Ben çok küçüktüm Emmi; aklım
kıt-sıt yetiyor…
Abim benden dört yaş büyüktü.
Abim bugün de benden dört yaş
büyük.
Köyün tüm damları topraktı o
zaman. Bazı evler yerden yapma; yani çullar, minderler, döşekler sade toprağın
üzerine serilirdi. Bazı evler iki katlı, “kat” dediğim oturulan yer çardak, alt
katın bir tarafı ahır, bir tarafı odunluk ve bir tarafı da samanlıktı. Bazı
evlerin de altı komple ahır, samanlık ve odunluk eve bitişik, küçük bir damdan
oluşurdu. Hatta samanlık damının üstü, evlerin balkonu gibiydi, çocuklar orada
oynardı. “Çocuklar orada oynardı” dedim
ama büyükler de dama, danaçor, deveme, dokurcum, -dokuztaş- ev göçtü, gülle
–bilye- gibi oyunları yine samanlık damının üstünde oynardı. Çocuklarsa en çok;
kipi –seksek- ip atlama, körebe oynardı Emmi.
İlk yaz gelip erikler yetmeye
başladığı zaman; herhangi bir yere evcek çalışmaya gitmeyen köylüler, damların
üstünü çınar dallarından yaptıkları çitle ikiye bölerdi. Böylece damın yüksek
olan ön tarafı ve nispeten daha alçak olan arka tarafı birbirinden ayrılmış
olur; ön tarafa tavuk, oğlak, kedi, köpek gibi hayvanların ve çocukların
geçmesi önlenmiş olurdu. Loğ, yağmur zamanlarında paaracanın –baca- üstünün
kapatılmasına yarayan kalın tahtalar ve artık kullanılmayan yangalak arka
tarafta kalırdı. “Yangalak” dediğim şey; ormanda kardan veya fırtınadan
devrilmiş ve zamanla içi çürüyüp, dışı sağlam kalmış ağaçların bir parçasının
alınıp, sağının solunun kesilip düzeltilmesiyle elde edilen ilkel beşiktir
Emmi. Elde edilen bu ilkel beşiğin içine “Beşik otu” denilen pamuğumsu bir ot
doldurulur ve üzerine bir bez serilerek bebekler yatırılır ve sallanarak
uyutulurdu. Lafını verdiğim zamanda, köyde doğan bebekler için yatak, minder ve
yastık icat edememişti insanoğlu…
Yapılan çitin ön tarafına geçmek
için bir yerine kapsalık, –ilkel kapı- çoğu zaman da çitin içerisinden bir iki
süven çıkartılıp takılmak suretiyle giriş çıkış yapılırdı.
Çit yapılıp sağlama alındıktan
sonra; bahçelerde olgunlaşan meyve ve sebzeler, kışa saklanmak üzere getirip
kuruması için oraya serilirdi. Dama, ilk olarak olgunlaşmış erik ve dut gibi
erken yetenler; arkasından kayısı, elma, incir, üzüm gibi diğer meyveler;
biber, domates, patlıcan, kabak gibi dolmalıklar; taze fasulye, taze loğlaz –börülce-
gibi sebzeler; çekirdek fasulye, çekirdek bakla, çekirdek loğlaz, meke –mısır- sonra;
badem, fıstık, ceviz, fındık ve yer fıstığı damdaki yerlerini alırdı Emmi. Zamanla
kuruyan sebze ve meyveler eve indirilir, yerlerine yenileri serilirdi. Yine o
eski zamanlarda; dut bastığı, incir bastığı, üzüm bastığı, gün pekmezi, pestil,
teh, -ezilmiş çürümüş üzüm- de sırayla kururdu damlarda. Bu işlem güz gelip,
yağmurlar başlayıncaya kadar böyle devam ederdi.
“Sergen” derlerdi bu
serme-kurutma işine. İçinde her türlü yiyeceğin bulunduğu sergeni kuşlar, sinekler
ve arılar kadar biz çocuklar da severdik Emmi. Sabahları olmasa bile, ikindiden
sonra akşama kadar damda sergenin arkasında oynardık çoğu zaman. Kıştan yaza
kadar bacanın isiyle, kurumuyla siyaha boyanan yangalak ve tahtalarla türlü
türlü oyunlar çıkarırdık. İlk günler yüzümüz, gözümüz ve elbiselerimiz simsiyah
is olur, birbirimize bakar gülüşürdük. Bir süre sonra tahtalar temizlenirdi ama
o zaman da kış geri gelirdi Emmi.
