılmış, katlanmış ve zarfa konularak postaya verilmiş bir mektuptur.

‘Ey Kentli Şaman!’

Ey bize yüreğimizin olduğunu fark ettiren, bizi hüzün denizinin kıyılarına götüren, ‘Bir kalbiniz vardır onu hatırlayınız’ düsturunu dimağlarımıza kazıyan, mağara duvarlarına fikir işleyip acılar sindiren kıymetli Âbim.

Bu mektup, bir cuma gecesi, Dükkân-ı Yemen’i düşünerek, içilen çay ve sigaraların verdiği sarhoşlukla, türkü dinleyip dostlarla bakışarak, ruhumun ait olduğu Mağara’nın eşiğinde kendimden geçmiş, perişan bir şekilde yazılmıştır.

Kapının eşiğine başım koydum, koydum ki bir sabah ezanında basıp geçin diye. Eğer fark eder de ‘Bizim Ufuk mu?’ diye sorarsanız, çok bahtiyar olacağım, ruhumu orda teslim edeceğim.

Bu mektup bir şikâyettir Ahmet Âbi. Dünyanın kirlerinde boğulmuşken bir dostun elimden tutmasıyla kapınıza geldim, Fikir Dükkânı’nıza aldınız beni. Adamlığın, dostluğun ne anlama geldiğini sizden öğrendim ben. ‘Sade vatandaş’lığa taliptim dizinizin dibinde. Şimdi gurbetteyim, Dükkân’ın gurbetinde, dostların gurbetinde, maişet gurbetinde garibim. Çok uzaklardayım serhat ellerinde, yabancı ellerde. Bir sınır şehrinde gurbetlik çekmekteyim. Serhat boylarında bir kaleniz hâlâ ayakta duruyor lâkin gücüm kalmadı artık ‘Bütün kaleler düşüyor.’ Ahmet Âbi.

Ey Ahmet Âbi!

Gurbetteyim, ‘yüreği yanında’ olmayan insanlarla dolu her yanım. Bu şehir beni boğuyor. Ne bir dost sohbeti ne bir çay var fikirli. Artık yemekten sonra tatlı yemeye, iş yerinde çayları sayarak içmeye başladım. Yalnız türküler kaldı sermayem. Bir de ah! Ki ‘Kim tutar hüznün nöbetini türkülerden başka.’ Öyle değil mi Ahmet Âbi?

Bu bir şikâyettir Ahmet Âbi. Maraş’taki dostlar beni unuttu. Aleyhimde bile konuşmaz olmuşlar. Ne arıyorlar ne soruyorlar. Ne bir mektup geliyor sıladan ne bir telefon mesajı. Mehmet Âbi elimden tutup ocağınıza getirdi beni şimdi bıraktı elimi. Tam bir buçuk yıl önce yazdığım mektuba cevap bile vermedi.

Bu bir şikâyettir Ahmet Âbi. Ben yalnız ne yaparım buralarda, bir dost selâmı olmazsa bu yaban diyarda ne yaparım? Ölür giderim. Ardımdan ‘Telgrafın direkleri sayılmaz/ Böyle canlar teneşire koyulmaz’ diye ağıtlar yakar mısınız?

‘Ey Kentli Şaman!’

‘Türkü dinlerken konuşulmaz, dost! Sadece bakışılır, kıvranılır’ buyurmuştunuz Tahrir Defterinizde. Bakışacak bir dostum bile yok ben ne yaparım buralarda?

‘Bir şiir olmalı şimdi alıp sana gelmeliyim’ diyor şâir. Ben ise şiirin vurgunuyla kıyınıza sürüklenmek istiyorum.

Haddim olmayarak yazdım bu satırları, hürmet eder ellerinizden öperim.”

Ufuk TÜRK

***


“Şair Ufuk Türk’e;

Ey gurbetlerde feryad eden hüzün ehli dost!

Yüreğimin üstünden geçen bin miligramlık mektubunuzu aldım. 


Açmadan önce muhabbet yoldaşı olan fikirli çayı hazır ettim önce.

Sonra bir gurbet türküsü açtım ve türküler eşliğinde hüzünlü mektubunuzu okumaya başladım.

Okudukça yandım ve zaten hücrelerime kadar hüzün dolu ruh ve bedenim dost hüznünden büsbütün cezbeye tutuldu.

Kelimeleriniz bir ayna oldu yüreğime.

Bu aynada kendimi gördüm ve ‘ah!’ dedim.

Gurbete çıkan dostların hâli ne yamandır, dedim.

Fakirin yazgısı böyledir işte.

Dostlarının mağaradan savruluşu yaralar yüreğini.

Gönlüne gam düşer de ‘ah dost!’ diye inler.

Kaç zaman oldu, iki kuşak dostları gurbet ele çıktıklarından bu yana derdmend olup çıktı.

‘Bu da gelir bu da geçer ağlama dost.’

Bu gurbetlikte biter bir gün.

Dostlar birbirine vâsıl olur.

Şikâyetiniz başım üstüne.

Dostluk mahkemesinde gereği düşünülecektir.

Gurbetini ve hüznünü en kalbî ta’zimlerimle kucaklarım.”


Ahmet Doğan İlbey

DÜKKÂN MEKTUPLARI-6 - Bir Dolu Gönül / Fazlı Bayram














hocam kutlu yolu tuttu
ışığına canlar koştu
görenlerin aklı şaştı
bizi düze çekti hocam

lahmacunu çok özledik
yedik içtik güzel dedik
gönlümüze siper ettik
özümüzü tuttu hocam

cumalarda kutlu olduk
baharlarda mutlu olduk
yüzün görüp umut olduk
bizi ele koyma hocam

aşık fani zayi dedi
o söyledi yazdım dedi
aç yurttaşı doyur dedi
fakir gönlüm doymaz hocam

şair yurttaş sen de söyle
isim koysun sana hocam
taklit taklit olmaz böyle
sana bir dem versin hocam