YÂREN / Salih AKGÖZ








Çakır gözlerinde hüzün birikmiş

Ne oldu boynunu bükmüşsün Yâren 

Evvel akşam gözlerinden düşürdün

Gizledin yüzünü dökmüşsün Yâren

 

Aldırış etmişsin ele âleme

Yakışır mı hüzün kaşı kaleme

Bir cigara yaktım berduş halime

Gözünü öylece dikmişsin Yâren

 

Eskiden ney idin şimdi ne oldun

On yıl evvel bir çırpıda kayboldun 

Gurbet elde ne eyledin ne buldun

Hele anlat neler çekmişsin Yâren 

 

Kucağında bebesi var Yârenin 

Hakikati oradadır çarenin 

O yavruyu kucağına verenin

Korkarım gönlünde yokmuşsun Yâren

 

                          04.13./28.01.2021

 

SUPHİ SİNEDARIN AKLİ MELEKELERİ BEYANINDADIR / Ferhat ALTUN

 


-Kadirin hakkı için-

 





Benim

Doğuştan akıl zincirim yokmuş

O yüzden yaparmışım istediğimi

Öyle söylerdi annem

Annem diyorum

O beni her gördüğünde gözleri dolardı

Ben yürüyünce utanırdı babam

Sormadım

Neden bu reva görüldü bana

Görmedim kimse gibi dünyayı

Yağmurun yağışı korkuturdu beni ve aynalar

Ve hiç koklayamadım annemi

Onun beni kokladığı kadar

Gittikçe erirdim zaman geçerken

Öldüm

O gün gülmeye başladı annem.

 

TEFEÜL SAATLERİ-3 / Hidayet BAĞCI

“Belki de sevmek bir seçenek değil, sadece kalpten gelen bir şeydir. İçime işlemişsin çıkarıp atamıyorum. Bütün mümkünlerin kıyısındayım”/Turgut Uyar

Nureddin, Şiir Naz’ı ne denli üzdüğünün farkına varsa da elinden gelen bir şey yoktu. Nureddin için her şey imkansız gibiydi artık. Turgut Uyar’ın bu cümlesiyle köy evindeki çardağın tahtalarını incitmeden adımladı girişi. Tahta merdivenin basamaklarını tek tek inerken bahçedeki kütüğün üzerindeki baltaya gözü takıldı ve bir an daldı. Şiir Naz’ın gülüşünü bir sonbahar mevsiminde tuzla buz etmişti. Şimdi o gülüş için ömrünü onun yoluna serecek güçte hissetti kendini. Nureddin baltayı eline aldı ve adımladı ormana giden çamurlaşmış yolu. 

Şiir Naz, Amine Şuara’nın küçücük ellerini tuttu ve nefesiyle ısıtmak için o yumuk ellere içindeki şefkatin ateşini üfledi. Şiir Naz’ın gözleri Amine Şuara’nın göz bebeğine dokununca her şey Amine Şuara’nın gözlerinde birleşti, birden cennet oldu.

“ …Ben kendime rağmen cehenneme dahi çevirmeye gücüm yetmesin diye sadece küçücük bir cennet istedim …”

Amine Şuara’nın göz bebeği herşeyin farkındaydı. Amine Şuara’da farkındaydı karşısındaki hayalin. O da her şeyi görmüştü. Aynı manzaraya farklı tepkiler verilse de beklentiler bir noktada kırılmıştı. Nureddin ve Şiir Naz da bu sebeple kendi kabuklarına çekilerek birbirlerinin gömleğini giyerek düşünmeye başlamışlardı. 

Metropol şehrin gürültüsünden uzaklaşarak bu küçük köy evine gelme fikri Nureddin’indi. Bu ev Nureddin’in babasından kendine miras kalmıştı. Buraya gelmeyeli de uzun zaman olmuştu. Nureddin ormana giden küçük patika yolda çamurlara bata bata gidiyordu ki birden dün geceden kalma yarım kalan yağmur sağanak sağanak kaldığı yerden yağmaya devam etti, kendini tamamlamak için. Nureddin’in üzerinde kendini yağmurdan koruması için ne kaban ne de bir yağmurluk vardı. Sadece üzerinde bir gömlek bir de pantolon ve yanında Şiir Naz’ın gülüşünü ısıtmak için elinde orta büyüklükte bir balta vardı. Böyle halde düşünceli çıkmıştı ormana. 

Şiir Naz sobaya odayı ısıtmak için attığı son zeytin dallarını da feda ederken, odanın da ısısı yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Buraya şehirden geleli iki gün olmuştu ve ne zaman dönecekleri de belli değildi. Bu yüzden erzaklarını da birkaç günlüğüne yetecek kadar almışlardı. Biraz temiz hava biraz da manzara her şeye güzel gelirdi. Evin arkasında derya deniz misali bir orman ve penceresi zeytin ağaçlarına bakan bir bahçe vardı. Zeytin ağaçlarının bittiği yerde telden örülmüş çitlerin sınırında bitişe dahi aldırmadan uçsuz bucaksız Sır barajı başlıyordu. Evin dış cephesi pastel tonda yarısı mavi yarısı da beyaz boyalıydı. Sanki gökyüzü, orman ve Sır barajıyla bütünleşmiş iki katlı köy eviydi ki buradaki görkeme kimse köy evi diyemezdi. Bütün odaların kapıları girişteki şömineli salona açılıyordu. Salonun avlusu da bir yanı ormana bir yanı da bahçedeki manzaraya bakıyordu. 

Odanın kapısı aralandığında Şiir Naz ve Amine Şuara oturdukları divandan pencereye süzülen yağmurlu manzarayı seyrediyordu. İkisinin de gözleri kapının aralanma sesiyle o tarafa çevrildi. İçeriye giren gölgenin paçaları çamur ve gömleği ıslaktı. Bir kucak dolusu odunla gelen Nureddin’i gören Amine Şuarâ bir ceylan gibi süzüldü ve Nureddin’in bacaklarına sarıldı. Şiir Naz bu duruma tepkisiz kalamazdı. Diğer odadan bir havlu getirdi ve Amine Şuarâ’nın ellerine verdi. Saçlarından damlayan yağmurlar Nureddin’in yüzünden süzülürken Nureddin, havluyu Şiir Naz’ın ellerinden almayı umarken Amine Şuarâ’nın ellerinden aldı. Nureddin yine her zamanki gibi kendini belli etmeyen haliyle sobanın yanına diz çöktü ve zeytin dallarının külünü temizledi.

Sobayı yakmak için kibritteki ilk alev Nureddin’in elini yaktı ve radyodan odaya dolan Münir Nurettin Selçuk’un sesi “ Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” Türk Sanat Musikisinden bir eser seslendiriyordu ki soba birden alev alarak güb güb yanmaya başladı.

 

Gözyaşları / Mustafa Alper Taş








mevsimlerden
bir susuzluğun biterken
henüz
daldırdığı çocuklarız geçmişe

gözlerde neyin karası
bilinmez
seçilmez sesimiz
ekinlerden

ah bir sevda var
yokuşlardan aşağı
dağa doğru bir sevda
ölürse
şarkılar içinde
kalırsa şarkılar

ey gözyaşlarının sakası
kuşlar konuyor
kondukça dudaklarına


47 NUMARA BOT /Teyfik KARADAŞ

On iki yaşından beri ayakkabı konusunda sıkıntı yaşarım. On iki yaşından önce lastik ayakkabı giydiğim için ayakkabının eskimesi sökülmesi pek sorun olmazdı; köyün bakkalından alırdık, aldığımız ayakkabı içi astarlı, Ermenek marka olursa da sevinirdim. On iki yaşında komşu köydeki ortaokula kayıt olunca babam bana dosta mahcup, düşmana rezil olmayalım diye siyah renkli lastik tabanlı bir kundura aldı. Babamın aldığı kundurayı giyince nasıl sevindiğimi, nasıl mutlu olduğumu anlatamamam. O yıl ikinci bir kundura alma imkânımız yoktu. Bu nedenle ben aldığımız kundurayı gözüm gibi koruyordum. Okula giderken giyiyor, okuldan gelince çıkartıp tozunu silerek yerine koyuyordum. Okul açıldıktan üç ay sonra bir gün okuldan gelirken sağ ayağımdaki kunduranın iç tarafının baştan sona söküldüğünü gördüm. Kunduranın söküldüğüne nasıl üzüldüğümü izah edemem. Sanki bedenimden bir uzvum kesilmişti. Ben pazartesi günü okula nasıl gidecektim? Köyde tamirci yok, ayakkabıcı yok; ayakkabıcı olsa ayakkabı alacak para yok… Kara kara düşünmeye başladım. Yanımdaki arkadaşlar üzüldüğümü anlamasın diye ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.  Eve gelip kapıdan içeri girince hüngür hüngür ağlamaya başladım. Benim ağladığımı gören anam üzüntüden kendisi de ağladı ama göz yaşlarını bana göstermedi. Yüzünü eşarbının ucuyla kapattı. Benim sıkıntıma çare olmak isteyen kara bahtlı anam, babam köyde olmadığı için derhal komşu evde oturan dedemin (babamın babası) yanına gitti.

Anam gider gitmez dedem beni hemen yanına çağırttı. “Üzülme güzel oğlum, ben hem senin ayakkabını tamir eder hem de sana ecer (yeni) kundura alırım” diyerek başımı okşadı. Elindeki yağlığıyla gözyaşlarımı sildi. Dolaptan köşker ipi, bal mumu, çuvaldız, köşker iğnesi ve pense gibi malzemeleri çıkarttı. Köşker ipine bal mumunu sürüp incelterek, ipliği iğneye taktı. Ayakkabının tabanındaki lastiği çuvaldızla delip, iğnenin ucunu penseyle çekerek benim kunduramı usta bir tamirci edasıyla onardı. Ayrıca beş kundura alacak kadar bol miktarda para verip beni sabahleyin şehre gönderdi. Beni şehre gönderirken de “oğlum sen yeter ki oku, ben sana istediğin kadar ayakkabı alır, istediğin kadar da harçlık veririm” dedi. Her zaman arkamda karlı bir dağ gibi duran dedemin bu sözünden ne kadar mutlu olduğumu kelimelerle ifade edemem. Dünyalar benim oldu. Sevincimden ağladım. Ben Maraş’a gelip kapalı çarşıdan kundura alırken üç ay içinde ayağımın otuz beş numaradan, otuz yedi numaraya çıktığını gördüm. Otuz beş numara ayakkabılar ayağıma hiç olmadı. Aldığım yeni kundura otuz yedi numaraydı. Bu nedenle; ayaklarım çok büyüdüğünden kunduranın söküldüğünü tespit ettim. Yaşadığım bu olaydan sonra ayakkabı ile derdim, sıkıntım başlamış oldu. Bundan sonraki seneler aynı sorunu yaşamamak için biri birinden bir numara büyük iki kundura aldım. Küçük kundurayı birinci dönem, büyük kundurayı ikinci dönem giyerek, vaziyeti idare ederek ortaokulu bitirmiş oldum.

Liseyi Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesinde okudum. Lisede okurken tesadüfen Batı Parktaki kunduracı Arap Usta ile tanıştık. Arap Usta güler yüzlü, alçak gönüllü bir insandı. Oldukça esmer olduğu için Arap Usta lakabıyla tanınıyordu. Arap Usta’ya ayakkabı konusunda yaşadığım sıkıntıları baştan sona destan gibi anlattım. Arap Usta da beni can kulağıyla dinledi. Sözüm bittikten sonra, Arap Usta kendine has o yumuşacık üslubuyla “bundan sonra sorun olmaz, ben ayakkabı hususundaki her derdine derman olurum Pehlivanım” diyerek beni teselli etti. O günden sonra; Arap Usta bana hem yeni kunduralar yaptı hem de eskiyen kunduralarımı tamir etti. Dört yıl boyunca ayakkabı konusunda herhangi bir sorun yaşatmadı. Lisede okulun güreş takımındaydım. Güreş yaparken mayo ve spor ayakkabısı konusunda yaşadığım dertleri, kederleri hatırlamak dahi istemiyorum.  O dönemde arkadaşlarımla Kapalı Çarşıda gezerken, Trabzon caddesindeki ayakkabı mağazalarının vitrinlerine bakarken, içeri girip çeşit çeşit ayakkabıları incelerken kimi kez üzülmedim, kimi kez yerinmedim desem yalan olur. Arkadaşlarım mağazalardan istediği marka, istediği şekil ve renkte ayakkabıları alıp giyerken, ben Arap Ustanın yapacağı klasik tipteki kunduralarla yetinmek zorunda kaldım. Üniversiteye giderken Arap Usta benim için ayakkabı yaptığı kalıpları bana hediye edip, “bu kalıpları gittiğin yere götür, gittiğin yerde belki bu kadar büyük kalıp bulunmaz, perişan olma” diyerek nasihatte bulundu. Gerçekten de Arap Ustanın bana hediye ettiği 47 numara ayakkabı kalıpları üniversite okurken Niğde’de, öğretmenlik yaparken Van’da çok işime yaradı. Ayakkabı yapan ustaların yanına kalıp ile gittiğimde bana hem tebessüm ettiler hem de azda olsa fiyatta indirim yaptılar. Ben de bugüne kadar Arap Ustayı hiç unutmadım. Halen muhabbetimiz, ilişkimiz aynı sıcaklıkta devam etmektedir.

Serhat şehri Van İlimizin, Emrah ile Selvi’nin diyarı Yeşil Erciş ilçesinde öğretmen olarak görev yaparken doksan iki senesinin kasım ayında askere gitmeye karar verdim. Milli Eğitimden askerlik nedeniyle ücretsiz izin alıp, sülüsümü almak üzere memleketime yani Kahramanmaraş’a gittim. Döngel köyünde iki gün ailemin yanında kalıp üçüncü gün evraklarımı almak üzere Askerlik Şubesine geldim. Askerlik Şubesi beni kısa dönem iki aylık vatani görevimi ifa etmem için Sivas 5. Er Eğitim Tugayına sevk etti.

Dayım Cumali Gök o zaman Malatya Şeker Fabrikasında pehlivan olarak çalışıyordu. Askere gitmeden önce dayımı ziyaret etmek için Sivas’a Malatya üzerinden gitmeyi kararlaştırdım. Maraş’tan otobüse binip yoğun kar yağışı ve tipi yüzünden zor bela üç saatlik yolu altı saatte giderek Malatya’ya vardım. Bir gece dayımın yanında misafir olup, ikinci gün otobüsle Sivas’a hareket ettim. Sivas’a giderken de yoğun yağışı nedeniyle dört saatlik yol sekiz saat sürdü. Yağ Donduran Geçit ’inde ufak bir sıkıntı yaşamış olsak da Allaha şükür kazasız belasız bir şekilde Sivas’a intikal ettik. Bu sırada hava iyice kararmış saat sekiz olmuştu. Otobüste tanıştığım benim gibi askere gelen Nizipli öğretmen Ali Kaya ile Sivas Öğretmen Evine giderek yattık. Sabahleyin erkenden kalkarak birlikte kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıdan sonra ben Erciş’te birlikte görev yaptığımız Seyfi Yılmaz abimin kardeşi Şükrü beye Sivas’ta olduğumu telefonla arayarak haber verdim.

Şükrü bey yanımıza gelerek bizi çarşıya götürdü. Bize Sivas’ın Kongre Binası, Çifte Minare gibi tarihi mekânlarını gezdirdi. Öğle yemeğinde bizi evlerinde misafir etti. Yemekten sonra berberde tıraşımızı yaptırarak akşam olmadan bizi birliğimize teslim etti. Nizamiyede bizim gibi yeni gelen yirmi kadar asker vardı. Bir onbaşı bizi üçlü kolda hizaya geçirip bölüğümüze götürdü. Anlayacağınız kapıdan içeri ilk adımımızı attığımızda askerliğimiz başlamış oldu. Bölük yemekhanesine vardığımızda okuldan, memleketten, görev yerinden tanıdığım onlarca arkadaşımla karşılaştım. İlk anda arkadaşlarımla karşılaşmam, onların beni “hoş geldin” diyerek karşılamaları o an itibariyle mutlu olmama yetti de arttı bile. Yemekhanede biraz oturup dinlendikten sonra koğuş çavuşunun verdiği dolaba çantalarımızı yerleştirip, gösterdiği yataklara yattık. Sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı yaptıktan sonra elbiselerimizi ve botlarımızı almak üzere topluca levazım deposuna gittik.

Levazım çavuşları bizi çay içme bahanesiyle kar yağışı altında yarım saat kadar bekletti. Bu sırada bizler de sağımızdaki, solumuzdaki çevremizdeki arkadaşlarla tanışma fırsatı bulduk. Levazım çavuşlarının çay içme işleri tamamlanınca bizi on kişilik Levazım deposunda görevli çavuşlar guruplar halinde içeri almaya başladılar. Bedenimizi ölçerek elbiselerimizi, ayakkabı numaramızı sorarak botlarımızı dağıtıyorlardı. Sıra bana gelince ayakkabı numaramı sordular. Kırk yedi dedim. Kırk beş numaradan büyük botumuz yok, şansına küs diyerek bana karşıdan kırk beş numara bir bot fırlattılar. Botlarımızı ve elbiselerimizi alarak koğuşumuza gittik. Koğuşta sivil elbiselerimizi çıkartıp hâkî renkli askeri elbiselerimizi giydik. Askeri elbiseler bazı arkadaşlara dar, bazı arkadaşlara geniş gelirken benim elbisem kitap gibi üzerime oturdu. Asker elbisesini giyinip aynanın karşısına geçince mutluluktan ağladım. Bizim yörede askerliğini yapmayana pek hoş gözle bakılmaz. Asker olduğum için Allah’ıma şükrettim. Kırk beş numara bota uzun uğraşlar sonucu zorla ayaklarımı soktum ama botun dar olmasından dolayı birdenbire dünyam karardı.

Elbiseler giyilir giyilmez eğitim çavuşları bizi eğitim alanına götürdüler. Tüfeksiz hareketlerden bir diyerek bizi karşılıklı şekilde dizerek selam vermeyi öğretmek için eğitime başladılar. Ben Teyfik Karadaş/Kahramanmaraş emret komutanım diyerek karşımdaki partnerime selam verirken, oda bana Süleyman Dingil/Denizli emret komutanım diyerek selam veriyordu. Arkadaşımın soy ismi Dingil olduğu için benim gülesim geliyor fakat ayağımdaki botun sıkıntısından gülemiyordum. Ayağımdaki dar olan botlar nedeniyle ayaklarımın kangren olacağını ve sonradan da kesileceğini düşünüyordum. O an itibariyle ayakkabın dar olursa dünyanın geniş olmasının bir anlam ifade etmediğini anladım. Tansiyonum yükseldi. Kar yağarken bile o soğuk havada buram buram terlemeye başladım. Bu acıya dayanacak ne gücüm nede ne de sabrım kalmıştı. Artık ya kendimi yere atıp ölüyorum diye bağıracaktım, ya da ayağımdaki botları çıkartıp uzaklara, en uzaklara atacaktım. Askerliğin ilk günü olduğu için birazda komutanlardan korkuyordum. Her şeye rağmen ölmemek, yaşamak için düşündüğüm eylemlerden birini gerçekleştirmem an meselesiydi. Eylemi gerçekleştirmek için eğitim çavuşunun bizden tarafa bakmasını bekliyordum. “Kul sıkışırsa, hızır yetişir” diye boşa söylememiş büyüklerimiz. Bir baktım ki, orta boylu nurani yüzlü bir çavuş “Teyfik Hocam, Teyfik Hocam “diyerek bana doğru koşarak gelmeye başladı. Tam yanıma gelince duraklayıp beni tanıdın mı? Teyfik Hocam diye sordu.

“Tanımadım komutanım” dedim.

“Tanımazsın tabi. Şimdi memlekette olsa belediye başkanlarıyla, milletvekilleriyle Tekir’de Döngel’de Şahinkaya’da soğuk suların başında gezer dolaşırdın. Yerdin içerdin Hocam” dedi.

“Komutanım sen kimsin?” dedim.

Çavuş: Ben Şahinkaya’daki küçük caminin imamı Nuri Bakır’ım. Memleketim Uşak. Boş zamanlarımda Andırın Arif’in bakkalını çalıştırırım. Ben seni yakın tanıyorum hocam. Bir derdin sıkıntın var mı?” dedi.

“Komutanım ayağım 47 numara verdikleri bot 45 numara. Ayağıma zorla giydim. Öleceğim, ayağım kangren olacak, zor durumdayım. Seni benim yanıma Allah gönderdi” dedim. (bu sırada gözlerim yaşardı)

Bunun üzerine Nuri Çavuş beni eğitim alanından alıp bölük binasına götürdü. Bölük binasında botlarımı çıkarınca ayaklarımın tamamen morardığını gördü. Depodan sivil ayakkabılarımı alıp ayağıma giydirdi. Beni yemekhane onbaşına emanet edip, kendi yeniden eğitim sahasına döndü. Sabahleyin beni vizite onbaşısıyla doktora gönderdi. Bizim taburun revir doktoru izinde olduğu için onbaşı beni Askeri Hastanenin ortopedi doktoruna götürdü. Yolda da içeri nasıl gireceğimi, kepi nasıl tutacağımı, selamı nasıl vereceğimi kısaca anlattı.

Hastaneye varıp muayene sırası bana gelince kapıyı çaldım. Doktorun gel sesini duyduktan sonra kep sağ elimle göğsümün üzerinde tutulu vaziyette usta bir asker edasıyla kapıyı açarak içeri girdim. Topuk selamı verdikten sonra “Teyfik Karadaş/Kahramanmaraş bir durum arz edebilir miyim komutanım” dedim.

Doktor (Tabip Üsteğmen): “Arz et bakalım” dedi.

Ben: “Komutanım ayağım 47 numara, bana 45 numara bot verdiler. Bot ayağımı morarttı” dedim. (Sözümü tamamlamadan)

Doktor (Tabip Üsteğmen): “Ben saraç mıyım, çık dışarı” diyerek beni dışarı gönderdi.

Kapıdan dışarı çıkınca moralim bozuldu, dünyam karardı. Devletin yetiştirdiği doktorun, devletin askerine gösterdiği tavır her şeyden önce insana yakışmazdı. Sonra hiçbir kişi, hiçbir makam devletin askerine böyle davranmamalıydı. Daha sonra bir öğretmene böyle davranılmamalıydı diye düşünmeye başladım ama o an için elimden gelecek bir şey yoktu. Revir onbaşısıyla buluşup bölük binasına gittik. Nuri Çavuş beni bina girişinde karşıladı. Hastanedeki durumu Nuri Çavuş’a anlattım. Nuri Çavuş beni bölük komutanımızın odasına götürdü. Kısa künye yaptıktan sonra beni, sivildeki konumumu ve bot konusundaki sıkıntımı bölük komutanına anlattı.

Bölük Komutanı (Yüzbaşı): “Allah esirgesin. Hocam savaş zamanı Seyit Onbaşı gibi üç yüz kiloluk top mermisini götürecek bir yiğitmiş ama ne yapayım. Beykoz’a yazı yazsam bot iki ayda gelir, o güne kadar hocamın askerliği biter. Siz hocama içeride bir görev verin askerliğini sivil ayakkabılarıyla tamamlasın Nuri Çavuş” dedi.

Nuri Çavuş: “Baş üstüne komutanım” dedi.

Ben de Bölük komutanına bir baş selamı verdim ve Nuri Çavuşla birlikte Bölük Komutanının odasından ayrıldık. Bölük çavuşunun yanına gittik. Bölük çavuşu beni yemekhane onbaşının yanına yardımcı olarak görevlendirdi. Bölük Çavuşu ile Bölük Eğitim Çavuşu olan Nuri Hoca yemekhane sorumlusu İbrahim Onbaşıya hocamı çalıştırma, idare et dedikleri halde disiplini bozmadan verilen her görevi eksiksiz olarak yerine getirerek iki aylık askerlik görevimi başarıyla ifa ettim.

Arkadaşlarım Sivas’ın eksi on beş-yirmi derece soğuğunda eğitim yaparken, ben binanın içinde başka bir görevi yerine getirdim. Arkadaşların birçoğu soğuk hava nedeniyle sinüzit hastası oldu. Arkadaşlarım dışarıda soğuk havada nöbet tutarken ben sıcak yatağımda uyudum. Sivil hayatta 47 numara ayakkabı bulamadığım için sıkıntı çektiğim halde, askerde 47 numara bot bulamadığım için rahat ettim. İnsanların keder ve mutlulukları yaşadıkları şartlara bulundukları ortama göre değişmektedir.

Askerde sıkıntıya düşünce, önceden kendisini hiç tanımadığım Nuri Çavuş’un anında yanıma gelmesi saadatların gösterdiği bir kerametiydi? Yoksa Yüce Mevla’nın bir sırımıydı? Yâ da Nuri Hoca bana yardım için gelen bir Hızır mıydı? Otuz yıldır anlayamadım ama anladığım bir şey oldu; o da başı dara düşen bütün kullarına Yüce Mevla’nın doğrudan veya dolaylı olarak yardım etmesi gerçeğidir. Yeter ki siz ona inanın, ondan yardım dileyin. Allah sizlerin başını dara düşürmesin, başınız dara düşerse de Yüce Mevla’m yardımını esirgemesin. Allah’ım tüm inananları Nuri Hoca gibi iyi insanlarla karşılaştırsın.

 

BELA / Miraç DOĞANTEKİN










Özlemek acı öfkesi kıskanmanın
Beklemek bilenmek öksüz bir ayrılığa
Kaybetmek açığa vurmak korkularını
Ağaçtan sallanan adamlara ayak
İyi adamlarla dolu dünyasının katiline
Nefretini sunması bir çiçeğin ağlayarak
En çirkin delirmek en iğrenç kusmak
Şiir bilgeliğin ve deliliğin sesidir
Neden yasaktır peki bir şiirde kendini asmak
Ölümden türkü yazmak kelebeğin kanadına

Hepsinden kötüsü ben olmak yeryüzünde
İğrençliğe lanete böylesine mal olmak

 

Dünya Meyvesi / Fazlı Bayram








biz kuşandılar sanıyorduk kılıcımızı

batının haçıymış sürdükleri fondoten

la deyince yüz bin dünya döktüler denize gibiydi

bedenlerinde sarmaşık pahalı takımlar

kol saatleri koca kaşlı gümüş yüzük

menfaat tükettiler ömür sanıyorduk

 

bu evler arabalar

ciks ciks kaynanalar

nerden türedi gökten inmedi zenbille

 

yoğurdunu sen bildiğin gibi ye arkadaş

derdimiz yoğurt olsaydı

biz onu aslanın ağzından değil

midesinden çıkarırdık

deşer kalbini göğe asardık

 

“NURETTİN TOPÇU” ve VAROLMANIN AŞISI / Hidayet BAĞCI

Geçmişten günümüze vârolmanın düşünce ve samimiyetle harekete dönüşmesini farklı bir perspektifle geleceğe ayna tutarak yansıtan Nurettin Topçu 7 Kasım 1909’da İstanbul Süleymaniye’de doğmuştur. Felsefeye olan merakı lisedeki eğitim hayatında başlamış ve Avrupa’da öğrenim görmek amacıyla girdiği imtihanı kazanarak Fransa’ya gitmesiyle devam etmiştir.“Vâr olmak, düşünmek ve hareket etmektir. Eğer ben vâr olmak istediğim değilsem, istediğim, sözle değil, arzu ve tasavvurlarla da değil, fakat bütün kalbimle, bütün kuvvetlerimle, hareketlerimle istediğim değilsem, ben vâr değilim… Vârolmak istemek ve sevmektir.” Söze ve öze dokunan cümlesini harekete geçirerek fiile dönüşmesini sağlayan Nurettin Topçu “Vâr Olmak” kitabında bu cümleyi detaylı bir şekilde açıklamıştır.

“Vâr olmak, istemek ve sevmektir.”

Eğer bir insan vâr olmak endişesi taşıyorsa öncelikle bunu samimiyetle istemesi lazım gelir ki kendi dünyasında bu konuya merakı olsun ve eyleme dönüşsün. Bu hareketin en güzel modeli olan Nurettin Topçu kendi dünyasındaki bu merakı keşfetmesiyle amacını belirleyerek o istikamette güzel adımlar atmış ve bir düşünceyi nasıl harekete geçirerek cisimleştirmesi konusunda kendini bu zamana kadar taşımıştır.

Hareket (Aksiyon) felsefecisinin kurucusu Maurice Blondel’i Fransadaki eğitim hayatında tanımıştır. Blondel’i tanımasıyla başlayan mistik ilgileri İslam tasavvufuna, özellikle Vahdet-i Vücud felsefesine doğru gelişmiştir. Avrupa tahsiline giden Türkler arasında ahlak üzerinde çalışan ilk öğrenci ve Sorbonne’da felsefe doktorası veren ilk Türk Nurettin Topçu’dur. 1934 yılında Türkiye’ye dönerek Galatasaray lisesinde felsefe öğretmeni olarak göreve başlayan Nurettin Topçu çocukluk arkadaşı Sırrı Tüzeer vasıtasıyla hayatı boyunca etkileneceği bir şahsiyet olan Abdülaziz Efendi (Bekkine) ile tanışmış, “Hürriyetim, hareketimin varlığı sayesinde vardır ve hareketle birlikte kendini gösterir.” diyerek ona intisap etmiştir.

Peki Nurettin Topçu’ya göre tam ve gerçek hareket nedir?

“Her defasında, en iptidai bir karar ve feragatte bile, bütün âleme yayılış, oradan da sonsuzluğa geçiş, sonra sonsuzluktan aldığı kuvvet ve bütün âlemden aldığı ibretle, aynı zamanda zekâ ile iradenin bütün kuvvetlerini kullanarak, tekrar kendi âlemimize dönüş ve bu noktadan âlemle temastır.” diyen Topçu’nun ifadesine göre düşünce bir hareket midir? Evet, aslında düşünce ve düşünmek de bir harekettir.

“Hareketlerimizin içselleşmesi ve iç yaşayışımızın sonsuzluğuna sığınması halidir. Gerçek ve olgunlaşmış bir harekettir; bütün hareketlerimizin başlangıcı ve sonudur.”

Bu sebeple insan her ne yaşarsa yaşasın ancak yaşadıklarına itina gösterdiği kadar öncelikle düşündüklerine de özen göstermelidir. Çünkü belli bir zaman sonra düşünceler de harekete dönüşür ve vârolarak cisimleşir. Bu düşünceye yaşadığımız hayata atıfta bulunabiliriz. Topçu’ya göre düşünce dört basamaktan oluşur. Bunlar; yakınlaşmak, eşyaya yönelerek verilen hükümler, aşk/ihtiras yolu ve hareketle düşünmektir. Bu dört adımdan oluşan düşünceyi kısaca özetlersek; düşünce tabiatla yan yanadır ve bu yakınlık onları vazgeçilmez bir noktaya getirir ki ikisini ayrı tutmak çok bencilce bir hareket olur. Pascal “Eğer insan bütün bir tabiat olmasaydı her şeyle ilgilenmeye kabiliyetli olmazdı.” der ve bu sebeple eşyaya verilen hükümler, “Bizi dar benliğimizden çıkarıp başkalarına teslim edicidir; bizi genişletici ve hayırkar yapıcıdır.”. Bu noktadan sonra insan aşk ve ihtiras ile kendi etrafında derin yaşayışlar keşfetmelidir. “İnsan ilmini kendinde derinleştirmesi, şahsiyetini darlıktan kurtarıp genişletmesi gereklidir. İnsan ruhu aleme doğru yayılırken aynı zamanda kendi içinde derinleşmelidir.” Daha sonrasında “Hareketle âlemin bütününe bağlanan varlık, yine âleme bağlanmış oluyor. Düşünce ile hareket burada birleşiyor ve bu mıntıkaya kadar getiren yolu aşan insan, burada sonsuzluğun iradesine yaklaşmış oluyor.”cümlesi bizi vâr olma noktasına yakınlaştırır.

“Hareket ediyorum, düşünüyorum. Birliği seviyorum, o halde varım.”

Topçu’nun kaleminden hareketin düşünceyle, düşüncenin istemek ve sevmekle vâr olacağını öğreniyoruz. Bu sebeple her bir bireyin “Millet kültürünün ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi mabedinin mihrabında önce tevbe etmeli, sonra da inanmayı ve sevmeyi öğrenmelidirler.” bu minval üzerinde hareket etmesi lazımdır. Bu düşünceyle bu nesil çağlar ötesini aşmalıdır. Peki, göz görüyor zekâ kavrıyor, bunca bilgilerin ışığında insan bildikleriyle mağrur olurken bizler neleri biliyor ve düşünüyoruz ki çağlar ötesine koşalım? Oysa düşündüklerimizin ne kadarını harekete geçiriyoruz. Onları gölgemiz gibi yanımızda nasıl taşıyabiliriz? Behemal bunlar başlı başına birer felsefik düşüncelerden ibaret olsa da harekete geçirilmesi gereken vâr olmaya aday fiiliyatlardır.

Kimimiz bir resmin, bir fikrin ve bir sanatın hayranıyız. Kiminin de bir hüner sultanıdır. “Bu yüzden; hayatı muhafaza içgüdüsüne bağlanan bütün arzular ve sefaletlerimiz bizde benlik şuurunu yaratıyorlar. Onların gözüyle görüşe de akıl diyor, düşündüğümüzü söylüyor; gerçeği bildiğimize inanıyoruz. Hakikat şu ki; canlı varlığın ilk ihtiyaçlarını iç güdüler karşılıyor. İç güdü tatmin oldukça hayati kuvveti biriktiriyor. Ruh sefaletleriyle el ele veren hayati kuvvet kendi kendini deneye deneye insanda ihtiras haline geliyor. Sonunda eşyayı ve olayları ihtiraslarımızın dürbünü ile görüyoruz. Sefaletlerimizin fetvasına böylece boyun eğiyoruz.”

Bu tür duygulardan kurtuluş için insanın tevbe etmesini istemesi lazımdır. “Sonsuzluğa çevrilen samimi istek, insan için selametin ilk adımını teşkil ediyor. İlahi kapıyı kımıldattıktan sonra etrafımıza ışıklar süzülüyor ve yeni denemeler başlıyor.” Bu denemeler sanat, ahlak ve dindir. Behemal “Çokluğun vehim olduğu anlaşılacak, her şey Bir’de birleşecektir. Her şeyin bir şey olduğu bilinecek, Bir’inse mekâna sığmayan Dost yüzü olduğu görülecektir. O’nu bilen, gururdan, kinden ve bütün hırslardan soyunmuştur. Bilen bahtiyar olacaktır.”

İnsanoğlunun eşyaya temasıyla vâr olan düşünce çok şekillidir. Varlığı tanımanın şekil ve dereceleri akıl, duygu, sezgi, aşk, ihtiras ve merhametin birbiriyle döngüsel olarak iletişimi sayesinde ilerleme kaydeder. Nitekim Topçu, bu şekil ve dereceleri tanımlarken şu ifadelerde bulunur:

“Akıl insanoğlunu dünyaya sultan yapan cevherdir. Ancak aklın eseri olan ilim merhamete nazaran pek küçük bir şeydir. Duygu hem aklı kımıldatan kuvvet hem de kendi varlığının farkına vardırandır. Duygular, rüyamızı tatlılaştırır ve hayat uykumuza fani bir mana katarlar. Duyguların örgüsü olan sanat, hayat çilemizin tesellisidir. Sezgi bize bekadan bir ışıktır; belki de hakikatlerin kapısıdır. Gafletten bir silkinme, bir hikmet kımıldanışıdır. Aşk dünyaların her an yeniden yaratılma şevkidir; ebedi ruhlardan bize doğru bir akım, fenadan bekaya bir intikaldir. İnsanın teker teker eşyadan sıyrılarak sonra her şeye birden sahip olmasıdır; sonsuzluğu kavrayan iktidarın insan varlığında nöbet tutmasıdır. Varlığın kendi kendine sığmayan iktidarıdır; aslına dönüş iradesidir. Ene’l-hak sırrına erenlerin, «Allah’ım ruh ve vücudumu iğrenmeden seyredebilecek kuvvet ve cesareti bana ver!» diyerek murada ermeleridir.”

Buraya kadar varlığı tanımak için onun şekil ve derecelerini idrak noktasındaki sınırlarımızı yok etmeye çalışarak taşları yerinden kımıldatan Topçu, bu şekil ve derecelerin içerisinde yer alan merhameti öyle bir tanımlar ki bu cümleye hak verirsiniz.

“Merhamet bunların hiçbirisine benzemez, hiçbirisiyle ölçülmez. Belki bütün bunlar ona zemin hazırlayıcıdırlar, ona yaklaştırıcı gayret ve duadırlar. Allah ile ansızın vaki olan buluşma hali olan merhamet, bu ruh hallerinin her birine karışmadıkça onlar sakat veya sefil kalırlar.”

 “Vâr Olmak” Nurettin Topçu’nun gençlik yıllarındaki felsefeye olan merakıyla başlamış olsa da nice insanlar o’nun bu tatlı merakıyla beslenerek vâr olma noktasına yetişmiştir.

Ne mutlu o’nunla Vâr Olmakı idrak edene!..

DÜŞE YATMAK (Alişarlı Emiş) /Teyfik KARADAŞ

Benim çocukluğumda dedem, babam, amcam ve yakın akrabalarımın hepsi hayvancılıkla uğraşırdı. Daha doğrusu köyümüzün tamamı hayvancılık yapardı. Hayvancılık (kara keçi) köyümüzün temel geçim kaynağıydı. Köyümüzdeki her ailenin az veya çok keçisi bulunurdu. Köy halkı keçilerin etinden, sütünden, kılından ve oğlağından yararlanarak geçimini sağlardı. Köylülerimiz keçilere kışın köyde veya köye yakın yerlerdeki kışla adını verdiğimiz barınaklarda bakar, yaz gelirse yaylalara göçerdi.

Ben on bir yaşındaydım. O sene mayıs ayının sonunda Mağaralı Yaylasına göçmüştük. Zaten Mağaralı Yaylası bize aitti. Bizden başka hiçbir sülale, hiçbir aile, hiçbir kimse konup göçemezdi. Mağaralı Yaylası; dereleri, tepeleri, esikleri, düzlükleri obrukları ve toprağında yetişen kenger, geven, çakşır, üçgül, kekik gibi binlerce tür bitkiyle ülkemizde eşine az rastlanan bir coğrafya parçasıdır. Aynı zamanda göklere yükselen karlı dağları, bu karlı dağlarda yetişen sedir, köknar, ardıç, meşe, şimşir gibi onlarca çeşit ağaç ile yörede adından söz ettiren önemli bir havzadır. Farklı bir pencereden baktığımızda bağrında yetişen sümbül, çiğdem, papatya, orkide gibi çiçeklerin kokusu ve yıl boyu kar kütlelerinin altından akan buz gibi soğuk sularıyla keşfedilmeyi bekleyen dünyanın saklı cennetlerinden bir köşedir. İşte kelimelerle tarif edilemeyecek kadar güzellikte olan Mağaralı Yaylasına göçtüğümüz sene babamla, amcam keçileri, amcamın oğlu İsmail ile ben de oğlakları güdüyorduk.

Bir gün babam ikindi vakti sürüyü otlatmaya gitmişti. Akşam dönüşte üç tane keçinin, dört tane dişi çebicin kayıp olduğunu sağım esnasına fark ettik. Havanın karanlık ve bölgenin sarp kayalıklarla kaplı olması nedeniyle kayıp hayvanları aramaya hemen gitmedik. Sabah ışıyınca amcam, babam ve ben keçilerin kaybolduğu Çatal İnlik bölgesine gittik. Sedir ve köknar ağaçlarının altlarını, bölgedeki her kayanın dibini, taşların deliklerini santim santim aradık, hayvanlarımızın ölüsünden de dirisinden de hiçbir emare bulamadık. Hayvanlarımızı ayı veya kurt gibi vahşi bir hayvan yese ayaklarından, boynuzlarından veya kemiklerinden mutlaka bir parça kalırdı. Hırsız çalacak olsa; sütlü keçilerin yerine daha iyi para edecek tekeleri veya kısır keçileri götürürdü diye düşünüyor, bu nedenle sütlü keçilerin kayıp olmasına bir anlam veremiyorduk. Karlık, Eşme, Keş Dağı gibi komşu yaylalarda oturan obaların çobanlarının da hepsine sorduk, sual ettik ama olumlu bir sonuç alamadık. Üç gün boyunca dağlar kazan biz kepçe yöremizdeki her yeri didik didik aradık, kayıp hayvanlarımızı bir türlü bulamadık. Sanki yer yarılmış, bizim hayvan içine düşmüştü. Hayvanları bulma konusun da umudumuz tükendi.  Sahip olduğun bir şeyi yitirmenin ne kadar zor olduğunu yaşım küçükte olsa böylelikle öğrenmiş oldum.

Akşam yemeğinden sonra çadırın önünde hem çay içiyor hem gelmişten, geçmişten sohbet ediyor, hem de kayıp olan keçilerimizle ilgili çeşitli yorumlar yapıyorduk. Babam birdenbire irkilerek “çözümü buldum” diye bağırdı.

Ben- “Nasıl bir çözüm buldun baba?” dedim.

Babam- “Alişarlı Ermiş’i buldum oğlum” dedi.

Ben- “Alişarlı Emiş ne yapar, bize nasıl yardımcı olur baba?” dedim.

Babam- “O uyursa, düşünde bizim keçilerin olduğu yeri veya başlarına ne iş geldiğini görür oğlum” dedi.

Ben- “Nasıl görecek baba, ben böyle işlere inanmam” diyerek itiraz ettim.

Babam- “Sen sabah erkenden Alişarlı Emiş’ in yanına gideceksin, selamımı söyleyeceksin, o keçilerimizi bulur” dedi.

Ben- (İtiraz etmeden) “Peki babacığım” dedim.

Sabahleyin kalkar kalkmaz güneş doğmadan önce düştüm Tekir’in yoluna. Balta girmemiş ardıç ormanların arasındaki patika yolda yürümeye başladım. Yolda yürürken adımlarımı hızlı hızlı atıyor, içimdeki korkuyu atmak için bazen türkü söylüyor, bazen şiir okuyordum. On beş dakika kadar sonra hava aydınlanınca, Tekir Köyü bütün ihtişamıyla uzaydan çekilmiş bir kartpostal gibi gözükmeye başladı. Benim ruhumdaki korku hissinin yerini mutluluk aldı. Ağaçların başında öten kuşların sesleri ruhumu dinlendirirken, geçtiğim yollardan bir öte, bir beri geçen tavşan, sincap gibi hayvanlar irkilmeme neden oluyordu. İşte böyle güzel bir halet-i ruhiye içinde Yeşilgöz çayının doğduğu yere indim. Yeşilgöz’ ün buz gibi sularıyla elimi yüzümü yıkadım. Biraz dinledim ve Alişarlı Emiş’in yanına gitmek için yola koyuldum.

Alişarlı Emiş önceden tanıdığım mütedeyyin bir insandı. Oğlu Osman annemin amcasının kızıyla evli olduğu için akrabalık bağımız da vardı. Bu nedenle ilkbahar mevsiminde zaman zaman bizim Kurt yurdundaki çadıra gelir namaz kılardı. Namazını kıldıktan sonra abdestini tazeler hayvanlarını otlatmaya giderdi ama ben o güne kadar düşünde yitik bulduğunu bilmiyordum. Yeşilgöz’ den sonra yoluma devam ederken Alişarlı Emiş’ in hayvanları düşünde nasıl göreceğini düşünmeye başladım. Benim mantığım bu işi kabul etmiyor, hurafe olarak görüyordum. Babamın isteğini geri çeviremeyeceğim için de mutlaka Alişarlı Emiş’ in yanına gitmeliydim. Karaağaç Gediğinden, Tilki Deliğinden ilerleyip Karınca Yolağına vardım. Karıca Yolağından sağ tarafa dönüp Alişarlıların Tahta Köprüsünden geçip Alişarlı Ermiş’in evine ulaştım. Alişarlı Emiş evinin önündeki bahçede yufka ekmek yapıyordu.

Alişarlı Emiş’e: “Bibi ben Yahya Mehmet’in oğluyum. Üç gün önce yedi tane hayvanımız kayıp oldu. Aradık, taradık bulamadık. Babam da beni senin yanına gönderdi. Keçilerimizi bulmalıymışsınız” dedim.

Alışarlı Emiş- “Hoş geldin Teyfik oğlum. Babayın selamı başım üstüne, bu işe de günahmış falan diyorlar ama babanla tuzumuz ekmeğimiz çok. Uyuyabilirsem inşallah bakarım” dedi.

Ben – “Sağ olasın Emiş bibi” dedim.

Alişarlı Emiş- “Oğlum açmısın? Bazlamama yapayım da ye” dedi.

Ben- “Teşekkür ederim Emiş bibi tokum” dedim. (Aç olduğum halde.)

Alişarlı Emiş- “O zaman oğlum sen şimdi git, değirmenin orada dut ye. Benim yanıma öğle namazından sonra gel” dedi.

Ben bunun üzerine Emiş Bibinin evinden ayrılarak Köse Kadirlerin evinin yanından Tekir’e gittim. Tekir’de Yayla Lokantasına giderek karnımı doyurdum. Fazlının Çay Ocağında çay içtim. Murat Remzinin Bakkalından ufak tefek alış-veriş yaptım. Öğle ezanı okununcaya kadar vakit geçirdim. Cemaat camiden çıkınca ben de Alişarlı Emiş’ in evine gittim. Alişarlı Emiş beni evin sofasında karşıladı. “Teyfik kuzum, hayvanlarınız Ali Babanın Taşının, Yoncalı tarafında bir aklana saplanmış, yukarı çıkamıyorlar. Sizinkiler keçileri aramak için taşın başına birkaç defa varmışlar ama o saatte keçiler aklanın arka kısmında küçük bir mağara var orada oldukları için görememişler. Kuzum keçiler açlıktan susuzluktan perişan halde hemen git, keçileri kurtarın” dedi.

Emiş bibi sözünü bitirir bitirmez “teşekkür ederek” geldiğim istikametten gerisin geriye yola revan oldum. Bir an önce hayvanlarımızın bulunması için bazen koşarak, bazen yürüyerek yıldırım hızıyla ilerliyordum. Vakit öğle üzeri olduğu için hava çok sıcaktı. Sıcağın etkisiyle sırtımdan çıkan ter, üzerimdeki elbiseleri iyice ıslatmıştı. Saman taşına varınca beş dakika mola verdim. Saman Taşının Pınarından su içtim, elimi yüzümü yıkadım, biraz nefesimi toplayıp aynı hızla yoluma devam ettim. İkindi ezanı okumadan yayladaki çadırımıza ulaştım. Nefes almadan Alişarlı Emiş ’in söylediklerini babam ve amcama anlattım.

Babam ile rahmetli Ali amcam zaman kaybetmeden ellerine bir ip alarak Ali Babanın Taşına gittiler. Keçileri Alişarlı Emiş ‘in söylediği yerde bulmuşlar. Amcam aşağı inmiş aklandaki keçilerin boynuza ip bağlamış. Babam yukarıdan ipi çekmiş, amcam aşağıdan keçiyi kaldırmış, sırasıyla bütün hayvanları çıkartmışlar. Ardan bir saat geçmeden keçileri alıp geldiler. Gerçekten de keçiler açlıktan ve susuzluktan perişan haldeydi. Sütlü keçilerin memeleri kör olmuş artık süt vermiyordu. Bütün keçiler zayıflamış, kılları dökülüyordu. Her şeye rağmen yitik hayvanlarımız bulunduğu için obamızda bayram havası esti. Hayvanlarımıza ot toplayıp yedirdik, su ısıtıp içirdik. Keçilerimiz bakımı iyi olunca bir hafta sonra iyileşti.

O günden sonra vefat edinceye kadar ne zaman Alişarlı Emiş’ i görsem önünde saygı ile eğildim. Ne zaman bir müşkülüm olsa duasını istedim. Alişarlı Emiş ‘in öldüğünü aylar sonra duyunca göz yaşı döktüm. Ruhu şad, mekânı cennet olsun. Ben Anadolu’nun her yöresinde bir Alişarlı Emiş olduğuna inanıyorum. Allah ülkemizden Alişarlı Emişleri eksik etmesin. Büyüklere saygı hem dini hem insani bir görevimizdir. Bütün büyüklerimiz başta olmak üzere, özelliklede Alişarlı Emiş gibi manevi büyüklerimize her zaman saygı göstermenizi diliyorum.


Çarpık Yürüyüş/ Sibel Kök














kalp kırılmaz yıkılır ancak, almışsa yara

gedik önce ruhta açılır, sonrası koca bir boşluk, tek ve tenha

boğazda yumruk yahut gövdede kurt, açıkça söylenmez kimliği

insafı yok bu kaza süsünden kalma en ağır hasar;

yenilgidir, sevinsin galip çıkanlar

 

güven sustalı bıçak, benlik rab tahtta

korku ve endişenin satıldığı gölgeler pazarında

susunca kalabalık, konuşunca yalnız

bulanık bir aynadır her yüz

 

yol biter, dal kırılır, düş yorulur, anlatır zaman

ne bir eksik ne de fazla

dünyaya vurulmak üzere gelen serçenin ürkekliği

neyse odur insan


MERMİ KALMADI EVLADIM/Mehmet Muharremoğlu

Dedem’e rahmet ve Fatiha dileklerimle…

 

Bir gün yine “tatbikat var, bölükler hazırlıklarını tamamlasın” dediler. İkinci Cihan Harbi patlak vermişti. Her Allah’ın günü harpte gibi tatbikat yapıyorduk. Hazırlıklar tamamlandı. Tatbikat günü geldi çattı. Takımlar, bölükler toplandı. Çukurova’nın düzüne bir tümen asker yığıldı. Piyadeler yerini aldı. Süvariler, Ceyhan ırmağının kenarına belli duraklar mevziler tespit ederek dizildiler. Topçu birliği olarak biz de toplarımızı vadinin yukarı yamaçlarına doğru çıkardık. Topları altında kızaklı arabalarla dağın yamaçlarına kadar çıkarır orda mevzilenirdik. Kumandanların dediği şekilde kamufle ettik, toplarımızı sabitledik, namluları yağladık, beklemeye başladık.

Evvela piyade girdi çatışmaya Çukurova’nın düzünde. Ardından süvarilere emir verildi, onlar tozu dumana katarak dahil oldular hengameye. Aşağı ovada göz gözü görmez oldu. Topçular ağır adamlardır oğlum, savaşın seyrine göre en son sahaya topçular çıkar. Bir de çıktılar mı önünde beli benzer birlik duramaz.

Aşağıda piyade, süvari birbirine girmişti. Bizim görevimiz, ovanın öbür ufkundan giriş yapan topçu birliğini imha etmekti. Sıra bize yani topçulara gelmişti. Evvelden toplarımızı kumandanların işaretlediği yerlere mevzilemiştik. Mermileri topun ağzına sürmüş pür dikkat emir bekliyorduk.

Ali kumandanın tok sesi mevzinin öbür başından gürledi:

Dikkat! Topçu birliği! Bütün takımlar silah başına!

Dane müsademeliiii!

Topçunun en mühim komutu buydu evladım! Dane müsademeliiii!

Namluları verilen koordinatlara göre ayarlayın demekti. Nişancılar ellerinde ölçüm aletleriyle namlulara sağa sola, aşağı yukarı manevra yaptırdılar. Gerekli ayarlamalar yapıldı. İkinci emir geldi!

Nişan aaaal!

Birazdan gümbürtü kopacak hazır ol. Bu emirle beraber verilen hedeflere nişanladık topları. Dikkat et evlat, korkma. Birazdan cayırtı kopacak.

Ateeeeşşşş!

- Güüümmm

- Zoooommmm

Namlular aşağı ovanın ilerisindeki tepeleri dövmeye başladı. Topçu birlikleri verilen hedefleri bir bir vurmaya başladı.

Güüümmm – Zoooommmm

Dedemin her gümlemesinde top mermileri sanki büyük odadaki tandır ocağına düşüyor, ocakta yanan çam kütüklerinde çıtırtılar artıyordu. Mermiler Çukurova’da değil de bizim evin damında patlıyordu. Sesi gürdü dedemin. Sert adamdı. Evden seslenince Yukarıoba’nın Uzuntarlasında Güççük emmi ses verirdi. Sanırdın aradaki caminin çatısı yerinden kalkıp geri konacak.

Güüüümmmm

Zooooommmmm

Bütün takımlar sırayla bütün hedefleri tam isabetle vurmuşlardı.

İkinci atışlar için emir geldi!

Topçu birlikleri! Mermi süüürrr!

Dane müsademeliiiii!

Nişan aaaallll!

Ateeeşşş!

Güüüümmmm

Ateeeşşş!

Zooooommm…

Ovada piyade süvariye karıştı. Mermiler vızır vızır havada uçuyor, top mermileri süvariyle piyadenin üstünü aşıp karşı ufuklarda patlıyordu. Piyadeler kaçacak delik aramaya başladılar. Süvariler atları zaptedemez oldu.

Hamit, atını Ceyhan ırmağına sürdü. Sılada sevdiği varmış. Kara sevdalıydı. Hamit’in sevdasını bütün tugay bilir, herkes ona hürmet ederdi. İkide bir firar etmeye kalkardı Hamit. Gene Ceyhan ırmağının ortasına doğru gidiyordu atıyla.

Süvarilerin kumandanının tiz sesi mermi vızıltılarının arasında çınladı:

Hamiiiit, geri dön Hamiiit! Gözleri donasıca Hamit, geri çevir atını!

Hamit ora derin, geçemezsin, boğulursun. Geri dön Hamit, firarını yazdırma bana!

Hamit bir müddet suyun içinde mücadele ettikten sonra cesaret edemez geri dönerdi. Kumandan gözlerini devirir geç yerine gözleri donasıca, gözüme görünme derdi.

Dede bir daha top atsana!

Mermi süüüür! Dane müsademeliiii Nişan aaaallll! Ateeeeşşşşş! Güüüümmm Zoooommmmm!

Dede n’olur bir daha at!

Akşam yemeklerinden sonra dedeme askerlik hatıralarını anlattırırdım. Topçu bataryasının tatbikatlarını canlandırırdı dedem. Her akşam, uyumadan evvel dedemin top atışlarını defalarca dinlerdim.

Dedem anlatmaya başladığında kendimi eski zaman harplerinin birinde düşmana hücum ederken bulurdum. En çok top atışları hoşuma giderdi. Dedemin gür sesiyle verdiği komutlar, mermi seslerini taklidi, tatbikatı canlı gibi seyretmemi sağlardı. Burnuma barut kokuları gelirdi. Dedemin her gümlemesinde evin duvarları ayağa kalkar geri otururdu sanki. Mermiler ya evin damında ya da direklerde patlardı.

Ninemin, babamın teyzesinin Alicik masalları da vardı ama ben en çok demenin top atışlarını severdim. Çoğu zaman top atışları arasında uyurmuşum. Kış gecelerinde ocağın etrafına kümelenince dedeme top attırmayı adet edinmiştim.

Dedemin top atışları, gür sesi, tatbikatı canlandırışı hayal dünyamda girdiğim bütün savaşlardan galip çıkmamı sağlardı. İlerde ben de topçu olup düşmana galebe çalacağım diye düşünürdüm. Türk askerinin kahramanlığını dünyaya bir kere daha ilan edecektim. Türk askeri girdiği bütün savaşları kazanır oğlum derdi dedem. Her mermi patlayışında dedemle birlikte hedefleri ben de vurur mutlu olurdum. Dedem tatbikatlarda üstün gayretinden dolayı kumandanlarından takdir almıştı.

Dört beş yaşlarındaydım. Bir kış dedem hasta oldu. Büyük odada yatak serdiler. Dedemi oraya yatırdılar. Bir müddet sonra dedem hiç kalkmaz olmuştu. Günler geçiyor dedem iyileşmiyordu. Komşular evimize geçmiş olsun ziyaretine gelip durumunu sormaya başlamışlardı.

Artık top attıramıyordum dedeme. Hasta olduğu için bir şey diyemiyordum. Yatağında sessiz sessiz yatıyordu. Komşular dedeme top attırarak uyuduğumu, askerlik hatıralarımı dinlemeyi sevdiğimi biliyorlardı.

Dedem artık hiç konuşmaz olmuştu. Yemek bile yemiyordu. Üzülüyordum ama yanına gidip konuşmaya da çekiniyordum.

Anam “hiç söylemiyor edem gayrı” dedi soran komşulara. Mehmet abi, “Fatik abla, belki Mehmet yanına varırsa belki bir kelime bir şey söyler” dedi. Bana da “haydi dedene top attır da dinleyek” dedi. Ben ilk önce itiraz ettim, çekindim ama dedemi haftalardır yakından görüp konuşturmamıştım. Top atışlarını da özlemiştim doğrusu. Komşu abilerin zorlamasıyla razı oldum.

Köşede yer yatağında yatıyordu. Biraz yükseltmişlerdi yatağını üşümesin diye. Yanına yaklaştım.

Dede, dede beni duyuyor musun

….

Dede bana top atsana!

Güç bela bana doğru döndü.

Dane müsademeli

Nişan al

Ateeeşş

Güüüümm

Sesi zayıf çıkıyordu. Bir mermi attıktan sonra sustu dedem.

Dede nolur bir tane daha top at!

Biraz durdu. Su verdiler bir yudum.

Mermi kalmadı oğlum!....

Dedem ondan sonra bir daha konuşmadı. Son mermisini de benim için atmıştı.