Kocabendinin Deresi şimdiki gibi
değildi, gürül gürül akardı o zaman. Suyu çoktu. Biz anamızın, babamızın
buyurduğu yumuşları tuttuktan sonra, koşa koşa dereye giderdik arkadaşlarla.
Derenin uygun yerlerine ve genellikle de şarlakların –küçük çağlayan- bulunduğu
yerlere yapardık göllerimizi. “Göl” dediğimiz; taşları yuvarlaya yuvarlaya
derenin önüne koyar, sonra da suyun geçmemesi için taşların arasını otlarla
tıkardık. Böylelikle en fazla kuşağımızı bir miktar geçecek kadar suyla dolu
gölümüz olurdu. Üstümüzden bembeyaz köpüklü çağlayan akar ve biz göle dalar
çıkardık saatlerce. Çoğu zaman göle dalıp çıkanın tumanı –donu- suyun
ağırlığına dayanamaz düşerdi Emmi. Hep beraber gülerdik donu dizlerine kadar
düşen arkadaşımıza. Bütün çocukların tumanı aynı renk ve aynı şekilde olurdu
Emmi. Çünkü hepsini ya anam diker ya da anamın tarifi üzerine dikilirdi. İlk
giydiğimizde lastiği çok sert ve sıkı olduğu için, belimizi kerterdi. Sonra
sonra eskidikçe de belimizde durmaz ha bre düşerdi Emmi.
Bazen de köylerden hılgı dar –hulku
dar/kalbi,gönlü dar- insanlar; derenin suyu azalıyor ve de su pisleniyor diye
gelip göllerimizi bozar, bizi kovalardı. Yakaladığını döver; obamıza, oymağımıza,
söve söve esvaplarımızı da toplar giderdi. Hersi –siniri- geçerse elbiselerimizi
saklandığı yerden görebileceğimiz bir yere atar, geçmezse erinmeden, üşenmeden
evlerimize kadar götürür, büyüklerimize bizi şikâyet ederdi. Bizimkiler bu
adamların tebeetini –huyunu- bildikleri için her seferinde, “Akan su pis tutmaz”
der başlarından atardı bu kalpleri ve ufukları dar insanları.
Bizim köyde sulanacak bahçe ve
göğlük –sebze- çok olduğundan, ayrıca Uncular’ın bahçeleri de bizim arktan
sulandığı için, derenin suyunun çoğu bizim köye, azı Yanıklıya giderdi. Bizim
köye su taşıyan ark derenin yukarısında, Yanıklının arkı ise üç dört yüz metre
kadar aşağıdaydı.
Suyun kıt olduğu bazı seneler,
iki köy arasında ufak tefek tartışmalar da olurdu tabi. Yanıklının adamı gece
gidip, suyun hepsini dereye atardı. Gecenin bir yarısı bahçesini sularken suyu
kesilen diğer köylü de inadına bütün suyu kendi arkına çevirirdi. Bazen biri
suyu kendi köyüne yönlendirip sonra derede bir taşın ya da bir çalının arkasına
saklanarak, diğer köyden gelecek olanı bekler ve gelen adamla kavga ederdi.
Sabah hem Yanıklı’nın adamı ve hem de bizim köyün adamı, “Bu gece filan adamın
boynunun tozunu aldım” -dövdüm- diye orada burada laf atardı Emmi. Bazen gece
kavga etmiş olan bu kişilerin; ikindiüstü Demircioğlu’nun berber dükkânının
önünde laf eden kalabalığın içinde bulundukları da olurdu. O zaman kalabalığın
içinden biri “De hele şunu gece nasıl ettin?” deyip lafı açardı. Konuşması
istenen kişi “Arkın gözünde, tepeme kaldırıp yere çaldıydım, kuluncunun ortası
çamura belendi” derdi. Sonra öbürü, “Senin yalanın Höttülü’nün yalanını geçti.”
der hep beraber gülüşürlerdi. Tabi o kavgalardan sonra barışmayanlar da olurdu
Emmi…
Büyük Ahmet Dedem henüz sergeni
bozmamıştı. Biz dedemgilin damında; gâh loğ ile gâh birimiz içine yatıp birimiz
sallayarak yangalakla oynuyorduk. Bizim oynadığımız yerden; evlerinin kimisi
enlemesine, kimisi boylamasına bir tepenin başına dizilmiş olan Yanıklı çok iyi
görünürdü. Bugün de çok iyi görünür Emmi.
Biz damda oyun oynarken bir de
baktık ki bir duman tütüyor Yanıklı’dan...
Devam Edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder