Hava bulhanlıktı –kapalı-. Hafif
bir yağmur yağıyordu. Kasabaya gitmemiştim. Mehmet Ustanın çayhanesinde bir iki
bardak çay içtikten sonra kalktım. Çayhanenin önünde duran arabanın makam
koltuğuna geçip oturdum Emmi. Ne kadar oturduysam artık Mehmet Usta arabanın
kapısını açıp, “başkanım daldınız herhalde şoför yok.” demesiyle kendime
geldim.
Doğru ya kasabaya gitmeyeceğim
için şoförü almamıştım. Arabayı ben sürüp gelmiştim buraya. Arkadan inip öne
geçecekken telefonum çaldı: Selamsız, sabahsız bir ses, hatta ses değil bir
telaş telefonun öbür ucundaki. Saniyeler içinde o kadar konuştu, o kadar
“başkanım” ve o kadar “dozer” dedi ki, bütün bu konuşmadan, “Başkanım dozer
gidiyor.” gibi bir sonuç çıkarabildim. Telefonu kapattım. Beni arayan arkadaşın
sakinleşeceğini düşünerek bir müddet sonra, aynı numarayı aradım. Sakin
olmasını, tane tane konuşmasını istedim karşımdaki kişiden. Düşündüğüm gibi
sakinleşmişti. Söylediğine göre; köyde çalışan dozer Çatal’ın kuzeyine doğru
yolu yapıp giderken, hesap edemedikleri bir kayalığa denk gelmiş. Küreği vurup,
görünen toprağı iteleyince alttan katman katman bir kaya silsilesi ortaya
çıkmış. Hava yağmurlu olduğu için, dozerin paletleri kayaların üzerinden kaymaya
başlamış. Dozerin operatörü canını kurtarmak için atlamış, fakat dozer yavaş
yavaş uçuruma doğru kayıyormuş.
Bir de ondan dinlemek için
dozerin operatörünü aradım. Evet, bizim arkadaşın anlattığı aynen doğruydu.
Dozer her saniye uçuruma doğru kayıyormuş Emmi. Bir dozeri ancak başka bir
dozer çekebilirmiş bu durumda. Daireyi arayıp ilgililere durumu bildirmiş
arkadaş. Ben de “büyükleri” ararsam ve o zamana kadar dozer bir buçuk
kilometrelik uçurumdan, Sır Barajına doğru yuvarlanıp, suya gömülmezse, yeni
bir dozerle gelip bizim dozeri kurtarabilirlermiş.
Henüz evcek Maraş’a göçmeden
önceydi Emmi. Bizim nohut ekecek yerimiz yoktu. Daha doğrusu vardı da Ceyhan
Nehrine yakın olan yerler sıcak, yaylalar da soğuk olduğu için ekilen nohutlar
çok güzel olmazdı. Aşağıda nohut tuzlanmaya başladığında yağmur geldiği,
yukarıdaki tarlalarda üzerine kar yağdığı olurdu. İşte yıllardan bir yıl babam,
Çatal’da Körfahıların Pınarının üst tarafında, tepenin yörebinde bir baytar
–eğimli, verimsiz tarla- bulmuş. Sahibi bir şey ekmeyecekmiş o sene. Biz nohut
dersek nohut, mercimek dersek mercimek ekebilirmişiz oraya. Para pul da
istemiyormuş baytarın sahibi. Öyle hayrına verecekmiş, nasıl olsa geçmişlerine rahmet
de gerekirmiş insanın.
Nohut ekim zamanı abimle bir
çelik –on bir kiloluk hububat ölçü birimi- nohut alıp gittik bu Çatala. Dedikleri
yere tarif ettikleri gibi nohudu ektik.
Bilirsin Emmi nohudun kazması
sulaması olmaz. En fazla gidip içindeki yabancı otları ayıklarsın. Biz de öyle
yaptık. Günün birinde hem ektiğimiz nohudumuza bakmaya ve hem de varsa eğer
içindeki yabani otları ayıklamaya gittik abimle. Ne görelim Emmi?.. Bir tek
nohut yok ortada. Herkesin tarlaları nohut mercimek dolu, bizim nohut ektiğimiz
yerde bırak nohudu, Allah’ın bir otu bile yok.
Çatal, bizim bir çelik nohudu ve
abimle benim bir günlük emeğimi kurda kuşa yem etmiş Emmi. Şimdi de gözünü
devletin dozerine dikmiş, önümüze çıkardığı bunca engel yetmiyormuş gibi.
Kelimelerin kaleme gelmediği anlar olur bilirsin Emmi… Bu yola başladığımız ilk
günden bugüne kadar, kurnaz bir dama oyuncusu gibi, kımıldattığım her taşta
yendi beni bu Çatal...
Hal bu ki biz bu yolu
yapmasaydık, Çatalın kaçı kaç paraydı. Kim gelip giderdi bu dağlara, tepelere; birkaç
çoban ve üç-beş rençber köylüden başka; sabah erken kalkan köylü gencinin
şehirdeki fabrikayı boyladığı bu devirde; Çatalın sümbülü, kekiği, menekşesi, harman
çiçeği kimin umurunda sanki.
Şairler denizlere indi Emmi, yazarlar
dünden unuttu Anadolu’nun ormanını, kuşunu ve türlü türlü orman çiçeklerini. Yapıtlarında
(!); bizim çiçeklerimizin yerini, hangi ülkeden geldiği belli olmayan salon
çiçekleri aldı şimdilerde.
Şehirlerin sokak lambalarına,
Arnavut kaldırımlarına, sigara dumanlarına yazar oldular ayaksız uyaksız,
besteye türküye gelmez şiirlerini.
Köylü şairleri ve yazarlarına
gelince; onlar zaten analarının, boyunlarına taktığı muskayı şehirde çıkartıp,
yerine frengin kravatını taktıkları gün unutmuşlardı bu dağları Emmi.
Halk ozanlarını dersen, kadın
erkek karışık salonlarda, düğün seğmenini oynatmakla meşguller, elektik fişi
taktıkları bağlamalarıyla…
Mehmet Usta çok kahrımızı çekti Emmi
bu belediye işinde, hakkını yememek lazım. Çay paramızın olmadığı zamanlarda
para almadığı, gibi bize kebap söylemeyi de ihmal etmedi. Arabadan inip tekrar
çayhanenin arka tarafında bir masaya oturdum. Bu durumda kasabaya gitmenin
hiçbir manası yoktu çünkü. İlgili yerleri arayıp durumu anlatmıştım.
Söylediklerine göre, kayan dozeri kurtarmak üzere yeni bir dozer göndermişlerdi
kasabaya.
Kafamda Çatalın tüm tilkilerinin
kuyrukları birbirine karışmışken yine telefonum çaldı emmi.
Arayan bizim arkadaşlardan biri.
Konuşma bitti. Telefonumu masanın üzerine bıraktım: Şehirden gelen ekip bir
dozer ve iki tırla gelmiş. Getirdikleri dozerle bizim dozeri –Allah, Allah.
“Bizim dozeri” diyorum- henüz uçurumdan kayma tehlikesine düşmeden
kurtarmışlar. Sonra da iki dozeri iki tıra yükleyip Maraş’ın yolunu tutmuşlar.
Bizden hiç kimsenin ağzını bıçak açmamış Emmi. Donup kalmışlar dozer tıra
yüklenirken. Ölü evinin sahipleri gibi gözlerini yere dikmişler. Bakışları
kaybolmuş yağmurun açığa çıkarttığı toprak kokularıyla birlikte. Dozerin
yüklendiği tırı salacaya benzetmişler, dozeri evlerinden çıkan işçimen
oğullarının cenazesine. Sade Maraş’tan gelenlerden biri konuşmuş, “bu saatten
sonra tehlikeyi göze alamayız” demiş.
Olmadı Emmi. Aylardır
uğraştığımız Çatal yolunun ancak üçte birini bitirebildik. Gerisi kaldı.
O günden sonra ne kasabalı bize
ve ne de biz Maraş’a gidebildik bu yol için. Kimseye darılmadık, küsmedik,
gücenmedik Emmi. Küssek ne çıkar ki zaten, “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi
olmamış.”
O günden sonra Çatala hiç
çıkmadım. Ana yoldan geçerken, farkında olmadan başımı önüme eğdiğim zamanlar
çok oldu Emmi.
Ey Çatal Tepesi!..
Sen bize yol vermedin ama bilesin
ki, biz sende yol yapmayı belledik!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder