BİR DUMAN TÜTÜYOR YANIKLI’DAN/Hasan KEKLİKCİ


Ben çok küçüktüm Emmi; aklım kıt-sıt yetiyor…

Abim benden dört yaş büyüktü.

Abim bugün de benden dört yaş büyük.

Köyün tüm damları topraktı o zaman. Bazı evler yerden yapma; yani çullar, minderler, döşekler sade toprağın üzerine serilirdi. Bazı evler iki katlı, “kat” dediğim oturulan yer çardak, alt katın bir tarafı ahır, bir tarafı odunluk ve bir tarafı da samanlıktı. Bazı evlerin de altı komple ahır, samanlık ve odunluk eve bitişik, küçük bir damdan oluşurdu. Hatta samanlık damının üstü, evlerin balkonu gibiydi, çocuklar orada oynardı.  “Çocuklar orada oynardı” dedim ama büyükler de dama, danaçor, deveme, dokurcum, -dokuztaş- ev göçtü, gülle –bilye- gibi oyunları yine samanlık damının üstünde oynardı. Çocuklarsa en çok; kipi –seksek- ip atlama, körebe oynardı Emmi.

İlk yaz gelip erikler yetmeye başladığı zaman; herhangi bir yere evcek çalışmaya gitmeyen köylüler, damların üstünü çınar dallarından yaptıkları çitle ikiye bölerdi. Böylece damın yüksek olan ön tarafı ve nispeten daha alçak olan arka tarafı birbirinden ayrılmış olur; ön tarafa tavuk, oğlak, kedi, köpek gibi hayvanların ve çocukların geçmesi önlenmiş olurdu. Loğ, yağmur zamanlarında paaracanın –baca- üstünün kapatılmasına yarayan kalın tahtalar ve artık kullanılmayan yangalak arka tarafta kalırdı. “Yangalak” dediğim şey; ormanda kardan veya fırtınadan devrilmiş ve zamanla içi çürüyüp, dışı sağlam kalmış ağaçların bir parçasının alınıp, sağının solunun kesilip düzeltilmesiyle elde edilen ilkel beşiktir Emmi. Elde edilen bu ilkel beşiğin içine “Beşik otu” denilen pamuğumsu bir ot doldurulur ve üzerine bir bez serilerek bebekler yatırılır ve sallanarak uyutulurdu. Lafını verdiğim zamanda, köyde doğan bebekler için yatak, minder ve yastık icat edememişti insanoğlu…

Yapılan çitin ön tarafına geçmek için bir yerine kapsalık, –ilkel kapı- çoğu zaman da çitin içerisinden bir iki süven çıkartılıp takılmak suretiyle giriş çıkış yapılırdı.

Çit yapılıp sağlama alındıktan sonra; bahçelerde olgunlaşan meyve ve sebzeler, kışa saklanmak üzere getirip kuruması için oraya serilirdi. Dama, ilk olarak olgunlaşmış erik ve dut gibi erken yetenler; arkasından kayısı, elma, incir, üzüm gibi diğer meyveler; biber, domates, patlıcan, kabak gibi dolmalıklar; taze fasulye, taze loğlaz –börülce- gibi sebzeler; çekirdek fasulye, çekirdek bakla, çekirdek loğlaz, meke –mısır- sonra; badem, fıstık, ceviz, fındık ve yer fıstığı damdaki yerlerini alırdı Emmi. Zamanla kuruyan sebze ve meyveler eve indirilir, yerlerine yenileri serilirdi. Yine o eski zamanlarda; dut bastığı, incir bastığı, üzüm bastığı, gün pekmezi, pestil, teh, -ezilmiş çürümüş üzüm- de sırayla kururdu damlarda. Bu işlem güz gelip, yağmurlar başlayıncaya kadar böyle devam ederdi.  

“Sergen” derlerdi bu serme-kurutma işine. İçinde her türlü yiyeceğin bulunduğu sergeni kuşlar, sinekler ve arılar kadar biz çocuklar da severdik Emmi. Sabahları olmasa bile, ikindiden sonra akşama kadar damda sergenin arkasında oynardık çoğu zaman. Kıştan yaza kadar bacanın isiyle, kurumuyla siyaha boyanan yangalak ve tahtalarla türlü türlü oyunlar çıkarırdık. İlk günler yüzümüz, gözümüz ve elbiselerimiz simsiyah is olur, birbirimize bakar gülüşürdük. Bir süre sonra tahtalar temizlenirdi ama o zaman da kış geri gelirdi Emmi.

Kocabendinin Deresi şimdiki gibi değildi, gürül gürül akardı o zaman. Suyu çoktu. Biz anamızın, babamızın buyurduğu yumuşları tuttuktan sonra, koşa koşa dereye giderdik arkadaşlarla. Derenin uygun yerlerine ve genellikle de şarlakların –küçük çağlayan- bulunduğu yerlere yapardık göllerimizi. “Göl” dediğimiz; taşları yuvarlaya yuvarlaya derenin önüne koyar, sonra da suyun geçmemesi için taşların arasını otlarla tıkardık. Böylelikle en fazla kuşağımızı bir miktar geçecek kadar suyla dolu gölümüz olurdu. Üstümüzden bembeyaz köpüklü çağlayan akar ve biz göle dalar çıkardık saatlerce. Çoğu zaman göle dalıp çıkanın tumanı –donu- suyun ağırlığına dayanamaz düşerdi Emmi. Hep beraber gülerdik donu dizlerine kadar düşen arkadaşımıza. Bütün çocukların tumanı aynı renk ve aynı şekilde olurdu Emmi. Çünkü hepsini ya anam diker ya da anamın tarifi üzerine dikilirdi. İlk giydiğimizde lastiği çok sert ve sıkı olduğu için, belimizi kerterdi. Sonra sonra eskidikçe de belimizde durmaz ha bre düşerdi Emmi.

Bazen de köylerden hılgı dar –hulku dar/kalbi,gönlü dar- insanlar; derenin suyu azalıyor ve de su pisleniyor diye gelip göllerimizi bozar, bizi kovalardı. Yakaladığını döver; obamıza, oymağımıza, söve söve esvaplarımızı da toplar giderdi. Hersi –siniri- geçerse elbiselerimizi saklandığı yerden görebileceğimiz bir yere atar, geçmezse erinmeden, üşenmeden evlerimize kadar götürür, büyüklerimize bizi şikâyet ederdi. Bizimkiler bu adamların tebeetini –huyunu- bildikleri için her seferinde, “Akan su pis tutmaz” der başlarından atardı bu kalpleri ve ufukları dar insanları.

Bizim köyde sulanacak bahçe ve göğlük –sebze- çok olduğundan, ayrıca Uncular’ın bahçeleri de bizim arktan sulandığı için, derenin suyunun çoğu bizim köye, azı Yanıklıya giderdi. Bizim köye su taşıyan ark derenin yukarısında, Yanıklının arkı ise üç dört yüz metre kadar aşağıdaydı.

Suyun kıt olduğu bazı seneler, iki köy arasında ufak tefek tartışmalar da olurdu tabi. Yanıklının adamı gece gidip, suyun hepsini dereye atardı. Gecenin bir yarısı bahçesini sularken suyu kesilen diğer köylü de inadına bütün suyu kendi arkına çevirirdi. Bazen biri suyu kendi köyüne yönlendirip sonra derede bir taşın ya da bir çalının arkasına saklanarak, diğer köyden gelecek olanı bekler ve gelen adamla kavga ederdi. Sabah hem Yanıklı’nın adamı ve hem de bizim köyün adamı, “Bu gece filan adamın boynunun tozunu aldım” -dövdüm- diye orada burada laf atardı Emmi. Bazen gece kavga etmiş olan bu kişilerin; ikindiüstü Demircioğlu’nun berber dükkânının önünde laf eden kalabalığın içinde bulundukları da olurdu. O zaman kalabalığın içinden biri “De hele şunu gece nasıl ettin?” deyip lafı açardı. Konuşması istenen kişi “Arkın gözünde, tepeme kaldırıp yere çaldıydım, kuluncunun ortası çamura belendi” derdi. Sonra öbürü, “Senin yalanın Höttülü’nün yalanını geçti.” der hep beraber gülüşürlerdi. Tabi o kavgalardan sonra barışmayanlar da olurdu Emmi…

Büyük Ahmet Dedem henüz sergeni bozmamıştı. Biz dedemgilin damında; gâh loğ ile gâh birimiz içine yatıp birimiz sallayarak yangalakla oynuyorduk. Bizim oynadığımız yerden; evlerinin kimisi enlemesine, kimisi boylamasına bir tepenin başına dizilmiş olan Yanıklı çok iyi görünürdü. Bugün de çok iyi görünür Emmi.

Biz damda oyun oynarken bir de baktık ki bir duman tütüyor Yanıklı’dan...

Devam Edecek...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder